26 Eylül 2017 Salı

Aydınlık Ortadoğu projesi - ORHAN GÖKDEMİR

Bir yıl önce şimdi artık AKP’li cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Mesut Barzani’yi sarayında kabul etti, ağırladı, görüştü. Sarayda Barzani’ye uygulanan protokol göz yaşartıcıydı. Kürdistan yönetimi bayrağı dalgalanıyordu ilk kez Türkiye’de. Barzani ülkesine döner dönmez PKK’nın kontrolündeki Şengal’e saldırıya geçti. Belli ki sarayda bazı pazarlıklar yapılmıştı ve gereği yerine getiriliyordu. Bir bedeli daha vardı o seremoninin. Barzani, giderayak Türkiye’deki taraftarlarından 16 Nisan’daki referandumda “evet” oyu kullanmasını istemişti.  Barzani taraftarı olarak bilinen bir iki küçük çevre referandumda “evet” diyeceklerini açıkladı. Dediler. Ülkenin bugünkü halinde az çok katkıları var.
Kendi referandumunu açıklayana kadar sarayla ilişkileri oldukça iyi gidiyordu aslında. Kulağına iyi saatlerde olsunlar tarafından fısıldanmış olacak ki, bağımsızlık için vaktin geldiğine karar verdi ve referanduma gideceğini açıkladı. Gitti de. “Hayır” çıkacak hali yok, koskoca aşiret-tarikat lideri çağrıyı yapan nihayetinde. Gelen haberlere göre “evet” mührü basılı oylar dağıtılmıştı seçmenlere zaten.

***

Referandumda “evet” demesinden yola çıkarak Barzani eleştirisi falan yapacak değiliz. Eleştirecek bir şey de yok üstelik. Bu tavrı onun kişisel tarihine uygun bir girişe vesile olur olsa olsa. Anlatalım bir parça…
1961’de baba Molla Mustafa Barzani Irak yönetimine karşı ayaklandı. Sovyetler Birliği bölgede pek güçlüydü, Sovyetlere yanaştı.
1973’te Baas ile Irak Komünist Partisi’nin yakınlaşması Bağdat’ı da Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştirmeye zorladı. Barzani Sovyet desteğini yitireceğini anlayınca tereddüt etmeden kendini ABD ve İsrail’in kollarına bıraktı.
Ama birkaç yıl sonra ABD Kissinger’in telkiniyle Kürt ayaklanmasından desteğini çekme kararı aldı. Molla Barzani ABD’ye sığındı, 1979 yılında orada öldü.
Yerine geçen oğlu Mesut Barzani, Saddam Hüseyin ile mücadele etmek üzere İran’la ittifak kurdu. İran-Irak savaşında karşı saflarda yer aldı. 1991’de ABD’nin Irak’a saldırınca ülkenin içinde bulunduğu durumu fırsat olarak değerlendirip, Baas rejimine karşı bir ayaklanma başlattı. Ayaklanma iç savaşa dönüştü. Saddam ayaklanmayı sert bir şekilde bastırdı.
Türkiye ile uzun süren itiş kakışın ardından 1990’lı yıllarda PKK’ya karşı Ankara’nın müttefikiydi. Birkaç yıl sonra Celal Talabani’ye karşı Saddam ile müttefik oldu. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana yine ABD’nin yanında.
Yani AKP’nin yetkilileri ile girdiği ağız dalaşının hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir iki ay sonra onları yine Osmanlı sarayı özentisi o binada fotoğraf çektirip gülücükler dağıtırken bulabilirsiniz. “Bağımsız Kürdistan”ın kurucusu işte bu arkadaştır…

***

Evet, bir aşiret devletinden söz ediyoruz. İşin içinde bir de tarikat ayağı var üstelik. Tarikat dediğim tabii ki Nakşibendiye. Aşiretin çıkış noktası olan Barzan aslında bu bakımdan da oldukça renkli bir bölge; Yahudilerin ve Nakşibendi şeyhlerinin merkezi. Barzan aşireti ile ilgili Yahudilik iddialarının sebebi de bölgenin bu özelliği. İşin ilginç yanı bu iddianın kaynağının bizzat İsrail olması. Kürtlerle ırki akrabalığa işaret eden kan tahlilleri falan havada uçuşuyor üstelik. Yani tam bir “Siyonist komplo” ile karşı karşıyayız. Zira bir inanç aidiyetinden etnik bir aidiyet iddiası çıkarma onuru Siyonistlere ait.

Barzani aşireti Yahudi mi bilinmez ama Molla Mustafa Barzani’nin İsrail’le ilişkileri her zaman pek parlak. İsrail’in Arap dünyasına topyekûn kafa tuttuğu 6. Gün savaşlarında bile İsrail’e pek sıkı fıkıydı. Savaş öncesinde İsrail’i ziyaret etmiş, içeriğini bilmediğimiz bir takım istişarelerde bulunmuştu. Savaş sırasında Arap koalisyonuna katılma çağrılarına yanıt vermedi, ağırlığını İsrail’den yana koydu.

Nakşibendilik meselesini yabana atmayın; Neredeyse 1820’li yıllardan bu yana hem Osmanlının hem de Türkiye’nin resmi tarikatından söz ediyoruz. Osmanlı Yeniçeriliği ezip geçerken ona rengini veren Bektaşiliği de ezdi, yerine Nakşibendiliği geçirdi. Kürtlerin arasında etkin bir tarikat haline gelmesinde sanırım bu tercihin de önemli bir payı var. Bu tarikat kardeşliğine rağmen Barzani aşireti her fırsatta Osmanlı’ya isyan etti. Türkiye ile ilişkileri de inişli çıkışlı oldu ancak Türkiye’deki Nakşibendiler ile sorunsuz bir ilişki sürdürdü.

Ayrıntısını merak eden var mı bilmem; Nakşibendiyenin Halidiye ekolündenmiş aile. Şeyh Said’den Said-i Nursi’ye, Fethullah Gülen’den Mehmet Zahid Kotku’ya hepsi aynı kaynaktan geliyor. Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Tayyip Erdoğan, Cübbeli Ahmet, Menzil tarikatı, Muhsin Yazıcıoğlu, Necip Fazıl, Enver Ören, Süleymancılar, Bülent Arınç, Abdullah Gül; hepsi Nakşiliğin Halidiye kolundan. Özeti şu; Molla Mustafa'nın dedesi, Tayyip Erdoğan'ın büyük halifesi. Tarikat kardeşliği var aralarında.


Bölgeleri henüz özerk değilken ceplerine Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kırmızı pasaportları koyan da Turgut Özal’dı zaten. Sonra ABD yardıma koştu ve Bağdat’ı bombalarken Irak uçaklarına aşiretin topraklarının üzerinden uçma yasağı koydu. “Özerk” Barzanistan işte böyle kuruldu. Alan aldı, çatan çattı, Tayyip Erdoğan’ın bahtına bağımsızlığını kutlamak kaldı.

***

Ayrıca bakmayın attıkları hamasi nutuklara; Irak’ın Kuzeyini hep birlikte yağmalıyorlar. Irak halklarına ait petrol Barzani ailesi marifetiyle ve uygun fiyattan bizimkilerin gemiciklerine aktarılıyor. Güçlü ticari bağlar kurulmuş aralarında, bölgede faaliyet gösteren Türkiye kökenli şirketlerin mutlaka Barzani aşiretinden bir ortağı var. Petroldü, ticaretti falan derken dönen paralar müthiş. Sadece AKP’nin üst düzey yetkililerinden söz etmiyorum.
Mesela sarayın başdanışmanlarından İlnur Çevik yakın zamana kadar büyük işler çeviriyordu bölgede. Tarikat kardeşliğinden piyasa kardeşliğine geçiş o kadar hızlıdır işte.

Özerklikten bağımsızlığa geçince ne değişecek o da belli değil zaten. Barzani’nin başkanı olduğu özerk yönetimde ordudan istihbarata, uluslararası ilişkilerden ticari hayata her yerde mutlaka bir Barzani var. Oğul, kardeş, yeğen, kuzen ilişkileri üzerine kurulmuş bir “özerk” devletten oğul, kardeş, yeğen, kuzen ilişkileri üzerine kurulmuş bir “bağımsız” devlete geçecekler anlayacağınız. Dışarıdan baksanız Kürt devleti, içeriden baksanız bildiğin aşiret yapılanması. Tartışılmaz olan tek şey bu hokus fokus sayesinde elde edilen milyar Dolarlık kişisel servetler…

Ama güzel olan şu; Bu arada ülkemiz de hızla Barzanistan’a benziyor AKP marifetiyle. Aşiret devletine dönüştük az zamanda. Oğullar, damatlar, bacanaklar, enişteler, zevceler, torunlar devletin her yanında. Nurcuların büyük kısmı kaçtı gitti, kaçamayanlar illegale geçti ama bu sayede Nakşibendilerin yeri pek pekişti. Barzani’nin tarikat kardeşleri devleti ele geçirdi yani. E burada ölçek biraz büyük, haliyle kişisel servetlerdeki Dolarların sayısı Barzanistan’dan biraz fazla. Demem o ki “bağımsız” bir devleti var diye ne Türk emekçiler daha mutlu, ne Kürt emekçiler. İşsizlik, sefillik, itilip kakılma, sömürme her iki tarafta da aynı şekilde devam ediyor. Eğer bağımsız olmayı başarırlarsa Kürt emekçiler de bunun kendilerine mutluluk getirmeyeceğini anlayacaklar.

Yalnız bizim Nakşiler, Nakşi Barzanistan’a saldırmaya cesaret ederse ölenler kesinlikle o yoksullar olacak. Savaşları zenginler çıkarır ama kurbanları mutlaka yoksullar olur. Ne tarikata, ne aşirete, ne de kapitalizme tahammülümüz var o yüzden. Sınıf kardeşliğine ayağını basmayan bütün kardeşliklere mesafeliyiz. Bizim için hepsi bir.

Kutlu haberi şimdiden verelim öyleyse: Onlar ağır ellerini toprağa basıp bir şafak vakti karanlığın kenarından doğruldukları zaman, hepsi bir bir silinip gidecek.
Eşit bir ülke kuracağız hep birlikte, özgürlük ilan edeceğiz bütün sınırlarda.
O güne kadar yolumuz belli: Ne Tayyaristan, ne Barzanistan!

Orhan Gökdemir / SOL

İstanbul’un hesabını kim verecek… - ORHAN AYDIN

Adam apar-topar gitti, yetmedi “İstanbul halkına hakkımı helal ediyorum” bile dedi.
Pişkinliğin böylesi az görülür.
Başkanlığı döneminde; İstanbul kent olmaktan çıkarıldı betondan bir mezbelelik oldu, parkları, yeşil alanları, sahilleri, meydanları, caddeleri, deprem toplanma alanları iç edildi.
Su havzaları, ormanları, dünya insanlığının ortak mirası kültürel varlıklar, vakıflara ait tüm taşınmazlar, arsalar, mimari dokular, köşkler, saraylar, boğazın her iki yakası, adalar, yedi tepenin yedisi de talan edildi ama beyimiz “hakkımı helal ediyorum” diyerek istifa etti.
Kimse sesini çıkarmadı.
Neymiş efendim, “5 dosyaya itiraz etmiş ama AKP’li meclis üyeleri itiraza rağmen onaylamış, bunlar en büyük rant dosyalarıymış” falan filan.
Mesele bu mu, yoksa ailesinin fetö bağlantısı mı?
Biliyoruz ki rant konusunda hep anlaştılar, yine anlaşırlardı.
İstanbul dediğin kentsel üleşimin merkezidir.
Bu yüzden tüm pis tezgâhların üssü olmuştur.
Arsa ve inşaat simsarları aç doymuyorlar, onlardan beslenenler hiç doymuyorlar.
Kent bir yandan Silivri’yi aştı, diğer yandan İzmit’e dayandı, Kuzey’de Karadeniz sahili artık bu kentin yeni liman ve ticaret alanı.
Kanal İstanbul ile tüm doğal hayat yok edilmeye hazırlanılıyor.
AKP için, para gelsin de nereden gelirse gelsin.
Gelecek bitirilmiyormuş, ekolojik hayat katlediliyormuş, yaşam alanları betondan ve demirden tabutluklara dönüştürülüyormuş umurlarında değil.
Bu arada beyimiz istifa ederken “Borçsuz belediye bırakıyorum.” diye ülkeye yalan söylemişe benziyor.
Gazetelere haber oldu, “13 milyar lira borç var.”
Niye çıkıp ‘hayır’ diyemiyor?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ülkede geliri en yüksek belediyedir.
Çıkıp, gelir-gider-kâr-zarar kalemlerini niye açıklamıyor?
Veriler elinde mi değil?
Niye, yoksa belediyeyi o değil de başkaları mı yönetiyordu?
Sayfalar dolusu ve hepsi belgeli “AKP’nin İstanbul kentine karşı işlediği suçlar var” kim bunun sorumlusu?
Kadir Topbaş mı, onu istifaya zorlayanlar mı, yoksa hepsi mi, kim?
Ne olacak şimdi, “istifa ettim oldubitti” deyip siyasete devam edecek ve valilik onun yerine AKP’li belediye meclisi üyelerinden birini başkan seçecek öyle mi?
Ne kadar da adaletliymiş!
Bu yerel yönetimler kanunu bu günler için delinmiş demek ki.
İstifa gerçekleştiği günden beri “Belediyeyi aslında o yönetiyordu.” dedikleri zat başkan olacak!
Sen sağ ben selamet.
Bu mu demokrasi?
Oysa yapılması gereken açıktır.
İstanbul belediye başkanlığından istifa eden Topbaş gerekçeleriyle, dürüstçe istifa nedenini açıklar, aklayabiliyorsa kendini aklar, yoksa hakkında dava açılır ve eş zamanlı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi için, halk sandığa gider.
Var mı böyle bir yiğitlik?
Yok.
Olmayacaktır.
Topbaş’ın istifa gerekçeleri için, “Açıkla arkandayız” diyen CHP’nin bu hukuksuzluğu böyle geçiştirmesi ise çemberin dışına savrulduğunun belgesidir.
Siz açıklasanıza kardeşim, elinizde “Kent talanıyla ilgili yüzlerce belge” olduğunu söyleyen sizler değil misiniz?
Aklınız mı tutuldu?
Elinizde tuttuğunuz İlçe belediyelerine, Büyükşehir belediyesinin çektirdiği işkenceler var, bizler tanığız, onlardan da mı söz etmek işinize gelmiyor?
Şaşılacak şey.
Bu ülkenin kent bilimcileri, örgütlenmiş mimar-mühendisleri var, onlara niye sormuyorsunuz?
Önümüzdeki seçimleri bekleyeceksiniz demek ki, yani baskın olanını, baskın basanındır oysa.
Ya diğer muhalif yapılar, İstanbul Kent Savunması dışında konuşan yok, sendikalar niye susuyorlar, gözümüzün önünde ‘al gülüm-ver gülüm’ oynanmıyor mu?
2013 Haziran-Gezi direnişinde “Her yer Taksim, her yer direniş” diye haykıranlar boş yere bedenlerini siper ettiler öyle mi?
Şimdi çıkın, beton mezarlığı yapılmış Taksim meydanına; önce Atatürk Kültür Merkezine bakın, Şan tiyatrosu yerine kondurulan mezbeleliği görün, sonra Sular İdaresi’ ne dikilen camiye, olmadı şöyle göz ucunuzla bir de İstiklal caddesine bakın.
İyi gelecektir!
Sonrasını sonra konuşuruz.

Orhan Aydın / SOL

Varlık Fonu o kurumlara ‘çökmemiş!’ - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF), 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra kuruldu. TVF’yi kuran yasal düzenleme, Meclis’e bir kanun tasarısıyla değil, AKP’li vekillerin “yukarıdan” talimatlı biçimde imzaladığı kanun teklifiyle getirildi. 
 
Sayıştay denetimine kapalı ve 20’nin üzerinde yasadan muaf tutularak, ülke tarihinin gelmiş geçmiş en ayrıcalıklı şirketi olarak kurgulandı. 
 
TVF’nin Meclis’teki yasa görüşmeleri sırasında, Fon’un altyapı projelerinin finansmanına destek sağlayacağı; bu projelerin, “en ziyade müsaadeye mazhar” müteahhitlerin yaptığı/ yapacağı köprü, tünel, Kanal İstanbul projeleri olacağı ortaya çıktı. 
 
TVF’nin içi, kuruluş sürecine “yakışan” bir şekilde OHAL KHK’leri marifetiyle dolduruldu.
Gerçek amacı 15 Temmuz darbecilerini hızlı yargılamak olan OHAL, TVF’nin ülkenin kamu sermayeli mali ve finansal birikimini kapalı operasyonlarla yönetmesi için kullanıldı. İçinde ne tür faaliyetlerin yapıldığını, sözgelimi BIST’e müdahale edip etmediğini kimsenin bilmediği TVF’nin başkanı, yine bilinmeyen nedenlerde “yürümüyor” diye görevden alındı. Başbakan Binali Yıldırım’ın görevden alma yazısı, Resmi Gazete’de değil Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlandı.


‘Çökmemiş’ de bir yılda ne yapmış
 
TVF’nin bağlı olduğu Başbakan Binali Yıldırım, dün dört Tv’nin ortak canlı yayınındaydı. TVF’nin yeni başkanını belirlemek üzere çalıştıklarını; bu hafta değilse bile kısa süre içinde belirleneceğini söyledi. Fakat TVF başkanının görevden alınma gerekçesini ne o açıkladı, ne de soran oldu.
Başbakan uzun uzun genel anlamıyla varlık fonlarını anlattı. Varlık fonlarının bütün dünyada büyük yatırımlara kaynak sağladığını, cari açığın büyümesini engellediğini, TVF’nin de böyle bir çalışma yapacağını söyledi. Bir yıl önceki laflar yani.
TVF bünyesinde 40 milyar doları bulan, Türkiye’nin 12 önemli şirketi bulunduğunu da hatırlatıp “Varlık Fonu bunlara çökmüş değil” dedi.
Evet, bu argo tabiri kullandı Başbakan Yıldırım.
Peki, TVF kamu bankalarına, kamu şirketlerine “çökmediyse”, bir yılı aşkın sürede ne yapıldı, bu şirketler ile nasıl bir ilişki kuruldu, mali ilişkilerin denetimi yapıldı mı, bağımsız denetim raporu nerede, harcama tutarı nedir gibi sorular da sorulmadı. 

***
TVF, istediği kadar ayrıcalıklı bir şirket olarak kurgulansın.
Bir yıl boyunca yaptığı harcamaları, harcamaların kaynaklarını, yaptıysa finansal operasyonları, o çok şık web sayfasından kamuoyuna açıklamak durumundadır.
TVF’nin, OHAL KHK’leriyle bünyesine kattığı kamu şirketlerine “çökmediği”ne dair Başbakan beyanı, ancak bu verileri kamuoyuyla paylaşırsa inandırıcı olur.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Cemaat ve tarikatların nesi ‘sivil toplum’?! Bırakın palavrayı! - ORHAN BURSALI

Uzun zamandır yazmak istediğim bir konu... dini cemaatler, tarikatlar ve benzerleri... Şüphesiz ki yurttaşların çok çok azınlığını kendi ağlarının içine düşürebilmiş durumdalar, ama mali kaynakları muazzam... Şüphesiz içinde din felsefesi olarak tanrıyı ve ona varış yolunu ciddi olarak tartışan, anlamaya çalışan, fikir yürüten pek çok insan var.
Mesela, “taksi şoförlüğü” yapan, beni gördükçe hemen arabasına alan Rizeli “medrese tahsili” görmüş dostum onlardan biri. Bilgili, fanatik değil, görmüş geçirmiş, “el almış”, mantık üzerinden düşüncelerini kurgulama ustası. Birbirimize hep saygılı kaldık.
Sözüm onlara değil. Bu azınlığın da azınlığı insanlar, varlığın nedenini anlamak için çaba sarf ediyorlar ve kendi yollarından gidiyorlar: Mesela şoförlük yaparak... 


Cemaat: Para, iktidar ve insanları ötekileştirme
Cemaat tipi dini örgütlenmelerin bence hiçbiri bir sivil toplum örgütü değildir. Hiçbir zaman da olmadılar.
Hemen hepsinde, en azından üyeleri ve önde gelenleri arasında, güçlü bir “kadın düşmanlığı” vardır. Bu düşmanlık, kadını bizlerle eşit bir varlık olarak görmez: Kadın baştan sona cinsel bir objedir... Varlıkları adeta bu histeri üzerinde şekillenir. Cinsellik “ayıp”tır, “günah”tır. Kadın bir günah işleme aracıdır... Kadın tamamen örtünmelidir. Ama bunu savunan “kültür birikiminden” nasibi almamış ilkel yaratıklar, gece “günah aracı” karısıyla yan yana yatar.
Baktığınızda cemaatçi bu köktendinci fanatiklerin (IŞİD kafasıyla hemen ilişki kurmanızda hiç sakınca yok), iktidarlarını esas kadın üzerinden toplumsal olarak inşa etmeye çalışırlar. Kadını yok sayarak, bastırarak, aşağılayarak ve bir köle statüsüne sokarak yükseleceklerdir.
Sadece “sivil alanda” olsa... 

Güçleri devlet ve siyasetten...
En büyük gücü de etekleri altına sığındıkları devletten, siyasetten alırlar. Korurlar, beslenirler, devlet memuru yapılırlar, Cemaatlerine milletin kamusal zenginliklerinden mal ve para devşirirler. Ürettikleri bir şey yoktur, ama yedikleri çok şey vardır. Şimdi en şaşaalı günlerini yaşıyorlar.
Bunlardan biri, politik araçlarla, devlet, toplum, iş dünyası ve asker içinde darbe yapacak ve her yeri kapsayacak duruma bile geldi ve darbe girişiminde bulundu. Kimler sayesinde? Baktığınızda, tüm siyasi iktidar ve partilere şirin görünmüş, ama bu iktidar zamanında ise en büyük güce erişti. Yıllarca “Çak ortak...” havası içinde yaşadılar.
Bir diğeri, İbni Sina, İbni Rüşt gibi İslam kültüründe, bilim ve felsefesinde yüz akı insanları, “sapkın, yüz karası” diye nitelendirecek kadar düşünce çamuru içine batmıştır. Bunları büyüten bir de, durmadan ekranlara çıkartan programlardır.
Ensar Vakfı’na bakın. İktidar elinden gelse neredeyse tüm Türkiye’ye peş-keş çekecektir. Üstelik çalıştırdıkları insanlar arasından bol miktarda cinsel tacizcilerle kız ve erkek çocuklara cinsel tacizci çıkıyor.
Yumurtladıkları, nasıl bir ülke istediklerine ele veriyor: En son biri “kızlarla arkadaşlık yaparsanız kötü yola düşersiniz”, diyor.
Son bir ayda topluma verdikleri mesajlara bakın:
Gölcük Müftüsü olacak bir kişi, kendini türbanlamayan kadınlar için “Mağazalarda ambalajı açık teşhir ürünleri hep yarı fiyatına satılır, anlayana” diyecek kadar sapkınlık gösterebilmiş ve topluma hakaret edebilmiştir. 

‘Domates gibi soyulmuş’ deme utanmazlığı
Kadını türbana sokan erken köktendincilerin yarattıkları efsunlu dünyanın etkisinde kalıp “Müslüman kadının da bir tesettürü olmalıdır. Başları biraz açılmış, kabuğu soyulmuş domatesi kimse almak istemez. İşte bu anlamda tesettür de kadını mahfezin içine alır onun manasını ve suretini korur” diyen kadınlar bile çıkabilmektedir.
Artık kadınlar da kendilerini tıpkı erkek yobazlar gibi cinsel bakışla değerlendiriyorlarsa, tüm bunların “sivil toplum” ile ne ilişkisi olabilir?
Tersine, sivil toplumu, özgürlüğü ortadan kaldırmayı amaçlayan girişimlerin odaklarına dönüşmüştür bu kurum ve kuruluşlar.
Yaşadıkları şaşaa, tüm bunların nasıl parasal çamur içinde yüzdüklerinin de kanıtları. Büyük ve kirli paralar üzerinde kurulan saltanatlar... İktidarlar... Topluma hakaretler ve düşmanlıklar...
Bunlar “sivil toplum” kuruluşları öyle mi?
Sivil toplum düşmanları demek daha doğru bir tanımlama...

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Hitler, Fritz Neumark, FETÖ ve Gergedanlar - EROL MANİSALI

Prof. Fritz Neumark ile vefatından iki yıl önce 1987’de Almanya’da buluştuğumuzda kendisine sormuştum: 1933’te Atatürk Türkiye’sine kaçışınızda esas neden Yahudiler üzerindeki baskı mıydı?
Bana hiç beklemediğim bir yanıt verdi: “Yahudilikle ünsiyetim yoktur: Esas korkum Almanya’da meslektaşlarımın birçoğunun Hitler rejimine yakınlaşmalarıydı. Onlara benzemekten korktuğum için Türkiye’ye sığındım.” 
 
Ionesco’nun 1958’de yazdığı Gergedanlaşma olgusu ile Neumark 1930’ların başında karşılaşmıştı. Ve gergedanlaşmamak için Almanya’dan kaçıp Atatürk Türkiye’sine sığınmıştı.
Baskı sonucu rejimin bir parçası haline gelerek gergedanlaşma postallı ya da dinci bütün araçlarla günümüzde de geçerliliğini koruyor.
FETÖ insanları, din üzerinden kurşun askerler haline getirerek gergedanlaştırmıştır.
Kimileri küçük yaşlardan başlayarak “eğitim” üzerinden toplum mühendisliği (!) yöntemleri ile gergedanlaştırılırlar. Kimileri de daha ileri yaşlarda da olsa, “baskı ve çıkar” dişlileri içine kilitlenerek devşirilir ve satın alınırlar. Çevremize baktığımız zaman bu tür yaratıklara sıkça raslarız.
 
FETÖ yöntemi ve ‘ötekiler’
FETÖ belki de insanlık tarihinde bu kadar programlı ve sistemli olarak, insanları daha küçük yaşlardan itibaren “yavru gergedanlar” haline getirdi ve bir ilki yaptı, 15 Temmuz’da sonuç alamadı.
Emperyalizmin maşası olduğunuzda sonuç alınamazsa çöp sepetine atılırsınız. Arap felaketine dönen Arap Baharı, “liderlerin” nasıl harcandığını kanıtlamadı mı?
Asker, polis ve din baskısı ile insanların gergedanlaştırılmaları hep görüldü ve halen de yaşanıyor. Demokrasiden, çağdaş uygarlık değerlerinden, laiklikten, insanların programlı bir biçimde veya faşist yöntemlerle gergedanlaştırılmaları emperyalizmin “yerel” uzantılarının çağdışı eylemleridir.
Yerel uzantılar kendi iktidarlarını korumak için insanlarını gergedanlaştırırlar. Bu sayede, milyonlarca insanı “gütme” marifetini elde ederler. Onları gergedanlaştırınca işler kolaylaşır.
 
Avrupa’ya tersine göç
Atatürk döneminde bilim ve sanat insanlarının Avrupa’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne göçünün aksine her darbe döneminden sonra tersine göçler yaygınlaştı.
Özellikle 12 Eylül’de başlatılan süreç bugün de aksamadan devam ediyor. Aileler evlatlarını dışarıda okutmak, orada yerleştirmek istiyorlar.
Evlatlarının gergedanlaşmalarından korkuyorlar.
Atatürk Türkiye’sine 1933’te sığınan, benim fakültem İktisat Fakültesi’nin kuruluşunda yer alan Prof. Fritz Neumark’a onun için son kitabımda özel bir yer ayırdım.
Neumark’ın asistanı Prof. Sabri Ülgener, onun asistanı Prof. Gülten Kazgan ve devamında bendeniz bu sığınmanın tanıklarıydık.
Bu arada İstanbul dışında olduğum için aranızda olamayacağım, Karıncalar’a selam...
Almanya’daki son seçimler mi? Almanya’daki aşırı sağ ile bizdeki dinci yapılanma birbirlerini besliyorlar, her ikisi de memnun. Kutuplaştırmalar ikisine de yarıyor, demokrasiden uzaklaştırıyor.
Dün Almanya’dan Atatürk Türkiye’sine sığınanlar, bugün ise ters yönde bir göç. Atatürk Türkiye’sinden uzaklaşan ülkede, gergedanlaşmaktan korkarak gidenler...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

25 Eylül 2017 Pazartesi

Berlin’de öncü deprem ve İslamcı Ankara - OSMAN ÇUTSAY/SOL

Aradaki büyük bağlantıların nasıl bir kader anlamına geldiğini yakında anlar İslamcı Ankara ve onun cahil, dinci “kadroları”. Türkiye ekonomisinin dış dünyadaki bir numaralı irtibat ve denetim merkezi Almanya’da dün yapılan parlamento seçimlerinden, algılamaları kuşkulu gerçi ya, İslamcı Ankara semalarına bir mesaj geçilmiş oldu. Bundan sonra işleri çok daha zor bizdeki badem bıyıklı tüccar imamların.

Liberal veya “demokrat” bayağılıkların ağına düşen solun emekçi halklar için ne sonuçlar vereceğini göstermesi açısından da genel bir yanıt aslında Almanya’daki seçimler: Gece yarısı açıklanan geçici sonuçlara göre Hıristiyan Demokratlar (CDU ve onun Bavyera’daki kardeş partisi CSU) Angela Merkel öncülüğünde yüzde 9’a yakın bir kayıpla oyların yüzde 32,9’una ulaşabildi. SPD, daha önce soL ve Boyun Eğme’de dikkat çektiğimiz gibi yüzde 20 sınırına (20.8) gelip dayandı yüzde 5.2’lik bir kayıpla, ama henüz partide kıyamet kopmadı. Bekleyeceğiz. SPD, Merkel ile büyük koalisyondan ayrılıp muhalefete geçeceğini bildirdi hemen. Federal meclisin üçüncü büyük partisi ise faşistoid çizgileri çok belirgin, aşırı sağ ve popülist nitelikleriyle kategorileştirilen “Almanya için Alternatif” (AfD) oldu. AfD, oyların yüzde 13’ünü almış görünüyor. Liberal FDP yüzde 10.4’lük bir orana ulaşırken, Sol Parti yüzde 9.2, Yeşiller ise yüzde 8.9’da kaldı.

Geleneksel kitle partileri dönemi Almanya’da da kapanıyor; anladık. Eriyorlar yani. Hem de hızla.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Berlin dün bir öncü depreme sahne oldu. Avrupa’daki krizin büyüklüğü, bu krizden en kârlı çıkan sanayi merkezinde bile böyle sonuçlar veriyorsa, yaşlı kıtanın kenarındaki durumu siz düşünün. AB hayranları, antikomünizmle solculuk yapacağını sanan liberal döküntülerin çeşitli versiyonları elbette kabul etmek istemeyecektir, ama bu öncü depremi bir asıl deprem veya depremler, onları da artçı depremler izleyecek gibi görünüyor. Avrupa Almanyası’nı veya Almanya Avrupası’nı çok zor zamanlar bekliyor. Üç hafta sonraki Avusturya seçimlerinin nelere yol açabileceğini şu ara kimse düşünemiyor bile. Dikkat: AB’ndeki krizin kaymağını yiyen zengin mutfağında bile siyaset sahnesinin fena dağıldığına tanık oluyoruz.

Görece yeni bir kavram kullanabiliriz belki: Kriz, sosyal demokrasiyi “pasokification” ile vuruyor. Sadece kenardaki yoksullarda değil, merkezde de... Neoliberal ve sonuna kadar “demokrat”, yani antikomünist solun emperyalist demokrasilerde geldiği/geleceği yeri şimdiden görüyoruz:  Avrupa sosyal demokrasisi bugüne kalan çizgileriyle artık tam bir “pasokification”, yani komşudaki PASOK veya bizdeki DSP/CHP gibi hızla etkisizleşme ve hatta yok olma sürecindedir. İşçi sınıfının devrimcileştirilmesine ve aydınlanmanın tavizsiz savunuculuğuna odaklanmış yaratıcı KP’ler eksikse eğer, kimseye huzur yok yani. Avrupa sermayesi de dikensiz gül bahçesi saydığı “KP’sizliklere” erken sevindiğini, ortamın çok daha berbat muhaberelere gebe olduğunu anlamaya başladı. Herkes için çok geç...

Liberal virüs, solu bire kadar kıracağını ilan edeli çok olmuştu aslında. Solculukta kolay yolu, birilerinin peşinde tıpış tıpış yürüyerek bir koyup hepsini almayı seçenler, bunu bir türlü kabullenemediler. Fakat artık zengin mutfağında bile bunun bedelleri ödeniyor. Avrupa ve Almanya’yı, tüm etki alanlarıyla, çok sevimsiz zamanlar bekliyor gerçekten.
Özellikle de Ankara’yı.

Alman seçimleri, sonra da 15 Ekim Avusturya seçimleri, tabandaki İslamcı Ankara ve “Erdoğan devleti” nefretinin AB’nin zengin mutfağındaki siyaset sınıfına nasıl yansıdığını daha şimdiden göstermiş sayılabilir. İslamcı Ankara’nın bu sonuçlardan sonra Berlin’den işini kolaylaştıracak bir esinti beklemesi mümkün değil. Tam tersi.

Ankara ve onun İslamcı egemenleri, Türk ekonomisinin sahibi konumundaki Almanya’dan gelecek nefret rüzgârına direnemez. Çok zor. AfD, bu rüzgârın kaynağı olmaktan çok bir sonucu kabul edilebilir, ancak tüm siyaset sahnesini önüne katacağı kesin. Diğerleri bu nefreti ve AfD’yi görmezlikten gelerek siyaset yapamaz.

Demek ki, Berlin’deki öncü depremin Ankara üzerindeki yıkıcı etkileri olacağını şimdiden ileri sürebiliriz. Gerçekten yeni bir dönüm noktasından geçiyoruz. Berlin’de pişen, Ankara’ya mutlaka düşer. Tüm olumsuzluğuyla düşer...

“Berlin nire, Ankara nire?” diyenleri göreceğiz yakında...

Tabii emperyal demokrasiden nasiplenerek solculuk oynayabileceğini sanan densiz şımarıkları da...

Osman Çutsay / SOL

Kâinata düşer bizim ‘Yağmur’ damlalarımız! - TAYFUN ATAY

2002 yılına girerken Londra’daydım ve “Britanya’nın En Parlak Çocuğu” bilgi yarışmasını kazanan 10’lu yaşlardaki Laura Hibbert’ın ekranda “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna verdiği sürpriz cevaba bizzat tanık oldum.
Ne doktor, ne mühendis, ne mimar, ne hukukçu, ne akademisyen, ne de başka bir şey… Laura, soruya “Meşhur olmak istiyorum” diye cevap verdi.
Bu cevap, Batı’dan Doğu’ya tüm dünyada kitleselleşen meşhurluk arzu, istek, “histeri”sinin saf bir tezahürüydü. Görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna, narkotik etkisine kendini kaptırmış bu insanlık halini hanidir “Meşhuriyet Çağı” diye tanımladığımız biliniyor; herkes, Andy Warhol’a rahmet okutacak şekilde 15 dakikalığına da olsa meşhurluğu tatma derdinde.
Tabii bu arzunun varacağı son durak belli ve onu en güzel anlatan da gösteri çağının ABD’de ilk eleştirilerinden sayılabilecek Chicago müzikalinde, şöhret peşinde koşan insana hitaben sarf edilen şu söz: “Hepimiz kızgın tavaya düşmeye can atan damlalarız.”
Büyüyünce ne olacaksın sorusuna “meşhur olmak” diye cevap veren nice parlak, zeki, hırslı çocuğun dikkatine sunulması gereken bir ifadedir bu!.. 

***

Ancak bu “çağ yangını”na direnen insanlar, insanlarımız, çocuklarımız da yok değil.
Ve o çocuklar, “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna başka cevap veriyor.
Demek istediğimi netleştirmek için dün bu gazetede beni darmadağın eden bir yazıyı, Silivri zindanından süzülüp çıkmış şu satırları ilginize sunuyorum:
“Bundan tam 12 sene evvel 24 Eylül 2005 günü ılık bir sonbahar sabahında bir YAĞMUR damlası düştü dünyamıza. Kocaman gözlerini açmış merakla bakıyordu küçücük, sakin, sevecen bir YAĞMUR damlası.
Bugün tam 12 yılı geride bıraktık sevinciyle, üzüntüsüyle. Seni ilk gördüğümde hayattan bir şey diledim. Gözbebeğim ömrünü nasıl yaşayacaksa yaşasın, yeter ki hayatının her anında iyi bir insan olsun. Çünkü iyi bir insan olmayacaksan, hayatta yanına koyduğun artıların hiçbir önemi yok güzel kızım.
En mutlu ve gurur duyduğum anlardan bir tanesi ise sana sorulan ‘Büyüyünce ne olacaksın’ sorusuna verdiğin cevap. ‘İnsan olacağım’ demiştin. Ne kadar doğru yolda olduğumuzun göstergesi bu, güzel kızım. Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.
Hep dışarıdakiler, içeridekilerin doğum gününü kutlayacak değil ya, güzel kızım.
Benim yanında olamadığıma aldırma, kalbim hep senin yanında.
Doğum günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum.
Baban…

***

Mektup, Silivri’de “esir” arkadaşımız Emre İper tarafından doğum gününde yanında olamadığı kızı Yağmur’a yazıldı.
Meşhuriyet”in çocuğu Laura, büyüyünce ne olacaksın sorusuna cevaben “Meşhur olacağım” diyor.
Cumhuriyet’in çocuğu Yağmur, büyüyünce ne olacaksın sorusuna, “İnsan olacağım” cevabı veriyor!
Olmak ya da olmamak…
İşte mesele bu!..
***

Meşhur olmak isteyen Laura’nın bu memleketteki “yoldaş damlaları”na “şöhret tavası” olan Acun, St. Tropez’de her ânını görünür kılmak için elde telefon hoplayıp zıplayan çiçeği burnunda eşiyle rüya gibi düğünde…
İnsan olmak” isteyen Yağmur’un, onunla gurur duyan babası Emre, 172 gündür kâbus bir tutsaklıkta.
İşte size bugünün Türkiye’sine ilişkin, ileride tarihin mihengine vurulacak iki kare!..
Hep söylüyoruz, popüler kültür, sadece “popüler kültür” değildir; popüler, politiktir diye…
St. Tropez’deki ile Silivri’deki arasındaki fark, onların iktidarın neresinde durdukları ile ilgili bir fark!..
***

Emre’nin yazdıklarını okurken benim de gözlerimden “Yağmur” gibi damlalar düştü, durdu.
Bir yandan onunla aynı ailenin, Cumhuriyet’in bir üyesi olmanın gururlu duygusallığıyla!..
Diğer yandan, onunki gibi bir “Yağmur Damlası”nın şu gök kubbenin altında benim de payıma düşmüş olmasının duygudaşlığıyla!..
Bizim Damlalarımız, “kızgın tava”ya düşse tava buz keser! Bizim Damlalarımız, kurak toprağa düşse bereket fışkırır!
Bizim Damlalarımız, karanlık iktidarların topluma reva gördüğü tutsaklığın üzerine düştüğünde de özgürlük filizlenir. Er ya da geç!..
***

O yüzden bugün öğleden sonra “damla damla” toplanıp çağıl çağıl Çağlayan’a akıyor olacağız!
Emre’yi Yağmur’a kavuşturmak için! Murat’ı, Akın’ı, Kadri’yi, Ahmet’i haramilerin tutsaklığından koparıp almak için!..
Ve bu memleketin “damla”larının “kızgın tava”da heba olmaması, kâinatla hem-hal olması, Nâzım’ın diliyle söylersek;
Merhaba Kâinat”…
Diyerek düşebilmesi için!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Fındıkta sömürü de mücadele de eskidir - ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

Fındıkta sömürü yeni değil. 70’li yıllarda bu sömürü ilişkisi tüccar-tefeci ilişkisi içinde gerçekleştiriyordu. Bunun karşısında ise örgütlü bir halk hareketinin yürüttüğü mücadele vardı. AKP iktidarıyla birlikte tüm tarım ürünlerinde olduğu gibi fındıkta da üreticiye koruyan birlikler ortadan kaldırıldı.

Fındıkta sömürü de sömürüye karşı mücadele de eskidir. Yakın döneme baktığımızda ise fındık mücadelesinde hatırlanacak olan ilk hareket 2006 yılında Karadeniz sahil yolunun 9 saate trafiğe kapatıldığı, 100 bin kişilik büyük eylemdir. 2006 yılında, ilk olarak ÖDP’nin çağrısıyla “Sahip Çıkalım Fındığımıza” mitingi Fatsa’da gerçekleştirilmişti. Bu mitingin ardından, Ziraat Odası inisiyatifi ele almak için Ordu Cumhuriyet Meydanı’nda bir miting gerçekleştirdi. Miting sırasında üreticiler meydandan ayrılarak Karadeniz sahil yolunu trafiğe kapatmış, hızla tüm miting alanının sahile aktığı 100 bin kişiyle 9 saatlik büyük eylem gerçekleştirilmişti. Miting büyük bir etki yaratmakla birlikte sonuçları beklendiği gibi olmadı. Tersine bu büyük bir umut doğuran bu eylem halen aşılamayan bir karamsarlık kaynağına dönüştü. 2006 sonrası dönem fındıkta sorunların arttığı ancak üreticinin sessizliğe gömüldüğü bir dönem oldu. Bugün ise bu durum değişiyor. Ordu’nun Giresun’un köylerinden ‘çaresiz bir isyan’ çığlığı yükseliyor. Çaresiz bir isyan çünkü üzerindeki bu büyük sömürü pençesini aşabileceğine ilişkin bir çözüm bir yol göremiyor! O yüzden bahçesini kırıyor, fındığını yakıyor!

‘Fındıkta Adalet Yürüyüşü’ bu isyanla umutsuzluk iklimi içinde gerçekleşti. İsyanın sese dönüşmesi, umutsuzluğun aşılması bir yürüyüşle-mitingle mümkün olmasa da bir başlangıç olarak önemliydi. Bundan sonrası için ise başlangıç yeni adımlarla ilerletilebildiği oranda karamsarlık kaynakları kurutulabilecek. O yüzden fındık sorununu tarımdaki genel tahribatla birlikte daha kapsamlı olarak ele almak ve uzun soluklu bir mücadeleyi  önümüze koymamız gerekiyor.

Fındık ve gizli işgal
Fındıkta sömürü yeni değil. 70’li yıllarda bu sömürü ilişkisi tüccar-tefeci ilişkisi içinde gerçekleştiriyordu. Bunun karşısında ise örgütlü bir halk hareketinin yürüttüğü mücadele vardı. 12 Eylül sonrasında sömürü çarkı sınırsız bir imkânla kendini geliştirdi. Ancak bu dönemde dahi taban fiyatı uygulaması ve Fiskobirliği’nin varlığı, üreticiler için bir parça da olsa güvence oluşturabiliyordu. AKP iktidarıyla birlikte tüm tarım ürünlerinde olduğu gibi fındıkta da üreticiye koruyan bu birlikler ortadan kaldırıldı. Fındık, yerli tüccarların da boyunu aşan küresel piyasaların insafına bırakıldı. Bugün yaşanan sorunlar bu anlamda küresel düzleme taşınmış bir sömürü ilişkisinin ve bunun daha bütünlüklü saldırısının sonucu olarak gündeme geliyor. Bu anlamda fındık sorunu salt fındık fiyatının düşüklüğü ile sınırlı değil. Fındık fiyatının düşük tutulması genel olarak Karadeniz’e ve özelinde de fındığa yönelik bütünlüklü bir projenin parçası. Genel bir politika olarak köyler uzun zamandır insansızlaştırılıyor.

Üreticiler topraktan kopartılıyor. Tarımsal üretim alanları sınırlandırılıyor. Ürünler değersizleştiriliyor. Fındık da bundan payına düşeni almış durumda.

Fındık artık uluslararası piyasanın ve gıda tekellerinin eline bırakıldı. Fındık denince akla artık İtalyan Ferrero şirketi geliyor.

Ferrero yalnızca fındık alımında tekel kurmakla kalmıyor, bu gücünü fındık fiyatlarını belirleme ve daha da ötesinde fındık bahçelerini satın alarak köylüyü topraksızlaştırma girişimleri ile sürdürüyor. Ekim ve dikimi sınırlayan ve zorlaştıran yasalarla birlikte, köylünün topraksızlaştırılması önümüzdeki dönemde daha da hızlanacak. Diğer yandan da pek çok emperyalist tekel toprak alım ve kiralama çalışması yapıyor. Fındığın değersizleştirilmesi, toprak kiralama ve satışının da önünü açıyor. Mesela, Fatsa’nın belli bölgelerinde İspanyol kozmetik şirketleri toprak kiralama çalışması yapıyor. Bu şirketler çeşitli özelliklere sahip verimli arazileri saptayarak, buraları 5-10 yıllığına kiralıyor. Bu kiralamanın ardından, toprağın üst tabakası kaldırılarak altındaki verimli alan ayrıştırıldıktan sonra, limandan gemilerle İspanya’ya, İsrail’e vb. yerlere götürülüyor. Verimli toprağın ayrıştırılması işlemi sonra erdikten sonra da toprak köylüye posa olarak teslim ediliyor. Fındık fiyatının düşük bırakılması aynı zamanda bu topraksızlaştırma ve topraklara el koyma sürecinin de manivelası haline getiriliyor. “Fındık’ta Sömürüye Son” mücadelesi bugün bu kapsam ve derinlikteki ‘emperyalizmin gizli işgaline’ karşı bir mücadele sorununa dönüşmüş durumda. Köylüyü topraksızlaştıracak, aynı zamanda kendi toprağında köleleştirecek bu saldırı önümüzdeki dönemde daha büyük tepkilere de kaynaklık edecektir. Mücadele de bu kapsamda sürdürülmelidir.

Halkla birlikte sürekli mücadele
Bu bütünlüklü saldırıya karşı sürekli bir mücadeleden henüz söz etmek mümkün değil. Fındık fiyatlarının açıklanma dönemlerinde ortaya çıkan tepkilere paralel kimi hareketlenmeler gerçekleşiyor ancak sonrası getirilmediği için sonuç almak da mümkün olmuyor. Bunda muhalefet hareketinin kırlara yönelik ilgisizliği ve bağının kopmasının da önemli bir payı var. Çaresiz isyanın bir direniş hareketine dönüşebilmesi ancak muhalefet hareketinin bu alandaki mevzilenmesiyle mümkün olabilecek. Yoksa, AKP iktidarının dört koldan kuşattığı insanların içine düştüğü çaresizliği kendiliğinden aşması beklemek ya da onları AKP’ye oy verdiği için mahkum etmek büyük bir kaçıştan başka bir şey olmasa gerek. Solda tam da böyle bir kaçıştan hatta halka yönelik kızgınlıkla birlikte bir sevgisizliği de görmek mümkün. Bunu fındık yürüyüşü için gittiğimiz Ordu’da da pek çok kişiden duyduk. ‘Bu halk akıllanmaz’, ‘gider yine AKP’ye oy verirler’, ‘hak ettiler’ türünden cümlelerle ifade edilen sevgisizlik bir pasifliğin-kaçışın bir gerekçesi haline getiriliyor. Bu da aslında iktidarın tam da arzuladığı gibi halkı iktidarın kör kuyusunda bırakmak dışında bir sonuç üretmediği gibi solu da kendi dünyasına hapseden bir körleşmeye işaret ediyor. Elbette bir genellemeye dönüştürmeden ancak bu tür yaklaşımın –yaşanan sert ayrışma ikliminin de etkisiyle- yaygın olduğunu da görmek gerekir. Başı öne eğdirilmiş, güçsüz-kuvvetsiz bırakılmış insanlar içinde sevgiyi ve dayanışmayı çoğaltacak devrimci bir anlayışa halkın susadığını her küçük noktada dahi görmek mümkün. Belki de önce buradan, bu devrimci anlayışı her yerde yeniden var ederek başlamalıyız.

Yeni bir başlangıç
Şimdi yeni bir başlangıca ihtiyaç var. Ülkenin dört bir yanında halkı kucaklayan, sorunlarıyla hemhal olan bir tarzla bu isyanla bütünleşme adımlarımızı sıklaştırmalıyız. Eğer bunu yapma iradesini ortaya koyarsak, yapabilecek çok şey var! Yeter ki güçsüz bırakılmış insanlarla birlikte olmayı, üreticileri birleştirecek meclisleri kurmayı deneyelim... Yok edilen imece kültürünün, dayanışmanın, sorunlarımıza  birlikte çözüm üretmenin örneklerini yaratmaya başlayalım...

Bu mücadelenin içinde halkı emperyalist tekellerin, sömürücü iktidarın insafına terk etmeyecek alternatiflerin, kooperatiflerin, birliklerin yaratılabilmesi için tüm koşullar mevcut... Halk değişim istiyor! Halk değişimin yolunu arıyor! O zaman ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız!

ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

24 Eylül 2017 Pazar

Şah mat pat - ZAFER DİPER

Her sanat dalında olduğu gibi “oyunculuk” da bir iş bir uğraş, bilindiğince; isteğe- yeteneğe-içgüdüye dayalı bir ayrıcalık.

Üzerinde biraz söz söyleyebileceğim; 1963’lerde özenci (amatör) olarak başladığım ve sonrasında uğraşman(profesyonel) olarak bunca yıldır, gerçekte hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak değiştirme-dönüştürmeye katkı sunma gücünü etkince gerçekleştiremeyen; bu ülkede hani pek bir yararını göremediğim; bolca borçlar morçlar, yasaklanmalar, davalarla az buz süründüğümüz bir konu... 50 yılı aşkın sürede eğer örneğin marangozluk ya da aşçılık yolunda ilerleseydim, öff ne durumda olurdum ama şimdi?!...

Ömer Hayyam’ın deyişi: “Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz. Kuklacı felek usta, kuklalar da biz. Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer; bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.”

Shakespeare’in de üzerine çok konuşulur o ünlü sözleri: “Bütün dünya bir sahnedir, kadın erkek bütün insanlar da oyuncular...” Yorumlar, bunlardan çıkacak anlamlar ortada bence, ne var ki ustalara dil uzatmak istemesem de, bir başka açıdan ele alasım var olguyu: Oyuncunun salt sahnede oynadığı ve yaşamda oynamadığı ki bu da olsa olsa “yaratım sunma” gerçekliği olduğu. Oysa bildik bilmez konuşulur ya özellikle kimi siyasetçiler yanınca: “artistlik yapma, tiyatro oynuyor, tiyatro çeviriyor” gibi usa gelmez uyduruk yanlış, saçma sapan örneksemeler...

Kağıt oyunları başta olmak üzere çeşitli oyunlar var kuşkusuz, ama içlerinde oyun olarak nitelendirilse de oyun olmayan tek oyun satrançtır sanırım...

Che Guevera’nın ateşli bir satranç sever olduğunu bilirsiniz mutlaka. Küba’da sönmüyor hiç bu ateş. 2004 yılının Mayıs ayında yaklaşık 13 bin kişi aynı anda satranç oynamaya başlıyor. Santa Clara kentindeki Ernesto Che Guevara meydanında toplanan satranççıların savaşımını başlatan atılımı(hamleyi), geçmiş dünya satranç yarışbaşı (şampiyonu) Rus Anatoli Karpov yapıyor. Havana’da iki yıl önce de 11 bin 320 satranççı aynı anda oyuna başlıyor...

Haber şöyle: Sosyalist Küba, sokaklarında pek çok satranç kulübü görebileceğiniz, kaldırımda satranç oynayan insanlara rastlayacağınız belki de tek ülke... 4 yaşındaki Ana henüz okuma yazma bilmiyor ve sayı saymayı yeni öğreniyor ancak iyi bir satranç oyuncusu, çünkü o bir Kübalı...1959’da devrimini yapan Küba’da satranç, devrimin eğitim ve sosyal yaşamı dönüştürme programının önemli tercihlerinden biri oldu. Devrimin liderleri Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara’nın da, iyi birer satranç oyuncusu olduğu biliniyor. Devrimden sonra satranç, okulların müfredatına eklendi, sokaklarda çok sayıda satranç kulübü kuruldu ve Latin Amerika Satranç Yüksek Enstitüsü (ISLA) turnuvalar düzenledi, bölgeye satrancı tanıttı... Ana’nın 30 yaşındaki annesi, kızının okuldan her dönüşünde dans mı edeceğini yoksa satranç mı oynayacağını sorduğunu, bundan çok mutlu olduğunu söylüyor... Ülkedeki devlet televizyonu da, satrancın öğretildiği bir program yayınlıyor. ISLA direktörü, ekranda satrancı anlatan öğretmenlerden biri ve program Kübalıların en çok izlediği yayınların başında geliyor. (SOL / Kasım 2016)

Bana satrancı sevdiren biri, sanırım Küba’daki bir turnuvada geçen konuşmada, Pachman’a yaklaşan ve şöyle diyen Che: “Biliyorsunuz yoldaş Pachman, Bakan olmaktan memnun değilim. Sizin gibi satranç oynamayı veya Venezuela’da devrim yapmayı tercih ederdim...”

Bana satrancı sevdiren bir diğeri de, Türkiye’nin gelmiş geçmiş büyük satranç ustalarından Cem Pekün. Onunla  sürdüreceğim haftaya yazımı.

Belki halkımıza, özellikle siyasilere, bu konudan yola çıkarak kimi diyeceklerimiz olabilir daha...

Şah mı deriz?
Mat mı oluruz?
Yoksa pat mı?...

Zafer Diper / BİRÜN

Ne oldum deme, ne olacağım de! - Mine G. Kırıkkanat

Bir zamanlar 1 milyon doların hiçbir şey ifade etmediği, ancak 100 milyon dolar üstü yatırımların heyecanlandırdığı bir büyük patrona, “Sülalenizin sülalesine yetecek kadar paranız var. Niçin hâlâ kazanmak için çabalıyor, daha fazlasını istiyorsunuz” diye sormuştum; yılların hâlâ, hiç rendeleyemediği cüretimle... 
 
Şöyle bir dönüp yüzüme bakmış, inançsız bir ölümlüye cenneti anlatmanın yılgınlığıyla: “Artık paranın neye yarayacağı değil, kendisi önemli. Kazanmak heyecanlandırıyor!” demişti.
Paranın hep bir karşılığı olması, bir işe harcanması, bir şeye yaraması gerektiğini düşünen benim için kolay anlaşılır bir cevap değildi. 
 
Kafamda yıllarca evirip çevirdim ve ihtiyaçtan fazla para tutkusunun, uyuşturucu gibi bağımlılık mı, yoksa doyurulamayan bir açlık mı yarattığına karar veremedim... 

***
Bu yazının devamında okuyacağınız para tutarları o kadar inanılmaz büyüklükte ki, eğer siz de benim gibi art arda sıralanan sıfırları görünce ipin ucunu kaçıranlardansanız; diktatörlerin sınırsız soygun, hayâsız ganimet tutkusunu ancak yukarıdaki yanıt açıklar, diye düşünüyorum... 
 
2011 yılında oğlu Mutassım ile birlikte linç edilerek öldürülen Muammer Kaddafi’nin mezarının nerede olduğu bilinmiyor. Libya diktatörünün yalnız mezarı değil, topladığı ganimetin akıbeti de meçhul! 
 
Geçen hafta 200 milyar dolarlık bir malvarlığından söz etmiştim. Ama daha yeni bir araştırma, Kaddafi çetesinin Libya’nın petrol gelirinden 42 yılda 350 ila 500 milyar dolar “haraç” topladığına işaret ediyor. Muammer Kaddafi ve şürekası, bu parayı 2006 yılından beri kurulan paravan şirketler, sofistike finans montajları aracılığıyla tüm dünyada banka hesapları, büyük şirket ortaklıkları, hisse senetleri ve tabii sayısız gayrimenkule yatırmış. 

***
Yalnız Avrupa bankalarındaki tutarı 170 milyar Avro olarak açıklanan bu yatırımların tamamı, Libya’ya NATO bombardımanı başlar başlamaz, BM ve AB tarafından alınan kararlarla dünya çapında donduruldu.
Asya ve Ortadoğu ülkeleri, o gün bugündür Kaddafi’nin “emanet” ettiği ganimeti sessiz sedasız iç etti. Bazı Afrika ülkeleri, daha harbi çıktı ve zulada ne varsa resmen el koyduğunu ilan etti. ABD, İsviçre, Fransa, İngiltere gibi “saydam demokrasi” devletleri ve Kaddafi’nin epeyce para yığdığı Güney Afrika Cumhuriyeti, diktatörün ortak olduğu şirketleri ve gayrimenkulleri gizleyemediler, ama bankalardaki paraları anında buharlaştırdılar. Ötekilerin de şimdilik üstüne yatıyorlar.
Libya Geçici Ulusal Konseyi’nin hiç olmazsa memur maaşlarını ödeyebilmek için uluslararası makam ve mahkemelere yaptığı başvurular, bugüne değin Libya’ya denizde damla bir para dönüşü sağladı!
***
Filipin diktatörü Ferdinand Marcos’tan beri mevta zalimlerin ganimeti daima zulaya attıkları ülkeler tarafından gasp edildi.
Örneğin ABD, Saddam Hüseyin’in tutarı kesin bilinmeyen yabancı ülkelerdeki servetini, bizzat yıktığı Irak’ı yeniden yapılandırmak için kullanmak amacıyla bir fon kurdu. Saddam’ın ABD bankalarındaki parasının 1 milyar 750 milyonluk bölümünü fona aktardı ve öteki ülkelerden de aynı şeyi istedi.
Saddam’ın Irak-İran savaşından beri gözde zulası Fransa fona ne geri verdi biliyor musunuz? Saddam’ın yatını!
Diğerleri de zırnık koklatmadı.
Diyeceksiniz ki bütün diktatörler ölmüyor. Tunuslu Bin Ali gibi kimi kaçak; Mısırlı Mübarek gibi kimi hapisti, tahliye oldu, belki onlar ganimetlerinden yararlanıyordur?
Hayır, çoğunu kaptırdılar!
Belki bir gün, onların da akıbetini yazarım.
İstisnasız tüm diktatörlerin mutlaka yaptıkları hata, ganimeti miras sanmak. Oysa arada büyük bir fark var:
Miras sende de kalayım biraz, der. Soygundan gelen ganimet ise daima soyguna uğrar, gaspçıya gider!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

‘Sosyoloji buysa, hapse giricem!’ - TAYFUN ATAY

Anlamalıydım bu seneki ilk derste üniversiteye yeni başlayan öğrencimin, “Galiba hapse giricem” tepkisinin nedenini!..
Karşısına M.Ö. 2’nci yüzyılda yaşamış Romalı Terentius’un, Marx’ın da çok sevip hep kullandığı meşhur özdeyişinden bahisle çıkmıştım:
“İnsani olan hiçbir şey sana yabancı değil” diyerek…
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye de ekleyerek!..

*** İnsana, topluma, kültüre ilişkin dünyanın bir ucundan öbür ucuna, geçmişten bugüne ne yapılmış, söylenmiş ve olmuşsa hepsi burada öğrenilecek, konuşulacak, tartışılacak; gizli, saklı, ayıp, yasak yok bu sınıfın içinde demiştim.
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye ekleyerek…

*** Terörden töre cinayetine, ensestten ensest yasağına, tesettürden tacize, teizmden panteizm ve ateizme, aşiretten devlete, şeyhlerden satanistlere, evliliklerden boşanmalara, cinselliksiz aşklardan aşksız cinselliklere, mabetlerden medyaya, IŞİD’den Pegida’ya, Charlie Hebdo’dan Arakan’a, Sivas-Madımak’tan Srebrenistsa’ya kadar nice olay, olgu, düşünce, hareket, sorun, çatışma, katliam…
Hepsi senin ilgi alanın içinde demiştim.
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye ekleyerek…

*** Nihayet, polis için suçlu, asker için düşman, yargıç için sanık olan, senin için “insan”dır demiş…
Ve eklemiştim: Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun!..
Söylediklerim karşısında daha fazla dayanamadığını belli eden canhıraş bir sevimlilikle patladı:
“Galiba hapse giricem!..”

*** Üniversitede hoca olarak 35’inci yılıma merdiven dayadım. Antropoloji, etnoloji, halkbilim, sosyoloji, siyaset bilimi-uluslararası ilişkiler bölümlerinde çalıştım.
1980’lerden 2000’lerin başına, hiçbir dönem kolay değildi; ama sınıfta ilk derste yukarıda özetlediğim çerçevede söylediklerime öğrenciden hiç böyle bir karşılık almadım!..
Bu, bugüne özgü ve altyapısında memlekette 15 yıldır yürürlükte olup artık tam anlamıyla otokratikleşmiş “dinbaz” iktidar söylemi ve pratiği var.

*** O söylem ve pratik doğrultusunda dün Darwin üzerinden biyolojiye ne yaptılarsa bugün Marx üzerinden sosyolojiye onu yaparak mazbut bir “majestelerinin sosyolojisi” var etme arzusundalar.
O yüzden 2016-2017’de sırasıyla Comte, Marx, Durkheim ve Weber’in anlatıldığı lise sosyoloji kitaplarından bu sene Marx’ı çıkartıp atmışlar, yerine Saint Simon ve Le Play’i koymuşlar.
E, elbette bundan sonra üniversitede sosyoloji okumaya gelen öğrenciye benim gibi, yukarıdaki şekilde konuşunca paniğe kapılacak, belki de okulu bırakacaktır.

*** Oysaki Marx olmadan ne sosyolojide, ne antropolojide, ne felsefede, ne tarihte, ne siyaset biliminde, ne iktisatta adım dahi atamazsınız!..
Bırakın Comte’u, Saint Simon’u, Le Play’i bir kenara! AKP’li Cumhurbaşkanı “ajanlık” desin dursun, onu da geçin! Batı’da sosyoloji, antropoloji eğitimi almış ve şimdi bu iktidar bünyesinde milletvekili, bakan, danışman olarak yetki sahibi bazıları da gayet iyi bilir ki sosyolojinin öncü kuramsal sacayağı “Marx, Weber, Durkheim”dir.
Marx’ı çekerseniz sosyoloji devrilir.

*** Elbette Marx tartışılmaz, eleştirilmez, sorgulanamaz değil. Ne de Darwin öyle…
Ama nasıl doğa bilimlerinde Darwin yok sayılması imkânsız isimlerden biri, hatta birincisi ise sosyal bilimlerde de Marx öyledir.
Söz gelimi, “yabancılaşma” ve “meta fetişizmi”…
Geçin 19’uncu yüzyıl Batı dünyasının modern, burjuva-kapitalist toplum yapısını; bugünün küresel, postmodern, elektro-dijital, tüketim kapitalizmi dünyasında da, onun “dinbaz” bileşeni Türkiye’de de ne olup bittiğini anlama yolunda Marx’ın bu kavramlarına başvurmadan yapamazsınız.

*** İnsan denen “özel tür”ün doğa bilimi “tarih”tir tespitinde bulunmuş;
Dini, “ezilmiş yaratığın iniltisi”, “insani özün düşsel dışavurumu” olarak tanımlamış;
Kültürü, “doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı her şey” olarak içeriklendirmiş;
Ve günümüzde “piyasa”nın bir dinsel sistem, yani “market”in “mabet” hâline geldiğini düşünmüş Marx olmadan…
İnsan toplumsallığı üzerine bırakın konuşmayı nefes dahi alınamaz!..
Onsuz, sosyoloji hapistir.
O yüzden öğrencim haklı, sosyolojiye girmek de bu durumda hapse girmektir!..

*** Ama işte, eğer Marx’ın dediği gibi insanın doğa bilimi “tarih”se, esas mesele de hapse değil, tarihe kimin gireceğidir!..
Özdemir Asaf’ın güzel dizelerini hatırlayalım:
“Bir leke, silmeye-gör
Leke kalır, sen çıkarsın.”
Ve uyarlayalım:
Marx’ı sosyolojiden silmeye-gör!
Tarih söz konusu olduğunda…
O kalır, sen çıkarsın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Barzani: ‘Kurucu Baba’... IŞİD bahane, ABD, PKK’yi Şam’a karşı hazırlıyor - ORHAN BURSALI

Barzani, Kuzey Irak’ta referandumu yapacak gibi. Son anda vazgeçer mi bilmiyoruz. Bu kadar kararlılık vurguladıktan sonra vazgeçerse epey bir itibar kaybına da uğrar.
Referandum yapması demek, bağımsızlığını ilan etmek anlamına gelmiyor. Evet çıkarsa, Kuzey Irak’ta yaşayanların bağımsızlık isteğini ve bağımsızlık ilan edilmesini desteklediğini gösteriyor olacak. Barzani ilk aşamada bu desteği cebine koymak istiyor. Bu onun için “tarihsel bir başarı ve ön alma” olacak: Kurucu Baba!
 
Kuzey Irak’ta Barzani’nin devlet aşamasına gelmesi şüphesiz ki bir Amerikan projesidir. Irak’a saldırı ile ülkeyi parçalanma aşamasına getirdi ve Barzani’nin devlet kurma sürecini hızlandırdı.
ABD yarım ağızla “Referandumu ertele” dese de yalan. Barzani’nin kararlılığının ardında Washington’un bu “yalanı” var.
ABD ancak belki şunu ister: “Hele dur kardeşim, şu Suriye’de Kürt bölgesi meselesini de tamamlayayım, sonra bakarız...”
ABD, IŞİD’le savaş bahanesiyle her türlü ağır silahla donattığı PKKPYD ordusunu, Suriye’deki Kürt bölgesinin temel savunma gücü olarak hazırlıyor.
IŞİD bitmiştir. PKK-PYD’nin hazırlığı Suriye’ye, Şam’a karşıdır.
ABD, Esad’ın ülkenin birliğini bir daha asla kuramayacak koşulları yaratıyor. 

‘Dünya lideri payesi’ mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen Trump’ın “İki ülke hiç olmadığı kadar yakın!” sözleri ne anlatıyor?
1) Çocuk mu kandırıyor?!
2) Biz dostuz, diyerek Erdoğan’ın sırtını sıvazlıyor ve Türkiye’nin gazını alıyor.
3) Erdoğan’ın kendisine “Dostum Donald” demesine fırsat veriyor ve “Erdoğan dünyanın çok zor bir bölümünü yönetiyor, güçlü inisiyatif kullanıyor” sözleriyle de Cumhurbaşkanı’na bir “dünya lideri payesi” sunuyor. 

Yalanın bini bir para
Oysa Rus S-400 füzelerinin neredeyse satın alınma noktasına geldiği, Amerikan Savunma Bakanlığı’nın, ordusunun ve Amerikalı analistlerin “kabul edilemez” ilan ettikleri bu sürecin içinde iki lider arasındaki bu sözde dostluk gösterilerinin başka anlamı ne olabilir?
Düşünün;
* Erdoğan’ın korumalarına tutuklama kararının bulunduğu,
* Korumalarına yarı otomatik özel silah satışının bile yapılmadığı,
* ABD’de bankacı adamlarının ve vatandaşım diye sahip çıktığı Sarraf’ın tutuklandığı,
* Dahası eski Bakanı için yakalama kararının çıkartıldığı ve
* Yanı başında ağır silahlı bir PKK ordusu ve PKK özerk bölgesi yarattığı bir süreçte, “iki ülke hiç olmadığı kadar yakın”! 

İktidar bağımsızlığa karşı mı?
Ankara gerçekten Barzani’nin bağımsızlık referandumuna karşı mı? Önemli bir nokta bu. Biliyorsunuz Barzani, Saray’da bayraklarıyla devlet başkanı gibi karşılandı. Yakın zamana kadar Barzani’nin bağımsızlığını ilan etme girişimlerine karşı adeta sessizce onay vardı Ankara’da. Medyasında ve ekran adamlarında da.
Fakat ne zaman ki en büyük müttefiki Bahçeli, Barzani’ye gerçek anlamda adeta savaş açtı, hemen askeri müdahale ve Kerkük’ü istedi, üstelik Binali Yıldırım ile ciddi bir polemiğe girdi, işte o andan itibaren işin rengi değişti.
Cumhurbaşkanı, Bahçeli’nin önemli müttefikleri olduğunu anımsattı. Önce susuldu, sonra da Cumhurbaşkanı ile aynı tehditvari sözler sarf edilmeye başlandı.
Ordunun düşüncesini merak bile etmiyorum. Bahçeli, iktidarı en uç milliyetçi çizgide tutacak bir araca sahip şu anda.
İktidarın Irak Kürdistanı’na karşı bir askeri müdahalesi, iktidarın korktuğu “Kürdistan” meselesini hızla ve ‘İskender kılıcı’ ile hemen çözecek bir durum yaratma olasılığı çok yüksektir.
Sanki herkes bunu bekliyor!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

23 Eylül 2017 Cumartesi

Çok azlar - AYDEMİR GÜLER

Herhangi bir organizasyonda merkezi “komuta” ile uygulama noktaları arasındaki mesafenin kısalması iki farklı olgunun göstergesi olabilir. Birincisi; ilgili topluluk çok az kişiden oluşmaktadır. İkinci seçenek ise söz konusu topluluğun son derece militan bir örgüt psikolojisine ve çalışma tarzına sahip olmasıdır.
İkincisi yerine göre güç kadar. Birincisi zaafın açık edilmesidir.

*    *    *

Birkaç ay önce damadın emaillerinden Boğaziçi Üniversitesinde bir “karşıt gruplar” vakasına dair mesaj çıkmıştı. Kampüste boy gösteren ve öğrencilerin isyan ettiği gerici çetenin başındaki şahıs doğrudan damada mesaj gönderip durumu anlatıyor, şikayetlerini dile getiriyordu.
Geçen gün cenazeye saldıranları bizzat gidip yerinde korumaya almak, resim çektirip moral vermek, hatta argüman üretmek doğrudan doğruya İçişleri Bakanına düştü.
Daha önceleri Erdoğan, vur emrini bizzat verdiğini bir miting meydanında gaza gelip abartarak ifade etmiş değildir. Hakikaten o emretmiştir.
Bir genel müdür bizzat kendi elleriyle ayakkabı kutularını doldurmuş olmalıdır, vs. vs.

*    *    *

AKP militan, kararlı ve çok çalışkan bir yapı mıdır?
Bir zamanlar solda bir geyik vardı. “Hocam adamlar acayip çalışıyorlar, kapı kapı geziyorlar…” Geyikçiler farkında mıydı, bilmiyorum; ama AKP’nin başarısının sırrını militanlıkla açıklamak bir hayranlık beslemek anlamına geliyordu.
Bu dil AKP’nin bir CIA projesi olduğunu, “laik” tekelci sermayenin de desteğini aldığını, bütün gerici birikimi kovuklarından çıkarttığını, inanılmaz bir rant dağıtım mekanizmasının üstüne oturduğunu gizliyordu.
Bu kadar destekle militanlık yapmak kolaydır, demeliydi sol duyuya sahip olanlar. Doğrudur, sıkı çalıştılar. Ücretlerini de bol keseden aldılar.

*    *    *

“Militan bir düzen partisi” eşyanın tabiatına aykırıdır aslında. Ancak Türkiye’nin son on beş yılında yaşandığı gibi, düzenin kendisini olduğu gibi muhafaza etmeye değil de, radikal biçimde dönüştürmeye gereksinim duyduğu dönemeçlerde klasik düzen partileri işe yaramaz.
CHP, AP, öncelerden DP, AKP’nin öncülü milli görüş partileri, -hatta alabildiğine hareketli ve saldırgan olsa bile, kendisine stepne veya taşeron rolünden fazlası düşmeyeceğini gayet iyi bilen- MHP… o tür radikal işlere uymaz. Düzen genel olarak radikalliğin serbestleşmesinden endişe duyar ve öyle bir ihtiyaç hasıl olduğunda paşalar boşluğu doldurur. Uymazlardı… doldururlardı…
AKP, iç ve dış bütünlüğü içinde sermayenin bayağı köklü bir kararının sonucunda oluşmuştur. Böyle bir kararın çıkması ve onaylanması için AKP’yi oluşturan kadrolar dengeleri çok da zorlamışlardır. Ama düzen partisinin militanlığı bu kadardır. Daha fazla efsane üretmeye gerek yok.
Öyle ki, orayı burayı basan, cenazeyi topraktan çıkaran, sağda solda kadınlara ideolojik taciz uygulayan, vali atamasından okul açılışına her yeri zikir alemine çevirmeye çalışan yobaz sürüsü “bu iş bitti”yi sezdiğinde kaçacak yer aramaya hep hazırdır.

*    *    *

Eksik kalmasın; bir de “can havliyle militanlık” diye bir şey var. Durduğu an çökeceğini ve hayatının geri kalanını itibarsız bir hapislikte geçireceğini bilenler, “elinden geleni ardına koymama zorunluluğunu” gayet iyi hissediyorlar!

Aydemir Güler / SOL

Katalonya ve İspanya’nın ‘devlet krizi’ - Nilgün Cerrahoğlu

İspanya, iç savaştan bu yana en büyük “devlet krizi”ni yaşıyor. İspanya’nın ulusal gelirinin beşte birini üreten Katalonya; ülkenin anayasa mahkemesinin engellemelerini hiçe sayarak 1 Ekim’de “bağımsızlık referandumu” düzenlemek üzerindeki ısrarını sürdürüyor.
Madrid’in uyarılarına rağmen inatla planlaması sürdürülen oylamanın gerçekleşmesi halinde… Katalanlara “Katalonya’nın (parlamenter monarşi ile yönetilen İspanya’nın aksine!) bağımsız cumhuriyet olmasını ister misiniz” sorusu sorulacak.
Meydan okumaya OHAL çareleriyle yanıt veren Madrid ise, “barışçı diyaloğu” düstur alan Avrupa demokrasilerinde rastlanmayan yöntemlerle yerel liderleri ve yöneticileri gözaltına alıyor, evlerine baskın düzenliyor, referandumda kullanılacak oy pusulaları ve sandıklara el koyarak tozu dumana katıyor.

 İki milliyetçilik karşı karşıya 
 Katalan milliyetçiliğine karşı İspanyol milliyetçiliği tam gaz, diğer deyişle karşı karşıya geliyor. İki taraf da birbirini “darbe” yapmakla suçluyor.
Katalanlar, Madrid hükümetini “zora başvurmak suretiyle” darbe yapmakla suçluyorlar, “demokratik ve de barışçı bir referandum sürecinde”, “güvenlik güçlerini” devreye sokmakla itham ediyorlar.
Madrid de Katalan yöneticilerine “Anayasa mahkemesi kararlarını” ve “bölünmez bütünlüğü esas alan demokratik 1978 anayasasını” ihlal etmek hasebiyle “darbe” suçlaması yöneltiyor.
Kılıçlar karşılıklı olarak çekiliyor.
İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, “cesedimi çiğnersiniz!” tadında bir ültimatomla “1 Ekim’de hiçbir referandum yok, olmayacak!” diyor: “Bizi yapmak istemediğimiz şeyleri yapmaya zorlamayın!
Buna yerel Katalonya özerk yönetim başkanı Carles Puigdemont, “İspanya hükümeti her türlü kırmızı çizgiyi aştı!” diyerek yanıt veriyor:
Yaşanılan durum, bir demokrasi için utanç verici. Katalan kurumları, özerk hükümeti ve Katalan halkının onuru saldırı altında. Totaliter ve antidemokratik ülkelerde görülebilecek OHAL tatbikatı ile Katalonya’nın özerkliği fiilen askıya alındı!
Siyasi, hukuki, kurumsal düzeyde Franco faşizminden bu yana görülmemiş bir şiddette karşı karşıya gelen Katalonya ve İspanya merkezi hükümeti arasındaki bu çatışmanın sonu nereye varacak?
Katalanlar, azimli olduklarını iddia ettikleri referandumu gerçekten yapacaklar mı? İspanyollar, engellemeye ölümüne kararlı oldukları oylamayı engelleyebilecekler mi?
 
Tek çıkış: Federalizm
Bu soruya net yanıt vermek zor.
İki görüş var. Bunlardan biri, Madrid de Cumhuriyet için bir süre önce görüştüğümüz ünlü İspanyol düşünürü Fernando Savater’in “Bu, gün yüzü görmeyecek bir referandumdur!” şeklindeki bakışı örneğin.
Savater çizgisindekilere göre, Katalanlar “tüccar zihniyetli bir halk olduklarından eninde sonunda makul olacak ve bir ittifak yapacaklar. O ittifak da, İspanya’daki mevcut özerklik sisteminin federalizme evrilmesi olacak”…
İspanya’nın etkili kamuoyu önderleri epeydir çarenin “federalizm” olduğuna işaret ediyor. “Devlet krizi” üzerinde kafa yoran tanınmış entelektüellerden Jose Luis Cebrian ısrarla misal, “Demokratik angajmanlar güçlendirilmezse, bu kriz, yolsuzluk ve vizyonsuzluğun tehdidi altında olan tüm sisteme yayılır” uyarısı yapıyor.
Ana muhalefette sosyalistler can havliyle şimdi bu yüzden federal yöndeki bir anayasa reformu için bir meclis çalışması başlatıyorlar.
Ne var ki okun yaydan çıktığına inanan, bundan sonra atılacak her adımın artık çok geç ve yetersiz kaldığını düşünenler de var. Deneyimli gazeteci Pablo Sebastian’ın dün köşesinde yazdıkları buna tipik bir örnek:
İspanyol politikasının temel aktörlerinin rollerini ve repliklerini hatırlamadıkları, sahnede kayboldukları bir bulut ya da kâbusun içinde yaşıyoruz. On gün sonra perde açılıp bu bulut dağıldığında… çatışma dozu artacak ve biz kaçınılmaz gerçeklerin, telafisi mümkün olmayan katı yüzüyle karşılaşacağız.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Demokrasi, mediokrasi, idiotkrasi - ALİ SİRMEN

“Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti  bütün halkın güvenliği için tehlikedir.”
James M. Buchanan


Sistemlerin en az kötüsü olduğunda çoğunluğun ittifak ettiği demokrasiler şu varsayıma dayanır:
Halk kendi oyuyla kendisi için en iyi ve doğru olanı seçme yetisine sahiptir.
Lafı uzatmamak için Jean Jacques Rousseau’nun, milli irade konusunda artık aşılmış ve aşınmış görüşlerine burada girmeyip yalnızca bu varsayımın gerçekleşmesi için bazı önkoşullar olduğunu vurgulamakla yetineceğiz.
Burada halkın yetkinliği geliyor gündeme.
Aranan yetkinliğin olabilmesi için her şeyden önce, topluluğun sorgulama yetisine sahip bulunması gerekir.
Sorgulama uygulamasının bir yana itiliverdiği biat toplumlarında salt bu nedenle seçmenin yetkinliği ve dolayısıyla da demokrasi maluldür.
***
Toplumun sorgulama yetisine ve alışkanlığına sahip olması da tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda ülkede gerçekten ne olup bittiğinden haberdar olması da zorunludur.
Burada yazılısı, sözlüsü ve görseliyle medya giriyor devreye. Çünkü demokrasilerde halkın haber alma gereksinimine medya yanıt verir.
Medyanın etkinliği, uzmanlığı, tarafsızlığı, dürüstlüğü ve yetkinliğiyle desteklenmediği takdirde işlevini yerine getirmesi imkânsızdır.
Medyanın tarafsızlığı çok yönlü bir kavramdır, ekonomik ve siyasal iktidarların her birinin baskılarından azade, onların karşısında bağımsız olmanın yanı sıra, biatı zorunlu gören dinsel baskı çevrelerinden bağımsızlık da zaruridir.
Medyanın dürüstlüğünün yanında, olayları tüm yönleriyle, çok boyutlu olarak verecek yetkinliğe de sahip olması gerekir.
Medyanın siyasal iktidarın borazanı haline geldiği ülkelerde işlevini yerine getiremeyeceği, bunun yanı sıra basın özgürlüğünün, demokrasinin onsuz olmazı olduğu da bedahattir.
Bütün buraya kadar olanlar halkın kendi yararına olanı oylarıyla saptayabilmesi için şart olmakla birlikte yine de yetersizdir.
Toplumun kendi için en iyisini bulabilmesi elindeki verileri değerlendirirken neyin ne olduğunu bilecek bir düzeye erişmesine yeterli bir eğitimden de geçmiş olmasına bağlıdır.
Ancak bütün bu koşullar bir araya gelirse, halk kendi için en doğru olanın ne olduğunu kendi özgür iradesiyle saptayacak yetkinliğe sahip olabilir.
***
Bunlardan biri veya birkaçının tam olarak gerçekleşmemesi halinde ana varsayımı gerçekleşmeyen demokrasi yaşama geçmez.
Bu durumda toplumlar, el yordamıyla, yalan yanlış, derme çatma bilgilerle üstün körü kararlar verirler ve ülkede demokrasi yerine, frenkçe “mediocre” sözcüğünden türeyen mediokrasi egemen olur.
Dilimize vasat ortalama şeklinde aktarılan “mediocre” aslında daha olumsuz bir vurguyla, iyiden çok yetersize yakın olan “eh ancak idare eder” diye ifade edebileceğimiz bir anlam taşır.
Bu durumda da mediokrasi yetersizliğin yaptırımsız kaldığı yetersiz insanlar yönetimi anlamını taşır.
Dikkat edelim! Burada söz konusu olan yalnızca, yönetimin ve yöneticilerin yetersizliği değil, daha çok yönetilenlerin, seçimleriyle yönetim katına yükselen, kendi öz yetersizlikleridir.
Türkiye,toplumsalyaşamındayıllaryılıyukarıdaki koşulların hepsini yerine getiremediği için uzun süre mediokrasiyle kör topal idare etti.
Ama artık mediokrasi de geride kaldı. Artık çağdaş dünyada serbest olan her şeyin yasak, yasak olan her şeyin serbest olduğu ve toplumun bunu özgürlük diye algıladığı “idiotkrasi” dönemini yaşamaktayız.
Zekâ geriliğiyle malul anlamına gelen idiot sözcüğünden türetilmiş idiotkrasi varlığını ve gücünü yönetilenin zekâ geriliğinden alır.
Dogmalarla, hurafelerle dolu eğitimin yerlerde sürüklendiği toplumların okullarının sıralarında, her gün, her saat genç dimağlara idiotkrasi tohumları ekilir.

ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

Okuldan medreseye, sınavdan imtihana… - ÜNAL ÖZMEN

“Ben TEOG olayını istemiyorum ve bunu da artık yanlış buluyorum.” Dikkat ederseniz yanlış buluyorum demiyor, “artık yanlış buluyorum” diyor. Neden artık yanlış bulduğunu çözmeden Erdoğan’ın niyetini anlayamayız.

Erdoğan’ın “artık”ı, geçmişin geçiş süreci olarak görüldüğü yeni bir durumu anlatmaktadır. Anladığım kadarıyla akıl hocaları Erdoğan’ın kulağına mevcut seçme sınavlarının yeni müfredatın felsefesi olan Erdoğan değerlerini dikkate almadığını, kindarlık kriterini taşıyan öğrencileri ayırt etmede işe yaramadığını fısıldadı. Haksız sayılmazlar, eğitimi soyut bir kavram olan değer üzerine inşa ediyorsanız, öğrencide aradığınız soyut ve göreceli davranışları  dört seçenek arasına yerleştirilmiş somut bir yanıtla değerlendiremezsiniz. Okulu medreseye dönüştürdüyseniz, sınavı da imtihana çevirmek zorundasınız. Medrese, talebesini yazılı sınavla değerlendirmez, hocası talebesinin sadakatini imtihanla ölçer sonra icazet verirdi! Erdoğan, medrese sistemini günümüze uyarlayarak parti organına dönüştürdüğü eğitim kurumları eliyle öğrenci ve velisinin icazet almak için partisine müracaat etmelerini sağlamak istiyor. Onun okullar için düşündüğü seçme sistemi, mülakatla icazet verme olarak uzun süredir kamu personeli alımında kullanılıyor. İnanmıyorsanız bekleyip görün.

Öğrencinin neye odaklandığını, odaklanması gerektiğini eğitim kademesi geçişlerinde ve personel seçimindeki sınavlar belirler. Devlet, eğitim sistemindeki olası sapmaları sınavlarla denetler. Demokratik eğitimciler, sınavların, eğitim sistemini değerlendirme yerine öğrencilerin seçiminde araç olarak kullanılmasına itiraz ederler. İtirazlarının önemli gerekçelerinden biri de eşit koşullarda eğitim almamış öğrencilerin sınavlarda eşitlenmeye çalışılmasıdır. Evet, merkezi sınavlara adil olmayan bir süreçten geçerek giren öğrenciler –sorular çalınmadığı sürece- yasal olarak eşitliği tartışılmayan ortak bir sınava girerler.

Galiba AKP genel başkanının canını sıkan da bu; adaletsizliğine rağmen öğrencilerin sınavlarda eşitlenmesi! Erdoğan, dinselleşen eğitimin hizmetine sunacağı ancak ortak sınavda başarı şansı bulunmayan milis adaylarına icazet vermesinin önündeki engeli kaldırmak istiyor.

TEOG, YGS ve LYS gibi sınavlar kaldırılır, yerine benzer başka bir sınav getirilmezse, öğrencilerin bir sonraki okul türlerinden birine yerleştirilmesinde öğrencilik dönemindeki okul başarısının esas alınması gerekir. Öğrencinin mezun olduğu okulu, öğretmeni ve okul yönetimini merkeze yerleştiren sınavsız geçişin eğitim kurumlarını güçlendirip saygınlık kazandıracağı düşünülür. Amacı değerlendirme olmayan sınavlara karşıysanız olması gereken bu dersiniz. Fakat sınavların kaldırılmasına karar verenin eğitime dair her pratiği modern eğitimi ortadan kaldırmaya dönükse orada bir dakika durup düşünmeniz gerekiyor. Hele bu Erdoğan ise iki kez düşünmek zorundasınız.

Erdoğan, sorumluluğunu bürokratlarına bağlayarak berbat durumdaki eğitime iyi amaçlarla müdahale ettiği izlenimi de yaratmak istiyor. Toplum, müfredata verdiği tepki ile Erdoğan iktidarının 15 yılı ile bu alanda hesaplaşacağının işaretlerini veriyor. Müfredat tartışmasının Erdoğan iktidarlarının eğitim anlayışının sorgulanmasına vesile olması ve Eğitim Bakanlığının ikna edici açıklama getirememesi Erdoğan’ı tedirgin etti. Eğitime dair her adımları, halkın yönetiminden umudunu kesmesine vesile olan Erdoğan, kötü gidişe dur diyen iyi polis rolünü üstleniyor. Hem de bir başöğretmen edasıyla!
Erdoğan’ın, Atatürk’e layık görülmüş unvanları kullanma hevesini biliyoruz. En son, sıcağına dahil edilmediği Ortadoğu’da tırmandırdığı soğuk savaşı kaybedince, kontrollü olduğu söylenen bir kalkışmanın kazanan tarafı olunca kendini başkomutan ilan etti.

Sırada başöğretmenlik var! TEOG çıkışıyla Atatürk’e ait başöğretmenlik unvanına talip olduğu anlaşılıyor. Fakat nafile... Başöğretmen olmak o kadar kolay değil. Her şeyden önce öğrenmeye meyilli  olmak, eğitimden anlamak gerek.

Erdoğan öğrenemez, eğitimden anlamaz. Hem başimamlıkla başöğretmenlik birlikte taşınabilecek unvanlar değil; İslam dininin esaslarına hâkim biri olarak kendisine en yakışan unvan başimamlık; orada kalmalı…

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

22 Eylül 2017 Cuma

Büyüme göstergelerinde kargaşa - KORKUT BORATAV

Durgunlaşma mı? Dinamizm mi?
Ocak-Haziran 2017 istatistikleri yayımlandı. Bunların bir önceki yılla karşılaştırılması, ekonominin büyüme eğilimlerine ışık tutacaktır. Çünkü 2016’nın ilk altı ayının ekonomik ortamı “olağan”dır. Temmuz darbe girişiminin yarattığı ekonomik sorunlar söz konusu değildir.
Bu karşılaştırmada temel bir soru gündemdedir: Türkiye ekonomisi kronik bir durgunlaşma sürecine mi girmiştir? Veya, “yükselen ekonomiler” grubunun ön saflarında yer alan bir dinamizm mi göstermektedir?

1998-2015 döneminin eski millî gelir (GSYH) serilerini, diğer istatistiklerle birlikte kullanan Türkiye’den ve dışarıdan çok sayıda araştırmacı, 2007’yi izleyen dönemi, kronik dış kırılganlıklar içinde durgunlaşma olarak nitelendirmekteydi. TÜİK’in yeni millî gelir istatistikleri benimsenirse, 2009 sonrasında sağlıklı bir dinamikleşme gerçekleşmiştir.
TÜİK, “dinamik ekonomi” tezini, 2016 ve 2017 millî gelir tahminleriyle de destekliyor. Buna göre, 2016’nın ilk altı ve son üç ayında ekonomi yüzde 5’e yaklaşan bir tempoyla büyümüştür. Ocak-Haziran 2017’nin büyüme hızı ise yüzde 5,1’dir.
Medyatik iktisatçıların çoğunluğu, yeni GSYH istatistiklerini sineye çekti; “dinamik ekonomi” söylemine  destek verdi.
Bana göre, ekonominin yapısal sorunlarla bağlantılı durgunlaşma eğilimi sürmektedir.
Ocak-Haziran 2017 istatistiklerini de bu çerçeve içinde tartışalım.

Üretimden Kopuk Büyüme
Millî gelir, üretim süreçleri içinde yaratılan katma değerlerin toplamından oluşur. Her faaliyet kolunun millî gelir kalemi, oradaki gayri safi üretim verilerinden türetilir. Üretim anketleri, endeksleri, bu yüzden önemlidir.
2017’nin büyüme göstergelerine ilişkin ilk karşılaştırmayı, yine TÜİK’in yayımladığı sanayi üretim endeksleriyle başlatalım: Ocak-Haziran 2017’de 12 ay öncesine göre yüzde 2,1 oranında artış belirleniyor. Geçmiş yılların ortalama katsayılarına (esnekliklerine) göre hesaplansaydı, sanayi üretim değerinde yüzde 2,1’lik artış, millî gelirde sanayi sektörü büyüme hızını yüzde 2’nin üzerine çıkaramazdı.
TÜİK ise, Ocak-Haziran 2017’deki milli gelir hesaplarında sanayi sektöründe yüzde 6,5’lik bir büyüme temposu “keşfetmiştir.”
Nasıl yaptı? Millî geliri, üretim anketlerinden hareketle hesaplamaya son vererek; “idarî” belgelerdeki şirket verilerini kullanarak…
TÜİK’in yeni hesaplarına göre, sanayi üretimi ile millî gelirdeki sanayi kalemi arasındaki büyüme makası zaman içinde açılmaktadır: 2016’da  %1,9 → %4,5;  Ocak-Haziran 2017’de ise %2,1 → %6,5…
Türkiye sanayi sektöründe üretimden bağımsız katma değer oluşmasını (üstelik giderek artan oranlarda) mümkün  kılan bir ekonomik ve teknolojik “mucize” mi gerçekleşmektedir? Mühendislerin ve iktisatçıların bir türlü yanıtlayamadığı bu bilmeceyi TÜİK, sanayi üretim endeksleri yayınına son vererek çözecekmiş.
2016’da inşaat üretim endekslerinin artış oranı %2; sektörün millî gelirdeki büyüme hızı %5,6 çıkmıştı. TÜİK, bu uyumsuzluğu da inşaat üretim verilerinin yayınını durdurarak çözdü.

İstihdam - Millî Gelir Kopukluğu
İstihdam istatistikleri, millî gelirin düzeyi, büyümesi ile doğrudan bağlantılıdır. Sektörler arasında istihdamın kayması ve üretim kollarındaki teknik ilerlemeler, ekonominin tümünde emeğin ortalama verimini yukarı çeker. “Normal” yıllarda millî gelirin istihdamdan biraz daha hızlı büyümesi beklenir.
Ocak-Haziran 2017’de bu bağlantı da “uçup gitmiştir”. İlk altı ay boyunca Türkiye ekonomisinde istihdam rölanti (yüzde 2,1’lik) bir tempoyla artmıştır. Önceki yılların istihdam ve (bizim hâlâ güvendiğimiz) eski millî gelir serilerine göre, bu istihdam artışının millî gelirde yüzde 3 civarında bir büyümeye yol açması beklenebilirdi. TÜİK’e göre ise, Ocak-Haziran 2017’de ağır-aksak artan istihdam,  millî gelirde coşkulu bir canlanmaya yol açtı: %2,1 → %5,1… Türkiye ekonomisinin ortalama emek veriminde bir yıl içinde açıklanması çok güç bir sıçrama…
Peki işsizlik? Ocak-Haziran 2017’nin ortalama işsizlik oranı, 12 ay öncesinin ortalamasına göre çarpıcı boyutta yükselmiştir: %10,4 → %11,6… İşsiz sayısında Ocak-Haziran ortalamaları,  bu yıl %17 oranında artmıştır.
Sonuç: Bu yılın ilk altı ayındaki büyüme temposu,  işgücü arzındaki artışı massedecek, emecek boyutta gerçekleşmemiştir.
TÜİK’in yüzde 5,1’lik büyüme bulgularını, “ekonomi coştu” sloganlarıyla alkışlayanlar, Ocak-Haziran ayları boyunca sayıları 3,2 ile 4 milyon arasında seyreden işsiz insanın, “bize niçin yansımıyor?” sorusunu yanıtlamalıdır.

Dış Kaynak Hareketleri
Dış kaynak hareketlerinin kısa dönemde büyüme hızını etkilediği malûmdur. 2017’nin ilk altı ayına bu açılardan da bakalım:
2016 ve 2017’nin Ocak-Haziran aylarında ekonomiye aşağı yukarı aynı miktarda  (28 milyar dolarlık) yabancı sermaye girmiştir.
Buna karşılık, bu yılın ilk altı ayında, kayıt-dışı para “net çıkış” göstermiş; Temmuz  sonrasında büyük önem taşıyan “can simidi” işlevini (şimdilik) durdurmuştur. Yerli rantiye, şirket ve bankaların dış dünyaya kaynak aktarımı da hızlanmıştır. Kayıt-dışı ve yerli sermaye hareketlerindeki bu olumsuz etkenler, Ocak-Haziran 2017’de toplam dış kaynak hareketlerinin üçte bir oranında daralmasıyla sonuçlanmıştır.
Kısacası, Ocak-Haziran 2017’nin dış kaynaklar bilançosu, iç talebi ve ekonominin kısa dönem büyüme temposunu ve yukarı çekecek bir dinamizm içermemiştir.
Karşılaştırmayı Temmuz 2016 sonrasıyla yaparsak görüntü değişmektedir. Sonraki altı ayda döviz fiyatlarındaki tırmanma, Şubat 2017’den itibaren tersine dönmüş; 10 milyar doları aşkın sıcak para girişi döviz piyasalarını rahatlatmıştır. Ocak 2017 sonunda aylık TL mevduatına yatırılan dolar, sekiz ay sonrasında yüzde 9,1 ucuzlayacak; Ağustos sonundaki getirisi, dolar cinsinden yüzde 16,7’ye ulaşacaktır. Bu boyutta bir arbitraj kazancı, yabancı spekülatörleri “her an çıkışa hazır” hale getirir.

Dış Ticaret ve Büyüme: Tuhaflıklar
Temmuz 2016’nın ekonomik şoku, maliye politikalarıyla telafiye çalışıldı. Kamu harcamaları yukarı çekilerek; istihdamı ve banka kredilerini besleyen teşviklerle, aktarımlarla ekonominin daralması frenlenebildi.
Ne var ki, iç talep genişlemesi, geçmiş yılların durgun sermaye birikiminin mirası olan kapasite sınırlarına toslamakta; enflasyonu ve/veya cari işlem açıklarını tırmandırmaktadır.
TCMB’nin yüzde 5’lik enflasyon hedefi bir kez daha “iflas” etmiş; ekonomi 2017’de iki haneli bir enflasyona yerleşmiştir.
Ödemeler dengesi verilerine göre, mal ve hizmet ithalatı ise, 2017’nin ilk altı ayında on iki ay öncesine göre yüzde 7,5 oranında artmıştır. Bu durum, iç talepteki artışın önemli bir bölümünün ithalata taştığını; dış dünyaya katma değer taşıdığını gösteriyor.
Bu olumsuz etken ihracat artışlarıyla tamı tamına telafi edilmiştir: 12 ay öncesine göre Ocak-Temmuz 2017’de dolarlı  ihracat ve ithalat artış oranları birbirine eşittir. TÜİK dolar/TL kur hareketlerini kullanarak bu bilgiyi GSYH verilerine taşıyor: Cari TL ile hesaplanan harcamalara göre GSYH tablosunda Ocak-Haziran 2017’de hem ihracat, hem de ithalat aynı tempoyla (yüzde 33,5 oranında) artmıştır.

Buna göre, hem dolarlı  ödemeler dengesi, hem de cari TL ile hesaplanan GSYH tabloları aynı sonucu veriyor: Bu yılın ilk altı ayında, dış dünyaya (ithalat yoluyla) aktarılan katma değer, dış dünyanın Türkiye’ye (ihracat yoluyla) aktardığı katma değer ile  aynı oranlarda artmıştır. Büyüme hızını yukarıya veya aşağıya çekecek bir değişme yoktur.

Ne var ki, büyüme oranları, enflasyonu da içeren cari TL üzerinden değil, sabit fiyatlı millî gelir üzerinden hesaplanır. Yeni TÜİK terminolojisinde buna hacim endeksli millî gelir deniliyor.
TÜİK’in “Ocak-Haziran 2017 hacim endeksli harcama yöntemli milli gelir” tablosunda beklenmedik bir bulgu ortaya çıkıyor: Bu dönemde ihracat yüzde 10,7; ithalat ise sadece yüzde 1,5 (bir buçuk) oranlarında artmış görünmektedir. Millî geliri yüzde 5,1’lik büyüme temposuna taşıyan ana etken de, böylece, belirlenmektedir: Dış ticaret…
Böylece, karşımıza yeni bir “bilmece” çıkıyor. Bu tablodaki “düzelme” ana istatistiklerde yer almamaktadır: Ödemeler dengesi verilerine göre dolar ve cari TL itibariyle ihracat ve ithalat eş-oranlı büyümüştür. Bu bilgiyi, “hacim verilerinde” astronomik boyutta değiştiren tek etken, dış ticaret hadlerinde bozulma olabilir. Bir yıl öncesiyle karşılaştırıyoruz. Bir dolar karşılığında ihracatçının eline geçen TL ile bir dolarlık ithalat ürünü karşılığında Türkiyeli tüketicinin ödediği TL arasındaki makas, 2017’nin ilk altı ayında açılmıştır.
Değerli meslektaşım Oktar Türel hesapladı ki, TÜİK’in verileri kabul edilirse, ihraç ve ithalat fiyatları arasındaki bu makas altı ayda Türkiye aleyhine %14,3 oranında bozulmuştur. Bu “bozulma” içinde GSYH’de gerçekleşen yüzde 5,1’lik artışı gelirlere yansımaz; ders kitaplarında yoksullaştırıcı büyüme olarak adlandırılır.

Durgunlaşma Sürmektedir
Bu yılın ilk altı ayını tartıştık. Temmuz 2016 sonrasında iç talebi destekleyen maliye politikaları, yapısal/dışsal sınırlarla karşılaştı.
İç talep genişlemesinin üretime, katma değere, millî gelir düzeylerine yansımasını sanayi üretimi, istihdam ve dış ticaret istatistiklerinden izleyebiliyoruz.
Bunlardan hareketle, Ocak-Haziran 2017’de ekonominin büyüme temposunun yüzde 3 civarında seyrettiği tahmin edilebilir: Üretim ve istihdam verilerinden tamamen kopuk, dış ticaret istatistiklerinde gözlenmeyen ve gelirlere yansımayan bir “ihracat patlaması” sayesinde gerçekleşen %5,1’lik bir büyüme bulgusu ciddiye alınamaz.

Buna karşılık, Temmuz-Eylül 2017’de yüksek bir büyüme hızı beklenmelidir. Zira, ekonominin küçüldüğü 2016’nın üçüncü çeyreği ile karşılaştırılacaktır.
  
Ancak, bu canlanmanın yıl sonuna taşınması mümkün görünmüyor. İhracat/ithalat fiyat hareketleri tersine dönecek; büyüme hızını aşağı çekecektir. Ekonominin yapısal bozuklukları, sınırları, dışsal kırılganlıkları, resmî istatistiklerde büyük boyutlu, bazıları “esrarengiz” revizyonlarla düzelemez.
Orta vadede durgunlaşma eğilimine son veren, ekonominin büyüme potansiyelini yukarı çeken bir dönüşümün habercileri, belirtileri yoktur.

Türkiye ekonomisinin karmaşık sorunlarını, gelişim doğrultusunu TÜİK’in millî gelir tablolarından değil, diğer iç ve dış kaynaklardan izlemeye; tartışmaya devam edeceğiz.

Korkut Boratav / SOL