Yola devam olanaklı mı? - ALİ RIZA AYDIN

Yolsuzluklara bir de halkoylaması yolsuzluğu eklendi. Seçim ve yolsuzluk sözcüklerini buluşturan “Anayasa”dır.

Seçimlerin, “yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında” yapılacağını söyleyen Anayasa, bu sözcüklerle yetinmiyor, açıyor bu yönetim ve denetimi. Diyor ki: “Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikayet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama” YSK’nindir.
Tüm bu seçim işleri ayrıca Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’da ayrıntılı olarak yazıyor.

YSK bu ötesi yok, dildiğince yorum yapar, seçim yolsuzluklarını geçerli sayar, noktayı koyar.  “Bu nasıl yargı” da demeyin. Onların dertleri (!) de çok. Ne yapsınlar yani, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen” terör örgütüne “aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen” yargıca ne yapılacağını biliyorlar. Bu baskı altında kızmayın zavallılara…
Zaten memur haline getirilmiş, emir kulu olmuş bir yargıdan geliyorlar değil mi?
Ya da gerçeği çok iyi öğrenmişler: “yargı da düzenden soyutlanamaz, sınıfsaldır. O zaman sınıfının ve iktidarının isteklerine göre hareket etmek gerekir.”
Gerçeği görmeyenler ise “düzen bozulmasın ama yargı bağımsız olsun” der, oyalanıp dururlar.
Öyle ya da böyle, sel başlamaya görsün önüne katıp götürüyor. Bu halkoylamasının, geçersiz sayılması dışında temize çıkması zor… Tabii, hukuksuzluğun ürünü olup hukuksuzlukla halkoyuna sunulan, “seçim yolsuzluğu” damgalı anayasa değişikliklerinin de kabulü olanaklı değil. İngilizlerin, “kötü yasaya halk uymaz” sözü buraya tam oturuyor.

Anayasa değişikliklerinin kabulü olanaklı değil de AKP’nin bu haliyle yola devamı olanaklı mı?
Peşinen söylenecek şey, 2019’a ya da Meclisin seçim kararı alması halinde 27. yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve cumhurbaşkanının seçiminin yapılacağı daha erken tarihe kadar mevcut durum devam edecek. Ancak, değişiklikler seçim yolsuzluğuna rağmen resmileştiğinde cumhurbaşkanının tarafsızlığı ortadan kalkacak; partili olabilecek, hatta ilk parti kongresinde başkan olabilecek.

Bundan sonra kritik görev düzen içi muhalefette…  Çünkü halkın “hayır” kesimi “umut verici olanakların” peşindeyken, onlar ne yapacak?
Krizleri beyinlerine vurmuştu, burunlarından soluyorlardı. Sermayeye bolca teşvik vererek, emeği baskılayarak, dinselliğe sığınarak ayakta durmaya çalışırken, 15 Temmuz ve OHAL yetişti imdatlarına… Savaşa da sığındılar. Ama asıl olarak da, ne yaptılarsa örtülü ya da açık onay aldıkları düzen muhalefetinin masumiyetine güvendiler.

Anayasa tanımadılar, hukuksuzluğu tavana vurdurdular; laikliği özgürlük diye yutturup dini hukuka, devlete, siyasete ve topluma soktular; toplumun yaşam tarzına el attılar. Ülkeyi cinayetlerin, katliamların merkezi yaptılar; sınırları kevgire çevirip kendi topraklarında sokağa çıkma yasakları uyguladılar. Savaş suçu işlediler. Başıbozukluğu çok sevdiler.

Sözde Yüce Divan’a gönderileceklerdi ama hep korundular. Böylesi muhalefet desteğiyle hem de OHAL düzeninde, kendilerini soruşturma ve yargılamalardan kurtaracak, başıbozukluklarını meşrulaştıracak anayasa müsveddesini, anayasa yapacak kapıları rahatlıkla açtılar.
Halkın oyuna başvurdular ama yolsuzluklarına, seçim yolsuzluğunu da ekleyerek. Hem de YSK’nin toptancılığına sığınarak.

Meşruiyetlerini kaybetmiş iken meşrulaştırıldılar, gericilikle beslendiler. Meclis, kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyle değişiklikleri geçirdi. YSK’de bu kervana katıldı.
Şimdi, geçersiz halkoylamasına karşın, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmek istiyorlar; kafalarında da tilkiler dolaşıyor. Öncelikle kötüledikleri Meclis’i çalıştırmak isteyecekler, meşruiyet devamı için. Sonra da o Meclis’e entrika dolu yasaları, sermaye yasalarını onaylatacaklar.
Hemen örneklersek, kafalarında “anayasalı hükümdarlık” rejimine uygun büyükşehir modeli vardı. Hem büyükşehir sayısını artıracaklar hem de o alanlarda yeni görev ve yetki tanımlayacaklardı. Eyalet olmadan federal yapı düşlüyorlardı. Halkoylamasında, büyükşehirlerden golü yediler ve hemen tilkiler devreye girdi. Şimdi, il sayısını artırma, büyükşehirleri bölme, seçimlerde hakim olacakları dar alanları yaratma düşündeler.

Düzen muhalefeti, parlamento saflığına düşerse yola devam sancılı olarak sürer. Düşmezlerse, bu yolsuzluk üzerine kurulu anayasa değişiklikleri yürürlüğe girmeden kaldırılabilir. Değişiklikler yürürlüğe girene kadar köprünün altından çok su akacak, tabii üç maymun rolüne girilmezse… Bu söz düzen muhalefetine…

Bizim sözümüze geçmeden, “cumhurbaşkanına hakaret davaları” için bir notu da anımsatalım. Artık Ceza Yasasının “cumhurbaşkanına hakaret” maddesi uygulanamaz hale geldi. Çünkü “cumhurbaşkanı nitelikleri” ortadan kalktı. Anayasa’nın 90. maddesiyle birlikte bu konu da savunmalara eklenmeli…
Bizim sözümüz: Bu tür anayasa ve hukuk belalarına izin verilmeyecek, sömürü düzenine dur diyecek toplumsal ilişkilere geçmek. “Halk komiteler”ini Yurdun dörtbir yanında hızla yaygınlaştırmak.
Bizim sözümüz, “halkın iradesine boyun eğdirmek” için emperyalizme, kapitalizme, gericiliğe karşı mücadelede örgütlenmek…


Ali Rıza Aydın / SOL

YSK nedir, ne işe yarar? - İLHAN CİHANER

YSK Kararı ve Referandum Üzerine Bir Değerlendirme

Demokrasilerin olmazsa olmaz koşullarından birisi seçimlerin yargı yönetim ve denetiminde yapılmasıdır. Nitekim Anayasa;
67. Madde : “…Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır…”
79.Madde; “…Seçimler, yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır…”
Bu yönetim ve denetim işi, İlçe ve İl Seçim Kurulları ile Yüksek Seçim Kurulu (YSK) aracılığıyla yapılır.
İlçe seçim kurullarının başkanı yargıçtır. İki üyesi belli nitelikteki kamu görevlileri arasından kura ile seçilir. Diğer üyeleri siyasi partilerin temsilcilerinden oluşur.
İl seçim kurulları ise hepsi yargıç olan üç üyeden oluşur.
YSK üyelerinin dördünü Yargıtay, üçünü ise Danıştay kendi üyeleri arasından seçerler. İkişer üye de yedek olarak belirlenir. Yani YSK üyelerinin tamamı “yüksek” yargıçtır. YSK Başkan ve Vekilini bu üyeler seçer.
YSK ve il seçim kurullarında siyasi parti temsilcileri de bulunur. Ancak bu temsilciler görüşmelere katılmakla birlikte oy kullanamazlar.
Asıl belirleyici olan YSK’dır. Seçmen kütüklerini oluşturur, ilkeleri belirler, genelgeler çıkarır, seçim materyallerini (zarf, pusula, mühür, vs.) temin eder, eğitimler verir, itirazların nihai olarak karara bağlar.
Anayasa YSK’nın genel görevini tanımlamış;
“Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçim tutanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı seçimi tutanaklarını kabul etme görevi Yüksek Seçim Kurulunundur. Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz.”
Bu kadar yetki şu nedenle verilmiş: seçim güvenliğinin sağlanması, seçimin adil ve dürüst yapılmasını temin etme. Ama görülüyor ki bu güveni vermek bir yana YSK bizatihi seçim güvenliğine tehdit oldu. Adeta bir millet, seçimde hırsızlık yapılmasın diye seçim güvenliği uzmanı kesildi. Sadece bu bile YSK için yeterince utanç verici. Varlık nedeni seçimin güvenliği olan bir kurulun “oy hırsızlığı” yapmaması için çırpınan milyonlar!
Seçim süreçlerini idare ederken uyacağı kanunlar da var YSK’nın. Yani hukuk devletinin gereği olarak YSK da kanunlara uymak zorunda. Kanunda açıkça düzenlenmiş bir konuda kanuna aykırı bir karar veremez.
Seçimlerle ilgili nerede her şeyi -mevzuat çerçevesinde- belirleyen bu kurul, bir müddet öncesine kadar ülkenin en güvenilir kurumlarından birisiydi. Referandum nedeniyle verdiği “tercih” mührü dışındaki “evet” mührünü ve sandık kurullarının mührünü taşımayan oy pusulaları ve zarfları geçerli sayarak varlık nedenini ve güvenilirliğini bir anda ortadan kaldırdı. Hatta tüm kanunları değersiz metinler haline getirdi.Son yıllarda örneklerini çok gördüğümüz “fiili durumu” geçerli saydı.
Önce bir ara tespit; Bu tipik bir Fethullahçı yargı pratiğidir. Kumpas davalarında çok sık gördük. CMK’nın emredici hükümlerini dinlemiyorlardı. Eğer bir yargıç açık hükme rağmen tersine karar veriyorsa bu karar hukukun “yanlış” uygulanması olarak ele alınamaz. Mutlaka ama mutlaka gizli ve/veya kirli bir gerekçesi vardır.
Şimdi uymadıkları kanun maddelerini yazalım:
298 sayılı kanunun 77. Maddesi:
“Sandık kurulu, and içme, sandığı yerleştirme, kapalı oy verme yerini düzenleme işlerini bitirdikten sonra, hazır bulunanlar önünde, birleşik oy pusulalarını sayar, her birinin üzerine, sandık kurulu mühürünü basar, böylece üzerinde sandık kurulunun mühürü bulunan birleşik oy pusulalarının sayısını tesbit eder. Birleşik oy pusulası kullanılmayan seçimlerde, ilçe seçim kurulu başkanından teslim alınan ve ilçe seçim kurulu başkanlığı mühürünü taşıyan özel zarfları sayar, her birinin üzerine sandık kurulu mühürünü basar, böylece üzerinde biri ilçe seçim kurulunun, diğeri sandık kurulunun mühürleri bulunan çift mühürlü özel zarfların sayısını tespit eder.”
Yoruma gerek var mı? Ama tekrar vurgulayalım ; “mühürünü basar” diyor kanun, basabilir değil, “BASAR”!
298 sayılı kanunun 101/1-3 Maddesi: Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan, … birleşik oy pusulaları geçerli değildir.”
Tekrar vurgulayalım; Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan birleşik oy pusulaları GEÇERLİ DEĞİLDİR. “Geçerli sayılabilir” değil, “YSK karar verir” değil, açık ve net; GEÇERLİ DEĞİLDİR.
Kanun bu kadar açık ve kesinken, YSK gerekçesini iki gün sonra duyurduğu bir karar verdi. Bununla sandık kurulu mühürünü taşımayan oy pusulalarının geçerli sayılacağına karar verdi.
Doğal olarak bireysel vaka ve itirazlarla ilgili olarak tartışmalı durumlarda karar verebilir. İşte Mühürün yanlış yüzeye basılması, mürekkebin taşması böyle bir karardır.
Ama mühür yoksa, genel bir kararla “geçerlidir” demesi açıkça kanunu çiğnemektir.
Bu kararın hukuksuzluğunu madde madde yazmaya çalışacağım:
1- Bu madde yani pusulanın arkasının mühürlü olması şartı, doğrudan sahte pusula ve zarf kullanımının önüne geçilmesi kadar o pusulanın o sandıkta kullanıldığını garanti etmek için getirilmiştir. Pusulaların filigranlı olması sadece doğrudan sahte pusula basılması yoluyla yapılan sahteciliğe bir yere kadar engel olabilir. Kaldı ki filigran haricinde çok daha yüksek güvenlikle basılan banknotların bile taklit edildiği günümüzde filigran tek güvenlik gerekçesi oluşturmaz.
Her seçim/referandumda zarf ve pusulaların 400’lü paketlerle gönderme zorunluluğu nedeniyle nerede ise seçmen sayısının üçte biri kadar fazla pusula basıldığı gözetilirse, ancak kullanılmayan zarf ve pusulaların tam bir envanteri çıkarıldıktan sonra usulsüzlük iddiası filigran üzerinden değerlendirilebilir.
Filigran ve sair güvenlik önlemleri (teslim zinciri, kurullardaki parti temsilcileri vs.) yeterli olsaydı ayrıca mühür şartı getirilmezdi. Özetle pusula gerçek olsa bile seçmenin oyunu o sandıkta kullanıldığının garantisi mühürdür.
2- YSK Başkanı’nın ilk açıklaması, “dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadığı sürece” mühürsüz oyları geçerli sayacakları yolunda oldu. İşte sandık kurulu mühürü şartı bunun için var. Şimdi sormak lazım sayın YSK’ya; Bir seçmen olarak ben nasıl kanıtlayacağım bunu? Verin oy pusulalarını kriminal laboratuvara inceleteceğim dersem verecek misiniz? Onlarca video toplu mühür basma vakasını gösterdi. Tek birisini incelemeye aldınız mı? Kim, nasıl kanıtlayacak söyler misiniz? Yanımızda adli bilirkişi mi taşıyalım?
3- YSK başkanı gerekçeli karar açıklanmadan ikinci bir iddiada bulundu; “Vatandaşa verilen, akşamdan beri tartışmaya konu olan, geçersiz olduğu ileri sürülen oy pusulaları ve zarfları; YSK tarafından imal ettirilen, gerçek, doğru, sahte olmayan oy pusulası ve zarflardır. Sahte olan oy pusulası ve zarf, zaten geçerli değildir. Kimsenin herhangi bir şüphesi yok” .
Anladık milletin en az yüzde 49’unun “şüphesini” duymamış! Ya da “kimse” saymıyor! Peki bu pusula ve zarfların hangileri olduğunu nereden biliyor? Çünkü aynı açıklamasında “Biz, şu anda itibariyle bin midir, 5 bin midir, 10 bin midir, 20 bin midir; gerçekten bilmiyoruz. Bunlar itiraz üzerine yeniden geldiğinde, gelir mi, gelmez mi; onu da bilmiyorum. Bir bakılır. Şu anda ne bizim ne siyasi partilerin kaç tane böyle oy var, onu bilmemiz mümkün değildemiş! O zaman sahte olup olmadığını nasıl incelediniz?
4- Arka arkaya kısa aralıklarla seçimler yaşadık. Tüm partilerin yanında, Hayır ve Ötesi, Oy ve Ötesi gibi oluşumlar ve örgütlü olmayan yurttaşların farkındalığı bu kadar fazla iken, verilen onca eğitim ve genelge varken, bu kadar yaygın mühürsüzlük ve eksik ya da fazla zarf pusula vakası olağan değil. Henüz itiraz gelmeden YSK’ya başvuru yapanın AKP’li temsilci olması, aşağıdaki senaryoları akla getirmektedir:
a-) Mühürler kasıtlı olarak basılmadı. Böylece ‘Hayır’ çıktığında aynen 2014 Yerel Seçimlerinde Bitlis Güroymak’ta olduğu gibi iptal ettirilme alternatifi rezerv tutuldu.
b-) Doğrudan doğruya her sonucu tartışmalı hale getirmek.
Her halükarda bireysel ya da arızi olmadığı anlaşılan sayı ve yoğunlukta vaka söz konusudur. Ancak YSK’nın kararı ile birçok yerde mühürlerin sonradan basılarak ikmal edildiği bu haliyle gerçek boyutun ölçülemez hale geldiği anlaşılmaktadır. Bu bile başlı başına bir şaibe ve iptal nedenidir.
5- Bu referandumda çok fazla başkası yerine oy kullanma vakası da oldu. Bu gibi durumlarda asıl seçmen oy kullanamadı. Ankara milletvekilimiz Ali Haydar Hakverdi yerine oy kullanan bir kişi imza aşamasında tespit edildi. Madem gerekçe de belirtildiği gibi; “Sandık seçmen listesinde yazılı herkesin oy kullanma hakkı bulunmaktadır. Anayasanın 67 ve 90/5. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No.lu Protokolün 3. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile kullandırılan oyların geçerli kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.” Ve madem ki “sandık kurullarının görevini yapmamaları seçmenin hakkını kullanmasına engel olamaz”, o zaman yine soralım sayın YSK’ya: Yerine oy kullanılan seçmenin günahı ne? Neden onlarında oy kullanabileceğine dair bir karar vermediniz?

Ne yapılmalı?
Toplumun nerede ise yarısı bu seçime hile karıştırıldığına dair kanaati tamdır. YSK bu güvensizliği ortadan kaldırmak zorundadır. Mühürsüz pusulaların geçerli sayılması yalnızca gerekçelerden birisi. Ortaya dökülen görüntüler, tehditle oy kullanma vakaları, özellikle Güneydoğu’da müşahitler ve parti temsilcileri olmadan yapılan sayımlar, mükerrer oy kullanmalar, toplu oy kullanma görüntüleri, vs. Bu kadar önemli değişiklikler bu kadar şaibeli bir referandumla yapılırsa ölü doğar. Zaten alabildiğine hukuksuz, gayri adil bir propaganda süreci bu değişikliğin “meşruiyetini” önemli ölçüde sakatlamıştı.
Yüksek olasılıkla YSK Başkanı kendisine güvenilmesini bekliyordur. Ama kusura bakmasın bugüne kadar yaptıkları, Fethullahçıların yargıya egemen olduğu dönemde yaptığı görevler ve hakkında bir FETÖ itirafçısının beyanları bu güveni duymamıza engel. Hukuk katledilirken sesini duymadık hiç. Kurumsal güvenden de bahsetmeyin bize. İşte KPSS sınavları.
Çok daha basit usulsüzlük iddialarıyla Avusturya Anayasa Mahkemesi 2016 başkanlık seçimlerini iptal etmişti. Bu şaibeyle devam edilemez. Bu iddia edildiği gibi bir mızmızlanma ya da yenilgiyi kabullenmemek değil.

Yapılması gerekenler:
Öncelikle tam kanunsuzluk nedeniyle referandumun iptali gerekir. Raporlanan usulsüzlükler hakkında etkin bir soruşturma başlatılıp, örgütlü bir girişim olup olmadığı, sahte materyal kullanılıp kullanılmadığı, toplu mühür basılıp basılmadığı, gizli sayım yapılıp yapılmadığı ortaya çıkarılmalıdır.
Haa diyorsanız ki bize ne sizin güveninizden, meşruiyetten o zaman hepimizi zor günler bekliyor demektir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN


Erdoğan’ın meşruiyet krizi - Nilgün Cerrahoğlu

16 Nisan referandumu Erdoğan iktidarının uluslararası meşruiyetine son darbeyi indirdi.
Darbelerin ilki Gezi ile gelmişti.
İkincisi 15 Temmuz’un ardından dumur etkisi yaratan kitlesel işten çıkarmalar, tutuklamalar ve basına tırmandırılan baskılarla yaşandı.
Sonuncusu, OHAL’de gerçekleştirilen “rejim referandumunun”, dünyanın gözleri önünde kayda geçen kirli sonucu oldu.
“New York Times” bu büyük aşınma sürecini kısaca “Erdoğan’ın meşruiyeti, uluslararası gözlemcilerden gelen seçim usulsüzlükleri iddialarıyla daha da sarsıldı” diyerek ifade ediyor.
YSK’nin “mühürsüz oy” açıklamasını ve “kıl payı zafer”i izleyen saatlerde dünya liderleri sessizliğe gömüldü.
“Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesiyle kendi kendine gelin güvey olan RTE’yi öncelikle yalnız Azerbaycan, Katar, Bahreyn, Gine, Cibuti, Pakistan “tebrik” etti.
AB, “AGİT raporunu bekliyoruz!” demekle yetindi.
 
Merkel ağzının içinde, “Sonuçlar Türk halkının bölündüğünü gösteriyor” babında bir şeyler geveledi. 
 
Trump’ın telefonu ise bir gün sonra geldi. RTE bunu CNN International’dan heyecanla ilan ederken o da ne? Beyaz Saray’dan soğuk duş gibi bir açıklama ile; “Görüşmenin amacı referandum sonuçları değil, Suriye gibi ortak konuları konuşmaktı. ABD’nin çıkarları için (eli mahkûm?) bazı ülkelerle çalışmak zorundayız” dendi.

Tavşana kaç tazıya tut
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Kulakları sağır eden bu sessizliklerin, nalına mıhına açıklamaların, gerdan kıran, bel kıvıran bu dansöz hareketlerinin anlamı ne?
Trump’tan başlayalım...
Trump’ın asla ve kata “demokrasi” gibi bir davasının olmadığını biliyoruz. Olsaydı Beyaz Saray’da ilk ağırladığı Müslüman liderlerden biri Sisi olmazdı...
Trump, referandum sonrasında belli ki Ankara’yı, Ortadoğu satrancında Putin’e kaptırmak istemiyor.
Moskova ve Washington arasında Türkiye üzerinde süregiden çekişmenin ne kertede önem taşıdığını, Putin’in de atik tetik biçimde Trump’ı izleyen saatlerde Erdoğan’ı aramasından anlayabiliyoruz.
Bu durumda bir yanda dünyanın kucağının ortasına bırakılmış referandumu çok açıkça “şaibeli ve meşruiyetten uzak” bulan AGİT açıklamaları var. Öte yanda “tavşana kaç tazıya tut” diyen dünya liderleri.
16 Nisan “meşruiyet sorunsalını” herkes biliyor ama AGİT dışındaki bütün uluslararası aktörler halen ya ıslık çalma modunda tavana bakıyorlar, ya birbirlerinin attıkları adımları izliyorlar.
Trump ile Putin bir yanda.. Avrupa öte yanda...

Trump RTE ile AB’yi böler mi?
Uluslararası düzen o kadar büyük belirsizlikler içinde ki Trump’ın “telefon hamlesi”ni, demokrasi konusunda daha hassas olan Avrupa’yı bölmek için devreye soktuğunu iddia edenler bile çıkıyor.
Bu görüştekiler, “Brexit” başta olmak üzere AB’yi bölmek için her fırsatı değerlendiren Trump’ın.. Erdoğan’ı da, Avrupa’yı bölmek için kullanmaktan çekinmeyeceğini ileri sürüyorlar.
Avrupa kamuoyunda farklı görüşler ortaya çıkıyor.
Konunun “meşruiyet” yönüyle fazla meşgul olmayıp; “Türkiye Erdoğan’la çoktan bir Ortadoğu ülkesi olmuştu. Başka ne beklenirdi ki? Biz kendi çıkarımıza bakalım” diyen muhafazakârlarla, Türkiye’de yatırım yapan iş çevreleri karşısında; yüzde 49’un Türkiye’deki demokrasi mücadelesini hassasiyetle önemseyen ve ciddiye alan sol kesimler var.
İtalya’nın tanınmış sol siyasetçilerinden Pierro Fassino’nun bu bağlamda “Unita” gazetesinde kaleme aldığı “Biz ve eğilmeyen demokratik Türkiye” başlıklı yazısından satırlarla bitiriyorum bu yazıyı:
“Bilinmeli ki, bu yalnız Türk yurttaşlarını ilgilendiren bir mücadele değil. Türkiye’nin jeopolitik konumuna göz atmak, bu ülkenin Avrupa, Akdeniz ve Ortadoğu’nun istikrarı için ne denli önemli olduğunu anlamaya yeter. AB’nin bu ülkeye karşı bir sorumluluğu var. Otokrasiye boyun eğmeyen, özgürlük, laiklik, demokrasi ve hukuk devletine dayalı bir toplumda yaşamak isteyen, bakışını Avrupa’ya doğrultan Türkiye öyle küçük bir azınlık değil, koskoca ülkenin yarısı. O Türkiye’nin yanında durmak ve yalnız bırakmamak boynumuzun borcudur.”

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Beklenen oldu! - ERGİN YILDIZOĞLU

Siyasal İslamın tek adam saplantısı, realiteyi kavramaktaki kronik yetersizliği, beklenen sonucu yarattı, AKP dayattığı referandumu yüzüne gözüne bulaştırdı. 

‘Ya devlet başa...’
AKP liderliği ülkede, İslamcı otoriter bir tek adam rejimi kurmak istiyordu. Ancak, toplumun yarısı bu projeye kesinlikle karşıydı. AKP liderliği geldiği eşikte, toplumsal koşulların ne kadar kritik olduğunu kavrayamadı; “Ya devlet başa ya kuzgun leşe”, “zorlarsam aşarım”, “kapıp kaçarım” diye düşündü.
AKP liderliği ve siyasal İslam, arzusunun arkasına iradesini koydu, tüm olanaklarını harekete geçirdi. Muhalefeti susturdu, sokaklarda bastırdı, ülkede yalnızca “Evet” seçeneğinin duyulur, görülür olmasını sağlamak için devleti, güvenlik güçlerini, medyayı, siyasal İslamın toplumsal örgütlenmesini kullandı. Projesine karşı olanlara fiziki ve simgesel şiddet uygulamaktan çekinmedi. Oy verme işlemi boyunca da bu tutumunu, yasaları yok sayarak devam ettirdi. Sonunda, daha kesin sonuçlar belli olmadan, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek zaferini dayattı. Ancak, bu dayatma realitenin, içindeki toplumun yüzde ellisi gibi, “ufak” bir ayrıntıya takıldı. 

Silkinmek gerekiyor...
Bu yüzde 50’ye liderlik etmesi gereken ana muhalefet partisi CHP’nin durumu da parlak değildi. CHP, referanduma giderken AKP liderliğinde siyasal İslamın kurduğu “oyuna”, meşruiyetini sorgulamak yerine, katılarak yüzde 51’le bir diktatörlüğün kurulabileceğini kabul etmiş oldu. CHP liderliği AKP’nin kararlılığını, yasa tanımazlığını azımsadı, böyle kampanya sürdüren bir akımın sandıkta yapacaklarını hesaplayamadı, taraftarlarında bir düş kırıklığının önkoşullarını hazırladı. Referandum gecesi AKP’nin zaferini oldubittiye getirmeye, adeta bir darbe yapmaya başladığı sırada, Taksim Meydanı’ndan bildiren bir BBC muhabiri, “Bu koşullarda muhalefetin çoktan buraya inmiş olması gerekirdi. Bir kişi bile yok” diyecekti. 
 
Geçmişte, CHP liderliğinin, siyasetin ve gücün dinamiklerini kavramaktaki yetersizliğine birçok kez tanık olduk. Her sandık deneyiminden yenilgiyle çıkan, bu yenilgilerden bir şey öğrenemeyen bu liderliğin, bu kez, ülkenin bu son derecede kritik momentinde, bu yetersizliği aşması, bir imkânsızı gerçekleştirerek silkinmesi, bu “sonuçlar meşru değildir” savının sonuna kadar arkasında durmaya hazır olduğuna muhalefeti inandırması gerekiyor. 
 
Bu kararlılık isteyen zor bir görevdir, ancak olanaksız değildir. Referandumun hemen ertesinde, “hayır” cephesinde, CHP liderliğinin isterse dayanabileceği bir toplumsal direniş hareketi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, günümüz kapitalizminin en eğitimli, üretken, dinamik ve özgürlükçü kesiminin hareketidir. Dünyanın başka ülkelerinde tanık olduğumuz gibi, bu hareket momentum kazanarak enerjisini yoğunlaştırabildiğinde, toplumsal irade düzeyine yükseltebiliyor, siyasi dengeleri radikal biçimde değiştirebiliyor. CHP liderliği, kararlı ve cesur davranabilir, hem referandumun meşruiyetini, hem de sonuçların yasallığını güçlü bir biçimde sorgulayabilirse, bu hareket, yalnızca referandum sonuçlarını değil, siyasal İslamın iktidarını da geriletebilecek bir momentum kazanabilir.. 
 
AKP’nin ülkeye istikrar getirme şansı artık yoktur; Financial Times’ın da vurguladığı gibi, “ülkenin yarısını artık kesin olarak kaybetmiştir”. Washington Post’un “çirkin zafer” olarak nitelediği bu durum, Le Monde’un deyimiyle ülkeyi yönetilemez noktaya getirmiş, bir gerileme sürecine sokmuştur. Zeit de “Cumhuriyet öldü” saptamasının ardından soruyor: “Erdoğan kazandım dedi”, “gerçekten kazandı mı” diye soruyor. Şimdi, muhalefet üzerindeki baskı ve devlet terörü kaçınılmaz olarak artacaktır. Buradan nereye gidileceği şimdilik belirsizdir! CHP liderliğinin tutumu gidilecek yolun yönünü belirleyebilir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Atı alan… - L. DOĞAN TILIÇ

Referandumdan önceki son yazıda, “Yarından sonra ne olacak?” diye sormuş; Evet çıkarsa balkona çıkılacağını ve balkondan demokrasi öpücükleri atılacağını, hemen sonra balkondan inilip; “OHAL’e devamda fayda olduğu söylenecek, KHK’lar peş peşe gelecek. Parti devleti’ni tahkim edecek düzenlemeler birbirini izleyecek. Referandum öncesi bol keseden verilenler zamlarla geri alınacak. Daha ne kadar kaldıysa, akademide, medyada ‘istikrar’ı bozanlara yol verilip, kimileri ta Silivri’ye kadar yollanacak…” demiştim.

Balkona Başbakan çıktı, ama asıl balkon konuşması balkonu ona bırakan Başkan’dan geldi. Zafer ilan ettikten ve rakamları zafere uygun yorumladıktan, özellikle Güneydoğu’da yükselen oylarına vurgu yapıp yepyeni bir dönemin başladığını müjdeledikten sonra, sonuçları sorgulayan “aç tavuk”lara “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diye sert çıktı. Konuşması, özgüvenle çıkılan balkonlardakinin tersine sertti. İdam ve Batı ile ilişkiler konusunda kampanya çizgisini sürdürdü.

Balkondan inilince gelen sertlik gecikmeyecek gibi!
Her seçimin matematiği oluyor; bir öncesinde bir de sonrasında yapılan. Referandum öncesi matematiğe sarılanlar; 1 Kasım 2015’te yüzde 85 katılım olduğunu ve AKP+MHP+BBP oylarının toplamının 29 milyona yaklaştığını göstererek Evet’i garanti sayıyorlardı.
Referandum sonrasının basit matematiği de Evet’in kazandığını gösteriyor. Başkan da o matematikle yeni sisteme 25 milyon vatandaşın “Evet” dediğini, böylece “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini” söyledi.
Bir başka basit hesap, Üsküdar’da attan düşüldüğünü de gösterir!
Üsküdar biraz dursun, ülke genelinde 29 milyona yaklaşan oydan 25 milyona gerilediğinden Evet bloku kendi içinde dışarıya konuştuğundan farklı konuşacaktır.
Atı alan”la anılan Üsküdar’ın farklı bir anlamı var. Erdoğan’ın evi orada ve muhafazakâr seçmenin yoğunlukta olduğu bir yer. İşte o Üsküdar’da, 1 Kasım’a kıyasla yüzde 10’dan fazla oy kaybetti AKP+MHP.
1994’ten beri sürekli kazandığı İstanbul’u kaybetti. AKP ve MHP'nin belediyelerini kazandığı İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana, Denizli, Balıkesir, Manisa, Bilecik gibi kentlerde HAYIR öne geçti.
Üretim ve eğitim düzeyi yüksek, ihracat yapan, dışa açık kentlerde HAYIR öne geçerken; sanayileşmesi geri, içine kapalı, eğitim düzeyinin düşük olduğu kentlerde Evet kazandı.
Sosyolojik olarak bakınca; “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” değil, “atı alanın Üsküdar’da düştüğü” de söylenebilir.

Normal bir siyasal akıl, her iki vatandaştan neredeyse birinin karşı çıktığı radikal bir değişimin zorlanmasının doğru olmayacağı sonucuna varır ve gerginlik politikalarından hızla uzaklaşır. Ne AKP’nin bugüne kadarki pratiği, ne de hemen referandum sonrası söylenenler buna işaret ediyor.
O yüzden AKP’ye yakın kimileri; “Mevcut modelin, hayli geniş olduğu görülen ‘Hayır’ kampını da müsterih kılacak düzenlemelerle ilerlemesi, bir seçenek değil artık, zorunluluk. Türkiye'nin yarısından az fazlasının oyunu almış, ama yarıya yakınının onayını almamış model, kendisine esneklik kazandıracak yollarla desteklenmezse, güç ve istikrar ulaşılabilir hedefler olmaktan çıkar” diye uyarıyor.
Türkiye, bu referandum sonucuyla, iktidar açısından yönetilmesi çok daha zor bir ülke haline geldi. Alışkanlığı da; zoru, zora sarılarak aşmaya çalışmak!

Referandum öncesi son yazımda, Hayırcıların asıl kazancı çok farklı kesimlerin rengârenk yürüttükleri kampanya sürecinin öğrettikleri ile Gezi’nin öğrettiklerini harmanlayarak “Daha nitelikli ve uzun soluklu bir örgütlenmeyi başarmaları olacak” demiş ve “Bunu yapabildiklerinde, önlerine eskisinden daha güçlenmiş bir şekilde bakabildiklerinde, her ne olursa olsun hayırlısı’ olmuş olacak!” diye noktalamıştım.
Şimdi tam da o noktadayız: Gezi’nin kazandırdıkları ile Hayır kampanyasının kazandıklarını birleştirerek, zorun karşısına daha güçlü bir demokrasi ve özgürlük talebiyle çıkılabildiğinde, atı alıp Üsküdar’ı geçenin kim olduğu daha net görülecek!


L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Herkesten yeteneğine göre memleketin ihtiyacına göre - HAYRİ KOZANOĞLU

Öncelikle tüm olumsuz koşullara, baskı ve yıldırmalara karşı canlı ve kararlı bir “HAYIR” kampanyasına emek harcayan, destek veren, yürek koyan, dayanışma gösteren tüm yurttaşlarımıza teşekkür borçluyuz. Sokakta HAYIR’ın sesini duyuranlar, sosyal medyada yaratıcı ve muzip mesajlarla kampanyaya renk katanlar, ileri yaşına rağmen hasta yataklarından koltuk değnekleri, tekerlekli sandalyeleriyle sandık başına koşanlar sayesinde yarın için umudumuzu muhafaza edebiliyoruz. Bu süreçte, “herkesten yeteneğine göre” katkı geldi, “memleketin ihtiyacına göre” bir kampanya başarıldı. Dostluğun, neşenin, mizahın, dayanışmanın, iyiliğin, güzelliğin, eşsiz bir örneği sergilendi. Gezi günlerinin kulağı çınlatıldı.

16 Nisan bir kez daha RTE’nin artık bu ülkeyi “rıza ve onay” temelinde yönetemeyeceğini gösterdi. Bundan sonrası zor, baskı ve hukuksuzluk, giderek de meşruiyetin kaybıdır. Zaten, önce halkın kaba taslak yarısının muhalefet ettiği bir rejim değişikliğini dayatıp, sonra da demokrasi iddiası taşıyamazsınız. İnsanlığın ortak değerlerine sırtını dönmüş, “din, mezhep ve baskı” temelinde şekillenmiş başarılı bir ülke örneğine de rastlayamazsınız. Seçmenine baş vaadi, “idam cezasını hortlatmak” olan bir başkanla uygar ülkeler arasında kendinize yer edinemezsiniz.

Göreceksiniz, “vergi affı, prim ertelemesi, bol kepçe kredi” benzeri ekonomik rüşvetlerin önümüzdeki günlerde acısı çok ağır biçimde çıkacak. Kredi Garanti Fonu’ndan saçılan 111 milyar TL’nin hazineye olası zararının faturası emekçi sade yurttaşımıza kesilecek. Döviz önce biraz sakinleşip, sonra tekrar yükselecek. Turizm belini doğrultamayacak, işsizlik ve enflasyon tek hanelere inemeyecek. Faiz düşmeyecek, tatminkar bir büyüme sağlanamayacak. Hepimiz tanık olacağız, 2019 başkanlık seçimine berbat bir ekonomik tabloyla gidilecek.

Türkiye ekonomisinin belli başlı sinir merkezlerinin neredeyse hiçbirinden onay sağlayamayan bir anayasal garabet, yatırımları ve üretimi canlandıramayacak. İstanbul, Ankara, İzmir başta gelmek üzere, Bursa hariç, belli başlı üretim merkezlerinden vize alamayan bir düzenleme, Türkiye’yi ileri taşıyamayacak. Sırf İç Anadolu ve Karadeniz’in desteğiyle koca bir ülke yönetilemeyecek.

16 Nisan sürecinde lider arayışına girmedik, gerçek öznenin kendimiz olduğunun farkına vardık. Farklılıklarımızı değil, ortak noktalarımızı öne çıkarmayı başardık. Şimdi moralimizi bozmayalım, yılgınlığa kapılmayalım; daha güçlü, daha kararlı, daha örgütlü biçimde “önümüzdeki maçlara” bakalım. Maç seçen futbolculardan olmayalım, 16 Nisan şevkini ve dinamizmini her politik kavşakta sergileyelim. Son tahlilde kazananın ilerici, Aydınlanmacı, laiklik yanlısı değerler olduğunu; ülkeyi gericiliğe teslim etmemenin bizim mücadelemize bağlı bulunduğunu bir an bile akıldan çıkarmayalım.

Çevremizde havlu atan, umudunu yitiren, depresyona davetiye çıkaran arkadaşlarımıza sahip çıkalım, çarenin direnmekte olduğunu hatırlatalım. “Evet” yanlısı büyük menfaat ağlarının uzağında sade yurttaşlarımıza da, bıkmadan, usanmadan bu yolun çıkmazını anlatalım. Daha küçük birimlerde okul, işyeri, mahallede referandum sürecinde yakaladığımız ilişkileri derinleştirelim. Yine neşeli şarkılarla tebessümü yüzümüzden eksik etmeyelim, onları mizahla tiye almaktan geri durmayalım ; zorbalıkları teşhir etmeyi de aksatmayalım. TBMM kadük olduysa, kendi “meclislerimize” kıskançça sahip çıkalım, doğrudan demokrasinin en gelişkin örneklerini yaratmayı kendimize görev edinelim. BirGün’ü ayakta tutmak için eskisinden daha fazla özveriye hazır bulunalım.

Gerçekçi olalım. Koşullar bize köşemize çekilme, siyasi mücadelenin dışında mutlu mesut bir yaşam sürme olanağı da tanımıyor. Tüm liyakat kanalları tıkanmış, bilgi, beceri, emek, gayret para etmiyor; cemaat, tarikat, Saray “network”ü nün dışında kalanlara tüm kapılar kapanıyor.Ne basın, ne üniversite, ne de sendika hiçbir korunaklı alan bulunmuyor. Kılığımızı, kıyafetimizi, yaşantımızı, içkimizi, inancımızı belirlemeye kalkan bir zihniyet, bizi OHAL koşullarında KHK’lerle kuşatıyor.

İnanın 16 Nisan’da kazanan biz olduk, yeter ki bunun ayırdına varabilelim. 17 Nisan’dan başlayarak mevzilerimize sahip çıkarsak bu ablukayı dağıtabiliriz. Bu saatten sonra onlar bizim safımızdan , toplumun kaba taslak “cesur yürekli” yarısından tek bir kişi bile ayartamazlar.Halbuki “öteki cenahta” bizim kazanacağımız çok sayıda genç, emekçi, kadın var. Yeter ki buna inanalım.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Referandum: Şeytanın yöntemi - MUSTAFA K. ERDEMOL

İlk olarak 13 yüzyılda İsviçre’de başvurulan referandum, tek adam diktatörlüklerine de yol açtığı için eleştirilen bir yöntem. 1934 referandumunda Hitler’in hem başbakan hem de devlet başkanı seçilmesi hala anımsanan bir örnek.

Türkiye’de 1960’dan bu yana tam beş referandum yapıldı. Dördünden “evet”, birinden “hayır çıkan bu referfandumların altıncısını 16 Nisan’da yapılan Anayasa değişikliği referandumu oldu. Bu kez de yine galip gelen “evet”di.

İlk referandumu 1960 askeri darbesinin ardından yeni anayasa için gerçekleştirdik. İkincisini 7 Kasım 1982’de yine bu kez darbecilerin Anayasası için yaptık. Bu tarihten beş yıl sonra 6 Eylül 1987’de darbe sonrası siyasi yasak getirilen siyasi liderlerin siyaset yasaklarının kaldırılması için yapıldı. 25 Eylül 1988’de yine referanduma gittik ve yerel seçimlerin 1 yıl öne alınıp alınmamasını oyladık. 21 Ekim 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmemesi yönünde bir kez daha sandığa gittik.

Referandum birçok demokraside var olan bir yöntem ama günümüzde çok sık başvurulan bir yol değil. Bu anlamda sık sık referandum yapan bir ülke olarak bu alanda hatırı sayılır bir ünümüz var. Batı ülkelerinde pek sık başvurulmuyor. Sonuçları açısından pek tutulan bir yöntem değil çünkü. Sonucunun tüm dünyaya felaket getirdiği bir referandum olarak Hitler’in 1934’de hem başbakan hem de devlet başkanı seçildiği referandumu anımsatalım.

İlk İsviçreliler kullandı
 
Sanıldığı gibi modern zamanların bir icadı değil referandum. İlk olarak 13 yüzyılda İsviçre’de yapıldığını biliyoruz. Bir meydanda toplanan kalabalıkların ellerindeki oy pusulalarını göstererek yaptıkları bir oylama olduğunu söyleyen tarihi kimi belgeler var. O nedenle referandumun doğduğu ülke olarak İsviçre gösteriliyor. Oldukça uzun bir aradan sonra bu kez, 1847’de İsveç anayasasında bir seçim yöntemi olarak yer alıyor.
referandum-seytanin-yontemi-274837-1.
“Şeytanın yöntemi”
 
Referandumu böyle değerlendiren kişi İngiltere’nin eski başbakanlarından Clement Attlee. Attlee referandumun “Nazizim ile Faşizmin enstürmanı”olduğunu da söylerdi. Böyle düşünmesinin nedeni, sözünü ettiğim Hitler’in bu yolla hem halkının hem dünyanın başına bela olması.

Genellikle diktatörlerin doğmasına yol açtığı ya da diktatörlerin kendilerini “meşru” gösterme aracı olarak kullandıkları referandumun halkların kendi kaderlerini tayin etmede işe yaradığı da düşünülüyor. Gabon, Senegal, Fildişi Sahili, Madagaskar, Kongo, Çad ve Nijer Fransa’dan bu yolla koptular. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Letonya, Litvanya, Gürcistan ve Ukrayna “bağımsızlıklarına” referandumla kavuştular. Daha yakın bir tarihte yani 2006’da Karadağ Cumhuriyeti Yugoslavya’dan, 2011’de de Güney Sudan, Sudan’dan referandum yoluyla ayrılıp bağımsız oldular.

ABD’de durum
 
ABD’de federal düzeyde bir mekanizma olarak referandum yok, çünkü ülkenin Kurucu Babaları federal sistem yoluyla otonomi sağladıkları eyaletlere bırakmışlar bunu. Ama sık kullanılmış da değil. İlk referandumun 1788’de Massachusetts eyaletinde yapıldığını biliyoruz. Bazı güney eyaletleri de ülke iç savaşa giderken birlikten ayrılmak için referanduma başvurmuşlar.

Çok yakın sayılacak bir zamanda Kaliforniya’nın eşcinseller evliliklerin yasallaşması konusunda konuyu halka götürmek amacıyla referanduma gittiğini anımsıyoruz, 2008’de.

Son yıllarda AB’den çıkmak için gerçekleştirilen ve Brexit olarak tanımlanan İngiltere referandumunu çok sık duyar olduk. Ama bu ülke tarihindeki ilk referandumu 1973’de gerçekleştirdi. İkinci referandumun tarihi ise 1975. Bu referandumda İngilizler ezici bir üstünlükle Avrupa Topluluğu’nda (AB’nin önceki adı) kalma kararı almıştı.

Ortadoğu’da Mısır var örnek olarak karşımızda. “Arap Baharı” sürecinde 19 Mart 2011’de anayasa referandumu gerçekleştirdi bu ülke. Referandum sonucu başkanlığa herhangi birinin aday olması kolaylaştırıldı, başkanlık süresine limit getirildi, seçimlerin demokratik ve uluslararası gözlemcilere açık yapılması karara bağlanmış oldu.

Fas’ta Anayasa’yla ilgili olarak birkaç kez referanduma gidildiği biliniyor. “Arap Baharı” rüzgarları bu ülkede de esmeye başlayınca anayasa değişkliği konusuında ısrarcı olan halkın baskısına dayanamayan Kral Altıncı Muhammed 1 Eylül 2001’de referandum yapmak zorunda kaldı. Kralın etkisini azaltan başbakana ve parlamentoya daha fazla güç/yetki içeren bir referandumdu bu. Halkın isteği doğrultusunda bir sonuç alındı bu referandumdan.

Bangladeş’te de oldu
 
Dünyanın en yoksul ülkelerinden Bangladeş’te de başkanı halk mı seçmeli parlamento mu konulu bir referandum yapıldı. Sonuçta bu seçimi parlametonun yapmasına karar verdi halk. Başkan yardımcılığı pozisyonu da kaldırıldı.

Yıllarca Endonezya’nın yönetiminde kalan Doğu Timor da 1999’da yapılan referandumun konusu Doğu Timor’un bir özerk bölge olarak mı kalması yoksa bağımsız mı olmasıydı. Yüzde 79 oranında bir oyla bağımslıkta karar kılındı.

İran Molla rejimini referandumla seçti
 
İran’da Şah 1979’da devrildikten sonra ülke yönetimini ele geçiren mollalar ülkenin yeni rejiminin ne olacağı konusunda referandum yaptılar. “İslami Cumhuriyet olsun olmasın mı” idi soru. Yanıtı da elbette çok basitti: Evet ya da Hayır. Sonuçta yüzde 98 gibi bir sonuçla İslam Cumhuriyeti olmasını istediğini belli etti İran halkı.

Irak’ta Kerkük’ün statüsü ve anayasa değişikliği konusunda 2005’de, Hindistan ile Pakistan arasında sık sık çatışmalara yol açan Keşmir’de bölgenin hangi ülkede kalacağına ilişkin 1948’de referandumlar yapıldı.

Müşerref’in özrü
 
Pakistan’da bir darbeyle iktidara gelen general Pervez Müşerref,ülkesinde demokrasiyi “restore” ettikten sonra başkanlığının devam etmesi amacıyla 2002’de ülkeyi referanduma götürdü. Referandumdan birkaç hafta sonra yaşanan düzensizlikler için halktan televizyonda yaptığı bir konuşmayla özür dilemişti.

Kıbrıs’ta, adanın her iki toplumunda Annan Planı’nın kabulü konusunda 2004 yılında bir referandum yapıldı. Plana Rum tarafı “hayır” derken, Türkler tarafından “evet” oyu çıktı.

Çağımızda sık sık başvurulmadığı söylenen referandumu sorunların çözümü için kullanan ülkelerin sayısı bunlardan ibaret değil. Yüzlerce ülke çeşitli gündemlerle referanduma gidiyorlar aslında.

Ancak genel kabul gören yaklaşım, referandumun, bağımsızlık gibi konular dışında, sorunları çözmek için iyi bir yöntem olmadığı yolunda. Bunun başlıca nedeni olarak seçimin “evet-hayır” gibi sadece iki seçeneğe indirgenmiş olması.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Erdoğan’ın külahı - MİNE SÖĞÜT

Cumhurbaşkanı meramını anlatırken diplomatik dilden ziyade deyim kullanmayı seviyor.
Atı alıp Üsküdar’ı geçmelere falan bayılıyor.
Külahlı deyimlerle de arası iyi.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın referandum sonucuna ilişkin hazırladığı;
Ve “Anayasa referandumu uluslararası standartlara uyumun gerisinde kaldı” dediği rapora;
“O raporu külahımıza anlatın” diyerek diklendi.
Zaten epeydir varlığından kuşkulanıyorduk.
O andan itibaren emin olduk.
Cumhurbaşkanı bizi de kulağıyla değil, külahıyla dinliyor.
Ve hatta ülkeyi tümden o külahla yönetiyor.
Külah denen aksesuar şimdilerde günlük giyimimizde yok;
ama dilimizdeki yeri hâlâ etkili.
Birçok duyguyu ve durumu külah mecazıyla anlatabiliyoruz.
Külah, aslen eskiden erkeklerin giydiği ucu sivri ya da yüksek başlığa verilen ad.
İçine öteberi koymak için koni biçiminde bükülmüş kâğıt kaba da külah deniyor.
Ama kelimenin mecazi anlamı süper.
Külah, mecazen ‘oyun, hile, düzen’ demek.
‘Külaha gelmek’;
‘Aldanmak’ fiili yerine kullanılıyor.
Ki mevcut iktidar külaha geldiğini kendisi defalarca ‘itiraf’ etti.
‘Külah etmek’; ‘Kandırmak, dolandırmak, aldatmak’ demek.
Ki biz defalarca mevcut iktidar tarafından külah edildiğimizi biliyoruz.
‘Külah peşinde’;
Yalan dolanla bir işin başına geçmeye uğraşanı tarif ediyor.
Ki mevcut iktidar, malum, ilk günden beri külah peşinde.
‘Külah sallamak’;
Dalkavukluk, yardakçılık edeni tanımlıyor.
Ki mevcut iktidar bugün ipliğini pazara çıkardığı eski ortaklarına az külah sallamadı.
‘Külahları değişmek’;
‘Bozuşmak’ anlamına geliyor ve tehdit olarak kullanılıyor.
Ki mevcut iktidar eski ortağıyla külahları değişeli şunun şurasında daha ne kadar oldu.
‘Külahı kapmak’;
Dalavereyle bir işin başına geçmek demek.
Ki mevcut iktidar bu seçimlerde ve eski ortaklarının tescillenmiş becerilerine bakılırsa, gelmiş geçmiş tüm seçimlerde külahı bir şekilde kapmayı becermiş görünüyor. 

***

Elimizde bunlardan başka iki ‘külah’lı deyim daha var.
İkisi de mühim deyimler.
Biri ‘Külahını önüne koyup düşünmek’.
Öbürü de ‘Birine külahı ters giydirmek’.
Erdoğan açıklanan şaibeli seçim sonuçlarına bakıp, kendisine deyimlerden deyim seçmek zorunda.
Ya bir an önce külahını önüne koyup, zararın neresinden dönülse kârdır diyecek. Ve şu bel bağladığı hadsiz hukuk ihlallerine bir son verip demokratik kriterlere hızla geri dönecek.
Ya da bu ülkenin bir sonraki seçimde ona külahını ters giydirmesini endişe içinde bekleyecek.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

450 bin adet TERCİH kaşesi yaptırıp niye EVET kaşesine izin verdiniz? - ÇİĞDEM TOKER

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) anayasal bir kurum. Tüm anayasal kurumlar gibi hukukla var olup yaşamak zorunda. YSK’nin mühürsüz pusulaları emredici yasa hükmüne rağmen geçerli sayan duyurusu, halkoylamasında meşruiyet tartışması başlattı. 
 
Ülkenin geleceğini biçimleyecek halkoylamasının seyrini değiştirecek nitelikteki açıklama, dün akşam saatlerine dek internet dünyasında “pop up” olarak bilinen ekranda kısa süre kalıp kaldırılan bir duyuruyla sınırlıydı. Kararın yokluğunu vurguladığımız yazı ve haberler geniş ilgi gördü.
Karar, duyurudan tam 48 saat sonra dün akşamüstü açıklandı. YSK, emredici hükme niye uymadığını AİHM protokolüyle açıklamış. “Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan (...) birleşik oy pusulaları geçerli değildir” maddesine rağmen, eğer seçmenin kusuru yoksa, AİHM protokolü gözetilerek yönetime katılma hakkının özünü korumak gerektiği savunulmuş.
Hukuk devleti açısından çok şık bir tutum şüphesiz. Bu durumda, Yurtdışı İlçe Seçim Kurulu’nun aynı gün, aynı partinin bir başka temsilcisinin, aynı konuda yaptığı başvuruda tam aksi yönde karar alınması açıklanmak zorunda. 2017/404 No’lu kararda da AİHM protokolü gözetilse iyi olmaz mıydı? 


İkinci skandal
Eğitim düzeyi yüksek olmayan seçmenler sandık başında yanılabiliyor. Bunun için de çeşitli önlemler alınır. Kaşe de bunlar arasında. Genel ve yerel seçimlerde kullandığımız EVET yazılı kaşenin, iki seçenekli anayasa referandumunda kullanımının tereddüt yaratacağı ilgilisince bilindiği için buna göre üretim ve kullanım belirleniyor. 
 
DMO geçen yıl YSK için ihale açarak 450 bin TERCİH yazılı kaşe alacağını duyurmuştu. O sıra (11 Mayıs 2016) bu köşede yayımlanan yazımdan:
En son oy kullandığımız 1 Kasım seçimlerinde mührün üzerinde EVET yazıyordu. (...) ihalede kaşe üzerinde TERCİH yazması isteniyor. (12 Eylül 2010 referandumunda da TERCİH kaşesi kullanılmıştı.)
- Üretilecek TERCİH mühürlerinin 10’ar binlik paketler halinde 81 ilin hangi ilçesine ve toplamda kaçar adet teslim edileceği, tek tek ve ayrıntılı bir listeyle belirlenmiş. Bu liste, ihale şartnamesinin bir parçası olarak ilan ediliyor.
Toplam TERCİH mührü sayısı 432 bin 640. İhale şartnamesinde artan kaşelerin YSK’nin göstereceği yere teslim edileceği belirtilmiş. (Fazla üretileceği şimdiden belli 17 bin 360 kaşenin, tıpkı fazla oy pusulalarında belirtildiği gibi; kaza, aksilik, afet vs. gibi nedenlerle oluşacak eksikleri kapatmakta kullanılacağını düşünmeliyiz.)
 
Pazar günü bu ihaledeki TERCİH kaşeleri kullanıldı. Ama bazı sandıklarda TERCİH yerine EVET kaşesi kullanılınca, YSK gün içinde karar alıp “Evet mührü kullanılabilir” dedi.
İyi de o zaman Mayıs 2016 ihalesindeki 450 bin TERCİH kaşesinin akıbeti ne oldu?
Üretilecek TERCİH mühürlerinin 10’ar binlik paketler halinde nereye, nasıl dağıtılacağına kadar ayrıntı veren bir şartname varken, bu kadar TERCİH mührü neye yetmedi de pazar günü eski EVET mühürleri kullanıldı?
Cumhurbaşkanı’nın halkoyuyla seçilmesi düzenlenirken, YSK’nin doğrudan ihaleyle istediğine iş vermesi serbest bırakıldı. O nedenle artık ihale sonuçları açıklanmıyor. Ancak 450 bin TERCİH kaşesi ihalesi gibi, oy pusulası ihalesini de hangi şirketin aldığı konuları önemini koruyor. Önceki seçimlerde basılmış milyonlarca adetlik fazla pusula AGİT eleştirisine konu olmuşken, bu referendumda kaç adet fazla pusula basıldığı sorusu da seçim güvenliği bakımından gazeteciliğe dahildir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Mühürsüz seçim - ÖZGÜR MUMCU

Normal şartlar altında bir referandumdan sonra, o referandumun sonuçlarını değerlendiren bir yazı yazılması beklenir. Ancak şartlar normal değildir ve üzerinde konuşulacak bir seçim sonucu bulunmamaktadır. Bunun da sebebi açık. Ortada bir referandum yok. 
 
YSK başkanının seçim günü yapmış olduğu açıklama ile mühürsüz oyları geçerli sayması seçimin geçersizliğiyle sonuçlanmıştır. 
 
Seçim Kanunu’nda mühürsüz oy pusulalarının geçersiz sayılacağı şüpheye yer vermeyecek şekilde, açıkça belirtilmiştir. Mühürsüz oy pusulalarını geçerli saymakla, yırtılmış ya da sahte oy pusulalarını geçerli saymak arasında bir fark yoktur. 
 
YSK başkanının yaptığı açıklama hangi hukuk kuralına dayanmaktadır? Bir hukuki gerekçesi olmayan bu açıklama haliyle yok hükmündedir. Bu açıklama sonrası kaç adet mühürsüz oy pusulasının sandıklara sızdırıldığı bilinemeyeceği için de seçim geçerli değildir.
Kaldı ki henüz bu yazı yazıldığı saate kadar YSK bir karar almış da değildir. Büyük ihtimalle diğer YSK üyeleri böylesine açıkça hukuka aykırı bir kararın altına imza atmaya haklı olarak çekinmektedir. 
 
YSK başkanı seçim günü devletin mührünü tanımadığını ilan etmiştir. Bu devlete karşı bir başkaldırıdır. Hukuki temeli olmayan bu açıklama hukuk devletinin ve seçim güvenliğinin bu ülkede ortadan kalktığının da delilidir. 
 
Hiç kimsenin devletin mührüne isyan etmek ve devlete karşı kalkışmada bulunmak hakkı yoktur.
Milli irade, yasama eliyle seçimlerin nasıl yapılacağını Seçim Kanunu’nda belirlemiştir. YSK başkanı Seçim Kanunu’nu dolayısıyla milli iradeyi çiğnemiştir. Hukuk fakültesinde öğrenci olsa ve bu sonuca varsa sınav kâğıdı “fahiş hata” gerekçesiyle sıfır alacaktır. 
 
“Mühürsüz seçim”, geçersiz seçimdir. Kanun öylesine açık ki bunun tartışılıyor olması bile içine düştüğümüz durumun vahametini göstermekte. 
 
Hukuka aykırı ve gayrimeşru bir seçimle anayasa değiştirilemez. Bu sebeple bu anayasa değişikliği hüküm doğuramaz. Hukuki tek çıkış yolu ise seçimlerin iptali ve tekrarıdır. 
 
Bu mağlup tarafın bahane üretmesi diye göz ardı edilecek bir mesele değil. Seçime gölge düşmüş de değildir. Gölge düşmesi için ortada bir seçim olması gerek. Seçim Kanunu’na aykırı yapılan seçim geçersizdir. YSK başkanının açıklaması yok hükmündedir. 
 
Buna rağmen bu sonuç dayatılırsa, memleket gayrimeşru ve hukuka aykırı bir anayasa ile yönetilecek demektir. Yani aslında olmayan bir anayasayla.

ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Yeni bir başlangıç yapacağız, biz kazanacağız! - Fatih Yaşlı

Hayır, bu bir referandum değildi! Bu, devletleşmiş bir partiyle, partileşmiş bir devletin, en az yarısını “terörist, vatan, haini, bölücü” ilan ettiği topluma karşı yürüttüğü bir tür savaştı.

Devletleşmiş parti, devletin her türlü olanağını bu savaş için seferber etti. Devletin uçağıyla Avrupa turlarına çıkıldı, devletin makam aracıyla “evet” propagandası yapıldı, mitinglerde, afişlerde, reklamlarda hep devletin olanakları kullanıldı. Partileşmiş devlet, polisiyle, kaymakamıyla, valisiyle “evet” için çalıştı, bürokrasi devletleşmiş partinin emrindeydi, halka gözdağı verildi, baskılar, gözaltılar, tutuklamalar yapıldı.

Hazinenin parası, örtülü ödenek, Arap şeyhlerinin yolladığı petro-dolarlar, kamu ihalelerinin verilmesi karşılığında alınan komisyonlar… Hepsi bu savaşın finansmanı için kullanıldı. Akla hayale sığmayacak büyüklükte para sebil gibi saçıldı, devlet partileştiği ve parti de devletleştiği için, tek bir yetkili dahi, bu paraların kaynağı ne, bu mitingler neyle finanse ediliyor, reklam paraları kimin cebinden çıkıyor diye sormadı, soramadı.

Medya iktidara teslim olmuş durumdaydı. Gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından, radyo frekanslarından gece gündüz toplumun aklına saldırıldı. Haberlerde, haberler bitince dizilerde, dizilerin arasında yer alan reklamlarda korkunç bir propaganda yürütüldü. Yandaş medyayla arasındaki fark artık bir nüanstan ibaret olan merkez medya 24 saat bu savaşa hizmet etti. Ekranlar hayır diyenlere kapatıldı, hayır diyen medya çalışanları işlerinden atıldı.

Topluma karşı yürütülen bu savaşta, istismar edilmeyen konu, değer, hadise kalmadı. “Hayır diyerek ahiretinizi yakmayın” da denildi, hayırcılar gâvur da ilan edildi, tüm bunların zirveye vardığı noktada ise Peygamber benzetmesi geldi ve 15 Temmuz günü yaşananlar “mucize” olarak adlandırıldı. Ezan, bayrak, Kuran, din, vatan, millet, Sakarya, ecdad, Osmanlı, hilafet, akla gelebilecek ne varsa, miting meydanlarından, televizyon ekranlarından halkın üzerine boca edildi.

Oylama da bu savaş mantığına göre, “savaşta hile mubahtır” denilerek yapıldı. Tüm gün gelen hile haberlerinin istinasız ama istisnasız hepsi “evet”e dairdi, çürümenin, yozlaşmanın örgütlenmiş ve tabana sirayet etmiş hali bir kez daha çıplak gözle görüldü. Mükerrer oylar, usulsüz oy verme işlemleri, sayım yapılırken tanıklık ettiklerimiz, ilk anda evet oranlarının % 65’lerden verilmesi, hepsi yalanın saltanatına yakışır cinstendi.

Terörist, vatan haini, bölücü ilan edilenlerin ellerindeki tek silah ise dayanışmaydı, kolektif akıldı, kendisinin, çocuğunun, ülkesinin geleceğine, yarınlarına sahip çıkma arzusuydu, karşılıksız ve hiçbir çıkar beklemeksizin yapılan fedakârlıktı, yaşadığı topraklara duyduğu derin bağlılıktı, umuttu, inançtı, adalet talebiydi, öfkeydi.

Toplum, partileşmiş devlete, devletleşmiş partiye, ele geçirilmiş bürokrasiye, teslim olmuş medyaya, ağzını açamayan üniversiteye, sindirilmiş yargıya rağmen susmadı, sokağa çıktı, bildirisini dağıttı, afişini astı, toplantısını yaptı, eşini dostunu uyardı, sandığa gitti ve oyunu verdi. Sessiz sedasız, derinden, incelikli, zarif ama son derece etkileyici, çarpıcı, hayranlık verici bir şekilde yaptı bunu. Dürüstlük, feraset, nezaket, haklı olduğunu bilmenin verdiği sakinlik ve özgüven, hepsi kampanyaların başladığı günden sandıkların kapandığı saate kadar toplumun hanesine yazıldı bu süreçte.

Toplumun tam ortasından ikiye bölünmesi sandığa da yansıdı, bu yazı yazılırken gelen sonuçlara göre, kıl payı ile ve bir buçuk milyon oy civarında bir fazla ile sandıktan “evet” çıktı. 15 yıllık iktidar, değiştirilen toplumsal doku, yaratılan sadaka devleti, devletin her türlü olanağı, yoğun baskı, ele geçirilmiş medya, devasa propaganda aygıtına rağmen toplumun yarısı, kendisine giydirilmek istenen deli gömleğini giymedi, İslamcı-otoriter tek adam rejimini reddetti. Üstelik bu reddediş, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Antalya gibi Türkiye’nin en büyük kentlerinde, dış dünya ile bağlantılı kıyı şeridinde ve Kürtlerin yoğun yaşadığı illerde somutlaştı.
Toplumun kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya giden, gündemi, siyaseti, dünyayı, teknolojiyi takip eden kesimleri, bu anayasadan başka her şeye benzeyen metne ve bu metne dayalı Türkiye tahayyülüne razı olmayacağını, açık bir şekilde gösterdi.

Bu söylediklerim boş bir avuntu ya da züğürt tesellisi değil, iktidar partisinin rejim inşa süreci bu yazının yazıldığı saat itibariyle anayasal statüye kavuşmuş gibi görünüyor olsa da, toplumun Türkiye’yi Türkiye yapan kesimi, tıpkı Gezi’de ve 7 Haziran’da olduğu gibi 16 Nisan’da da, üstelik yanına toplumun başka kesimlerini de alarak, bu durumun meşruluğunu tanımadığını ilan etti. Biz kendi “hayır”ımızı halka anlatırken “yeni bir başlangıç için hayır” demiştik, bugün o noktadayız, buradan bir başlangıç yapabiliriz, buradan yürüyebiliriz, ülkeden, hayattan, insandan umut kesmek yok, moral bozmak yok, yolumuz açık olsun.


Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Haçlı uşaklığı ve bekâ mücadelesi! - Arslan BULUT / YENİÇAĞ


Referandum sırasında ve sonrasında "Haçlı seferi", "Haçlı uşağı" kavramları çok kullanıldı!
11 Eylül'de İkiz Kuleler'in uçakla vurulmasından sonra "Yeni Haçlı Seferi"nin başladığını ABD Başkanı Bush söylemişti! Türkiye'nin de bir "cephe ülkesi" olduğunu da ilan etmişti. Cephe ülkesi olarak gördüğü Türkiye'ye önce 63 bin Amerikan askeri göndermeye karar vermiş, AKP iktidarının onayıyla Güneydoğu Anadolu'da kiralamalar yaparak dokuz noktada askeri üs kurmaya başlamıştı. Meclis'e de bu işgali onaylayan bir tezkere gönderilmişti.
Meclis'te de "evet" oyları "hayır" oylarından fazlaydı ama bu karar için nitelikli çoğunluk gerekiyordu. O çoğunluğa ulaşılamadığı için tezkere reddedilmiş oldu. Böylece Haçlı ordusunun Türkiye'nin Güneydoğusunu, askeri havaalanlarını, Samsun ve Trabzon imanlarını işgal etmesi önlenmiş oldu.
Bu olaylar sırasında kimler Haçlı ordularına uşaklık etti, kimler karşı çıktı?

***
Suriye huzurlu bir ülkeyken, Türkiye-Suriye sınırına bir İsrail şirketini 49 yıllığına yerleştirmek isteyenler kimdi, buna karşı duranlar kimdi?
Müslüman Libya'nın parçalanması sürecine, özel harekât tecrübesine sahip ekipler göndererek ve İzmir'i, havadan müdahalenin komuta merkezi yaparak hizmet eden iktidar böylece ne yapmış oldu?
Müslüman Suriye'ye sınırdan İsrail kontrolü sağlanamayınca, aftan yararlanarak ipten kazıktan kurtulmuş ne kadar suçlu varsa, askeri eğitim vererek, silahlandırarak, lojistik destek vererek, terör grupları oluşturan ve bunlarla Suriye'yi yıkma operasyonları yapan kimlerdi?
Şimdi İran'ı parçalama sürecine kimler hizmet ediyor?
Arap Baharı'nın düğmesine, 2005 yılında İstanbul'da bir toplantı ile basan, İhvancılara ve diğer örgütlere Amerikan parası dağıtanlar kimdi?
Terör örgütü ile Haçlı devletlerinin gözetiminde masaya oturanlar neye hizmet ediyordu? Abdullah Öcalan'ın yazdığı metinleri yasa olarak TBMM gündemine getirenler, hangi zihniyetle bunu yapıyordu? Dolmabahçe'de Türkiye'yi ortak vatan ilan edenlerin kime hizmet ettiği belli değil midir?

***
Okurumuz Hakan, "16 Nisan referandumu, diğer seçimlerde olduğu gibi şaibelidir. Üç milyon oy pusulası sonradan mühür basılarak geçerli sayıldı ve evet oyları yüzde 51'e yükseltildi. AKP iktidarı artık Türkiye'yi yönetemez. Atatürk ve arkadaşları, Vahdettin'in kararlarına uysaydı bugün Türkiye Cumhuriyeti olmazdı" dedi.
Banu Avar, şu görüşleri paylaştı:
"Türk milleti büyük bir oranla eyalet sistemine, federasyona 'hayır' dedi.
Onlarca yıldır il, ilçe, köy, seçim, oy, sandık hesaplarının iç yüzünü anlattık. Belki şimdi daha iyi anlaşılmıştır. 'Demokrasi' birilerinin işine yaramasa rafa kaldırılırdı!
Bu ülke seçimle, sandıkla kurulmadı. Bu ülke birbirine sımsıkı kilitlenmiş farklı görüşte vatanseverlerin gayretiyle, müdafaa-i hukuk dernekleriyle milletin kuvvetiyle kuruldu. Ah vah edenler(!) Mustafa Kemal Atatürk'ün hangi dönemde hangi şartlar altında mücadele ettiğini bir daha okuyunuz. Atalarımız, emperyalizme, işgale, bölünmeye ilk adımda pes etselerdi bugün hayatta olmayacaktınız. 
Evet-hayır maratonu da ülkeyi ikiye bölmenin bir aracı oldu. Sakin, soğukkanlı olunuz. Bölgenin ve ülkenin gittiği noktayı bilgi ışığında değerlendiriniz. Ufkun ötesini görmeye çalışınız."

***
Atilla Kaya, ülkücülerin bundan sonra ne yapacağını açıkladı:
"Yüzde 51 istedi diye, '94 yıllık parantezi kapatmanın'  sevincini yaşamayı umanlar varsa, bizim için bekâ mücadelesi asıl şimdi başlıyor demektir."
Mücadele için nasıl bir yol izleneceğine dair ilk işareti ise Müsavat Dervişoğlu, MHP'den istifa ederek verdi.
Kaynak: Haçlı uşaklığı ve bekâ mücadelesi! - Arslan BULUT

Referandum kesin sonuç: Yarılma - TAYFUN ATAY





Çok mu iyi oldu?!
Şu anda (16 Nisan, saat 21.00) yüzde 51 küsurda “Evet” oyu ile yüzde 48 küsurda “Hayır” oranlarını ekranda izlerken...
CHP’lilerin, Ümit Özdağ’ın, Meral Akşener’in, YSK’nin dehşet verici keyfilikteki son dakika kararına (mühürsüz oy pusulalarına kabul!) itirazları doğrultusunda...
Nereye gideceği belirsiz bir noktada, endişe içinde sonumuzu merak ediyoruz. 


***
Çok mu iyi oldu?!
15 Temmuz “dâbbe”sinin ardından içine savrulduğumuz OHAL rejimi ve KHK’ler rüzgârında memleketi son derece kritik bir seçim olan başkanlık sistemi için adeta oldu-bittiye getirmek!..
Ve şaibeli bir oylama sürecinin, bir dolu itirazın ardından kafa kafaya denilebilecek bir sonuçla memleketin yüzde 48 buçuğundan fazlasının, evet, neredeyse yarısına yakınının “Hayır” dediği bir başkanlık anayasasına vasıl olmak!..
“Siyasal-demografik”, daha doğrusu kantitatif (sayısal) meşruiyeti olsa da sosyolojik meşruiyeti, “kalitatif” (niteliksel) geçerliliği tartışmalı bir anayasanın ve başkanlık sisteminin içinde kendimizi bulmak!.. 

***
Çok mu iyi oldu?!
Eşitsiz, adaletsiz, hakkaniyetsiz bir “Evet”çi kampanya sürecinin ardından neredeyse “10-0” önde girilmiş bir seçimde ilk 3 büyük şehirde çoğunluğun (İzmir’de ezici çoğunluğun) “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
En büyük 6 şehirden 5’inin nüfusça çoğunluğunun “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
81 ilin 33’ünün nüfusça çoğunluğunun “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
Tunceli, Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak gibi şehirlerde neredeyse 4 ya da 3 kişiden birinin ancak “Evet” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi... 

***
Çok mu iyi oldu bunlar?!
Çok mu iyi oldu Gezi’den bu yana fiilen, dilinizde “Yüzde 50” retoriğiyle böldüğünüz memleketi bir de şimdi tam ortasından “resmen”, üstelik bir dolu şaibe eşliğinde, mühürsüz oy pusulalarıyla kâğıt üzerinde de ikiye bölmüş olmak!..
21’inci yüzyılın “Yeni Türkiye”si mi?..
Ortasından yarılmış bir memleket!..
Cumhuriyet’in 100. yılı mı?..
Ortasından yarılmış bir memleket...
2053, 2071 hedefleri mi?..
Ortasından yarılmış bir memleket!..
Ve yıllardır sayenizde birbirine habire hınç, öfke ve nefret biriktirerek öbeklenmiş iki farklı nüfus...
“Biz ayrı dünyaların insanıyız” deme noktasına yine sayenizde gelmiş iki ayrı toplum...
Aynı ülkede neredeyse iki ayrı “ulus”... 

***
Referandumun sonucu bu:
Birbiriyle buluşma, konuşma, kucaklaşma imkânlarını yitirmiş yarımlarımızın kristalleşmesi...
2013’te İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun “Artık inşa süreci” diyerek menzili maksudunu belirlediği AKP Türkiye’sinin, sözde “Yeni Türkiye”nin şu birkaç yılda bizi getirdiği ve referandumla tescillettiği nokta:
Ortasından bölünmüş Türkiye!.. 

***
Evet, çok mu iyi oldu böyle olması?!
Ve esas soru:
Böyle olmasaydı, olmaz mıydı?..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Büyük türbülansa girerken - ERGİN YILDIZOĞLU

Karşımızda bölünmüş bir toplum var. Bir yarısı öbürüne kinli; karısını, kızını ganimet gibi görüyor.. Çünkü Erdoğan liderliğindeki AKP’de temsil edilen siyasal İslamın getirdiği noktada Türkiye, küreselleşme sonrası dünyanın ürettiği büyük türbülansların içine bu bölünmüşlükle giriyor. Öyleyse, bu trajedinin içinde, sonuç ne olursa olsun “Hayır” diyenleri bu ülkenin halklarının geleceğini koruma görevi bekliyor.

Aşılamaz bir bölünme
Bu bölünmüşlüğün temelinde ekonomik, siyasi hatta etnik çelişkiler olsaydı maddi çıkarlar temelinde bir uzlaşma noktası bulmak, çelişkileri yönetmek mümkündü. Ne yazık ki siyasal İslamın 15 yılda ülkeyi getirdiği noktadaki bölünme, kimlikler arasındaki, uzlaştırılması, yönetilmesi son derecede zor hatta kısa dönemde olanaksız farklardan kaynaklanıyor.


Toplumda, özellikle Gezi olayından sonra belirginleşen bu bölünmenin fay hattı, bireylerin öznelliklerinin merkezinden, dayandıkları “anlam sistemleri- hakikat rejimleri” arasındaki farklardan geçiyor. Bu durum, ülkede artık tek paylaşılan bir realite, tek bir toplum olmadığını gösteriyor. Örneğin “Evet” cephesi referanduma adeta bir “cihat savaşına” gider gibi giderken, “Hayır” cephesi sandığa, adeta sıradan bir parlamenter cumhuriyette yaşıyormuş gibi gidiyordu. Her iki “toplumun” da kendi içlerinde sınıflara bölünmüş çelişkili kümeler olması da kısa ve orta dönemde pek bir anlam ifade etmiyor. Bu öznelliklerin oluşturduğu kimlikleri ayakta tutan fanteziler, bu sınıfsal/maddi çelişkileri örtüyor.


Bu bölünme nasıl aşılır, nasıl yönetilir sorusunun cevabı, “Haklar ve özgürlükler anlamında laik bir demokrasi süreci içinde” olabilirdi. Şimdi daha (belirsiz) bir süre AKP rejimi altında yaşayacağımız için, “Hayır” diyenleri, siyasal İslamın “ötekisi” durumunda olanları daha fazla gerginlik baskı, belki de terör bekliyor. Özetle ülke ve toplum çok tehlikeli “vakitlere”, çok tehlikeli bir bölünmüş, kırılganlık içinde giriyor. 


‘Uyanmaya çalıştığımız kâbus’
Ulysess’de Stephen, “Tarih uyanmaya çalıştığım bir kâbustur” diyordu. Bizim için de öyle. Dahası, AKP rejimi bu ülkenin özgün tarihinin şeriat-cihat, küreselleşme de (neo-liberal emperyalizm) kapitalizmin tarihinin faşizm gibi çoktan gömüldüğünü sandığımız canavarlarını canlandırdı. “Kâbus” daha da ağırlaştı.



Küreselleşmenin parçalanmaya dönüşmesi, hem ABD hegemonyasının düzen kurma gücünü kaybetmesinin bir semptomu, hem de büyük güçler arası nüfuz alanları rekabetini, kendi çıkarını ifade eden bir düzeni gerektiğinde askeri araçlarla dayatma çabalarını güçlendirerek parçalanmayı hızlandıran bir gelişme. Bir alt düzeyde, karşımızda ABD ve Avrupa’da yükselen milliyetçilik ırkçılık, sağ popülizm çıkıyor. Tarih bize büyük güçler arası rekabet ile sağ popülizmin birbirini besleyerek ülkeleri savaşlara doğru sürükleyen bir sarmal yaratabildiğini gösteriyor. Bu resme kronik ekonomik durgunluğun toplumsal etkileri ve savunma sanayiinin sermaye birikimi açısından önemi eklenince, çok patlayıcı bir karışım şekilleniyor.
Türkiye, bu patlayıcı karışıma fünye olabilecek bir (ABD-Batı ve Rusya rekabetinin basıncı altında hızla yoğunlaşan mezhep- etnik savaşları) bölgede bulunuyor. Bu noktada, en son Suriye’de kimyasal silahlar gerekçesi akla Saddam’ın Irak’ını, Esad’ın devrilmesi durumunda ortaya çıkacak kaos Libya’yı düşündürüyor. Kürtlerin farklı parçalardaki varlıklarını birleştirme çabaları, büyük güçlerden aldıkları destek, İran ve Türkiye’nin geleceğine ilişkin yeni soruları gündeme getiriyor.
Bu büyük belirsizliğin içinde, bu ülkenin halklarının yaşamlarını güvenceye alabilecek bir yol bulabilmek için de kendi tarihimizin kâbusundan, bölünmüşlüğü derinleştiren, iç savaşı kışkırtan canavarların pençesinden kurtularak bir an evvel uyanmak gerekiyor. Bu görev de “Hayır”cılara düşüyor!


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Referandum ellerinde patladı - OSMAN ÇUTSAY

Referandumun belirsiz sonucunu nasıl yorumlamalı?

Sonun başlangıcı, evet. Ama nihai perdenin ne zaman inmeye başlayacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.
Her durumda, şu yaşananlara iki yüze sahip bir “malumu ilam” diyebiliriz. Birinci yüz: Türkiye iki parçaya ayrılmış durumda. Bundan pek fazla korkanlar var, onlar devam etsinler. Bizim gibiler için kesinlikle korkulacak bir şey değil. Sonuçta “Halkın yarısı, İslamcı hırsızlara ve barbarlara, yani bir tiranlığa kafa tutmaya hazırlandığı yolunda açık sinyaller yaymaya başladı” diye okuyabiliriz bu sonuçları.
İkinci yüz ise Batı: Washington olsun, Brüksel, daha doğrusu Berlin-Paris hattı olsun, Ankara’daki kabile devleti maskaralıklarını, sahnedeki İslamcı bayağılıkları fazla ciddiye alamayacaklarını ihsas ve hatta kısmen de ilan ettiler. Bekleyecekler yani. Bakacaklar.
Neyi mi?
Türkiye’nin nasıl yönetilemeyeceğini...
Ankara’nın hiçbir hesabı tutmaz bundan böyle. Artık ikiye bölünmüş ülkenin bir yarısı, tiranlığa veya “çöküşe kilitlenmiş” İslamcı mafya devletine karşı daha militan önlemlere sıcak bakmaya hazırlanıyor. Cumhuriyetçilerin tabanı genişliyor. Peki, sokağa çıkarlar mı? Halk, bunun için gerekli örgütlenme adımlarını atar mı?

En azından, Türkiye’nin artık eskisi gibi yürüyemeyeceğin görenlerin sayısı arttı. Örnek verelim: Şu haliyle Evet’in, CHP tabanıyla tavanı arasındaki mesafeyi tehlikeli biçimde kanırttığını biz buradan bile duyabiliyoruz. Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği zihniyet, içeride ağır bir darbe alabilir. Bu, İslamcı tiranların en korktuğu şeylerden biri. Bize göre ise, böyle bir sonuç, ancak sosyalist ve devrimci hareketin belli mesafeleri alması ve belli noktalarda örgütlenmesinden sonra elde edilebilir. TKP’in açıklamalarının ciddiye alınmasında, devrimci kalmak isteyenler açısından yarar var. Neyse...
CHP’ye bir biçimde el koymuş ve AKP’nin 15 yıllık yedek gücü denebilecek kadroların bundan sonra ayakta durmaları, yerleştikleri yerlerde kalmaları ve partilerinin tekliğini korumaları çok zor.
Erdoğan, sırf bu nedenle bile seçim sonuçlarının gözden geçirilmesini ve referandumun yenilenmesini sineye çekebilir. Bu CHP yönetimi giderse, AKP’nin çöküşü hızlanabilir çünkü.

“Türkiye iki parça” demiştik.
Diğer koruyucu yarı parça, her durumda sessiz ve korkak “çoğunluk” veya “sinik yüzde 50”den oluşuyor. İslamcı Ankara’nın militanları, bu sessiz çoğunluk veya yüzde 50’nin etkin olamayacağını iyi biliyor, o nedenle galiba, yıllardır milis güçleri örgütlemeyi öne aldılar. Adamlar, İslamcı mafya tiranlığını, kendi milis/polis/ordu örgütlenmeleriyle korumaya mahkûmlar. Çünkü her an azalabilecek o “sessiz yüzde 50”ye güvenerek, rejim falan kuramayacaklarını Ankara’nın despotları çok iyi biliyor. O halde? Cephelerin birbirine çarpmaması mümkün değil yakın bir gelecekte.
Kaldı ki, bir de dışarısı var.

İçerideki bu çıkışsızlığı, dışarıdaki güvensizlik pekiştiriyor. Avrupa Almanyası, böyle bir Türkiye’nin önünün kapalı ve sorunlarının da bulaşıcı, örneğin Alman iç politikasını sarsıcı olduğunu gördü.
O nedenle referandum akşamı Berlin’den gelen ilk tepkiler, “Bir görelim bakalım, bu iş bizi zorlamadan nereye gider?” sorusunda odaklandı. Böyle yorumlanabilir. Bu tabloda asıl sorun şu: Berlin’in açık bir kuşku ve mesafe koyarak baktığı bir iktidara, bir rejim düşürmesine, kapitalizm içi bir maceracılığa, fazla bir ömür biçilemez. Berlin’in desteklemediği bir ortamda, tornavida bile üretemeyecek durumdaki bir ülkenin yakın geleceği belirsizlik içinde demektir.

Erdoğan’ın tabansız kapitalist rejim düşürmesi, eğer Almanya Avrupası’nı da etkileyecek şekilde toplumsal kaosu tetiklerse, bu, krizlerden kurtulamayan Avrupa Birliği’nin kabullenebileceği bir şey olmaz. Maceracı ve özel mülkiyet gasplarını bile siyaset sanan mafya kafalı her İslamcı’yı, eğer yeni güvenlik önlemleriyle bir denetime tabi tutamazlarsa, er ya da geç indirirler.

Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel referandum sonrasında “Şiddetli seçim kavgasının bizde de nihayet bitmesi iyi oldu” diye açıklama yaptı. Eski Avrupa Parlamentosu Başkanı ve SPD Genel Başkanı Martin Schulz, referandum sonuçlarının “Türkiye’nin Erdoğan demek olmadığını gösterdiğine” dikkat çekti. Asıl önemlisi, Angela Merkel’in sağ kolu konumundaki Başbakanlık Müsteşarı Peter Altmaier, AGİT ve Avrupa Konseyi’nin referandum süreciyle ilgili raporlarını bekleyeceklerini bildirdi.
“Ey Avrupa!” diye bağırmalar boşuna değil yani. Dış çember çok daraldı.
Bunlar “onların” sorunları.

Bizim bakışımız biraz farklı: Bundan sonra her şey Türkiye devrimci hareketinin ferasetine kalmış görünüyor. Kendisini solcu sananların bile sandık hezeyanıyla görmek istemediği bir fırtına tablosunun unsurlarıyız artık. Bu referandumun bir aldatmaca ve üçkağıt olduğuna sadece toplumun devrimci kesimleri değil, artık halkın en az yarısı ve hatta daha fazlası da inanıyor. Bu kuşku, kapitalizmin rıza gıdasını fena zehirler. İslamcı Ankara ve dışarıdaki -kaldıysa eğer- az sayıdaki destekçisi, 1917’nin 100’üncü yılında, bir içgüdüyle, asıl bundan korkuyor.

Yeni bir cumhuriyet kurulmazsa, bu toprakları korkunç zamanlar bekliyor. Halk, bu sahneyi görmeye başladığını dün gösterdi. Bu, yeni durumun yeni bir yüzüdür. Tarzan gerçekten çok zor durumda...

Osman Çutsay / SOL

Bu halk AKP’ye boyun eğmez Türkiye bu anayasaya sığmaz - İLKER BELEK

AKP referandum sürecinde her şeyi yaptı. Devletin parasını, uçağını, helikopterini, makam aracını kullandı. Yetmedi YSK’sı mühürsüz zarflarla atılan oyların geçerli sayılacağını ilan etti.
Sonuçlara çokça itiraz edileceği anlaşılıyor. Ancak Anadolu Ajansı’nın verilerini doğru kabul etsek de sonuç şudur: AKP kaybetti ve MHP dağıldı.

1 Kasım 2015’te, AKP’nin oy oranları İstanbul’da %48.7, Ankara’da 48.8 idi. AA verilerine göre referandumdaki evet oranı İstanbul’da %48.9, Ankara’da 48.1.
AKP, yerel seçimleri de dikkate alırsak, 1994 yılından beri ilk kez İstanbul ve Ankara’yı kaybetti.
Bu sonuçlar AKP’nin, sözünü kendi tabanına dinletmek konusunda bile önemli sıkıntı yaşadığını gösteriyor.

“Normal” bir ülkede olsa, bu denli gerilimli bir ortamda, bu denli kıl payı farkla onaylatılmış bir değişikliğin yürürlüğe konulması hiç düşünülmezdi. Ancak AKP’nin tam tersini yapacağı ve hatta muhalefet partilerinin itirazlarının sonuçlanmasına bile fırsat vermeden anayasayı uygulamaya koyacağı belli.

Yine de sonuç değişmeyecek: Nasıl ki referandum sürecindeki zorlamalar, hayır çalışmasına çıkarılan engeller, yeterli derecede farklı bir evet elde etmeye yetmediyse, bu zorlama da önümüzdeki dönemde AKP’nin önünü açma konusunda işe yaramayacak.

Türkiye yalnızca AKP’nin değil, düzen partilerinin hiç birisinin yönetemeyeceği bir dönemeçte yol alıyor.

Bunun nedeni emperyalist sistemin hegemonya krizi ile kapitalist düzenin bir türlü aşamadığı durgunluk-kriz sarmalıdır. Hegemonya krizi emperyalistlerin Türkiye gibi ülkelerle ilgili kararlarında belirsizlikler yaratıyor. Dünya yeni bir paylaşım savaşının eşiğinde iken büyük güçler kendi konumlarını belirlemeye çalışıyorlar. Hep bunların taşeronluğunu yaparak geçinmiş çevre ülkeler bu nedenle tutunacak dal bulamıyorlar.

Kapitalizmin bunalım-kriz sarmalı ise sıcak para girişlerine muhtaç çevre ülkeleri mali açmazlara mahkum ediyor.

Bu iki sorun tam bir alt üst oluş koşullarında bulunduğumuzu gösterir.

AKP böyle bir dönemde kendi taban desteğini bile yitiriyor. ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın ellerine teslim oluyor. Ayakta kalabilmek için bu büyük güçlerin her dediğini yapmaya hazır bir görüntü veriyor. Çaresizlik içinde oradan oraya savruluyor. Ancak bir yandan da boyundan büyük işler çevirmeye çalışıyor. Bu durum kendisini emperyalizmin gözünde çekilmez bir partner haline getiriyor. Hesabın bir türlü kesilememesinin nedeni ise aynı: Hegemonya krizi.

Acımasız bir nesnelliğin içindeyiz. AKP yönetemez. Emperyalizmin AKP’ye yönelik herhangi bir müdahalesi ise sorunu emekçi sınıflar açısından daha da karmaşık hale getirir. Tek çıkış yolu Gordion’un düğümünü işçi sınıfının kesmesi.

O nedenle en başından beri evet ya da hayır’ın sonucu değiştirmeyeceğini, CHP’nin gericilik, eşitsizlik, yoksulluk sorunlarıyla uğraşacak hal ve politikasının bulunmadığını, bu nedenle süratle antiemperyalist, antikapitalist ve aydınlanmacı, yani sosyalist mücadeleyi yükseltmek gerektiğini belirtiyor ve bu bakımdan büyük olanakların bulunduğuna dikkat çekiyoruz.

Referandum sonucu evet olarak kesinleşse bile, hayır tarafı üzerine basacağımız güçlü bir zemindir. Yapılacak ilk iş, referandum öncesinde başladığımız işi güçlendirerek sürdürmek, yani hayır’ı düzen dışına doğru siyasallaştırmak olmalı.

İlker Belek /SOL

3. Cumhuriyete doğru - ALİ SİRMEN

Cumhuriyetin ilan edildiği tarihi toplantıda, olaydan altı ay kadar sonra sahibi olduğu gazeteye Mustafa Kemal’in isteği üzerine “Cumhuriyet” adını verecek olan Yunus Nadi Bey Ankara’daki Meclis’teki 29 Ekim 1923 günkü konuşmasında, yapılanın zaten yürürlükte olanın adını koymak olduğunu söylüyordu. Zaten Cumhuriyeti getiren anayasa değişikliği yasasının başlığı da şöyleydi: “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanun.” Bülent Tanör’ün de belirttiği gibi, burada anahtar “tavzihan” (açıklığa kavuşturarak) sözcüğüdür.
Ancak Türkiye’nin uzun bir süredir, Cumhuriyet sürecine girmiş olduğunu kimileri 29 Ekim 1923 gününe kadar anlamayacaklardı. 2017 referandumu arifesinde, “16 Nisan’da halk kendi devletini kuruyor” diyen Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum da tıpkı Yunus Nadi’nin 29 Ekim 1929’da yaptığı gibi “malumu ilan” ederken, kimileri laik Cumhuriyetin tarihe karıştığını ve 2. Cumhuriyet sürecine girildiğini hâlâ anlamıyorlardı.
Eğer Uçum’un temenni ettiği gibi sandıktan “evet” çıkarsa, artık herkes 16 Nisan 2017’yi 2. Cumhuriyetin miladı olarak kabul edecektir.



Gelişmeleri okumasını bilenler ise laik Cumhuriyetin antitezi 2. Cumhuriyete geçiş sürecinin 3 Kasım 2002 seçimleriyle başladığını gayet iyi farkındaydılar. 

***
Tıpkı laik Cumhuriyet olayında olduğu gibi, 2. Cumhuriyetin ardında da büyük askeri zaferler bulunmaktadır. Bu kez dize getirilen düşman, kimilerinin laik Cumhuriyetin güvencesi olarak niteledikleri, Prof. Süheyl Batum’un ise kendisine yönelik saldırılar karşısında kolayca teslim olması üzerine “kâğıttan kaplan” olduğunu söylediği TSK’dir.
TSK’ye karşı Ergenekon ve Balyoz meydan muharebelerinin kazanılmasında, Fethullahçı ve “yetmez ama evet”çi 2. Cumhuriyet kadrolarının büyük katkılarını, bunların sonradan tasfiye edilip içeri tıkılmış olmaları yüzünden görmezden gelmek büyük tarihi nankörlük örneklerinden biri olabilir ancak.
Tıpkı Anadolu’ya geçmeden önce altı ay Osmanlı payitahtında amaca elverişli koşullar olup olmadığını araştırmış olan laik Cumhuriyetin kurucusu gibi, anti laik, ümmetçi Cumhuriyeti yaşama geçirmek misyonunu tarihin kendisine yüklediği 2. Cumhuriyetin önderi de, hedefine adım adım ilerlemiş, bu arada kendini kısa bir süre için demokrasi tramvayına binerken görüntületmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, 2. Cumhuriyetin önderi en büyük zaferini, hem laik Cumhuriyetin simgesi olan Çankaya Kalesi’ni düşürüp hem de yargıyı teslim aldığı 12 Mart 2010 referandumu ile kazanmıştır.
Laik Cumhuriyet nasıl kendi varlığının temelini oluşturan uluslaştırma sürecinde Milli Eğitim’e bel bağladıysa, 2. Cumhuriyet de tümüyle vazgeçemediği milliyetçi söylemleri sürdürürken bir yandan da esas temeli olan ümmetçi yapıya kavuşmak üzere ulussuzlaştırma süreci için artık milliliği kalmayan Milli Eğitim’e güvenmiştir.
29 Ekim 1923 ile 16 Nisan 2017 arasındaki benzerlikleri arttırmak mümkün ama gereksizdir. 

***
Her şey, artık ayan beyan gösteriyor ki, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum malumu ilan ederken, 16 Nisan’ı doğru değerlendirmektedir. Laik Cumhuriyetin üniter yapısının yerine neyin ikame edileceğine kadar, her şeyin düşünüldüğü 2. Cumhuriyetin “29 Ekim”i olacaktır 16 Nisan.
Tabii eğer sandıktan evet çıkarsa...
Ama eğer beklendiği gibi, sandıktan “hayır” çıkarsa, zaten toplumun yarısının onayını almayı bir türlü başaramadığı ve toplumsal barışı gerçekleştiremediği için kısa süreli olmaya mahkûm 2. Cumhuriyetin ömrü daha da kısalacaktır.
Tarihte geri dönüş olmadığından, yeniden 1. Cumhuriyete dönüş beklenmemelidir.
Ama daha 2. Cumhuriyetin miladı ilan edilmeye uğraşılan 16 Nisan 2017’de bile totaliter tek adam rejimi yapısının aşılmasını sağlayacak çağdaş ve demokratik 3. Cumhuriyet silueti ufukta görünmeye başlamıştır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

Rejimin itibar suikasti - BİRGÜN-

İktidarın 19 Mart hamlesi seçimsiz, sandıksız, muhalefetsiz bir rejim arzusunun yansıması oldu. İktidar bugüne dek soruşturmalardan ne turp ...