16 Eylül 2017 Cumartesi

Leyla Alaton’a APAÇIK mektup! - Ayşenur Arslan

Aslında Leyla Alaton’la hiç tanışmadım. Hatta galiba aynı mekânda bile bulunmadım. Bazı gazeteci kadın arkadaşlarımın arkadaşı olduğunu bilirim. Onlardan da sıcakkanlı, sevimli bir kadın olduğunu duymuşumdur. O kadar!

Peki, aşağıda “mektup” niyetine yazacaklarımın muhatabı neden Leyla Alaton? Diye soracaksınız..

Şundan:
Nuriye ve Semih’in Perşembe günkü duruşmasına dair haberleri izlediğim zaman -şu sıralarda zaten pek yerinde olmayan- aklım gidiverdi.
O anda sokağa çıkmak.. Bağırmak.. Birilerine kafa falan atmak istedim.
Elbette, kafa atılabileceklerin listesi çok ama çok sınırlı.

Örneğin, Erdoğan’dan söz bile edemem. Bir kere yanına yaklaşmam söz konusu olamaz. Üstelik boyu çok uzun. Kaldı ki, hayat boyu cezaevinde kalmaya niyetim yok.

Binali Yıldırım desek.. Belediyeleri “mezarlıklar ve cenaze işleri konusundaki başarıları” nedeniyle tebrik etmeyi “espri” zanneden biri. Kafama yazık! Saçlarımı da yeni yıkadım zaten.

Devlet deseniz, soyut bir kavram. Kafa atamazsınız.

Böyle böyle delirirken, aklıma gazeteciler de gelmedi değil. Doğrusu hiç biri içime sinmedi.
Kürt siyasi hareketinden ve soldan gelip, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kankalığına terfi eden Mahmut Övür mü! Ya da (öteki) Kabataş yalancıları mı? Değmezler!

Derken, hafızamın derinliklerinden bir yüz çıkıp geldi: Leyla Alaton.
Zihnim neden onu seçti, bilmiyorum.
Belki de, Referandum öncesi ünlü ve önemli kadınların buluştuğu bir davette Emine Erdoğan’ın elini (haberlere göre) “hararetle” sıkıp şöyle demesinden:
“Hanımefendi, var gücümle ‘evet’ çıkması için uğraşıyorum ve uğraşmaya devam edeceğim.”
Leyla Alaton, kadın / başı açık / gayrı müslim / üstelik evlilik dışı beraberliğini toplumla paylaşmaktan çekinmeyen bir isim.
Yani, Emine Erdoğan’ın ve onun temsil ettiği düşüncenin “nefret ettiği” bir kimliğe sahip.


“Neden çıkartıyorsun” diye sormayacaksınız herhalde.
Yine de bir anekdotun sırası: Emine Erdoğan, eşinin başbakanlığı sırasında bir yurt dışı gezisinde, bulunduğu ülkedeki büyükelçinin eşi tarafından ağırlanır. Sohbet sırasında Emine Erdoğan, büyükelçinin eşine “çok da iyi bir insansınız, sizin için çok üzülüyorum” der. Nedenini de hemen açıklar. Büyükelçinin eşi, ilk eşinden ayrıldıktan sonra, “evlilik dışı” beraberlik yaşamıştır. Bu yüzden de Emine Erdoğan’ın bizzat ifade ettiği üzere “cehenneme gidecek”tir.
Bu düşünceye / inanca sahip bir kişinin, Leyla Alaton’a “nereyi” uygun göreceği açık.
Ya Leyla Alaton, kendisine, çocuklarına nasıl bir ülkeyi uygun bulmakta acaba?

                                                                             • • •

Referandumda “evet” çıktığı (ya da çıkarıldığı) için, tüm yetkiler (O) tek kişide toplandığına göre.. Memleket tam da tahmin ettiğimiz gibi, bir OHAL ÜLKESİ haline geldiğine göre.. Deniz kenarında bira içti diye kadınların gözaltına alındığı bir “yere” vardığımıza göre..
Leyla Alaton, çabasının karşılığını almış olmalı.
Aferin ona.
Endişe etmesin. Kafa atmak, mecazdan ibaret. Böyle bir şeye kalkışacak değilim. Elbette “ben ne yaptım” diye kendi kafasını bir yerlere vurursa, onu bilemem.
Sadece..
Bu “apaçık” mektubu okursa veya okumuş birinden duyarsa şunu bilmesini arzu ederim.

                                                                             • • •

Hukuk tarihi adına okuduğum her şey, bana şunu -yeniden ve yeniden- göstermiştir. Hukuk, hem sınıfsal bir meseledir hem de insanlığın yolculuğundaki trajik süreçleri anlatır.
Örneğin, bir zamanlar 10-12 yaşındaki çocukları bile -mesela beyin arazisinde sülün avladı diye- idam etmişler. O zamanlar, ne herhangi bir yargıç ne de herhangi bir “bey” bunu yadırgamamış. Sonra, birilerinin yürekli mücadelesi sayesinde bu vahşet, tarihin çöplüğünü boylamış.
Geçmişe gitmeye bile gerek yok. Günümüzde, Leyla Alaton gibi başı açık, evlilik dışı ilişki konusunu “tabu” olarak görmeyen kadınlar “şeriat” gereği ölümle cezalandırılıyor. Hani şu benzemeye çalıştıkları ülkelerde.
Yok! Leyla Alaton’un başına böyle bir felaket gelecek değil elbette. En azından şimdilik.

Ama bu ülkede bazı kadınların ve erkeklerin başına çağ dışı / vicdan dışı / adalet dışı şeyler geliyor.
Nuriye ve Semih örneğin.
Perşembe günkü duruşmaya “götürülmediler”. Ankara İl Jandarma Komutanlığı, Nuriye ve Semih’in “personel yetersizliği” ve “oluşabilecek sağlık sorunları nedeniyle” duruşmada hazır edilemeyeceğini bildirdi.
Efendim, duruşma salonuna merdivenle ulaşılabiliyormuş. Nuriye ve Semih yürüyemiyormuş. Dolayısıyla tekerlekli sandalye ile çıkartmak gerekiyormuş. Zormuş. Kaldı ki, duruşma salonu, iki sanığın sağlık durumları açısından elverişli değilmiş.

Leyla Alaton, bir iş kadını olarak hukukla ilgilenmiyor olabilir. Anlatayım. İngiltere’de ta 1679 yılında çıkartılan bir yasa var: Habeas Corpus Yasası.
Habeas Corpus (latincedir) kabaca “bedeni / hakkı var” anlamına gelir.
Yasa, insanların, mahkemeye bile çıkmadan yargılanıp hapse / ölüme mahkum edildiği bir dönemde, tarihi bir adımdır.
O günlerin hukukçuları demiş ki “İnsanın mahkemeye gelmesi, duruşmaya bizzat katılması, kendisini savunup tutukluluğa itiraz etmesi HAKKIDIR”.
Sene 1679, hanımefendi.

Sizin var gücünüzle var etmeye çalıştığınız Türkiye’de, sene 2017.. Nuriye ve Semih mahkemeye götürülmedi. GÖTÜRÜLMEDİ.

Dedim ya, kafa falan atacak değilim. Ama izninizle en azından bu mektubu başınıza çalabilir miyim!!!

Sincerely yours!

Not: Eklemeye gerek var mı bilmiyorum. Nuriye ve Semih sağlık nedenleriyle mahkemeye götürülmedi, ama mahkeme onlar için “tutukluluğa devam” kararı verdi!!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

 

15 Eylül 2017 Cuma

Faşizme muhalefet potansiyeli - KORKUT BORATAV

İslamcı Rejime “Yumuşak” Geçiş
“Akıl için yol birdir…”  Bu özdeyişin güç koşullarda “sosyalist akıl” için geçerli olduğunu düşünüyorum.
Örneğin İslamcı faşizme geçiş sürecini en erken algılayanlar sosyalistler oldu. “İslamcı”  nitelendirmesinde çekinceler oluştu; ama, “otoriterleşme, tek adam yönetimi” gibi teşhislerin yetersizliğinde birleşildi.  Sermayenin ve emperyalizmin genel çıkarlarıyla tam uyum sağlayan; iktidara kalıcı olarak yerleşmeyi şiddet yöntemleriyle, anti-demokratik yasalarla güvence altına almayı hedefleyen  bir baskı rejimi faşizmdir.


Son on dört  ayın OHAL/KHK düzenlemeleri ile bu baskı rejimi, adım adım yerleşmektedir.
Bu süreç içinde  AKP’nin stratejisinde bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. İslamcı rejime, küçük, iddiasız adımlarla (adeta “çaktırmadan”) geçmek daha güvenli görülmüş olsa gerek. KHK düzenlemeleri, yönetmelik revizyonları, merkezî/yerel yönetimlerdeki (müftülere nikah yetkisi, okullara mescit, yeni eğitim müfredatı, Cuma namazına uyarlanan mesai, kadınlara ayrı otobüs gibi) kimi uygulamalar örnektir.

Bunlara resmî çevreler tarafından açıkça sahiplenilmeyen  sembolik (heykel kırma, “dekolte” kadınları taciz gibi) saldırılar eklenmelidir. İktidar ile “muteber” cemaat / tarikat çevreleri arasında örtülü-açık işbölümü, işbirliği, eşgüdüm akla geliyor.

Mevzuatta, yargı içtihadında, uygulamalarda  küçük revizyonlar, hukuk sistemini fiilen  şeriata yaklaştıracaktır. Sokaklardaki yobaz baskıları, resmî dairelerde yaygınlaşan ayrımcı uygulamalar, insanlarımızı “belâya bulaşmamak, rahat etmek” için İslâmî hayat tarzına sürükleyecektir.
Bu dönüşümler,  hukukî, toplumsal ve güncel hayatın fiilen veya kurumsal olarak kalıcı öğeleri haline geldiğinde; bunlara alışıldığında rejim de değişmiş olacaktır.
İslamcı bir anayasa metnine gerek yoktur.

Anayasa Referandumunu Hatırlayalım
Bu programın kritik bir zafiyeti var: İktidar, programın gerçek amacını açıklamaktan kaçınmaktadır. Açıklansaydı, kabul görmeyeceğinin farkındadır. Zafiyet, programın kendisidir. AKP, bu yüzden gerçek gündemini, programın kritik aşaması olan Anayasa Referandumu sırasında itinayla gizledi. Anayasa revizyonunun, “Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen karanlık güçlerin, terörün yenilgisi”; “millî birlik, beraberliğin sağlanması”; “Türkiye’nin güçlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması…” gibi yüce amaçlar için yapıldığını ileri sürdü.
Ana muhalefet ise “otoriter rejim” vurgulamasına odaklandı. “Hangi amaçla, neyi gerçekleştirmek için…” sorusunu yanıtlanmadı.

Referanduma sunulan 18 maddelik anayasa taslağı, aslında iki stratejik hedef üzerinde odaklanmıştı.
Birincisi, İslamcı bir rejime geçişin hızlandırılması; ikincisi, Türkiye’yi yönetecek olan Cumhurbaşkanı’na süresiz dokunulmazlık sağlanması… Rejim değişikliği, Cumhurbaşkanı’nın hemen hemen sınırsız yetkileri sayesinde gerçekleştirilecektir.

On dört aylık OHAL/KHK düzeni, 2019 sonrasında Cumhurbaşkanı’nın neler yapabileceğine dair  ipuçları verdi. Bunları iki yıl sonrasına taşıyın; İslamcı düzene yumuşak (“çaktırmadan”) geçiş yöntemlerini genişletin; rejim değişikliği hızla  gerçekleşmiş olacaktır.
Meclisi feshetme yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın süresini uzatma  imkânı da sağlamaktadır. (Madde 11 ile 1982 Anayasası’nın değiştirilen 116. maddesi).  Süreleri üst üste ekleyebilen herkes farkındadır ki, bu düzenlemeler, bugünkü Cumhurbaşkanı’na (belki de) ömür-boyu dokunulmazlık sağlayabilmektedir.

Niçin süresiz dokunulmazlık? Aralık 2013’te açığa çıkan ve AKP’nin zirvesinden kaynaklanan yolsuzluk dosyaları, belgeleri, TBMM’de iktidar partisinin oylarıyla ört-bas edilmiştir; ama kapatılmamıştır. Süresiz dokunulmazlık arayışlarının bu bilançoyla ilgili olduğunu (başta AKP’liler) herkes biliyor.

“Seçilmek şartıyla…”  diye itiraz edilebilir. Ancak, 2015’te hükümete biat eden YSK örneği ve süregeleceği anlaşılan OHAL/KHK rejimi altında hesap budur.

AKP Programının Zafiyeti
Yukarıdaki kritik tespiti tekrarlayayım: Cumhurbaşkanı ve AKP kadroları, sözünü ettiğim İslamcı rejime geçiş ve süresiz dokunulmazlık hedeflerinin açığa çıkmasını istemediler.
Sonraki iki yıla da bakınız: İslamcı rejime geçişi açıkça, adını koyarak savunamıyorlar. Cumhuriyetçi tepkiler sertleştikçe ya geri çekiliyorlar; ya da “yanlış yorumluyorsunuz, önemsizdir” tevillerine geçiyorlar. “İslâmî sokak baskısı” açıkça benimsenemiyor; “bizimle ilgisi yok” diye geçiştiriliyor.  Fırsat doğduğunda, belki farklı kapsamda yeniden deniyorlar.
Niçin böyle? Çünkü, Türkiye toplumunun çoğunluğunun, hâlâ Cumhuriyet değerleri ile barışık olduğunun farkındalar. Halk Müslümanlığı’nın, siyasî İslam tarafından fethi, henüz tamamlanmadı. Referandum öncesinde CHP’nin, “Cumhuriyete, laikliğe, Atatürk’e karşısınız; İslamcı rejim istiyorsunuz …” suçlamalarından uzak durması onları rahatlattı.
Fark ettiler ki, Cumhuriyet ilkelerine dayalı bir muhalefet sürdürülseydi, Anayasa taslağının açık-ara reddedilmesi olasıydı.
“Dokunulmazlık” öğesinin yolsuzluklarla bağları ise, “17/25 Aralık FETÖ tezgâhıdır” söylemiyle bir süre gündem dışında tutulabildi. Zafer Çağlayan’ın New York Federal Mahkemesi’nde sanıklığı, iktidarı paniğe sürükledi; şamatayla geçiştirilmesi güçtür.

Anti-faşist Muhalefet Potansiyeli
AKP stratejisinin başarısı, açığa çıkarılmamasına, teşhir edilmemesine bağlıdır. Halk çoğunluğu, bu iki ayaklı programa onay veremez.

Yolsuzluklara karşı çıkmak, “yurttaşlığın icabıdır”; normaldir. Ancak, yurttaşlık bilincindeki aşınmayı ve suçlamaların “FETÖ tertibi, dış komplolar” türü söylemlerle sulandırılmasını önlemek gerekir.
Cumhuriyetçilik ise, İslamcı faşizme karşı muhalefetin doğal, birleştirici öğesidir.
Bu iki öğeden oluşan muhalefet potansiyeli güçlüdür; ama, fazlasıyla yaygındır, rengârenktir; bazıları kavgalıdır.
“Vatan bölünmez” ilkesini, anti-emperyalist konumlar ve bağımsızlık tutkularıyla birleştiren sert milliyetçi renkleri ve Kürt hareketinin demokrat, laik öğelerini içerebilir.  Aydınlanmacılar, sosyalistler, radikal, katıksız demokratlar,  İslamcılığa savrulmamış liberaller buradadır. Büyük çoğunluk, Alevîliği de kapsayan Müslüman kimlik taşımaktadır. AKP-dışındaki İslamcı siyaset çevreleri bu blokun dışındadır.
Bu kalabalıktan, karmaşık yelpazeden etkili bir muhalefet platformu çıkabilir mi? Çıkarsa, AKP programı önlenebilecektir.

CHP’nin Özgünlükleri
İdeolojik akımlardan partilere geçtiğimizde CHP ayrıca önem taşır. Bu partinin, örgüt tabanı, üyeleri, seçmenleri, milletvekillerinin çoğunluğu, aydınlanma ve Cumhuriyet değerlerine ödünsüz sahip çıkar. Bu özellikleri güncel siyasete taşıyan bir CHP, İslamcı faşizmi frenleyecek olası bir platformun önemli  bir öğesi olur.

İslamcı rejime ve yolsuzluklara karşı çıkan bir muhalefet platformu, CHP’nin doğal, geleneksel çizgisidir. Ne var ki Parti’nin üst yönetiminde sıkıntı vardır. İslamcı cephenin saldırıları karşısında  “savunma refleksleri” oluşmuştur; bir türlü aşılamamaktadır. AKP muhalifi İslamcılarla bir “demokrasi ittifakı” ısrarla aranmaktadır.
Çok sayıda örnek var. İkisine değinmekle yetineyim.
İlk örnek,
CHP’nin Eğitimin Üç Şartı: Bilimsellik, Adalet ve Laiklik başlıklı 7 Eylül çalıştayı ile ilgilidir. Çalıştay başlığı, İslamcı faşizme muhalefette doğru teşhisi içermiştir. Bildiriler, katkılar, AKP’yi savunmaya zorlayacak çizgidedir.
Ne var ki, çalıştayı uzunca (altı sayfalık) bir sunuş ile açan Genel Başkan, konuşma metninde, “laik” ve “laiklik” sözcüklerini bir  kez bile kullanmamıştır.
Beşerî sermayenin, öğretmenlerin  önemi, eğitim reformunda uzmanların rolü, özel okulların sorunları, köy enstitüleri” gibi  önemli konulara değinmiştir; ama, çalıştayın üç ana konusundan biri olarak ilan edilen laiklik kavramından, sözcük olarak dahi uzak durmuştur.  Anlaşılan Genel Başkan, birkaç yıl önceki “laiklik tehlikede değildir” görüşünü hâlâ korumaktadır.
İkinci örnek,
Adalet Yürüyüşü’nden sonra Kılıçdaroğlu tarafından okunan Maltepe Manifestosu ile ilgilidir. Burada, en azından, “eğitimde laiklik ilkesinin aşındırılmasına son verilmeli” talebi yer almaktadır. Ne var ki, bu değinme, laikliği, “din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi” olarak gösteren bir tuhaf ifadeyle birlikte yer almaktadır.  
Dahası, bugünün ortamında laiklik talebi, eğitimle sınırlı olamaz. Devletin, kamu yönetiminin, toplumsal ilişkilerin  ve günlük hayatımızın din kurallarından ve baskısından arındırılması gündemini kapsar. “Din ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde anlaşılan bir laiklik anlayışı ise, İslamcı doktrinin tipik bir aldatmacasıdır.

Muhalefet Potansiyeli Nereye?
AKP’nin stratejik hedefleri dikkate alınırsa, anti-faşist potansiyelden hareket eden ortak bir mücadele platformu sadece iki öğede birleşebilir: Cumhuriyetçilik ve devletin yolsuzluklardan arındırılması…
Bu türden bir platformda birleşen çeşitli akımlar, bu muhalefet gündemiyle sınırlı kalamaz. Türkiye siyasetine ayrıca, kendi programları doğrultusunda da müdahale edeceklerdir.
Örneğin sosyalistler, OHAL’i emekçilerin tarihsel kazanımlarını tasfiye için bir fırsat olarak kullanan sermaye çevrelerini teşhir edecek; AKP’nin Orta Doğu saldırganlığının emperyalizmle yakın işbirliğinden kaynaklandığını hatırlatacak; iç ve dış sermaye çevrelerinin yeni bir “ılımlı İslam” arayışına karşı çıkacaktır.

En azından ümit edelim ki bu önemli ayrışmalar, İslamcı faşizmle mücadelenin ayrı ve ortak bir platform içinde başlatılmasına engel değildir.

Korkut Boratav / SOL

Öğretmen - MÜSLÜM GÜLHAN

Mesleğiniz?” sorusuna, “öğretmen” olarak verilen cevabın içindeki onur ve kıvancın karşılığı çok üst seviyededir.


Emeğin kutsallığının ortaya koyduğu bir seviyeden bahsediyorum… Ve bir duruşun ifadesidir.
Mesleğin hammaddesi insansa ve hele hele çocuk olunca, eserlerinin tamamı ete kemiğe bürünmüş bir sanatçıdan bahsediyorum…
Bilime ve bilgiye olan inancın korunması kararlılığı nedeniyle bedel ödemenin vicdanından bahsediyorum…
Yaşam içindeki birikimler sayesinde herkes kendi heykelini yontmaktadır. Bu sürecin içerisinde, heykeli yontmak için kullanılan aletlerin ne olduğunu ve heykelin hangi maddeden yapılması gerektiğinin tüm detaylarını öğretmenin temel öğretileri ve eğitimi sağlamaktadır. Bunlar kişiden kişiye farklılık gösterir. Süreç içerisinde bunların ayrımına varmak ve şekli netleştirmek alınan bu öğretilerin yansıması olur.
Bu yüzden mesleğin gerçek tanımını yaparken: Akıl ve vicdanın ete kemiğe bürünmüş halidir, demek gerekir. Aklın temelini “bilgi”, vicdanın temelini de “meslek ahlakı” ve “etik değerler” almaktadır.
Dünyaya gelmiş olan küçük bir çocuğun en önemli talebi; yaşama tutunmak için gerekli olan boşlukları doldurmaktır. Bunlar, fiziksel anlamadaki gelişimiyle, zihinsel anlamadaki gelişimini karşılayacak ve tatmin edecek taleplerdir. Çocuğun talepleri: almaya sonuna kadar açık olduğu doğru, yeni bilgilerdir.Tüm bu ihtiyaçların formatını belirleyecek olan kişinin öğretmen olması, bir tesadüf değil bir sorumluluktur. Zaten bu sorumluluğu alma talebi, bu mesleğin kendisini oluşturur.
Ama öğretmen de bir insandır! Onun da yaşama karşı bir tepkisi vardır ve bu tepkileri belirleyen donanımlar onu da normal makul bir insan kılmaktadır. Dünyayı algılamakla ilgili düşüncelere sahiptir.
Sabah kalkıp giyinip, kahvaltısını yapıp, yola çıkıp okula gelene kadar koşullar onun içinde aynıdır ve o da aynı koşullara bir takım tepkiler vermektedir. Diğer tüm insanlar gibi…
Nereye kadar?
Ta ki o ‘kara tahta’nın önüne geçene kadar!
Mesleğin kutsallığını ortaya koyulduğu yerdir o ‘kara tahta’nın önü…
Çünkü yaşama tutunmak için talepleri olan ve boşluk içinde bulunan çocukların, bu ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğu işte bu noktada mesleği kutsal yapmaktadır.
Neden mi?
Vereceği bilgiyi saf, temiz ve objektif biçimde verme zorunluluğu kutsallığın kendisini ortaya koyar. Buradaki değer, bilginin bilimsel öz yapısının bozulmadan verilmesi için aklın ve vicdanın birlikte hareket etmesidir.
Öğretmenin dünya ile olan kişisel diyaloğu o kutsal alanda son bulmaktadır. Artık o alanda sorumluluğu başlar…
Tabii bu ortamı sağlayacak olan sistemden öğretmeninde talebi olacaktır: ‘Kara tahta’nın önünde özerkliğine sahip olma isteği bunların başında gelmektedir. Bu bilgiyi özgürce ve doğru sunmak için zorunlu taleptir.
Bunların sağlanması için sistemin, Sayın Prof. Dr. Selçuk İpek’in söylediği gibi “adil” ve “özgür” olması gerekir.
Eğitim bir süreçtir. Sonuçları sadece bir çocuğu değil, toplumu, ülkeyi ve dünyayı ilgilendirir.
Bir bebekten katil yaratma sendromunun altında yatan gerçeklerle, bir bebekten Einstein yaratma gerçekleri eğitim sistemi içindeki koşulların sağlamlığının veya sakatlığının ortaya koyduğu sonuçtur.
Öğretmen vicdanının içinde sadece kendine ait ve topluma ait ahlaki değerler yoktur. Tüm dünyada geçerli olan etik değerlerde bulunur ve bulunmak zorundadır.
Bilginin evrenselliği aynı zamanda öğretmenlik mesleğinin de evrenselliğini ortaya koyar. Bilgiyi sunma şekli ve bilimsel gerçekliğinin kaybolmaması tamamen mesleki etik değerlerin içinde bulunur. Dünyadan kopuk, dogmatik bir eğitim sistemi ve bir öğretmenin bu sistemin bir parçası olarak bunları uygulama zorunluluğu veya isteğinin ortaya koyacağı sonuçlar çok ağırdır.
Müfredatların bir geçerliliğinin kalmadığı dünyada çocuğun, keşfetme ve yetenek gelişimi üzerine kurgulanmış öğrenme çabukluğu, ister istemez öğretmenin değişim için şartlara ayak uyduracak veya kendisinin şartları değiştirme isteği entelektüel birikim ve metotların araştırılmasını zorunlu kılar.
Bu noktadaki araştırma talebinin zaman olanağı ve bilgiye ulaşma çabukluğunu sağlayacak koşul, öğretmen için özgür bir ortamın içinde üretkenliğin sağlanmasıdır.
Bu koşulun sağlanması öğretmen tarafından istenilen kişisel bir talep değildir. Dünyaya entegre olma kaygısı içinde olan ve rekabet koşullarının sağladığı avantajdan yararlanmak isteyen tüm ülkeler için zorunluluktur. İnsan yetiştirmenin sorumluluğu, kişisel veya yöresel bir talebi karşılamak için ortaya konulan bir çaba değildir. Aksine, dünyaya ait olma kararlılığının üretkenliğidir.
Tüm konuşmalar ışığında Almanya’dan, Finlandiya’dan ve İngiltere’den birer öğretmen ile Türkiye’den bir öğretmenin okula gelişini, okul içindeki özerkliği ve özgürlüğünü, araştırma çalışmalarını ve okuldan çıkıp eve gidiş zaman dilimlerini düşündüğümüzde ortaya nasıl bir tablo çıkar?
Hele günlerden de ay sonuysa!
Düşünelim…
Yeni öğretim yılında tüm öğretmen arkadaşlara başarılar diliyorum.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

Ve koca bir ülke utanca hep birlikte katlanır... - MİNE SÖĞÜT

Art niyetli iktidarlar egemenliklerini korumak için yeryüzünün en tehlikeli dilini, kini ve nefreti fütursuzca kullanırlar.
Hükmettikleri kalabalıkları birbirlerine düşman ederek, yarattıkları karmaşada hedeflerine doğru yol alırlar.
Sonra bir gün birileri cenazelere saldırmaya başlar.
Cesetler mezarlardan çıkarılır, insanlar ölülerini bile kaçırmak, saklamak zorunda kalır.
Ve koca bir ülke utanca hep birlikte katlanır. 
 
İktidardakiler diledikleri kadar durumu kınasınlar, yapılanı gayri insani bulduklarını açıklasınlar, bu konuda asla samimi olamazlar.
Çünkü bugün o mezarlıkta yaşananların müsebbibi doğrudan onlar.
Daha dün, şaibeli bir darbede hayatlarını kaybedenleri, ne olup bittiği anlaşılamadan suçlu ilan ettiler.
Onları apar topar “hainler” mezarlığına gömdüler.
Cenaze namazlarının kılınmasına bile izin vermediler.
Ölüler üzerinden inşa edilmiş bir dille yaptıkları sivil darbenin zeminine özene bezene kinden ve düşmanlıktan taşlar döşediler. 

 
Bugün yaşananlar işte o meşrulaştırılmış kirli zeminin üzerinde vuku buluyor.
Hukukuyla birlikte bağışıklık sistemi de çöken bu ülkede yaşayanlar...
Kürt ya da Türk, Müslüman ya da inançsız, kadın ya da erkek, politik ya da apolitik, ölü ya da diri...
Biliyoruz ki, artık akla gelebilecek her türlü tehlikeye ve şiddete açıklar.
Laikliğe diş bileyenlerin haklarının yendiğini, onlara da iktidar şansı vermenin demokrasi adına elzemliğini tartışa tartışa kendi kendilerini diskalifiye edenler;
Boş kalan o alanı kimlerin nelerle dolduracağını hiç düşünmedikleri ve bu ideoloji iktidara çöreklenirse, ondan sonra nasıl bir ülkede yaşayacaklarını hiç umursamadıkları için bugün bir sürü utançla baş etmeye çalışıyoruz. 
 
Kefen edebiyatıyla kendisini ifade eden bir iktidarın ahlakında ve adaletinde hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Oysa her şey en baştan belliydi.
Tabii ki tarifi doğru yapılmadan iktidara teslim edilen Kürt sorunu çözülemeyecek aksine elimizde patlayacaktı.
Tabii ki milli eğitim evrensel bir eğitime değil doğrudan dini eğitime dönüştürülecekti.
Tabii ki adaletin elindeki terazi bozulmakla kalmayacak bir de yerini iktidarın çivili sopasına terk edecekti.
Ve tabii ki nihayetinde içimizde ve dışımızda mide bulandıran çirkin savaşlar çıkacaktı.
İnsanları ölülerini kaçırmaya mecbur bırakanlar, onlara hakaret edenler, onları tehdit edenler, toplumda hızla egemen olan o korkunç zihniyet istenildiği kadar soruşturulsun, cezalandırılsın, kınasın...
İsterlerse hepsini hapse atsınlar; ülkeden atsınlar, başlarından atsınlar.
Bir anlamı yok.
 
Ülkenin bu noktaya gelmesine neden olanlar iktidarda kaldığı sürece bu tehlikeli iklim değişmeyecek.
İktidarın hedefindekiler bu coğrafyada bundan sonra ölülerini bile toprağa huzurla gömemeyecek.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Amin alayı ile yapay zekâ -ÖZLEM YÜZAK

Stanford Üniversitesi’nden bilim insanları, bir bireyin 5 farklı fotoğrafını analiz ederek cinsel yönelimini yüzde 90 oranında bilen yapay zekâ geliştirmiş... iPhone kamerasının yüz tanıma özelliği yapay zekânın geldiği noktayı özetliyor.

 
Artık yüz tanıma tekniklerinin yapay zekâ algoritmaları ile birleştiği ve bireyin fotoğrafından bile sağlığından tutun ruhsal durumunun, suç analizinin yapılacağı bir çağın içindeyiz... 
 
Aynı çağın içinde... Eyüp Belediyesi gururla açıklıyor. Okula yeni başlayan miniklere okul korkularını yenmeleri için, Osmanlı’da “amin alayı” diye bilinen bir geleneği yeniden yaşatacaklarmış. Osmanlı’da amin alayında çocuklar sabah namazının ardından pırıltılı taşlarla süslü elbiseler giydirilerek faytonlarla camiye götürülür ve dua etmeleri sağlanırmış...
Aynı çağın içinde... Ders kitaplarında “Erkeğin okumuşu kadı, kadının okumuşu cadı olur” tarzı bilgiler olabiliyor. 
 
Bu hafta peş peşe iki önemli rapor açıklandı. Biri OECD’nin her yıl yayımladığı “Bir bakışta Eğitim: 2017” raporu, diğeri Dünya Ekonomik Forumu’nun 2017 Küresel Beşeri Sermaye raporu. Vurgu her ikisinde özetle şu; geleceği inşa etmede nitelikli insan kaynağının ve eğitimin önemine dikkat çekiliyor. Hangi ülkeler ilerleme sağlamış, hangileri gerilemiş, ülke politikalarının, ayrılan kaynakların etkisi nasıl olmuş vs... 
 
Gelelim bize... İşsizlik ve eğitimsizlikte şampiyonuz. Mesleki ve örgün eğitimin dışında olan ve herhangi bir işte de çalışmayan gençlerin oranı yüzde 33. Kadınların ise neredeyse yarısı (yüzde 46) bu şekilde. Okula gitseler ne olacak diyeceksiniz... Açıklanan yeni müfredatla daha iyi olmayacağı aşikâr. 
 
Eğitim raporunda yine çağın gereği STEM (fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) eğitiminin önemine dikkat çekiliyor ve ilginin arttığı vurgulanıyor. Türkiye ise; yükseköğretime yeni başlayanlar içinde STEM alanlarını seçenlerin oranında OECD sonuncusu. 
 
15 yaş öğrenci grubunda başarı seviyeleri ve yetenekleri en düşük seviyeli ülkeler grubunda yine Türkiye sonlarda... Brezilya, Costa Rica ve Meksika ile birlikte. 
 
Beşeri sermaye raporunda önemli bir vurgu var. Dünyada küresel eşitsizlik sorunsalının özünde yetenek krizi yattığı. Doğru ve nitelikli insan kaynağı yetiştirebilen ülkelerin bu kıskaçtan daha kolay kurtulabildikleri belirtiliyor. 
 
Eğitimi hallaç pamuğuna çeviren, laik çağdaş değerlerden hızla uzaklaştıran AKP iktidarına tek bir sorum var: Çocuklarımıza dünyadaki akranlarıyla rekabet edecek becerileri kazandırabiliyor musunuz? 15 yıllık iktidarın tek övünç kaynağı bugüne kadar inşaat oldu. Ona da itiraf niteliğinde bir açıklama bizzat kendilerinden geldi. 
 
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk geçen haftaki Ar-Ge zirvesinde bakın ne dedi? “Türkiye’de proje yapma kabiliyetimiz yok. Biz mühendislik yerine, yüksek binalar dikerek hamallık yapıyoruz. Dünyada inşaat sektöründe dördüncü sıradayız, deniyor ancak bina teknolojilerimizin tamamı yabancı. Yani hamallıkta dördüncüyüz. Tartışmamız gereken asıl konu bu. Ar-Ge’nin gelişmesi için temel kritik nokta mühendis yetiştirmemiz...”
Bir yerde amin alayı, diğer yerde yapay zekâ... Yönümüzü belirleyecek olan işte tam da bu nokta...

Özlem Yüzak/CUMHURİYET

14 Eylül 2017 Perşembe

Çocuklarımızı din dersine sokmuyoruz - İLKER BELEK

Aydınlanma Hareketi uzun zamandır zorunlu din dersine karşı mücadele veriyor. Bunun için hukuksal bir algoritma hazırladı. Velilerin bu algoritmayı izleyerek dava açmaları ve hatta davalarında kendi avukatlıklarını yapmaları bile mümkün. Açılan davalar kazanılıyor da.
Ben hep din siyasettir diyorum. Çocuklara öğretilmesinin de siyasi bir faaliyet olduğunu, çocuğun doğuştan itibaren tam anlamıyla yaratıcı, bilimsel bir şekilde işleyen beynini korkularla doldurmak anlamına geldiğini düşünüyorum.

Eğer bir insanın beyni bu şekilde işleniyorsa biliniz ki o insanın aklını kullanmaması ve kul köle olması istendiği içindir.
Üstelik bütün psikolog ve psikiyatrların üzerinde uzlaştıkları gibi dini konuların içeriği şiddetle, korkularla, tehditlerle doludur ve bunun çocuk dünyasında yaratacağı tek şey travmadır. Ama zaten dinin hedefi bu travmayı yaratmak değil midir? Travma kalıcı izler bırakır. O izler korkulara, korkulması gereken öznelere ilişkindir ve dinin insan dünyasında kalıcı olması da ancak böyle sağlanır.

Çocuğunun bu tür şeylere maruz kalmasını istemeyen her anne babanın, özellikle cihat gibi konuların da artık eğitime dahil edilmiş bulunduğu günümüzde yapacağı tek şey çocuğunu din eğitiminden korumaktır.

Ama öyle olmadığı da görülüyor.

Çeşitli gerekçeler var. Açılacak davanın kazanılmasıyla çocuğun din dersine girmemesinin kendisini yalnızlaştıracağı endişesi gibi.

Diğeri ise din dersine girmeyecek çocuğun hayatı için çok önem taşıyan kimi sınavlarda din dersi sorularını ya da din dersi soruları yerine daha zor olduğu düşünülen felsefe gibi alanların sorularını yanıtlamak zorunda kalacağı ve başarısının düşeceği endişesi.

Din dersine girmeyen çocuğun yalnızlaşacağı, arkadaşlarına durumunu anlatmakta sıkıntı çekeceği, ders saatleri içinde boşalan o saatini nasıl ve nerede değerlendireceği gibi sorular gerçekten de önemli.

Ancak yalnızlığın karşısına konulan toplumsallaşma, sosyalleşme dinamiğinin hangi ortamda gerçekleştiği, o sosyalleşmenin hangi mekanizmalar, mesajlar ile şekillendirildiği gibi sorular önemsiz mi?

Dinin emirlerini yerine getirmediğinizde günah işlemiş olursunuz, gideceğiniz yer cehennemdir, orada sonsuza kadar yanarsınız mesajlarının sağlayacağı türden bir “sosyalleşme” midir istediğimiz?
İyi ve doğru olmayı sağlamanın yolunun tehdit, korku salmak olarak belirlendiği bir ortamda “sosyalleşecek” çocuklarınız sosyalleşmiş mi yoksa sinmiş, ürkekleşmiş mi olacak?
Üstelik diğer velilerle birlikte hareket etmeyi başardığımızda yalnızlaşma sorununu da aşmış olmayacak mıyız?

Eğitim insana küçüklüğünden itibaren aklını kullanmayı ve eşit bir toplumsal düzenin oluşturulmasına katkı sunmayı öğretmeli. Çocuklukta tehditle şekillendirilmiş insan benliğinin otoriteryen bir kişilik yapısına doğru evrileceği açık değil mi?

Hangisi daha önemli: Çocuğumuzun din dersi saatlerinde yalnız kalması mı, dini zorunlu tutanların oluşturacağı kişilik yapısını kazanması mı?

Aslında konu ne biliyor musunuz? AKP’nin toplumu dinselleştirme yönündeki gerici operasyonunun sınırlarının ailemizin içine girmiş olması. Bizimle çocuğumuz arasındaki ilişkiye el atmış bulunması.
Çocuğumuzla bizim aramızda artık AKP var, gericilik var. Onları aramızdan çıkaracak mıyız, yoksa top mu yuvarlayacağız? Ve daha önemlisi burada duracaklarını mı sanıyoruz?

Gericiliğin bizi artık çok somut, bizzat kendi hayatımızı ilgilendiren kararlar almaya zorluyor olduğu bir aşamadayız. Ve bu hareketlenmenin çocuğumuzla aramızdaki ilişkiyi gerilimli hale getirecek olmasından endişeleniyoruz.

Aslında esas endişelenmemiz gereken konu gericiliğin çocuğumuzu ele geçirecek olması değil mi?
Kendisine din eğitimi sırasında uygulanan şiddetle büyümüş, dini kuralları çiğnemenin yaratacağı suçun ezikliğini içinde sürekli olarak hisseden, kendisini günahkar birisi olarak algılayan bireylerin, kazandıkları bu otoriteryen kişilik yapısını başka bireyler, eşleri ve kendi çocukları üzerine şiddetle yansıtacak olmaları gerçeği yanında, bu sıkıntıların ve sınav başarı düzeyinin bir derece düşecek olmasının lafı mı edilir?
Üstelik çocuklarımız felsefe sorularını neden çözemesinler?
Ya da “kayıplar” olacaksa bile çocuğumuzu kurtarmaya değmez mi?
Hiç kimse kusura bakmasın.
Mücadele edeceksek hayatlarımız etkilenecek, mücadele hayatlarımızı değiştirecek, biz hayatlarımızı kendi inandığımız doğrular doğrultusunda değiştireceğiz, bunların neden gerekli olduğunu çocuklarımıza anlatacağız.

Çocuklarımıza başka şeyleri de yaşları uygun düştükçe yine biz anlatacağız. Artık bunları okullarda öğrenemeyecekler. Hiçbir şeyin zamanını geçirmeyeceğiz. Bizim onlara anlattıklarımızı arkadaşlarına anlatmalarını da isteyeceğiz: Evrimi, ilk canlının, ilk insanın nasıl ortaya çıktığını, kadının nasıl gebe kaldığını, kendisinin nasıl dünyaya geldiğini, cinsel ilişkiyi, gebelikten korunmayı, cinselliğin, karşı cinsten birisiyle ilişki kurmanın suç ve/veya günah olmadığını, tüm doğmaların uydurma olduğunu, inandığımız gibi yaşamaya hakkımız bulunduğunu, dinin amacını, iddia edilenin tersine doğa üstü güçlerin hiç birisinin mevcut olmadığını, iyi insan olmak için korkmaya değil meraka, bilmeye ve paylaşmaya gerek olduğunu tüm açıklığıyla anlatacağız. Anlatırken yaratıcılığımız gelişecek, kendimize kendimiz bile şaşıracağız.

Bütün bunlar çok sıradan, çok insani şeyler olduğu için çocuğumuz büyük bir hevesle öğrenecek. Bizden öğrenmeyecekse kimden öğrenecek?
Kendimizi bu kadar mı güçsüz görüyoruz?
Çocuğumuzun bize karşı bu kadar mı güvensiz olduğunu düşünüyoruz?
Sahi başka türlü bu dönemde aydınlık nesiller yetiştirmek nasıl mümkün olacak?

Ve unutmayalım her çocuk doğduğunda kendi ölçeğinde şairane bir bilim insanıdır, sadece araştırır, onun dünyasında korkuların, şiddetin yeri yoktur, bütün bunlar öğretilen şeylerdir ve öğretilmelerinde dinin yeri çok belirleyicidir.

Korkular ve sömürü olmasa her çocuk mutlaka çok yaratıcı ve çok yönlü bir yetişkin olur. Korkuyu da sömürüyü de yıkacağız.

İlker Belek / SOL

S-400 füzeleri Erdoğan'ı koruyamaz - KEMAL OKUYAN

Erdoğan’a “gitme” diyen var. "Seni orada tutuklarlar”dan “korumaları da olmayacak, belli ki suikast planlanıyor” varıncaya kadar bir dizi iddia.

Gidilecek yer ABD, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yapılacağı New York. ABD’nin özel statüsü olan bir uluslararası toplantıda Erdoğan’ı Zarraf davasıyla bağlantılı bir biçimde alıkoyması pek olası değil elbette. Ancak önemli olan bu olasılığın yaygın bir biçimde konuşulmaya başlanması. Konuşanların bir bölümü gerçekten Reisi için kaygılanıyor, bir bölümü ise bunlar konuşuldukça Erdoğan’ın işinin iyice zorlaşacağını biliyor. Düşünsenize yurt dışına çıkması sakıncalı bir lider!
“ABD böyle şeyler yapmaz” diyemeyeceğimize göre ABD’nin böyle bir adımı atma olasılığını düşük görmemizin başka nedenleri var.

Bu olasılık düşük, çünkü pazarlık sürüyor.
Önemli badireleri atlatmayı beceren, hâlâ ciddi bir toplumsal desteğe sahip olan, hiçbir ilke tanımayan, 180 derecelik dönüşler yaptığında yandaşlarınca hiç sorgulanmayan, dini son derece etkili bir enstrüman olarak kullanan ve uluslararası sistemde yaşanan dağılmanın kendisinin biricik kurtuluş şansı olduğunu bilen biri Erdoğan.

Katma değeri yüksek; kiminle işbirliğine giderse ona ciddi olanaklar sağlayabilecek kartları elinde tutuyor. Ekonomik alanda bu kadar kuralsız bir yağmalama hakkı dünyada pek az liderde var. Bu kuralsızlık uluslararası tekeller için muazzam bir nimet. Üç tane büyük ihale bile güçlü emperyalist ülkelerin Erdoğan’ın tuhaflıklarını unutmaları için yeterli olabiliyor.

Geçmişte de böyleydi, şimdi de; bugün Erdoğan’ın Almanya ile girdiği sert polemik, Rusya’dan S-400 füze sistemlerinin alımı için varılan anlaşma ve ABD ile tırmanmaya başlayan gerilimin büyük  bir pazarlığın unsurları olarak görülmesinde yarar var.

Erdoğan açısından bu pazarlığın tek ama tek bir konusu var: Kendi güvenliği! Erdoğan tasfiye edilmemenin garantisini istiyor. ABD’de ve Almanya’da bu konuda “ciddi” olanların varlığından emin, yeni bir manevra ile bunu boşa çıkarmaya çalışıyor.

İstediğini alamazsa, Putin’e daha fazla yaslanacak! Yani, pazarlık masasından Putin’in koluna girerek kalkma olasılığı var.

Kısa gelgitler dışında bu çok zor. Türkiye ekonomisinin Almanya ve diğer NATO ülkeleri ile bağı nedeniyle zor; Türkiye’de ne kadar dağılsa da devlet kurumları ve bürokrasideki NATO gölgesi nedeniyle zor; AKP’nin içindeki Amerikancılar nedeniyle zor; Türkiye’nin ABD ve NATO için önemi nedeniyle zor.

Türkiye’nin NATO’dan kopması ancak bu zorlukların tamamından kurtulmaya kararlı bir devrimci iktidarla mümkün. Erdoğan ise hep söylediğimiz gibi bir devrimci değil; tersi geçerli!
Erdoğan aslında kurtulmak için Putin’e doğru yürüdükçe sonunu da hazırlıyor diyebiliriz.
Ancak yine de Erdoğan’ın kişisel kurtuluş kaygılarının bu uluslararası ortamda Türkiye’yi gerçek bir türbülansa sokması, dahası kaçınılmazlığını görürse kendi finalini ülkeyi savaşa sürükleyerek sahnelemesi olasılık dahilindedir.

ABD ve Almanya cephesi Erdoğan’ı yeniden yönetilebilir bir aktör haline getirmek için uğraşıyor, bu muhakkak. Ancak umutlarını büyük ölçüde kaybettikleri de açık. Özellikle dış politikada “korkak” Alman devletinin bütün kurumları ve bütün siyasi aktörleriyle Erdoğan’la dövüşmeye başlaması, yeni bir anlaşmanın çok ama çok güç olacağının kanıtı olarak görülmeli.
Ve adım adım kuşatıyorlar, bir açıdan kendi yarattıkları bu gerici siyasetçiyi. Her gün Erdoğan’ın ödemesi gereken fiyat daha da artıyor.

Ya Putin?

Putin Rusyası’nın aradığı kendi çıkarlarına mümkün olduğunca az zarar veren bir Türkiye’ydi. Bugünkü dengelerde Türkiye ile Rusya arasında bir müttefiklik ilişkisinde ciddi zorluklar vardı. Ancak Erdoğan’ın “kişisel kurtuluş” arayışı Moskova’yı pek hazır olmadığı bir durumla karşı karşıya bıraktı. Ancak herkes bilsin, Rusya bütün çamaşırlarına vakıf olduğu Erdoğan’ı bir noktadan sonra himayesine alamaz. Burda İslamcılık Putin’in en son dert edeceği başlıktır. Geçmişte Putin’in “laik” bir Türkiye’yi tercih edeceğini ben de düşünüyordum çünkü Rusya’nın kendi içinde ve yanı başındaki ülkelerde hep İslamcı hareketlerle başı dertte olmuştu. Dert doğruydu ama Putin’in “benim İslamcılarım” diyebileceği bir politika geliştirmeye başladığını unutuyorduk. Çeçenistan Rusya’nın bir parçasıdır ve bu bölge Putin’in adamı Kadirov’un liderliğinde şeriatçı bir iktidar tarafından yönetilmektedir. Oradaki karanlık Putin’in umurunda değildir yeter ki, ABD ya da Almanya’nın değil onun İslamcısı olsun.

Peki Erdoğan neden Rusya’nın yeni İslamcısı olmasın?

Dediğim gibi bu teorik olarak mümkündür, Putin’in ahlakı açısından da mümkündür. Ancak Putin ülkenin dinamik toplumsal kesimleri tarafından diktatörlükle suçlanan, Suriye’deki marifetlerine ilişkin dosyaları işportaya düşen, yolsuzluklarla başı dertte olan bir liderin hamiliğini yapacak kadar güçlü bir konumda değil.

Zaten Erdoğan bu saatten sonra kimseye güven vermemektedir. En önemlisi kendi ekibi artık Erdoğan’a güvenini yitirmeye başlamıştır.

Saat çalışmaktadır.

ABD Erdoğan'ın korumalarını elinden aldığı sırada S-400'ler için kapora verildi. S-400'ler Rusya'yı korur ama Erdoğan için bu silahlar çok yetersiz, hantal ve de tehlikeli. "Korumalarımı ver S-400'ü al" bile diyebilir!

Kendi bilir.

Peki bizim bildiğimiz nedir?

Halkımız eğer bu yazıya konu olan bütün uğursuz güçlerden bağımsız bir biçimde kendi işini kendi görmez, bu deli saçması karanlığa karşı bağımsız bir seçenek oluşturmazsa dünyanın derdi haline gelen Erdoğan sorunu, olanca ağırlığıyla ülkemizin emekçi insanlarının tepesine çökecektir.

Kemal Okuyan / SOL

Adalet için onur için - NAZIM ALPMAN

Hafta başında Silivri’de Cumhuriyet Davası vardı. Yarın da Ankara’da Nuriye Gülmen- Semih Özakça Davası’nın ilk duruşması yapılacak. İki eğitimci açlık grevlerinin 189. gününde yargılanmaya başlayacaklar.
Peki “suçları” ne?
İşlerine geri dönmeyi istemek!
Cumhuriyet Davasında yargılanan, bir yıla yakın süredir tutuklu olarak Silivri Cezaevinde tutuklu bulunan gazetecilerin “suçları” var mı? İddianameler ortada; 11 Eylül’de yapılan son duruşmada iddia makamı ile yargılama heyetinin sanıklara yönelik soruları da suçlamadan ziyade okur şikâyetleri ve dilekleri olarak dikkate alınabilecek türden yakınmalardan öteye gidemeyecek şeyler…
İddianameler çöktü ama yargılamalar ve tutukluluk halleri sürüyor.


Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’da da durum farklı değil. Açlık grevlerinin 75. günlerinde tutuklandıklarında savcılığın soruları, ortada suç olmadığının açık bir kanıtıdır:
“Ölümle ne gibi bir fayda sağlamayı düşünüyorsunuz?

Ortaçağda engizisyon mahkemelerinde ancak böyle akıl fikir sınırlarını zorlayan yargılamalar yapılabiliyordu. Bu yüzden o dönem “karanlık çağ” diye anıldı.2017 Türkiye’si ilerde acaba nasıl anılacak?
Yurt dışında, başka ülkelerde insan hakları ihlalleri meydana geldiğinde AKP iktidarı büyük bir telaş ve heyecanla harekete geçiyor. Birleşmiş milletleri, insani yardım kuruluşlarını harekete geçirmek için diplomatik temaslara başlıyor.
Hepsi iyi güzel…
Ama sormazlar mı, sen kendi ülkende olan bitene bakıyor musun?
Zaten soruyorlar da…
İktidar böylesi soruları duymazdan geliyor, ya da iddianamelerde bile olmayan suçlamalar ile propaganda malzemeleri kullanıyor.
Türkiye uluslararası alanda büyük bir itibar kaybı yaşıyor.
Bir bakanı yabancı ülkede mülteci muamelesi görerek sınır dışı ediliyor. Bir başka bakanı ise sanık haline getiriliyor. Sonuç olarak Türkiye’nin itibarından yontuluyor her şey.

Neden böyle oluyor?
Sınırsız iktidar gücü kendini her türlü denetimin dışında tutunca fazla uzun olmayan zamanda hiç beklenmedik itibarsızlık sınırlarına tosluyor.
Oysa zamanında parlamento denetimi yapılıp eğer suçluları varsa sorumluların yargı önüne çıkartılmaları gerekiyordu.
Vakti zamanında üzerlerine atılı suçlamalar bulunan ne kadar siyaset adamı ve bürokrat hepsi görevlerini bırakmak zorunda kaldılar.
Madem ki hepsi “temiz” görevlerine neden devam etmiyorlar?
Onların yerine suçsuz insanlar yangılanıyorlar.

Hafta başında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 37. yılı geride kaldı.
12 Eylül’ün en temel özelliği adaletsiz yargılamalardı. Bir de sıkıyönetim komutanlarının keyfi uygulamaları vardı.
Ünlü 1402 Sayılı sıkıyönetim kanunu ile üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı 120 kişi idi. Yazıyla da yazalım, yüz yirmi kişi…
Yeni Demokrasi getiriyoruz diye iktidarın sınırsızlığında yürüyenlerin döneminde üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı ne kadar?
Sekiz bin dört yüz yirmi yedi, bir de böyle yazalım: 8427!
12 Eylül 1980 ile 1990 arasındaki dokuz yılda hapishanelerde 52.000 kişi çile doldurdu.
2017’nin “özgür”, “demokratik” parlamentosu açık Türkiye’sinde 224 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların 69.301’i de öğrenci… Yani hapishanelerde onlarca üniversite kelepçelenmiş halde duruyor.

14 Eylül 2017 için tarih baba şunları yazacak:
“İnsanlar adalet ve onurları için ölümüne direniyorlardı! 

Nazım Alpman / BİRGÜN

Antifa - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD’de, liberal medya ve entelektüelleri, beyaz üstünlüğü hareketini, Nazi selamı verip Zieg Heil sloganı atan grupların yükselişini durdurmak için “her türlü yöntemi” kullanacağını söyleyen Antifa’yı mahkûm etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Obama yönetiminden Andy Slavitt, “aptallar, hayvanlar” sözcüklerini kullanıyor. Kaliforniya temsilcisi Nancy Pelosi, Alt-right’ın medyatik sözcülerinden, Milos Papadoupouls’un Berkeley Üniversitesi’ndeki konuşmasının iptal edilmesine yol açan eyleme katılanların tutuklanmasını istiyor. 

Antifa ise, “İlk tepkimiz hiçbir zaman şiddet değildir, ama şiddet, siyaset çantamızdaki aletlerden biridir” diyor. Gerçekten de, eylemlerinin çoğu olaysız geçen Antifa’nın, eğitim tartışma grupları olduğunu, Harvey kasırgası sırasında, felaket bölgesinde halkın yardımına koştuğunu görüyoruz. 

Antifa’nın tarihsel kökleri
Trump aday olduğundan bu yana etkinliklerini artıran faşist gruplara karşı sokak eylemleriyle dikkat çekmeye başlayan Antifa’nın tarihsel kökleri, 1930’lara, Nazilere direnen, Antifaschistische Aktion hareketine kadar gidiyor. Daha yakın dönemde, 1980’lerde, ABD ve İngiltere’de, punk grupların konserlerine saldıran ırkçı “dazlak” (skinhead) gruplarına karşı, sol eğilimli “dazlak” gruplarının savunma eylemleri Antifa hareketinin başlangıcı olarak görülüyor. 


Meydan işgal hareketleri, Trump’ın yükselişi, yemin töreni sırasında eylemleri yoğunlaşan Antifa’yı, medya hemen her zaman, bu hareketin içindeki anarşist Siyah Blok grubunun merceğinden görmeye çalışıyor. Gerçekteyse, Antifa içinde solun hemen tüm renkleri var; antifaşist eylemlere, liberal kesimden de katılanlar oluyor. 

Bu yıl, Antifa hareketi aniden medyanın gündemine girdi. ABD güvenlik kuruluşları Antifa’yı “yerli terörist gruplar” listesine aldılar. The Atlantic, CNN, New York Times, Antifa üzerine araştırma yazıları yayımladılar. Genel eğilimini Chomsky’nin de paylaştığı bu yazılar, Antifa’yı, kimi zaman şiddet de içeren eylemleriyle yeni sağ yükselişe hizmet etmekle, ifade özgürlüğünü engellemekle suçluyor.

‘Öz savunma’
Bu “provokasyon” suçlamalarına karşı, CNN’e konuşan bir Antifa temsilcisi “Bize karşı şiddet uygulayan, faşizmi savunan herkese karşı şiddet uygulamaya hazırız” diyor. Otuz yıldan fazladır ırkçılara, Nazi gruplara karşı mücadeleler içinde yer alan Scott Crow, Ölüm tehditleri aldım, bana silah çekildi, ben faşistlere silah çektim, onlarla kavga ettim, toplantılarına sis bombası attım... Bunlar hep birer öz savunma hareketleriydi” diyor. 

Merkezsiz, yaygın bir örgütlenme ağı üzerine yükselen Antifa’nın bir parçası olan Los Angeles Irkçılığa Karşı Eylem grubundan Michael Novic, The Independent’le konuşurken “Çok uzun zamandır şiddet, sağın eylemlerine aitti. Aslında şiddet toplumda her yerde var: Yoksulluk şiddettir, evinden atılmak şiddettir, polis gaddarlığı şiddettir, ırkçıların cinayetleri şiddettir... Şiddet ABD’de her zamankinden çok daha yaygındır” diyor, ekliyor: “Genel olarak antifaşistler özel olarak Antifa, insan haklarını, insan yaşamını savunmak için savaşıyorlar. Bu savaş geleceğin bilimkurgularına ait değildir, kimi zaman fiziki biçimler de alarak çoktan, başlamıştır.”
 
Charlottesville’de olduğu gibi “Siyah yaşamlar değerlidir” ile Antifa hareketi örtüşebiliyor. Gerçekten de Antifa web sitesine bakınca, antikapitalizme ve ırkçılığa karşı olmak birlikte savunuluyor. The Independent’in aktardığına göre “İstatistikler aşırı sağın şiddet içeren eylemlerinin son dönemde arttığını gösteriyor.” New York Times bir yorumuna “Amerikalılar korkutucu bir soruyla karşı karşıyalar: Vatandaşlarımızın birçoğu Nazi mi?” başlığını koyuyor. 

Antifa, “Bu şiddet içeren saldırılara karşı başvuracağımız resmi bir merci yok; çoğu zaman ırkçı, cinsiyetçi şiddetin bir parçası olan polise, yargıya güvenemeyiz. Onlar bizi Nazilerden koruyamaz” diyor.

Son G20 toplantısı sırasında Hamburg sokaklarında patlak veren olayların gösterdiği gibi, Antifa, yalnızca ABD’ye ait bir olgu değil, uluslararası bir hareket.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Malazgirt’te ne olmuştu? - SELÇUK EREZ

Son hafta, duraklarda Cumhurbaşkanı’nı elinde okla gösteren posterlere bakarak bekledik metroları, metrobüsleri. Sonra da Malazgirt Savaşı’nın yıldönümündeki demecini okuduk: Sultan Alparslan kimlerle mücadele etmişse biz de 15 Temmuz’da onlarla mücadele ettik” diyordu; sonra, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Sultan Abdülhamit, Gazi Mustafa Kemal Atatürk kimlerle mücadele etmişse biz de onlarla mücadele ettik” de dedi. 

 
Malazgirt’te kimin kimle mücadele ettiği konu edinildiğinde aklıma eski büyükelçilerimizden rahmetli Settar İksel gelir. Eski bir yazımda bahsetmiştim: Anadolu’nun tarihini, gittiği her yerden derlediği kitap ve belgelere dayanarak yazmıştı Settar Bey; yazık, bu eseri bastıramadan vefat etti.
Yaşamının son yıllarında tanıdığım bu engin bilgili elçimizden pek çok şey öğrenmiştim: “1071’de Malazgirt’te ne olduydu” diye sorduğumda eserinden bir bölüm okuyarak cevap vermişti:
“İki ordudan biri, Maveraünnehir (Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının arasındaki bölge; bugünkü Özbekistan’ın bulunduğu yer) kökenliydi. Alparslan’ın askerine Afşin kuvvetleri, Mervani Emiri’nin Kürt askerleri de katılmışlardı. Selçuklu ordusunda Araplar, Türkmenler, İranlılar, Deylemliler de vardı.
Diğer orduda kimler vardı?
Bizans ordusunda Yunanca konuşan Anadolulu askerler vardı. Normanlar, Uzlar ve Peçenekler de vardı. Bizans ordusunda 2-3 bin kişilik bir Türk birliği de vardı. Normanların ve Uzların alandan kaçmalarına karşı Türk birliği savaşın sonuna kadar Bizans kralının yanında vuruşmuştu.
Savaşı Maveraünnehir’den gelenler kazandı. Biz kazandık diyoruz.”
Settar Bey, konuyu şöyle sürdürmüştü:
“Sonra aradan yüzyıllar geçti, 1402’ye geldik: Ankara Savaşı’nda karşılaşan ordulardan biri yine Maveraünnehir kaynaklıydı: Timur’un ordusundaki askerlerin çoğu Türkçe konuşuyorlardı. Bu orduda İskitler, Partlar ve Ruslar da vardı. Yıldırım Bayezıid’in’ın ordusundaki askerlerin çoğu Türkçe konuşan Anadolululardı. Stefan Lazareviç kumandasında Sırp birlikleri de vardı, Mısırlılar da. Bu savaşı da Maveraünnehir’den gelenler kazandı. Biz kaybettik diyoruz.”
 
Öyleyse biz kimiz? 
 
Settar Bey şöyle yanıtlamıştı: “Bu savaşların kazananı da kaybedeni de biziz!”
Hangi padişahın kimlerle savaştığını, bizim bunlardan hangisiyle cebelleştiğimizi düşünmeye yeltendiğimizde hatırlamamız gerekir: Bugün biz, bu topraklarda vaktiyle karşı karşıya gelmiş güçlerden, kazananın da, kaybedenin de hem biyolojik, hem de kültürel mirasçısıyız. Övündüğümüz harsımızda, sanatımızda savaşları o tarihlerde kaybetmiş olanların da kazanmış olanlar kadar katkıları vardır.

Selçuk Erez / CUMHURİYET

13 Eylül 2017 Çarşamba

Barzani'nin bağımsızlık referandumunda Erdoğan'ın zor tercihi - ÖZGÜR ŞEN

Barzani liderliğindeki KDP, 25 Eylül'de Irak Kürdistanı'nda bağımsızlığın oylanacağı bir referandum yapmayı planlıyor. Sandıktan ne çıkacağının kesin olduğu bir oylama bu... Ama bunun dışında belki de her şey belirsiz.

Tarih belirsiz; çünkü Barzani ve partisi her ne kadar ısrarcı olsa da, bu oylamada “evet” diyecek Irak Kürtlerinin önemlice bir bölümü ve İsrail dışında bugüne kadar Barzani'ye destek veren dış aktörlerin tamamı referandumun ertelenmesini istiyor.

Oylamanın nerelerde yapılacağı belirsiz; çünkü tartışmalı bölgeler olarak geçen onun üzerinde coğrafyada oylamanın yapılıp yapılmayacağı KDP'nin beyanlarına bakılırsa, oradaki yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakılmış durumda.
Oylamanın sonucunun nasıl hayata geçeceği ise hepten belirsiz...
Barzani bu referandum sonucunu üç farklı düzlemde kullanmak isteyecek.

Birincisi; uzun zamandır sorun yaşadığı ve bu sorunlardan dolayı meclisi dahi kapattığı Irak Kürdistanı'nda konumunu sağlamlaştırmayı deneyecek. Şu anki liderliğinin bile resmi açıdan geçerli olmadığını söyleyenlerin olduğu bir ülkede atılan bu “tarihsel” adımla konumunu güçlendirmeye çalışacak Barzani'nin işi içeride de kolay değil.

İkincisi; dört ülkeye yayılmış Kürtlerin arasında prestijini artırmak için uğraşan KDP lideri, Kürtlerin yapacağı görüşmelerde masaya başka bir sıfatla oturmaya gayret ediyor. Hapisteki HDP lideri Demirtaş referanduma duygusal bir selam göndermiş olabilir, ama PKK çizgisi, referandumu “Kürtlerin birliğini bozacak bir ulus-devletçik girişimi” diye niteliyor ve sonucun başka coğrafyalardaki Kürtler üzerinde etkisi olmaması için uğraşıyor.

Üçüncüsü; Barzani, referandum sonucunu uluslararası platforma da sunacak ve devamlı değişen diplomatik dengelerde halk oylamasını bir koz olarak kullanmayı deneyecek. Bu oylama Barzani'nin bölgedeki en uzun süreli müttefiki olan AKP lideri Erdoğan'ı da zorlayacak nitelikte...
Barzani, bugüne gelirken ABD ve İsrail'le birlikte en çok Türkiye'den destek aldı. PKK çizgisine karşı desteklenen Irak Kürtleriyle ilişkiler Saddam'ın devrilmesinden sonraki süreçte iktisadi boyutta da hızla gelişti.

Iraklı Kürtlerin ekonomisinin en büyük ortaklarından birisi Türkiye oldu. Süren çatışmalar nedeniyle inişli çıkışlı bir grafik izlese de Türkiye ile Irak Kürdistanı arasındaki ticaret hacmi 10 milyar doları geçti. Bölgenin petrollerinin çıkışı Türkiye'den sağlandı.
İlişkiler iktisadi açıdan yalnızca Kürtlerin değil Türkiye'nin de gözden çıkaramayacağı bir büyüklüğe ulaştı. Türkiye sermayesi bölgeye yerleşti.

Tüm nesnel veriler Barzani'nin Erdoğan için vazgeçilmez bir müttefik olduğunu gösteriyor. AKP'nin bölgedeki yöneticilerinin referanduma destek açıklamaları yalnızca duygusal bir tercih değil bu nedenle. Erdoğan başta olmak üzere AKP merkezi, milliyetçi duyguları yönetmek için dikkatli davransalar da böylesi bir ortağı şimdilik gözden çıkaramaz. İddialara göre şu anda bölgede bulunan MİT müsteşarı Hakan Fidan da, aynı nedenle KDP'den referandumu iptal etmesini değil bir süre daha ertelemesini istiyor. AKP, yüksek bir tonda referandumun karşısında pozisyon almıyor, ancak yapılacak bir referandumun Türkiye siyasetinde yaratacağı etkileri düşünerek bir ara yol bulmayı deniyor.
Referandum kimsenin aslında net pozisyon almak istemediği, herkesin herkesle düşman veya müttefik olabileceği kaygan bir zeminde gerçekleşiyor. Suriye'deki Kürtler konusunda anlaşamayan ABD ve AKP, Irak Kürtleri konusunda beraber hareket edebiliyor örneğin. Ya da bugün kanlı bıçaklı olan Esad ile Erdoğan'ın Kürtler konusundaki beklentileri nesnel olarak çakışabiliyor. Rusya pragmatik tercihlerle Suriye ile birlikte hareket ederken, Kürtleri de gözden çıkarmıyor.
Böylesi bir belirsizliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada doğal olarak bölgedeki ülkelerin sınırları da belirsizleşiyor. Irak, Suriye ve Türkiye'nin gelecekteki sınırlarını bugün aslında kimse bilmiyor.
Barzani'nin zorladığı referandum bu koşullarda belirsizliği artırırken, bölgedeki tansiyonu daha da yükseltecek. Stratejik hesapların devreye girdiği bir ortamda başta Kürtler olmak üzere bölgenin tüm emekçi ve yoksullarına hiçbir faydası olmayacak bu zorlamanın kendisi dahi başka bir gerilim kaynağı olmaya aday.

Uluslararası düzenin ve onlarla ittifak halindeki aktörlerin devrede olduğu böylesi girişimlerin bölge halklarına aydınlık bir gelecek sunmayacağının en güzel kanıtı geride bıraktığımız on yıl olmalı. Hiç durmadan bu aktörlerin ne yaptığını, şu ya da bu ittifakı, uluslararası tekellerin çıkarlarının gölgesindeki adımları konuştuğumuz bu yıllar bölgedeki hakim düzenin sürekli çeşitli biçimlerde tehdit ürettiğini defalarca gösterdi aslında.

Yine bu yıllar boyunca bu düzenin efendisi olan uluslararası güçlerin hepsi kendilerini her defasında kurtarıcı olarak gösterebilmişse ve bunlara kurtarıcı olarak sarıldıkça bölge halkları daha fazla acı, baskı ve ölümle karşılaşmışsa artık herkes yüksek sesle şu soruyu sormalı: Biz nerede yanlış yapıyoruz?

Özgür Şen / SOL

Türkiye'yi yöneten Nakşibendi iktidarının yeni taşeronu: Menzilciler! - AHMET ÇINAR

Türkiye tekeller-tarikatlar koalisyonu tarafından yönetiliyor. Sermaye grupları, dev holdingler, konsorsiyumlardan oluşan tekelleri biliyoruz. Peki ya tarikatlar? Aslında Türkiye'de tek bir tarikattan söz etmek gerekiyor: Nakşibendilik... Geri kalan tüm cemaatler onun kolları. Günümüzde adı çok öne çıkan Menzil cemaati, zaten iktidarda olan Nakşibendi karanlığının sadece bir kolu. Tüm bu yasa dışı, illegal, gerici oluşumların sigortası ise kendisi de bir Nakşibendi olan Tayyip Erdoğan... 



Türkiye’nin AKP’li yıllarda bir tekeller ve tarikatlar koalisyonuyla yönetildiği su götürmez bir gerçek.
Tekelleri biliyoruz; yerli ve yabancı sermaye, çok uluslu şirketler, dev holdingler, konsorsiyumlar…
Peki ya tarikatlar?
AKP iktidarının ilk yıllarında koalisyonun fiili ortağı Fethullah Gülen cemaatiydi. Zaten kırk yılı aşkın süredir bir “devlet politikası olarak” desteklenen, önü açılan, kadrolara yerleştirilen, büyütülüp semirtilen Fethullah Gülen cemaati, AKP’li yıllarda gücünün zirvesine ulaşmıştı.
Olanlar oldu, koalisyon bozuldu, Gülen cemaati tasfiye edildi.
Son zamanlarda gazeteler, dergiler, tartışma programları, sosyal medya “Menzil cemaati”, “Menzilciler”, “Adıyaman grubu” gibi isimlerle anılan bir tarikattan söz ediyor. AKP’nin, Menzil cemaatine ön açtığı, zemin hazırladığı, kadro sağladığı söyleniyor.

TARİKATLAR YOK, TARİKAT VAR: NAKŞİBENDİ KARANLIĞI!
Önce şunu gönül rahatlığıyla vurgulamak lazım: Türkiye’de “tarikatlar” diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Türkiye’de tek bir tarikat var: Nakşibendilik.
Nakşibendilik onlarca kola, yüzlerce cemaate, binlerce derneğe ve vakfa bürünmüş halde, Türkiye’de iktidarını sürdürüyor. İsmailağa, İskenderpaşa, Süleymancılar, Erenköy, Menzil, Yahyalı, Zilanlılar, Tağiler, Arvasiler… Uzatmak mümkün…
Nakşibendilik, AKP döneminde iktidara gelmedi. Demokrat Parti’den bu yana pek çok siyasetçi yetiştirdi, parlamentoya soktu, partiler kurdu, koalisyonlara girdi, kadrolaştı, kök saldı.
Erbakan’dan Korkut-Turgut Özal kardeşlere, ANAP’lı bakanlara, DYP’li siyasetçilere, MHP’li ve BBP’li isimlere, Milli Görüş geleneği içindeki tüm partilere kadar hepsinde Nakşibendi damgası vardı.
Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler de Nakşibendi tarikatı geleneğinden gelen isimler.

MENZİL AYRI BİR TARİKAT DEĞİL, ERDOĞAN'IN DA BAĞLI OLDUĞU NAKŞİLİĞİN BİR KOLU
Menzil cemaati, Türkiye’de zaten iktidarda olan Nakşibendiliğin sadece bir kolu. Nicelik ve yaygınlık olarak en büyük kollarından biri. Dolayısıyla kadrolaşmaması, kimi bakanlıklara damgasını vurmaması olanaksız.
“AKP, Gülen cemaatinin yerine Menzil’i ikame ediyor” cümlesi, yukarıda anlattığımız yönüyle çok da doğru bir cümle değil. Çünkü AKP’nin kendisi zaten Menzil’le aynı kökten yani Nakşibendilik ana kaynağından gelen bir yapı. Tekrar vurgulamak gerekirse, AKP’nin iktidarda olması, Nakşibendiliğin ve dolayısıyla Nakşibendiliğin bir kolu olan Menzil’in zaten iktidarda olması anlamına geliyor.

NAKŞİBENDİLİK PROJELERİ 
Eğitimin dinselleştirilmesi, okulların imam hatip adı altında medreseleştirilmesi, laikliğin adım adım tasfiyesi, bilimsel düşüncenin kapı dışarı edilmesi, müftülere nikah yetkisi verilmesi, türbanın parlamentoya ve tüm kamuya girmesi, cumhuriyet düşmanlığı… Tüm bu projeler, birer Nakşibendilik projesi… AKP, bu projelerin uygulayıcısı, pratik hayatta gerçekleştiricisi durumunda bir parti.
Tüm bu belirlemelerden sonra, Menzil’in bir Nakşibendi cemaati olduğu gerçeğini işaretledikten sonra Menzil konusuna gelebiliriz...

GÜNCEL VE POPÜLER TAŞERON: MENZİLCİLER... 
Son zamanlarda adını daha sık duyduğumuz bir cemaat Menzil. Gün geçmiyor ki Menzil cemaatiyle ilgili bir haber yayımlanmasın… Menzil cemaatinin bu denli yaygınlaşıp tanınır hale gelmesi, popüler dünyada da etkisini gösteriyor. Örneğin eski manken Yaşar Alptekin çıkıp “Eskiden FET’cüydüm artık Menzil cemaatindeyim” diyebiliyor. Eski Yeşilçam oyuncusu Necla Nazır’ın Menzil cemaatinin televizyon kanalında “Hanımlar Buyurun” diye bir program yaptığı ortaya çıkıyor. Mersin’de liseli öğrenciler otobüslere bindirilip Menzil şeyhini ziyarete götürülebiliyor…

TERFİLER MENZİL’DE Mİ BELİRLENİYOR?
CHP’li vekil Mahmut Tanal, üç önemli bakanlığın, içişleri, adalet ve sağlık bakanlıklarında Menzil cemaatinin etkili olduğunu iddia ediyor ve "Emniyet mensupları tayin terfi alabilmek için Menzil'den referans alıyor" iddiasını dile getiriyor. AKP’den bu iddiayı yalanlayacak tek bir açıklama gelmiyor bile…

SAĞLIK BAKANLIĞI MENZİL’DE Mİ?
TBMM’de soru önergesi veriliyor ve lafı hiç dolandırmadan yeni Sağlık Bakanı Ahmet Demircan’a adlı adınca soruluyor: Bakanlığı Menzil cemaati mi yönetiyor?

ÜNİVERSİTELERDE DE ETKİLİ
Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Bahr Şahin’in geçen yıl, Menzil cemaatine ait olduğu herkesçe bilinen Semerkand TV’ye çıkması hayli tepki toplamıştı. Bu olay, “YTÜ’yi Menzil cemaati mi yönetiyor” sorusunu akıllara getirmişti.

AKP’LİLER MENZİL GERÇEĞİNİ İTİRAF EDİYOR
Menzil cemaatinin özel olarak bakanlıklara, üniversitelere yerleştirildiğine ilişkin haberler, basının bir yakıştırması ya da vehmi değil. AKP’de milletvekilliği yapmış kimi isimler de, bu kadrolaşmayı zaman zaman itiraf ediyorlar. Örneğin AKP’li eski milletvekili Hüseyin Besli, geçen yıl köşe yazarı olduğu Akşam gazetesinde şunları yazıyordu: "Eğer, FETÖ’nün bugünkü güce erişmesinde ticaretle hemhal oluşunu, kontrolsüz para kazanmasını önemsiyorsak… Bugün aynı yöntemleri kullanan yapıların (tarikat/vakıf) gelecekte aynı sonuca varmalarının kaçınılmaz olacağını söylemek için kâhin olmak gerekmez. Dolayısıyla, misal olarak, ismini palazlandığı şehirden, Adıyaman/Menzil’den alan bir yapının özellikle bir bakanlığımızda neredeyse bütün pozisyonları kendi mensuplarıyla doldurmasına dikkat çekmek istedim…"

AKİT YAZARI MENZİL’E SİPER OLDU
AKP yandaşı, tetikçi ve gerici “gazete” Akit’in köşe yazarı Sinan Burhan, geçtiğimiz günlerde (5 Eylül 2017) Menzil cemaatine siper olan bir yazı yayımladı. Bu yazıda dikkat çeken ifadelerden biri de şuydu:
“Menzil grubunun hiçbir zaman devleti ele geçirmek istediğine inanmam. Bu insanlar gönül insanı. Bu insanlar yerli insanlar. FETÖ gibi kökü dışarıda değil. Bazıları, Menzil grubu üzerinden dine ve dindarlara savaş açıyorlar. Amaçları önce cemaat ve tarikatları tasfiye etmek, sonra da İslam dinini tasfiye etmektir. Sigortamız ise Recep Tayyip Erdoğan’dır.”
“Menzil grubunun devlet ele geçirmek istediğine inanmam” diyen Sinan Burhan bir yönüyle doğru söylüyor: Çünkü bugün iktidarda, devletin tüm kadrolarında Menzil’in de çıkış kaynağı olan Nakşibendi tarikatı var zaten. Menzil’in ayrıca yeni bir operasyonla iktidarı ele geçirmesine gerek yok. Nakşibendilik ve aynı anlama gelmek üzere Menzil cemaati günümüzde iktidarın her hücresinde yerini almış durumda.
Yazıdaki “Sigortamız ise Recep Tayyip Erdoğan’dır” ifadesi de doğru… Çünkü kendisi de bir Nakşibendi olan Erdoğan, elbette tüm yasa dışı tarikat yapılanmalarının em önemli sigortası durumunda şu anda.

PEKİ NEDİR BU MENZİL CEMAATİ?
Her şeyden önce Nakşibendiliğin bir kolu… Yani bugün Türkiye’yi yöneten tek tarikat olan Nakşibendi tarikatının bir cemaati Menzil cemaati. Nakşibendilik içerisinde en fazla mensubu olan, en yaygın cemaatlerden. 1930-1993 yılları arasında yaşamış Muhammed Raşit Erol tarafından kurulmuş bir yapı. Bugünkü şeyhi "Gavs-ı sâni / İkinci gavs" olarak anılan Abdulbaki Erol... Kamuoyunda “Adıyamancılar”, “Menzilciler” gibi isimlerle anılıyor ve tanınıyor. Orta Anadolu, Ege, Akdeniz, Marmara’da çok sayıda mensubu bulunuyor. Bahçelievler katliamının sorumlularından Muhsin Yazıcıoğlu, Maraş katliamı sanıklarından Ökkeş Kenger Şendiller gibi isimler, bu tarikatın müntesibi oldular. Çok sayıda AKP'linin de Menzil müntesibi olduğu biliniyor.

AYNI ZAMANDA BİR SERMAYE GRUBU: HER CEMAAT GİBİ...
Her cemaat gibi, Menzil cemaati de aynı zamanda büyük bir sermaye grubu. Tarikat-siyaset-ticaret denklemine denk düşen bir yapı. Çeşitli kentlerde mağazaları, okulları, yurtları ve çok sayıda ticari faaliyetleri bulunuyor. Sürekli bir sıcak para döngüsüne sahip bir cemaat. Tıpkı diğer cemaatler gibi…



Ahmet Çınar / SOL

Zalim güneş - ÖZGÜR MUMCU

Önceki gün Silivri’deki Cumhuriyet davası duruşması yine insanı şaşırtmayan, yargının artık gelenekselleşmiş bir performansı şeklinde gerçekleşti. Sabah 10 civarı başlayan duruşma gece yarısı sona erdi. Tanıklar dinlendi, sanıklar haklarındaki iddiaları yeniden çürüttü, avukatlar özenli ve detaylı savunmalarıyla iddianameyi delik deşik etti. Ancak sayın savcı sanki yaklaşık 12 saat süren bu duruşma gerçekleşmemiş, kendisi duruşma salonunda değilmiş gibi, kopyala yapıştır gerekçelerle tutukluluğun devamını talep etti. Mahkeme heyeti de bu talebe uydu. 
 
Siyasi davalar milli bir özelliğimiz. Ülkemizi ziyaret eden yabancıların doğal güzelliklerimizi, tarihi eserlerimizi, müzelerimizi gezdikleri gibi adliyelerimize de gelerek bu tecrübeye ilk elden şahit olmaları turizmimizi büyütecektir. Bir hukuk turizmi sektörü doğabilir. 
 
Bir ceza yargılamasında bir hukuk davasının konusu olan vakıf yönetimi seçimi saatlerce nasıl tartışılır, cemaat üyelerinin sms kampanyasıyla taciz edilen bir gazeteci neden bu sebeple on buçuk aydır tutukludur, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun bir mühendis yaşı kadar mesleki geçmişi olan bir genel yayın yönetmeninin gazeteciliği konusunda nasıl bilirkişilik yapar, telefonunda ByLock bulunmayan biri nasıl ByLock kullanıcısı diye tutuklanır, Gülen’in devleti ele geçirme çabasını yazdığı için hapse atılmış bir gazeteci bugün nasıl “FETÖ”cülükle suçlanır. 
 
Bunları ve diğer türlü tuhaflığı izlemek değişik heyecanlar arayan turistler açısından yepyeni bir turizm pazarı potansiyeline işaret ediyor.
Krizi fırsata çevirmenin kapitalist girişimciliğin amentüsü olduğunu bilen biriyim. Duruşmaları takip ederek sinirimi bozacağıma, bunu paraya çevirme arzum kimilerini rahatsız etse de zannederim çoğunluk tarafından makul karşılanacaktır.
Hem işin bir kültür turizmi boyutu da var. Avukat Fikret İlkiz, Ahmet Şık’ın her dönemin sanığı olmasını Yunan mitolojisindeki Sisifos’un cezasına benzetti. Zeus’un sırlarını ortaya saçtığı için sonsuza kadar bir dağın tepesine dev bir kayayı yuvarlamak ve kaya tepeye ulaştığında tekrar dağın eteklerinden işe baştan koyulmak zorunda bırakılan Sisifos örneği yeterince yerli ve milli değildi elbette. Ancak turizmimizin, ülkemizin Doğu ile Batı’nın kavşağında olmasını sıklıkla kullandığı da bir gerçek. 
 
Hem heyet başkanı da Fikret İlkiz’in bu benzetmesine İkarus örneğiyle mukabele etti. İkarus’un bir hapishaneden balmumu kanatlarla uçarak kaçarken, uçmanın coşkusuyla güneşe fazla yaklaşıp balmumunun erimesi neticesinde denize düşerek öldüğü malum. Duruşmada bu örnek verilince benim tahliyelerle ilgili bir umudum kalmadı haliyle. Özgürlüğe kanat çırpanların kanatlarını yakan bu zalim güneş kimdir, onu çıkaramadım fakat. 
 
Öte yandan İkarya adasının İkarus’un Ege Denizi’nde düştüğü yer olduğu söylenegelir. Bu da hukuk turizmimizi deniz turizmiyle güçlendirebileceğimizi gösteriyor. 

 
Yunanistan’da faşist albaylar cuntası döneminde İkarya adasının solcular için bir hapishaneye dönüştürülmesi ve yaklaşık 13.000 solcunun sürüldüğü bir ada olması da tarihin bir cilvesi. Ancak ada halkının bu süreçte sola sempati duyduğu ve adanın “Kızıl Kaya” diye anıldığını da not etmekte fayda var. 
 
Bilmem heyet başkanının İkarus örneğini verirken aklından ne geçiyordu?
25 Eylül’deki duruşmada tahliye kararı verilirse benim turizm hayallerim biraz sekteye uğrayacak. İçerideki arkadaşlar kusura bakmasın. 
Gemisini kurtaran kahraman kaptan.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

12 Eylül 37 yıldır sürüyor - FATİH YAŞLI

12 Eylül’ün hemen ardından Salih Tuğ, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne, Ahmet Sonel Ankara Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne dekan olarak atandı. Tarık Somer Ankara Üniversitesi rektörlüğüne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi rektör yardımcılığına, Hikmet Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına, Erol Güngör Konya Selçuk Üniversitesi’ne Halil Cin ise Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nin rektörlüğüne getirildi. Ayhan Songar, Leyla Elbruz ve Zeynep Korkmaz ise TRT yönetim kurulu üyesi yapıldılar.
Peki bu isimler kim, nasıl bir önemleri var? Hemen anlatmaya çalışalım. 1960’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de, Yalçın Küçük’ün deyimiyle ağaçlar bile sola doğru eğiliyordu. Sol fikirler toplumun hemen her kesiminde karşılık buluyor, işçiler, öğrenciler, subaylar, bürokratlar, sosyalizmi, anti-emperyalizmi, bağımsızlığı ve kalkınmayı keşfediyordu. Solun ideolojik, politik ve kültürel alanda kurmaya başladığı hegemonya, kaçınılmaz olarak milliyetçi-muhafazakâr isimler arasında derin bir rahatsızlık yaratmaya başlamış ve “bu hegemonyayı kırmak için ne yapmalı” sorusu sağ entelijansiyanın asıl gündemi haline gelmişti.

İşte 14 Mayıs 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı bu soruya verilmiş bir yanıt olma niteliğini taşıyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabı, sol hegemonyanın özellikle devlet aygıtı içerisinde yaygınlaşmasına dur demek adına bu tarihte bir araya geldi ve 80’lerin sonuna kadar Türkiye siyasetinin etkili aktörlerinden biri olacak Aydınlar Ocağı böyle ortaya çıktı. Ocak 1970’li yıllar boyunca anti-komünizm adına, örneğin bir yandan sağ kalemler tarafından yazılmış  tarih ders kitaplarının müfredatta yer alması için özel bir çaba gösterirken, öte yandan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda, yani sağın birliği mevzunda da önemli roller üstlendi; etki alanının asıl genişlemesi ise Türkiye hızla 12 Eylül’e doğru ilerlerken söz konusu oldu.

12 Eylül darbesinin ekonomi-politiğini oluşturan ve Türkiye’yi liberal talan ekonomisine açan 24 Ocak Kararları’nın taslağı, darbe öncesinde ilk kez Turgut Özal tarafından Aydınlar Ocağı’nın bir etkinliğinde kamuoyu ile paylaşıldı. 1982 Anayasasının yazımında ise yine çoğunluğu Aydınlar Ocağı’na mensup olan ya da Ocak çevresinde yer alan akademisyen ve hukukçular görev aldı. Yani 12 Eylül’ün ekonomik ve hukuki ayağı büyük ölçüde Aydınlar Ocağı çevresi tarafından kotarıldı.
Ancak mesele yalnızca bu değildi, Aydınlar Ocağı’nın asıl önemi 12 Eylül’e ideolojik rengini vermesinden kaynaklanıyordu. Ocağın başkanı İbrahim Kafesoğlu tarafından 1970’lerin ortalarında formüle edilen Türk-İslam sentezi, kendilerine “Atatürkçü” diyen darbeci generallerin asli ideolojisini teşkil etti. İşçilerin, köylülerin, gençlerin “sapık ideolojiler”e kapılmamalarının yolu, dinsel ve milliyetçi bir eğitim-endoktrinasyon sürecine tabi tutulmalarından geçiyordu ve 12 Eylül esas olarak buna tekabül ediyordu. İşte yazının başında saydığım isimlerin hepsi, Aydınlar Ocağı çevresindendiler ve 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi adlı toplumsal mühendislik projesi bu isimlerin nerelere atandığında somutlaşıyordu. Yani 12 Eylül, İslamizasyon sürecinin ve bugün içinde yaşadığımız rejimin kritik uğraklarından biriydi.

Eğer bugünkü rejimi üç özelliği üzerinden, yani otoriterleşme, dinselleşme ve piyasacılık üzerinden tanımlarsak, hem Türkiye İslamcılığının 12 Eylül’ü özbeöz çocuğu olduğunu hem de 12 Eylül’ün tam 37 yıldır kesintisiz bir şekilde söylememiz de olanaklı hale gelir.

12 Eylül, 61 Anayasasının öngördüğü kuvvetler ayrılığı ve güçlü yasama-güçlü yargının karşısına yürütmenin güçlendirilmesi ve bağımlı yasama-bağımlı yargı fikriyle çıkacak ve bunun için de faşizan 12 Eylül Anayasasını hazırlayacaktı. Ayrıca yönetim mantığı, yasamadan yürütmeye kaydıkça, kanun yapmanın yerini kararnameler alacak, kararname ile yönetmek ideal kabul edilecekti. Bugün, egemenliğin mekânı Saraysa ve kuvvetlerin birliği tek adam şahsında somutlaşmışsa bu yolu 12 Eylül açtı.

12 Eylül, Türkiye işçi sınıfına ve kamucu ekonomiye karşı yapılmış bir darbeydi. Bugün sendikasızlaştırma, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline gelmişse, 15 yılda 60 milyar dolarlık kamu varlığı özelleştirilmişse, “olağanüstü hal işçiler grev yapmasın diye var” denilebiliyorsa, buraya patronların “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye selamladıkları 12 Eylül’ün açtığı yollardan gelindi.

12 Eylül bir dinselleşme projesiydi, zorunlu din derslerini anayasal güvenceye kavuşturdu, tarikat-cemaat sermayesinin önünü açtı, dinselleşmeyi sola karşı bir kontrol mekanizması olarak gündeme getirdi. Eğer bugün Türkiye’de fiili bir şeriat hukuku varsa, Türkiye’de bugün hızla dinsel bir rejim inşa ediliyorsa, buraya 12 Eylül’den, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezci paşalarından geçilerek gelindi.
12 Eylül 2010 referandumundaki “darbeyle ve darbecilerle hesaplaşma” adlı komediyi ve “yetmez ama evet” adlı trajediyi de buraya ekleyerek söyleyelim, 12 Eylül’le, darbeyle, vesayet rejimiyle hesaplaşma adlı büyük yalandan geçerek geldiğimiz yer, bu dinci-piyasacı tek adam rejimi oldu.

Bugün Türkiye başta Kenan Evren olmak üzere bütün darbeci generallerin, tarikatların ve sermayenin 12 Eylül’den bir gün önce rüyalarında bile göremeyecekleri bir “cennet” adeta.
12 Eylül, “Türkiye bir daha 12 Eylül öncesine dönmesin” diye, yani bu “cennet”i yaratmak adına yapılmıştı. Eğer bugün 12 Eylül’den bir gün öncesi, örgütlü bir halk, örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir öğrenci hareketi, isyan eden, unutmayan, hesap soran bir toplum anlamına geliyorsa, çıkış da 12 Eylül öncesine dönmenin, yani örgütlü bir işçi sınıfının, örgütlü bir toplumun siyasetini var etmekten geçiyor demektir, meselemiz budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Ee? Ne zaman görüşüyorsunuz Recep Bey? - MUSTAFA K. ERDEMOL

AKP Genel Başkanı’nın, Kazakistan dönüşü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir görüşme yaptığı yönündeki iddiaları "Esad ile görüşmedim, görüşmeye de pek niyetim yok" sözleriyle yalanladığını okuduğumda “tamam, yakında görüşecek” dedim.

Görüştüğüne dair güçlü iddilar var, Putin’in Sözcüsü Peştov bu konuda sorulan soruyu reddetmek yerine “bunu sayın Erdoğan’a sorun” dediğine göre bu “iddia” pek de güçlü kanıtlara dayandırılabilir ama ben yine de görüşüp görüşmediğine takılmıyorum. Bildiğim şu; eğer gerçekten görüşmediyse, eli kulağında mutlaka görüşecek.

Suriye’nin gerçekten en güçlü figürlerinden Buseyna Şaban, sadece ülkesinin değil Ortadoğu’nun da güçlü kadın politikacılarından biridir. Demeçlerini ciddiye alırım. Onun daha önce de, Suriye hükümetinden üst düzey yetkililerin Erdoğan’la değilse de en yakınlarıyla dolaylı görüşmeler yaptıklarına ilişkin açıklamaları olmuştu. Şimdi dengelerin bir hayli değiştiği zamanda, Recep Bey’in Esad’la görüşmesinde şaşılacak bir taraf yok.

İşaretleri de vardı zaten. Bakmayın yandaş medyanın çok doğalmış gibi haberleştirmesine, olguyu bulanıklaştırmasına. Mayıs ayında Rusya, İran ve Türkiye arasında Suriye’nin İdlip ilçesinde “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu bölge yararına, ama Türkiye’nin yenilgisi anlamına gelen bir anlaşmaydı. Zaten Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar bu anlaşmayı tanımayacaklarını söyleyerek çatışmaları sürdüreceklerini ilan da ettiler. Bu anlaşmaya Suriye’nin de “büyük memnuniyet duyduk” diyerek destek verdiğini de anımsatırsam AKP Genel Başkanı’nın Suriye ile, Rusya ve İran aracılığıyla “görüşüp” anlaştığını anlamak zor olmaz.
Şimdi bu “dolaylı” görüşmeler “aleni”ye dönüşecek. Çünkü AB’nin hedefinde, ABD’nin baskısıyla karşı karşıya kalan AKP Genel Başkanı, İran’la berbaer hareket etmek durumunda artık. “İran ve Rusya’yla ilişkilerimiz gayet iyi” demesinden çok değil dört bilemediniz beş ay önce “İran Pers milletçiliği yapıyor” diyen bir Erdoğan’dır bu.

ABD, PYD ile işbirliğini sürdürdüğü sürece, PYD ile dolaylı ilişki içinde olan, dolayısıyla bu yapı üzerinde etkili olduğu da bilinen Suriye’ye ihtiyacı var Türkiye’nin. Uzun zamandır “Esad”dan “Esed” diye söz etmeyen yandaş medyada “ABD ile olmaktansa komşum Esad’la olmak daha iyidir” gibi son derece faydacı yaklaşımlarla dolu “yazılar” okuyabilirsiniz. Esad elbette komşumuz, bunu ülkesi emperyal bir çullanmayla karşı karşıya kaldığı andan beri söyleyenler bizleriz. Bu emperyal çullanmada ABD ile saf tutanlar şimdi Kürt korkusundan “antiamerikan” oldular birden.

Oysa, daha bir kaç ay önce, Trump, Suriye’de bazı hedeflerı vurduğunda AKP Genel Başkanı heyecanlanmış “ Suriye’ye yapılacak bir operasyona destek veririz” demişti. Daha İdlip mutabakatına imza atalı çok zaman geçmeden. Yani İran’a, Rusya’ya, mutabakata sadık kalacağı sözünü verdiği halde.

Ama Trump’ın bütün gürlemelerine ragmen, Suriye’de ne yapacaksa bölgesel güçlerle yapacağı politikasına sadık kalarak PYD/YPG’yi güçlendirmesi üzerine AKP Genel Başkanı, Suriye sınırında bir Kürt oluşumunu özellikle İran’dan alacağı destekle durdurma beklentisi içine girmiş durumda. Rsya’nın Kürt oluşumuna kesin karşı olmamakla beraber, ABD yanlısı oluşumlara karşıt politikası çerçevesinde İran ve Türkiye’yi yanına alması, Türkiye’yi de “partner” durumuna getiriyor haliyle.
İstediği kadar “Esad’la görüşmem” desin, bugün yarın bu görüşme gerçekleşecek. Şam’da ya da Ankara’da olması şart değil.

Moskova’da olur, Tahran’da. Hazır kış da geliyor, Soçi de fena seçenek değil.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

12 Eylül 2017 Salı

Ne yazacağız?… - ORHAN AYDIN

Çocuk istismarlarını mı, kadın cinayetlerini, tecavüzlerini mi, yoksa talan edilmiş yaşam alanlarını mı, adaletsizliği, hukuksuzluğu, harami saltanatını mı yoksa düşüncenin önüne kurulan kara duvarı mı, işsizliği, yoksulluk ve yolsuzlukları mı yoksa taşeronlaşma ile tüm hakları budanmış, köleleştirilmiş, iş cinayetleriyle katledilen emekçilerin durumunu mu yazacağız?
Ne yazacağız?
Cezaevlerinde 184 gazetecinin tutuklu oluşunu mu, görülen davaların yüzde yetmişinin RTE’ye hakaret davaları olduğunu mu, yalnızca bunun için görevlendirilmiş, yargıçlar, savcılar olduğunu mu, cezaevlerinin hınca hınç doldurulduğunu mu yoksa 16 milyon 755 bin insanın bankalara kredi borçlarının olduğunu, icra mahkemelerinin işin içinden çıkamaz duruma düştüğünü mü yazacağız?
Ne yazacağız?
Eğitimin kafatasçı bir çete tarafından gasp edilmesini mi, bilimin yalnız eğitim-öğretimden değil, hayatın her alanından kovulup yerine hurafelerden oluşan bir akıl dışılığın konuluşunu mu yoksa imam hatipler adıyla zorla yaygınlaştırılan şeriat soytarılığını mı, 3-5 yaşında kız çocuklarının başlarının çaputlarla bağlanıp geleceklerinin karartılmasını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Ülkenin içine düşürüldüğü uluslararası rezaletleri mi, menfaat ve dini çıkar gözetilerek kavga edilmeyen üç-beş ülke dışında, tek dost ülkenin kalmadığını mı, savaş çığırtkanlığını mı, adı terör örgütleri listelerinde ilk sıralarda olan kan emici insanlık düşmanlarıyla sürdürülen ticareti mi yoksa sınır boylarımızdaki kamplarda oluşan insan pazarlarında çocukların ve kadınların birer mal gibi bir takım soysuzlara satılışlarını mı, kentlerin meydanlarını dolduran vatansız kalmış insanların aç ve açıkta olup dilenci yapıldıklarını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Güzelim Anadolu’nun adım adım çölleştirildiğini mi, derelerin, ırmakların, göllerin, ormanların, parkların, sahillerin betona gömülüşlerini mi, yoksa yalnız İstanbul’da 650 bin konut fazlası olmasına karşın, dolgu alanlarına bile konutlar dikildiğini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Opera, Bale, Senfoni, Tiyatro gâvur icadıdır, Heykel, Resim günahtır diyen soysuzluğu mu, sanatın her alanını ve sanatçıyı baş düşman belleyen beynine tükürülesi bu aklın ettiği madrabazlıkları mı yoksa teslim olup erdemini, onurunu gericiliğe peşkeş çeken “sanatçı” adlı şarlatanların halklarına olan ihanetlerini mi, televizyonlardan, gazetelerden halkın üstüne zehirler fışkırtan satılmış düzenbazlığı mı, kültürel tüm dokulara karşı talancılığın bayrak edilmesini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Bunca kirlenmenin, pisliğin orta yerinde durup suskunlaşan, her tür saldırıyı kabullenip pısanların hazin yalnızlığını mı yoksa gelin birlikte örgütlenip bu aşağılık düzeni alaşağı edelim diyen insanlığa kulaklarını tıkayanların ürkekliğini mi yazacağız?
Ne yazacağız, ne?
Mutsuzluğun geleceği yoktur, sevinçlerinizin boğulmasına izin verirseniz yaşayan ölüden ne farkınız kalır mı diyeceğiz?

Yeter!

“Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.”

Orhan Aydın /SOL