11 Kasım 2017 Cumartesi

Ekim Devrimi üzerine birkaç not - KORKUT BORATAV

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü hem kutlayarak, hem de hüzünle anıyoruz.
Kutluyoruz; çünkü, bu devrim, 20’nci yüzyılın önemli bir bölümünde dünya halklarının üçte birini kucaklayan bir coğrafyada sınıfsız, sömürüsüz toplumların oluşmasına rehberlik etti.
Hüzünle anıyoruz. Çünkü, Şubat 1918’de “Paris Komünü’nün yüz gününü aştık; devrim hâlâ ayakta” diye sevinen Lenin’in partisi, üç çeyrek yüzyıl geçmeden sessiz sedasız iktidardan uzaklaştı; devrimin şanlı ürünü olan SSCB tarihe karıştı.
Yıldönümü ile bağlantılı birkaç tespiti, düşünceyi kısa notlara dönüştürmek istedim.

İnsanlığa Armağan: “Reel Sosyalizmler”
Ekim Devrimi’ni örnek alan toplumlar, bazılarınca daha sonra “reel sosyalizmler” olarak adlandırıldı. Bu terim, devrim öncesi sosyalizm tasarımları ile sonraki somut gerçeklikler arasındaki uyumsuzlukları ima etmektedir.
Bu farklılıklar bir yana, reel sosyalizmlerin yaşandığı tüm tarihsel deneyimler, sınıfsız, sömürüsüz toplumların kurulabileceğini, uzunca süreler boyunca yaşayabileceğini göstermiştir.
Farklı ifadeyle, emeğin meta olmadığı, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla artık-değerin tarihe karıştığı emekçi toplumları, kapitalist dünyanın kuşatması altında ayakta durabilmiş; ekonomi, siyaset, bilim, sanat, edebiyat alanlarına önemli katkılar getirmiştir.
Bu nedenlerle, reel sosyalizmler insanlığa büyük bir armağan olarak görülmelidir.

Klasik Marksizmde Sınırsız Demokrasi
Marksist klasiklerin kapitalizm sonrası toplum biçimi üzerindeki metinleri, sınırsız demokrasi ve özgürlük tasarımları içerir.
Önem taşıyan üç yapıtı hatırlatayım: Gotha Programının Eleştirisi (Marx), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm (Engels) ve Devlet ve İhtilal (Lenin)…
Ekim devriminin hemen arifesinde kaleme alınan Devlet ve İhtilal’de Lenin, Marx ve Engels’ten de destek alarak, sonraki deneyimlere ışık tutacak devrim güzergâhını belirlemiştir: Devrimci teoriyi (Marksizmi) bir eylem rehberi olarak kabul eden, işçi sınıfını temsil eden  bir öncü parti iktidara el koyacak; proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sömürücü sınıfların tarihe karışmasını sağlayacak; böylece, devletin kuruyup gitmesini mümkün kılacaktır.
Bu güzergâhı (programı) benimseyen bir devrim, böylece (işçi sınıfı dahil) tüm sınıfların ve devletin yok olmasını hedeflediği için sınırsız bir demokrasi tasarımıdır. Sosyalizme geçişin devlet yapısı olarak düşünülen proletarya diktatörlüğü ise, halk için sınırsız özgürlük, sömürücüler üzerinde baskı anlamına gelmektedir ve temsilî burjuva demokrasilerine göre çok daha kapsamlı özgürlük alanları tasarlamaktadır.
Lenin’in devrim anlayışı, kapitalizmin, örgütlü, sınıfsal bir müdahale sonunda son bulacağı önermesini içeriyor. Önceki tarihsel örneklerdeki gibi yeni toplumsal sisteme kendiliğinden geçiş öngörülmemektedir.
Sosyalist, komünist, devrimci hareketlerin stratejik, politik metinleri, hem ait oldukları tarihsel ortamların izlerini içermiş; hem de sınıflı toplumlara, kapitalizme ilişkin Marksist çözümlemelerden yararlanmıştır. Bu farklı katkıları ayrıştırmak kolay değildir.

Parti ve İşçi Sınıfı
Marx, Engels ve Lenin tarafından temsil edilen ve yukarıda değindiğim sınıfsız ve sınırsız demokrasi anlayışı, reel sosyalizmlerde ne ölçüde hayata geçirildi?
Bu sorunun yanıtlanması için, Komünist Parti iktidarları altında bir emekçiler demokrasisinin, sağlam kurumsal güvenceler ve güncel pratik içinde egemen olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Devrimci bir demokrasi anlayışı içeren kuram, kaçınılmaz olarak, reel sosyalizmlerin Parti hayatlarına ve devlet yönetimine de damgasını vurdu. Bu toplumların tarihi, Parti liderliklerinin bu doğrultudaki çabaları, deneyimleri, başarı ve tökezlemelerinin de tarihidir.
Bu büyük, karmaşık öykünün, göreli olarak az gelişmiş toplumlarda, emperyalizmin kuşatması altında, dış saldırı ve iç savaş koşullarında iktidarda olmanın yükünü taşıyarak yaşandığını biliyoruz.
Sınırsız, coşkulu özgürleşme, yaygın doğrudan demokrasi dönemleri ile proletarya diktatörlüğü adına Parti-içi muhalefeti bastırma, tasfiye etme aşamaları bazen peş peşe,  bazen iç içe yaşanmıştır. Tüm ülkeleri, zaman dilimlerini kapsayan bir bilanço çıkarılamaz.
Bu güç soruyu, öznel bir değerlendirmeyle noktalayacağım: Reel sosyalizmlerin çoğunluğunda uzun yıllar boyunca, işçi sınıfı demokrasisi alanlarının büyük önem taşıdığını; emekçiler için temsilî burjuva demokrasilerinden daha geniş özgürlük mekânlarının var olduğunu düşünüyorum.
Yolculuğun hazin sonunu da biliyoruz: Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü geldiğinde, reel sosyalist ülkelerde işçi sınıfı demokrasisi alanlarının tarihe karışmış olduğu; içe kapalı parti bürokrasilerinin yönettiği iktidar yapılarının yerleştiği söylenebilir.

Kapitalizm Sonrası: Yeni Bir Dünya mı? Çürüme mi?
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, sadece sistem karşıtı sol-muhalefette değil, kimi burjuva çevrelerinde dahi “kapitalizmin vadesinin geldiği” teşhisleri yaygınlaşmaktadır.
Sol muhalefet saflarında, kapitalizmin “iktidarı hedefleyen sınıf mücadeleleri” ile son bulacağı öngörüsünü veya çağrısını bir süre önce gözden geçirmiştim. Immanuel Wallerstein, geleneksel sosyalist/sosyal demokrat solu da içeren bir geniş cephe (“Dünya Solu”) muhalefeti öngörüyor. Samir Amin ise, Lenin-Mao çizgisine yakın bir “Yeni Enternasyonal” çağrısı yapıyor.
Bu iki yazar, kapitalizm sonrası için görece demokratik ve eşitlikçi veya sosyalist sistemler öngörmektedir.
Çürüme ve çözülme içeren karanlık bir gelecek söz konusu olamaz mı? Almanya’dan Wolfgang Streeck bu tür bir geleceğe yöneldiğimizi düşünüyor.
Streeck’e göre kapitalizmin dinamizmi, bünyesinde daima var olan karşıt, muhalif güçlere uyum sağladığı; kendisini yenileyebildiği ölçüde gerçekleşmişti. 1945-1975 döneminin Altın Çağı, ideal örnektir. Kapitalizm, bu dinamik dönemde emek ve sermaye arasında istikrarlı bir bölüşüm uzlaşması sağlamış; piyasaların denetimsiz genişlemesini, emeğin, doğanın, paranın metalaşma eğilimlerini frenleyebilmişti.
Bu tarihsel uzlaşmayı sürdürme fırsatı, neoliberal dönüşümle heba edilmiştir. Sonraki yıllarda sınıflar-arası uzlaşmanın siyasete yansıması olan demokrasi fiilen yok olmuştur. Emperyalizm, inşa potansiyelini yitirmiştir; sadece tahripkâr gücünü korumaktadır.
Emekçilerin  bölüşüm kayıpları ve kamusal varlıkların yağmalanması, ekonomilerin durgunlaşmasına yol açmıştır. Bu ortamı, gereksinmelerin ve gelirlerin ötesine taşan bir tüketim tutkusuyla aşma çabaları beyhudedir. Bu tıkanma dönemine, sosyalist bir dünya sisteminin varlığından esinlenmiş Eski Sol’un tarihe karışması refakat etmiştir. Sistem karşıtı muhalefetsizlik, kapitalizmin aleyhinedir. Bu yüzden kendisini yenileme seçeneklerini unutmuş; dinamizmini yitirmiş; çözülmeye, çürümeye sürüklenmiştir.
Streeck, kapitalizmin sonunu bir olay değil, bir süreç olarak algılamaktadır. Yeni bir düzen seçeneğinin ortaya çıkması için sermayenin ideolojik hegemonyasını sarsacak büyük ve sonucu belirsiz bir çöküntü gerekiyor. Bugün bu ortamda değiliz.

Teknolojik İşsizlik ve Kapitalizm Sonu
Bu kötümser çürüme/çözülme senaryosuna karşı, maddeci tarih görüşünün daha genel bir önermesinden hareket edenler de var: “Toplumun maddi üretim güçleri, var olan üretim ilişkileri ile çatışmaya girdiğinde bir toplumsal devrim dönemi başlar.” (Marx).
Burada sözü edilen “toplumsal devrim”, zamanı gelince, bir müdahaleye gerek duymadan, “kendiliğinden” gerçekleşmez mi? Teknolojide, bilgide, iletişimde durdurulamayan gelişmeler, kapitalist mülkiyet (üretim) ilişkileri altında sürdürülemez hale gelince, kapitalizm tarihe karışmaz mı?
Bu soruları olumlu yanıtlayan iki farklı senaryo tartışılmaktadır. Birisi, yapay  zeka ve robotlaşma sayesinde, önce üretken sektörlerde, sonra da hizmetlerde çalışan emekçileri azaltma, giderek tasfiye etme eğilimlerini vurgulamaktadır.
Özellikle Batı toplumlarında, mavi ve beyaz yakalı emek talebini hızla kısan bir dönüşümün başladığı; telâfi seçeneklerinin tıkanmakta olduğu gözleniyor. Teknolojik olanaklar, düşük ücretli dönemlerde dahi işsizlik yaratmak için kullanılmaktadır. Varlık nedenini (işçi sınıfını) yok etme tutkusu, kapitalizmin “intihar sendromu”dur.
Orta sınıfların katılımıyla yaygınlaşan teknolojik işsizliğin çeyrek yüzyıl içinde %50 oranlarına ulaşabileceği öngörülüyor (Randall Collins). Kapitalizm, bu boyuta ulaşan bir “yedek emek ordusu”nu bünyesinde barındıramaz.
Sonuç, askerin, polisin maaşlarının dahi ödenemeyeceği devletin mali krizi ile tetiklenen bir anti-kapitalist devrim olacaktır. Bu “devrim”, iktidarı hedefleyen örgütlü bir mücadele sonunda değil, kendiliğinden gerçekleşecek bir toplumsal patlama ile gerçekleşecektir. İçeriği, sonuçları bugünden öngörülemez.

Kapitalizmin Sonu: Bilginin Toplumsallaşması
Üretim güçlerinin sürüklediği ikinci anti-kapitalist senaryoyu Paul Mason öngörüyor: “Bilgiye dayalı üretim güçleri ile toplumsal ilişkiler arasındaki çelişki, kapitalizme son verecek maddi koşulları oluşturacaktır.
Üretim süreçlerinde içerilen yeni bilgiler, hızla paylaşılabilen “serbest mal”lar haline de gelmektedir. Yaygınlaşması önlenemeyen bilgi, piyasa mekanizması içinde dağıtıma uygun değildir; mülkiyet hakları içinde hapsedilemez. Normal çözüm toplumsallaşmasıdır. Ne var ki, kapitalizm, devleti, yasaları denetleyerek; yapay tekelci uygulamaları zorunlu hale getirerek bu devrimci olanağı, yani bilginin toplumsallaşmasını önlemiştir. Bu engellemelerin sürdürülmesi imkânsız hale gelmektedir.
Mason’a göre bilginin gelişimi, yaygınlaşması ile kapitalizm arasındaki bu çatışma, “sosyalist proje”yi gündeme getirmek üzeredir. Marksist öngörüdeki devrim ortamı böylece oluşur.
Bu “devrim”, hangi güçler aracılığıyla hayata geçirilecektir?
Paul Mason, kapitalizme muhalefetin, devrimci gelenekten uzaklaşmış işçi sınıfında değil, “insan soyunun tarihindeki en yüksek eğitimli kuşağında” odaklaşacağını düşünüyor. Açıkça anti-kapitalist bir iktidar mücadelesi içinde olmayan bu kuşak, kapitalizmi sadece reddettiği için sistemin ölüm fermanını imzalayacaktır.
Peki, günümüzde dünya çapında ve ülkelerinde ayrıcalıklı konumlarını gerekirse kan dökerek, gerekirse ırkçı ve dinci faşizmlerle uzlaşarak güçlendiren; asla ödün vermeyen egemen sınıflar, burjuvaziler sessiz mi kalacak?

Paul Mason bu soruyu kitabının sonunda, yüksek burjuvazi için, “yoksullaşırlar ve bu günden daha mutlu olurlar. Çünkü zengin olmak zordur” diye yanıtlıyor. Böylece de bu ilginç kitabını gayri ciddi bir fantezi ile noktalıyor.
Bizlere de, bu vesileyle, Ekim Devrimi’nin hâlâ geçerli olan en genel öğretisini hatırlatmak düşüyor: Kapitalizmin son bulması için, iktidarı hedefleyen, örgütlü, açıkça devrimci ve en geniş kapsamıyla emekçi sınıflara dayalı bir mücadelenin varlığı, başarısı gereklidir.  

Korkut Boratav / SOL

OHAL’de seçim - ÖZGÜR MUMCU

Cemaatin devletin her kademesine sözüm ona sinsice aslında davul çala çala sızması bütün kurumları temelinden sarstı. Tarlaya haşerat girdi diye tarla bütün ekinleriyle ateşe verildi. Bugün yaşanan hukuksuzluklar, hukuk devletinin tamamen yakılıp kül olmasından kaynaklanıyor. Arada derede yanmamış avuç büyüklüğünde yerler var. Oralar da olmasa hiç tahliye ya da beraat kararı da duymayacağız. 
 
Hukuk devleti yok. Hâkim teminatı yok. Hukuki güvenlik ilkesi yok.
Bir devleti devlet yapanlar bunlardır. Siyasal İslamın Gülen cemaatiyle işbirliği sonucunda vardığımız yer burasıdır. Memleketin hiç bitmeyecekmiş hissi veren bir hava boşluğuna düşerek sarsılması, iktidardakilerin çaresizce ellerinden kayanı tutma gayretiyle savrulması bundandır.
Adına Anayasa Mahkemesi denen, kendini hâkim zanneden insanlar topluluğu OHAL hakkında verdikleri kararla Türkiye’de hukuk devletinin tabutuna çiviyi çakmıştır. Adına YSK denen iktidar organı, mühürsüz seçimde almış olduğu kararla memleketteki seçim güvenliğini buruşturup çöpe atmıştır.
 
Bugün gazetelerde, televizyonlarda önümüzdeki seçimler hakkında konuşuluyor. Akşener’in partisinin etkisi ne olur, MHP baraj altı kalır mı, AKP oyunu korur mu, vs. vs.
Hâlâ hukuk devleti varmış, sağlıklı bir seçim ortamı sağlanabilirmiş gibi. İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğini fark etmeden cangıllarda seneler geçiren Japon askerleri gibi seçimler üzerine tartışılıyor.
Hukuk devleti yoksa, seçimin bir anlamı yoktur. 
 
Bir OHAL KHK’si ile seçimlerin iptali, ertelenmesi, rakip siyasi partilerin kapatılması hatta seçim sonuçlarının tanınmaması mümkün müdür?
Yok artık o kadar da olmaz bir cevap değil.
Mümkün müdür?
Mümkündür.
Anayasa Mahkemesi o yolu açmış mıdır? Açmıştır.
OHAL KHK’siyle getirilemeyecek yasak, yapılamayacak iş yoktur. 
 7 Haziran seçimlerinden sonra iktidarın sarayına, koltuğuna ne pahasına olursa olsun sarıldığına hep beraber şahit olmadık mı?
Bu OHAL düzeninde, bu KHK keyfiliğinde seçim yapmak demokrasinin intihar etmesi anlamına gelmektedir. 
 Muhalefette bütün partilerin üzerinde uzlaşması gereken ilk hedef OHAL’in kaldırılması, YSK’nin yeniden yapılandırılması olmalı. Seçimin önşartı budur.
Muhalif seslerin kesildiği, eşit bir şekilde seçim kampanyasının yapılamadığı, YSK’nin iktidarın emir eri olduğu, bir OHAL KHK’siyle “hukuken” partilerin kapatılabileceği, seçimlerin ertelenebileceği bir ülkede seçim yapılamaz.
Yapılana da seçim denmez.
Bunca hırpalanmış, kurumları yerle bir edilmiş, hukuk devletinin temel ilkeleri ateşe verilmiş bu ülke bir de böyle bir seçimin travmasını zor kaldırır.
Seçimlerin OHAL’in olmadığı, YSK’nin yeniden yapılandırıldığı bir ortamda gerçekleşmesi için uğraşmak bütün siyasi partilerin demokrasiye olan borcudur.
Önce bunu halledin, sonra anket konuşursunuz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Dava - Nilgün Cerrahoğlu

“İyi ama” diyor 14-15 yaşlarında henüz bıyıkları terleyen bir çocuk: “Bizimle peki aynı fikirde olmayanlara tebliği nasıl yapalım?” Ardından bir başkası soruyor: “İslamın farklı mezhepleriyle nasıl baş etmeliyiz?
Bu sorulara hocanın yanıtı hiç değişmiyor: “Hep hoşgörülü olacaksınız. Şiddete taviz vermeyeceksiniz. Şiddet, şiddeti çağırır. İslam şiddet dini değil, barış ve hoşgörü dinidir. İslam dinini Araplar vaktiyle kılıçla yaydı. O zaman çünkü cahiliye geçerliydi. Bizler oysa İslamı iyilik, güzellikle anlatacağız!
Burası Endonezya’nın Cava Adası’nda bir medrese… 
 
Kuran, tefsir, fıkıh, hadis, Arapça, İngilizce ve ahlak dersleri dışında tarih, coğrafya, edebiyat, matematik gibi başka hiçbir dersin okutulmadığı, cimnastiğin bile “1-2-3-4” misali sayılarla değil dua ile icra edildiği bu dini kurumda geçen tipik bir günü izliyoruz.
Çocuklar, aslında pek de yumuşak hoşgörü çağrısı yapmayan ince, uzun bir sopayla karanlıkta yatakhane kapılarına vuran bir hoca tarafından saat 3’te sabah namazına uyandırılıyorlar.
Önce duşa giriyor, ardından aptes alarak namaza duruyorlar ve açık havadaki cimnastik faslından sonra “Dava”nın anlatıldığı ilk derse adım atıyorlar. Filmin adı da zaten bu: “Dava.” 
 

 Davet, nam-ı diğer ‘tebliğ’
İtalyancaya “davet” diye çevrilen “Dava” filmini, pazar günü sona eren Roma Film Şenliği’nde gördüm. 
 
Medrese yaşamını tasvir eden film, İtalya’nın tanınmış sinemacılarından İtalo Spinelli tarafından çekilmiş. “ÜstatBernardo Bertolucci’nin takdimiyle açılan belgeselin gösterimi, bu yıl şenliğin en ilgi çeken etkinliklerinden biri oldu. Bin bir zorlukla girebildiğim salon, ağzına dek doluydu.
Filme benim ilgimin nedeni, egzotik Endonezya medreselerine merakımdan çok, “Da’wah” adıyla baharda vizyona girecek filmin başlığına beslediğim meraktandı. 
 
Dava” son yıllarda AKP’lilerin malum ağızlarından hiç düşürmeyen bir referans.
23.5 yıl boyunca koltuğundan sökülemeyen Melih Gökçek dahi en son, Ankara belediye başkanlığını “Ben dava ahlakından geliyorum. Davamda liderin talimatına uymak gerekir” diyerek istifa etmedi mi? 
 
Dillere pelesenk olan ama bir türlü açılımı yapılmayan bu büyük “Da’wah” acaba neydi? Bir Endonezya medresesinden Katolikliğin merkezi Roma’daki bir film şenliğine ne gibi bir yankısı/uzantısı olmuştu? 
 
Bir İtalyan yönetmenin “Dava” hakkında bir film yapmaya kalkışması, nereden icap etmiş; bir “gayri müslim” böyle bir medreseye nasıl girebilmiş, oradan nasıl “24 saat” aralıksız çekim yapabilmişti?
Kafamda bu sorularla şenlikteki gösteriye gittim.
 
Güleryüzlü İslam
Filmin İtalya’da tanıtımını “Şiddet karşıtı, barışçıl, güler yüzlü İslam da var” sözleriyle yapan sinemacı Spinelli; yapıtının macerasını, Endonezya’nın Vatikan büyükelçisiyle dostluk kurduğunu söyleyerek anlatıyor. Onunla önce Endonezya’da bir film yapmak için konuşmuş. Bu dünyanın en büyük İslam ülkesinde sonra “medrese” olgusu ile tanışmış. Sonunda ortaya bir “kurgu film” yerine, bu belgeseli çıkarmayı tercih etmiş. 
 
Gerçek İslam IŞİD değil, biziz!” mesajını taşıyan film bariz olarak Endonezya hükümetinin desteğini arkasına almış. Zaten aksini düşünmek olası değil. Değil medrese… -misal- Türkiye’de bir imam hatibin 24 saatini, Ankara’nın izni ve desteği olmadan beyazperdeye taşıyacak herhangi bir Avrupalı düşünebiliyor musunuz? 
 
Da’wah” özetle ideal İslamı dünyaya anlatmak için çekilmiş. 
 
Hocaların öğrencilere seslerini dahi yükseltmedikleri filmde, her Müslümanın doğuştan yaymakla yükümlü olduğu “dava”nın mesaji enine boyuna işleniyor. 
 
Sincap dişli, sevimli bir hoca “Hepimiz dini tebliğ etmekle görevliyiz” diyor; “ama bunu dayatmayla değil, iyilikle, güzellikle, temiz kalple, mantıkla yapmalıyız!” 
 
Biz Endonezya’da farklı dinlerle bir arada yaşıyoruz. Hepsine saygılı olmalıyız” diyerek ekliyor ancak ardından üsteliyor: “Onlara da gerçi tabii davayı tebliğ etmekle mükellefiz. Ama şiddet kullanmadan!
Filmin döne döne irdelediği diğer iki kavramcihatve kadınlar”. Fırsat bulunca devam ederim.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

“Çöl fırtınası” geliyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Suudi krallığında yaşananların bu ülkenin gerçekten de “iyiye” evrilmesiyle bir ilgisi olacağını düşünmek çok iyi niyetli bir yaklaşım. Çünkü tahta, eğer başına bir iş gelmez de geçerse, en genç Suudi Kralı olacak olan Muhammed bin Selman’ın hırsı ürkütücü bir hırs. Tabii ki “ılımlı olacağız” deyişine “olma” diyecek halimiz yok, mesele de bu değil zaten.

Nasıl bir ılımlılık olacak bu: Vahhabi inancının temelini oluşturan, modern dünyaya da uymayan ilkelerden vazgeçmek bu ılımlılığın neresinde, bekleyip göreceğiz. Kadınların otomobil kullanmalarına, futbol sahalarına girmelerine, kadın basketbol takımı kurulmasına izin vermek yeterli görülüp durulacak mı örneğin.
Artık kesin olarak Krallığı yönettiği bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman ülkesini dış politikadaki sıkışmışlıktan çıkarır, içeride de muhtemel muhaliflerini temizlerken bunu “modern dünyaya” ayak uydurma çabasının sonucu gibi göstermeye pek bir önem veriyor.
Tüm bu adımları atmadan önce 14 Mart 2017’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile görüşüp ona atacağı adımlar konusunda bilgi verdiğini, karşılığında destek aldığını belirtelim. İşbaşına gelir gelmez, Suudilere pek de yüz vermeyen Barack Obama’nın tersine Suudi sermayesinin ABD’de kalmasına her şeyden daha fazla önem veren Trump’ın Riyad’da Suudilerle “kılıç dansı” diplomasisinin bu tür sonuçları olacağını biliyorduk. Trump’ın Muhammed bin Selman’a, ABD’den de pek hazzetmeyen prenslerin tasfiyesinde açık destek verdiği artık ayan beyan ortada.

Trump ayrıca Suudilerin Katar’a karşı aldıkları tutuma önceleri “arabulucu” kılığında yaklaşmışken geçen hafta Katar’ı suçlar bir tonla Suudi destekçisi bir konuma geldi. Suudi-Katar krizi sırasında Katar’la milyar dolarlık silah anlaşması yapmışken üstelik. Neden? Çünkü Prens’e vereceği desteği Katar’da Suudilerin yanında olduğunu göstererek de yapması gerekiyor. İran karşıtlığında, nükleer anlaşmanın bozulmasına Avrupa’dan destek alamayan  Trump, bu desteği Suudiler ile Suudilerin utangaç destekçilerinden almak durumunda.
 Veliaht Muhammed bin Selman’ın Katar’ı izole etmede başarısız kalan, dolayısıyla İran’ı güçlü kılan Suudi başarısızlığını, Yemen’de girdiği çıkmazdan çıkması zor olan Suudi stratejisizliğini ABD yardımıyla lehine çevirecek manevralara ihtiyacı var.
Katar’da, Yemen’de geriletemediği İran’ı Lübnan’da geriletebilmek için şimdi bu talihsiz ülkede kışkırtıcı bir rol üstlenmiş bulunuyor.

Daha birkaç hafta önce Lübnan’ı ziyaret eden İran Dini Lideri Hamaney’in Başdanışmanı Ali Ekber Velayeti’ye İran’a ülkesine verdiği destek için övgülerde bulunan Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi, Riyad’a, “İran ve Hizbullah tarafından öldürülme korkusu taşıyorum” dedirterek istifa ettirdi örneğin. Şu iyi bilinmeli; Saad Hariri, Sünni bir politikacı. Lübnan Anayasası gereği Başbakan Sünni olmak durumunda. Hizbullah’ın da desteğiyle bu makama seçildi. Hariri’nin son zamanlarda İran’a yakın değilse de düşmanca da olmayan bir politika izlemesi Suudilerin tepkisini çekiyordu. Hizbullah’a da bakışı Suudilerinki gibi değildi Hariri’nin. Çünkü Hizbullah ülkede siyasi istikrarın korunmasında en büyük güvence durumunda olan, tüm kesimler tarafından da kabul edilmiş siyasi bir güç. Halk nezdinde de büyük bir saygınlığı var. İsrail karşısında da onu durduracak önemli bir askeri güç olarak görülüyor. Bu nedenle İsrail’in de bir numaralı hedefi durumunda.

Muhammed bin Selman’ın “savaşı Lübnan’a taşıyacağız” demiş olması Hizbullah’ı yok etmekte kararlı olan ABD-İsrail planına Suudi katkısının da ekleneceği anlamına geliyor. İsrail’in tarihinde ilk kez yüz uçaklı bir filoyla önceki gün Lübnan hava sahasına yakın bölgelerde gerçekleştirdiği hava tatbikatı Lübnan için ciddi bir gözdağı.
Suudilerin Lübnan iç siyasetini karıştırmaya yönelik Hariri krizi ile İsrail’in silahlı tehdidinin zamanlaması bu açıdan çok dikkat çekici.
Suudi Arabistan’ın Lübnan’la ilişkileri germesi onu İsrail’in doğal müttefiki yapıyor. Suudi diplomatlar ile güvenlik yetkililerinin aylardır İsrail’de temaslarda bulunduğu yolundaki bilgiler kesinlik kazanmış durumda. Bu bilgilerin Lübnan’a yönelik bir operasyonda kullanılacağı da herhalde sır değil.

Ilımlı İslam” falan derken bir hayli “hışımlı” bir dış politikayla ortalığı karıştıracak bir “çöl fırtınası” geliyor.

Bilmem farkında mısınız?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Sandık Atatürkçülüğü! - L. DOĞAN TILIÇ

Dün Anıtkabir ziyaretçi rekoru kırmıştır. 10 Kasım’da Atatürk’ü ziyaret edenlere “örgütlü” bir yeni grup katıldı bu yıl. Bir başka rekor da, Erdoğan’ın 10 Kasım konuşmasındaydı; galiba daha önce hiç bu kadar çok Atatürk dememişti.
AKP örgütleri “Anıtkabir” kampanyası başlattı. Sokaklara “Anıtkabir’e gidiyoruz”, “Anıtkabirde’yiz” pankartları asıp; İstanbul’dan İzmir’den otobüsler kaldırdılar. Gece yarısı yollara düşüp sabah Ankara’ya vardılar.
Aydınlık, bu göz yaşartıcı ilgiyi “ayakta alkışladı”. E, tabii; iyi bir şey AKP yaptı diye kötü olacak değil ya!
Yavaş yavaş AKP’den soğumaya başlayan “Beyaz AKP’liler” olduğunu, 2019’a giderken mutlaka onların da gönüllerinin alınması gerektiğini söyleyip bu yeni yönelişi böylesi bir niyet okumayla sorgulayanlar var. Dün, Erdoğan da; “Biz Atatürk’e Atatürk dedik diye bir sürü senaryolar yazı(lı)yor” dedi.
Yine de biraz riskli AKP’nin yaptığı. Malum İslamcı çevreler; laikliği getiren Atatürk’e karşılar. Tekke zaviyeleri yasaklayan, fesi çıkarttırıp şapka giydiren, rotayı Batı’ya döndürüp hilafeti kaldıran Atatürk’e karşılar. Hilafeti de kurtarmak için Samsun’a giden MustafaKemal’e değil. Allah adına gâvurla savaşıp, muzaffer olan Gazi Mustafa Kemal’e değil! “Atatürk”ten sakınıp “Gazi” demeleri ondandı.Tam da 2019 öncesi, uzaklaşan Beyaz AKP’lilere (Anıtkabir’e) giderken, Atatürk’ten pek hazzetmeyen evdekilerden olma riski var!
Neyse, onlara da; “Anıtkabir’de sadece Atatürk yatmıyor, Gazi Mustafa Kemal de aynı yerde” denilir! Yüzde 50 + 1 şartı varken armudun sapı üzümün çöpü dememeleri söylenir. Demokrasilerde sandığın anlamı ve şu 15 yılda ne kazanıldıysa sandık sayesinde kazanıldığı vurgulanır!
Hem Atatürk diyenler de çeşit çeşit…

Gardrop”, Atatürkçülük önüne takılmış en bilinen sıfat. “GardropAtatürkçüleri”; kravat, papyon takıp Batılı kıyafeti yeterli bulan, Atatürkçülüğü de özel günlerde dolaptan çıkarıp giyinenler işte.

 Bir internet sitesinde gördüm; pek çok sıfat saymışlar Atatürkçülük önüne konulan:
Papağan Atatürkçüler”,
Tören Atatürkçüleri”,
Reklam Atatürkçüleri”,
Korku Atatürkçüleri”,
Ticaret Atatürkçüleri”,
ModaAtatürkçüleri”,
SöylevAtatürkçüleri”,
10KasımAtatürkçüleri”,
OlağanüstüDönemAtatürkçüleri”.
Hepsi var da; başlıkta kullandığım, zamanın ruhuna da uygun en önemlisini atlamışlar: Sandık Atatürkçülüğü!
Adından da belli; “Sandık Atatürkçülüğü” seçimde size birkaç puan getireceğine inandığınızda sarılınan Atatürkçülük oluyor.
Aslında, bu sadece Atatürkçülük için değil, siyasette en yüce değeri sandık saydığınızda çok şey için geçerli oluyor. “Sandık Müslümanlığı” oluyor, misal. Demokratik değerleri mezara kadar değil de sandık konulan Pazar’a kadar savunanlarınki de “Sandık demokratlığı”…

Geçen gün muhtarlara konuşurken, biraz alaycı, 2019 için CHP’ye eşcinseller üzerinden çaktı Erdoğan: “Milletimizin değerleri ile bağları öylesine kopmuştu ki, CHP’li ilçe belediyesi, mahalle komiteleri için yapılacak seçimde 5’te 1 oranda eşcinsel kotası koyabiliyor. Allah şaşırtmasın, şu hale bak ya. Böyle nereye savrulacağı belli olmuyor. Biz bu partinin hangi söylediğini dikkate alalım. … Milletimizin değerlerine savaş açanlarla işimiz olmaz.
Buna, bu ara pek görünür olan “AK LGBTİler” ne der bilmiyorum. Ama insan böyle düşünebilir, hep böyle düşünebilir, düşüncelerini zamanla değiştirebilir de; bunu anlarım. Ancak, düşünce değişimleri ile sandık tarihleri çakışınca, “savunulan yeni düşünce”nin önüne “sandık” sıfatı cuk oturuyor.

2002’de misal, tam da sandık öncesi, Abbas Güçlü’nün Genç Bakış programına konuk olan Erdoğan, bir gencin eşcinsel vatandaşlarla ilgili sorusuna, gayet ciddi, şöyle yanıt vermişti: “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz.
Sandık bu; nelere kadir!

L. DOĞAN TILIÇ   / BİRGÜN

‘Ticarinin’ gönül yolculuğu - ERK ACARER

Maksat ötekileştirme, berikileştirme değil bir ‘fenomenle’ birlikte sosyolojiye dayalı bir gözlem ortaya koymak. Doblo sürücüsü, dönemi itibarı ile bir sembol. Tıpkı BMW’li kadın ya da Mercedes’li adam gibi.
•••
Doblo bir İtalyan markası. Fiat’ın ürettiği ‘ticari’ otomobil. 25 Temmuz 2000 tarihinde ilk duyurusu yapıldı. 28 Kasım 2000’de Avrupa pazarına sunuldu. Birkaç yıl içinde Türkiye’de yayıldı.
•••
O birkaç yıl... AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 16 yıllık serüvenin de başlangıcıydı. Ortada, liberal aklın süzdüğü, “Aslında gerici de değillermiş” gibi laflar dolaşıyordu. Doblo, bu iklime de AKP’nin neoliberal politikalarına da uygundu. Atası ‘Fiat Kartal’ gözden düştü. Arka camına yapıştırılmış, ‘Huzur İslam’da’ yazısı ile birlikte kayboldu.
•••
‘Ekmeğinde, çorbasında’ orta sınıf, tarikat-ticaret-siyaset ruhuna uygun bir yola getirilecekti. Doblo daha çok mal taşımak, daha çok para kazanmak demekti. ‘Üretme-sat, ticaretle köşe dön’ ayarının basit şartları vardı: “Cuma’yı kaçırma” en önemlilerinden biriydi.
•••
Malını indiren ‘aracını’, müsait caminin önüne çekiyordu. Bir toplum, bir araç ve onun arka camına yazılan slogan üzerinden politikleşecekti. AKP’nin ilk yılları, “Biz böyle değiliz” takiyesine ayrıldığı için Doblo’nun ilk yıllarında arka cam yazısız kaldı.•••
Doblo yolunu yavaş yavaş buluyordu. Elite kafa tutuyordu. Her şeyi, herkesi elit sanıyordu. AKP’nin ilk 10 yıllık serüveninde tuhaf diziler, tuhaf replikler ortaya çıkıyordu. Isıtılıp ısıtılıp sunulan zengin kız-fakir oğlan paradoksunun anlatıldığı dizilerden birinde genç adam, arabasını tamir etmiş, kirli elleriyle gelip sofraya oturmak istemişti. Kız onu uyarınca karşılık verdi: “Bunlar benim emeğim.” Kimsenin aklına; “Ulan herkes eliyle ve alnının teriyle çalışıyor ama kimse yemeğe böyle oturmuyor” demek gelmedi. Yozlaşma alkışlanıyordu.
•••
AKP, “Dur kıçıma yer edeyim, sonra sana neler edeceğim” nobranlığıyla yol almaya başlamıştı. ‘Yol arkadaşları’ vardı. Doblo’nun arka tarafında birikmiş Zaman gazetesi bırakmak adetti.
•••
Gezi’deki mağlubiyet üzerinden kutuplaşmanın ilk büyük kırılması yaşandığı vakit, Doblo’nun arkasına da bir Erdoğan resmi asılıp, altına ‘Dik dur eğilme’ çıkartması yapıştırılıverdi.
Artık AKP’nin ‘öyle olmadığı’, takiyenin kitabını yazdığı anlaşılmıştı. Doblo da rahat bir nefes aldı. Çözüm süreci bittiği gibi arka cam kendini buldu: ‘Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan.’ Suriye iç çatışmasına odun taşınırken, bir yandan da Mısır’daki İhvan’cılar için ağlanıyordu. Tek dörtlü, ‘Müslüman Kardeşlere’ uydu. Doblo’nun arka camından ‘Rabia’ el sallıyordu.
•••
2013 yılında Suruç’ta bir Doblo içinde üç IŞİD’ci tesadüfen yakalandı. Çok önemli isimlerdi. Ahmet Güneş, Ökkeş Durmaz ve Mustafa Delibaşlar. Türkiye’deki katliamlarda izleri vardı. Güneş’in, IŞİD Türkiye’nin akıl hocası olduğu söyleniyordu. Yola attıkları harddisk içinde infaz görüntüleri bulundu. 5 ay yatıp çıktılar. Cezaevinden çıkmalarında MİT’ten yollanan bir yazının etkili olduğu belgelendi. Musul takası pazarlığında kullanıldıkları ileri sürüldü. Arabada IŞİD sticker’ları vardı. Bu da önemli değildi tabii. Her sakallının IŞİD’ci olmadığı günlerdi! Belediyeler, IŞİD mühürlü davetiyeler gönderip, “Bu Peygamber Efendimizin mührü, IŞİD kullanmasın” takiyesi yapıyorlardı. Epey Doblo arkası IŞİD fotoğrafı çektik o zamanlarda.
•••
15 Temmuz’da... Ee hani zaman vardı arkada? Yenikapı mutabakatıyla ülkede bir ‘bütünlük’ sağlanınca... Gezi zamanında yasaklanan bayrak Doblo’nun arkasına şanla şerefle asıldı.
•••
Atleti egzoza tıkamak suretiyle tank durduran, plaza camında uçak kovalayan nesil, Doblo’yu da bir özel harekât timine dönüştürüverdi. Arka cama HÖH yazıdı: Halk Özel Harekât. Onu da belgeledik. Nedir bu ‘özel Doblo’ sorusunun cevabı Meclis’te verilmedi. Fakat Doblo’cu tarafımıza iki satır yazdı: “Neyse ne, vatana ihanet eden kurşunu da yer işte!”
•••
İki yazı eksik kaldı arka camda. Biri, ‘barış sürecindeydi.’ Muhtemelen arka cama; ‘Yaşasın halkların kardeşliği’ çıkartması düşünüldü. Ama herhalde bu kadarı ağır geldi. Eksik kalan diğer şey, iktidarın Avrupa, Amerika kışkırtmasında, ‘portakal pıçaklama mevsiminde’ yazılabilirdi: ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye!’ Bu da genlerde yoktu.
•••
Sonunda... Doblo’nun arkasındaki ‘ümmet bilinci’ ve Osmanlı tuğrası bir kenara bırakıldı, Atatürk imzası atıldı: ‘İzindeyiz, rahat uyu Atam.’
Bu arada AKP’nin neden Atatürkçülük yoluna girdiği tartışmasına da bir parantez açarak kısaca değinmek gerekir. Meselenin, 2019’a giderken ‘sanıldığının aksine’ Atatürkçülerden oy almanın ötesinde bir anlamı var. Amaç onları da “Bu ruha bile biz sahip çıkarız” mantığı ile dışarıda bırakmak, tüm muhalefetin önünü kesmek. Topluma karşı, ‘daha ne istiyor, neden tatsızlık çıkarıyorsunuz’ algısı yaratmak. Daha çok bir el kol bağlama taktiği. Parantezi kapayıp sürdürelim.
•••
Doblo bir semboldür. Şüphesiz buradan, AKP’lilere özgü bir araçtır ve hedef kitlesi söz konusu seçmendir genellemesi çıkmaz. Görünenin basit örneklerle anlatımıdır. Bir kez daha yinelemekte yarar var, bu bir ‘ötekileştirme’ yazısı değildir.
Dönüştürülen ve yolunu bulamayan bir toplum yaratan zihniyet! Acı olan ve anlatılmak istenen budur... “Ben ne dersem o olacaksın” diyen iktidar aklıyla uyumlu tuhaf bir yolculuk, tuhaf bir fanatizm. Sen ne dersen o olacak ama… İyi de sen kimsin?
Cevap açıktır: “Ben her koşulda seçim kazanmak için, her yola gelen, her yol üzerinde seyredenim!” Bugün Türk milliyetçisi, yarın liberal, öteki gün Atatürkçü, sonra...
Sadece Doblo değil elbette...
Türkiye siyasetini arka camdan izliyoruz. AKP’nin topluma vaadi nedir? Resmi ideolojisi ikiyüzlülük olan siyasi bir ‘iradesizliğin’ vaadi olamaz. AKP, biten yolda kalmış araçtaki karmaşık bir ‘arka cam yazısıdır.’
Belki de artık tarihin tamamen o cama siyah film çekerek, yüksek sesle haykırma zamanı gelmiştir: “Ticari sağa çek canım!”

Erk Acarer / BİRGÜN

Yağma yok RTE! - Ayşenur Arslan

Atatürk için isim vermeden “ayyaş” diyenleri duymazdan geleceksin...
Cumhuriyet’e “reklam arası” denmesine göz yumacaksın…
Her fırsatta Cumhuriyet’i ve onun üzerinden kurucusu Atatürk’ü hedef alacak, itibarsızlaştırmaya çalışacaksın...
Memleketin her köşesinde Atatürk adını silecek, sildirteceksin...
“Keşke Yunan kazansaydı” diyecek kadar gözü dönmüş “cisimleri” saray sofranda ağırlayacaksın...
Ve elbette en önemlisi; Atatürk mirasının vazgeçilmezi laikliği ayaklarının altına alacak, bu ülkenin çocuklarını imam hatiplere mecbur bırakacaksın…

Sonra da Atatürk’ü hatırlayacak, partililerini Anıtkabir’e çağıracak (hatta otobüslerle taşıyacak) ve Cumhuriyet’e övgüler düzeceksin.

Medyadan siyasete, sanat dünyasından sokağa bu YEPİSYENİ VİZYONUN alıcısı çıkmaz mı!
Çıkar kuşkusuz.
Nasıl ki bir vakitler, birileri, AKP / RTE’nin Avrupa Birliği konusunda, Kürt açılımı konusunda “samimi” olduğunu zannetmişlerdi. Aksini söyleyenleri “niyet okuma” ile suçluyorlardı. Bugün de eleştirileri aynı biçimde “niyet okuma” diye niteleyecekler. “Fena mı Atatürk’e sarıldı işte, Cumhuriyet’i kucaklıyor…” diyecekler.
Yok öyle yağma.

Aydının, siyasetçinin, sanatçının işi niyeti / geleceği / bagajlardakileri / karanlık zihinlerin arkasını okumaktır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada bu böyledir.
Aksi zaten, her algıya açık sünger beyin olmaktan ibarettir.
Nasıl ki, bir vakitler, iktidarın “kendisine ait olmayan bir proje ve niyet” ile Kürt açılımı yapamayacağını iddia etmiştim, etmiştik... Bugün de RTE ve iktidarının Atatürk’ü / Cumhuriyet’i kucaklayamayacağını apaçık görüyorum, görüyoruz.
Ayrıca, çok uzağa gitmeye ya da örneğe gerek yok. Anıtkabir’deki törenden sonra Beştepe’de yaptığı konuşma her şeyi apaçık sergiledi. Shakespeare’in Sezar’ın ölümünden sonra Antonius’a attırdığı tiradı (tersinden) hatırlatan bir nutukla Atatürk’ü önce övdü, ardından gömdü! Düşünmeye bile dayanamadığı açık Cumhuriyet ilkelerine saldırdı. Yetmedi, Misak-ı Milli’ye sahip çıkma adına, neredeyse bölgede savaş ilan etti.

•••

Muhtemelen gayet yakından izleyip farkında olduğunuz verilere girmeyeceğim. Birkaç başlıkla yetineceğim.
»RTE, yeni bir Soğuk Savaş dönemini hatırlatan cepheleşmede sıkışmış durumda. Ne ABD eksenli cepheye yaranabiliyor veya o bloktan kopabiliyor ne de çok çeşitli nedenlerle Rusya’dan vazgeçebiliyor… İki tarafa birden yaranmaya çalışıp, füze ticaretiyle gönül almaya uğraşıyor...
»Dış politikada ayağının altından çekilen halı, etkisini en çok elbette ekonomik anlamda gösteriyor. Ülkenin de tek tek bizlerin de borcu ayyuka çıkıyor... İşsizlik, enflasyon, döviz kuru büyürken özellikle gençlerin umutları azalıyor.
»Bütün bunların üzerine, 16 Nisan referandumunun sonuçları, RTE’nin canını pek bir sıkıyor. Öyle ya, onca orantısız kampanya, baskı, rüşvet gibi sadaka ya da sadaka gibi rüşvet... Yanı sıra mühürsüz pusulalar... Yüzde 50 zor geçilebildi. Başta Melih Gökçek ve Kadir Topbaş gibi ağır başkanlar da bu yüzden gitti.
»RTE, şimdi daha büyük bir seçimin / sınavın eşiğinde. Ve görüyor ki, kendi tabanı bile Cumhuriyet’ten, laiklikten kopma konusunda rahatsız. Söylenecek slogan, sarılacak ip de kalmadı! AB hayalleri mi?
Kürt / Alevi vs açılımları mı?
Bölgenin abiliği mi?
Hepsi tarihin çöplüğünde...
»Üstelik... Üstelik şimdi çok ciddi bir tehlike kapıda. Sarraf dosyası 27 Kasım günü açılacak. Sarraf hâkim karşısına çıkacak. Batı medyasının haftalardır iddia ettiği üzere, belki de “TÜRKİYE ÇOK UTANACAK”.
»İktidar, işte bütün bu başlıkların toplamı ve yarattığı korku yüzünden ülkede “dışarıya karşı tek yumruk” olmanın yolunu arıyor. İçerdeki düşmanlığı erteleyip, dünyaya ve özellikle Batı eksenli cepheye düşmanlığı körüklüyor. Kirli çamaşırlar ortaya serilirse kokusu buralara kadar ulaşmasın diye!
»Bu (tehlikeli) çıkışın yolunu da, Atatürk ismi ile harekete geçirebileceği kitlelerde arıyor. Atatürk’e sığınıyor.
Dedim ya, elbette alıcısı çıkacaktır, hatta çoktan çıkmıştır bu politikanın. AKP karşıtlığı ile bilinen kalemlerin döktürdüklerine bakın: “Kızarız ama, Cumhurbaşkanımızı dünyaya yedirmeyiz” tadındalar.
Yok öyle yağma!
Ahmet Şık ve nice gazeteci içerde.
Osman Kavala akla ziyan iddialarla içerde.
Selahattin Demirtaş içerde.
Nuriye, hâlâ ömründen yiyerek içerde.
Berkin ve sevgili çocuklarımız yıllardır toprak altında.
Binali Bey’in çocukları tanker filoları ile vergi cennetlerinde servete servet kapma peşinde. Yoksul vatandaşın çocukları ise cenneti ölümden sonraya erteleyip imam hatip sürgününde.
Yok öyle yağma!
Atatürk deyince aklınıza balolar falan gelmesin yalnızca. Atatürk Cumhuriyet’ti. Cumhuriyet ise, bu ülkeyi yaratan güç / zenginlikti. Kadınla erkeğin birlikte var olabilmesinin adıydı. Akıldı, bilimdi. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmekti. Bütün bunları bir arada tutabilen LAİKLİKTİ.

 Dün, erkek yaşıtlarından ve çağdaş eğitimden / bilimden kopartıldıkları okulda, koreografiyle Atatürk adını yazdırdıkları genç kızların tablosu değil!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

4 Kasım 2017 Cumartesi

Nurofil! - ORHAN GÖKDEMİR

Pedofile pedofil demek yasak. Bir mahkeme pedofile pedofil demenin suç olduğuna karar verdi çünkü.
Mahkûm olduk pedofile pedofil dediğimiz için.
Pedofil, “paid-pedo” çocuk ve “düşkünlük-sapma” philia-fil sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara duyulan cinsel eğilim demek. Halk diliyle sübyancılık. 18 yaşın altındaki çocuklara duyulan cinsel eğilime dikkat çekiyor bilim. Dünya üzerinde bilinen en ağır ve kabul edilemez suçtan söz ediyor hukuk.

Ama dinin arkasına saklanan bir takım sapıklar 5-6 yaşa indirdi çocuklara dadanma sınırını. Sonra aralarından çıkan bir başka sapık bir yaş da olabilir dedi. Olabilir tabii; bir kez ölçü, akıl, izan kalktı mı ana rahmine düşmüşse tamam. İşte bu sapıklığı “düşünce özgürlüğü” sayan mahkemeler “pedofil”i ağır hakaret saydı.

Dillendirmiyoruz öyleyse bundan böyle o yasak kelimeyi. E ama sapıklık devam ediyor, mecburuz durumu karşılamaya, anlatacak bir kelime bulmaya. “Nurofil”i öneriyorum ben pedofil yerine. “Nuro” bildiğiniz Nuro, “fil” düşkünlük, sapma. Yobaz söyledi yargı onayladı. Sonuç ortada; pedofile pedofil diyemeyeceğiz artık.
                                                                              ***

Ne diyor Nurofiller? “Altı yaşında çocukla evlenilebilir”, “Çalışan kadınlar fuhşa hazırlık yapan sürece destek oluyor”, “3 yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkmamalı”, "Kadınlar dayak yedikleri için sabaha kadar şükretmeli”… Nedir Nurofilin böylesine ağır sapkınlıkları böyle uluorta zikretmesindeki dayanağı. Kutsal kitabı bu sapkınlıkları yasaklamamış. O halde? Her şey mümkün, her şey serbest!

Yobaz bunu söyledikten sonra nasıl toparlayacaksın? Sapkına dini bir gerekçe sağlıyorsun. İmam kılığında dolaşan sapkın da o tarikatta, bu yurtta, şu kursta kendisine teslim edilen çocuğa dadanıyor haliyle. Yasak yok nasıl olsa.
Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın. Bakın insanlık tarihine, bu sapkınlığı önleme mücadelelerinin de tarihidir aynı zamanda.
Çocuk istismarı konusunda ülkemiz dünyada üçüncü sırada. Türkiye Psikiyatri Derneği, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33 olarak tespit etti. Bu rakam her 3 çocuktan 1'i demek. Tablo bu kadar ağır.
O zaman yapılması gereken ne?
Nurofili konuşturmayacaksın, Nurofillere engel olacaksın.
Görev devletin, yargının, toplumun. Hiçbiri üstlenmiyorsa bizim. Sapıklığı meşrulaştıran otorite mi olur?
Sapkınlığa cevaz veren kutsallık mı olur?
Nereden ve nasıl gelirse gelsin, hangi otoriteden feyz alırsa alsın sapığa engel olacaksın, karşı duracaksın, hesap soracaksın.
Diyelim ki bu sapıklığa kutsal metinleri cevaz veriyor, yırtıp atacaksın o metni. İnsanlığın gereği ve insanlığın görevidir bu.
Çocuklarımızı koruyacağız, çocuklarınızı koruyacaksınız. Yobaza geçit vermeyeceksiniz, vermeyeceğiz.
Pedofil davasının esası budur.

                                                                         ***

Yüce göğe çok şükür, bu konuda çalışanlar sapkın Nurofillerden ibaret değil. Bu karanlıkta yolunu bulan araştırmacılar da var. Eski imam, yazar Arif Keskin bunlardan biri. Çalışmalarını ağırlıklı olarak kutsal kitap tarihçesi üzerine. Elimizdeki son çalışması “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni” adını taşıyor. Söylediği özetle şu; Elimizde bu konuda ne varsa bir söylentiler derlemesinden ibaret. Birbirinden pek de farklı olmayan söylentilerin bir kısmı ayet olarak kaydedilmiş, bir kısmı hadis. Çoğunun kaynağı belirsiz. 20’ye yakın versiyonu olan kitabı teke indirenlerin kimliği de tartışmalı. Nurofiller işte bu söylentileri emir telakki ediyor, cahil kalabalıkları tanrı kelamı diye aktarıyor. Olan çoluk çocuğa oluyor. Altıncı yüzyılın çöl ahlakına 21. yüzyılın 80 milyonluk ülkesine sığdırmaya çalışmak gibi beyhude bir çabadan söz ediyoruz.
Özeti şu; laikliği tepeledin mi geride bir tarikatlar, yobazlar cehennemi kalır. Kimi çocuğa dadanır, kimi üflenmiş terlik satar. Hayır, şaka değil; bu Nurofillerden biri “Nal-ı Şerif” adını verdiği okunmuş terlikleri satışa çıkarmış, hatırı sayılır bir fiyatla pazarlamıştı. Terliği ederi karşılığı alıp giyen peygamberi rüyasında görüyordu.
Terliği alıp hazreti göremedin ve biraz da günah işledin diyelim, tuttun cehennemin yolunu. Kolayı var onun da. Veriyorsun parayı bir yanmayan kefen ediniyorsun. Cehennem ateşi ne kadar harlansa boşuna. Ayrıca kabirde azap yok, sorgu meleklerinin bütün soruları kefende şifreli. Nereden buldularsa peygamberin yıkandığı suyu paketleyip satmak üzere paketleme tesisi bile açmıştı hazret. Akıbetini bilemiyoruz. Çocuklara dadanan sapkınlığın bir başka hali bu. Şarlatanlığın bini bir para koca ülkede. Devlet destekli çünkü.
Bilim diyor ki çocuğa cinsel eğilim duyuyorsun, bu konuda yazıp çiziyorsan, video izliyorsan, paylaşıyorsan, çocuğu bir cinsel obje olarak gösteriyorsun pedofilsin, sapıksın. Aklı evvel Nurofil diyor ki “bana 6. yüzyıldan mesaj geldi. Çocuklarla yaşı ne olursa olsun evlenebilirsin. Ancak sen istersen aldığın çocukla yatma, büyümesini bekle.” Bekleyeceği ne? Çocuğun dokuz yaşına ulaşması. E bilimi göre hala sapıksın.
Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı travmalardır bunlar. Cumhuriyet yoksa, yargı yobazın eline geçmişse Nurofil kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar, öbür gün saçına sakalına karışır. Beceremezse namaz kılmadı, oruç tutmadı diye boğazlamaya gelir sıra.

                                                                            ***

Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın.
Laikliği tepeledin mi geride bir tarikatlar cehennemi kalır.
Kimi çocuğa dadanır, kimi üflenmiş terlik satar.
Ya izleyeceksin, ya mücadele edeceksin bu sapkınlığı. Çocuklarımızı koruyacağız, çocuklarınızı koruyacaksınız.
Yobaza geçit vermeyeceksiniz.
Pedofil davasının esası budur.

Orhan Gökdemir / SOL

Japonya ABD’nin “yalnız”lığını giderebilecek mi? - ERHAN NALÇACI

Geçen gün Küba’ya ABD tarafından uygulanan insanlık dışı ablukanın kaldırılması için Birleşmiş Milletler genel kurulunda bir kez daha oylama yapıldı. Geçen sene 57 yıldır acımasızca sürdürülen ablukanın kaldırılmasında ilk defa ABD çekimser oy kullanmıştı. Bu yıl ise dünyadaki bütün devletlerin temsilcileri ablukanın kaldırılmasından yana oy verirlerken sadece ABD ve İsrail ret oyu verdi. ABD’nin önceki yıllarda satın aldığı birkaç yoksul ada ülkesi bile buna tenezzül etmedi.
Oturum esnasında ABD'nin temsilcisi yaptığı konuşmada, "Küba halkı insan hakları ve temel özgürlüklerinden mahrum bırakıldığı sürece, ABD bu platformda ya da nerede olursa olsun yalnız kalmaktan korkmuyor. İlkelerimiz bir oy için satılık değil" dedi.

Bir yandan öyle bir şey söylemiş ki Sol Portal okuyucusun düzeyi göz önünde bulundurulmasa insan ağzından her şeyi kaçırabilir. Ama kendimizi tutup çok komik ama gülemediğimiz bu lafın, yüzyıldan fazladır dünya emekçi halklarına karşı işlemediği suç kalmayan ABD burjuvazisinin salakça bir hezeyanı olduğunu söylemekle yetinelim.

Öte yandan da Temsilci gerçeği söylüyor ve emperyalist dünyada ABD’nin yalnızlaştığını itiraf ediyor. Birçok ülke emperyalist sistem içinde taraf değiştirirken ABD’yi en çok yalnızlaştıran Almanya’nın geliştirdiği dış politika gibi gözüküyor. Almanya İran ile varılan nükleer enerjinin kullanımına ilişkin anlaşmanın tek taraflı olarak ABD tarafından bozulamayacağını ve kendilerini bağlamadığını bildirdi. Hemen bundan önce de ABD’nin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı açacağı bir savaşa katılmayacağını açıklamıştı.

Ve yılların yalnız devleti İran’ın dini lideri Hamaney Putin’e “Bizim işbirliğimiz ABD’yi yalınız bırakır” deyiverdi.

Şaşırtıcı ama gerçek, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri, mali ve iktisadi gücüyle emperyalist sistemde bütün devletleri arkasına toplamış olan ABD’nin yalnızlığından bahsediliyor.
Trump 3 Kasım’da dünyanın emperyalist sistemdeki çelişkiler açısından en sıcak bölgesi haline gelen Çin Denizi etrafındaki ülkelere, Japonya, Güney Kore, Vietnam, Filipinler ve Çin’i kapsayan gezisine başladı. İmparatorun geldiğini duyuran borazanlar gibi, ziyaretten önce nükleer silah taşıyabilen hayalet uçaklar ve B-1 bombardıman uçakları bölge üzerinde uçarak gövde gösterisi yaptılar.
ABD’nin bu bölgede Çin’e karşı anlamlı bir ittifak yapabileceği tek ülke dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olan Japonya olabilir.

Ancak sorunlar var:
Japonya 2008 krizinden sonra toparlanamamış ve durgunluktan çıkamamış gözüküyor. Örneğin büyüme oranı 0,6 gibi seyrediyor. Kapitalist dünyada krizin göstergelerinden olan borcun ulusal gelire oranı aşağı yukarı %100 gibi bir değere yaklaşırken, bu parametrede %250 ile Japonya adeta şampiyon haline geldi.

Diğer bir sorun ise Japonya’nın sanayi gücü göz önüne alındığında askeri gücünün çok zayıf olması. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen Japonya, Anayasa’sına koyduğu 9. Madde ile silahlanmayacağı ve diğer ülkelere savaş açmayacağını garanti etmişti.

2012’den bu yana iktidarda olan Shinzo Abe Anayasa’nın bu maddesini değişmesi ve Japonya’nın tepeden tırnağa silahlanmasının gerektiğini savunuyor. Bunun için hem ülkenin zor durumda olan ekonomisine silah üretmenin iyi geleceğini iddia ediyor, hem de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin kendisini korumak için geliştirdiği füze sistemlerini medya aracılığı ile abartarak bir korku furyası yaratıyor.

Son yapılan seçimlerde Shinzo Abe tekrar seçildi ve Meclis’te Anayasa’yı değiştirmeye dönük girişim için çoğunluğu elde etti. 2020’ye kadar bu değişikliğin yapılabileceği söyleniyor.
Japonya bir yandan da genç emekçilerin tükenene kadar çalışıp öldüğü “Karoşi” hastalığına isim vermiş bir ülke. Bugüne kadar milliyetçilik ve yüksek tüketim standartları arasında işçi sınıfını kontrol edebilmişlerdi.
Japon emekçileri arasında yükselen silahlanma karşıtlığı bu yakıcı kriz esnasında işçi sınıfı siyasetinin yükselmesine yol açabilir. Japon burjuvazisi bu süreçte ülkesini “eskisi gibi yönetememeye” aday gözüküyor.

Erhan Nalçacı /SOL

Devlet intikam alınca..- Nilgün Cerrahoğlu

Barselona Belediye Başkanı Ada Colau, Katalonya’nın seçilmiş temsilcileri hapiste. Bu kara bir gündür” diyor ve devam ediyor: “Katalan kurumlarına ve demokrasinin temeline yapılmış bir saldırı bu ve İspanyol devletinin intikamı!”
  Avrupa’da kaygıya yol açan sabık (azledilmiş) 8 Katalan hükümet üyesinin Madrid tarafından cezaevine yollanmasını, Katalonya’da -Ada Colau gibi bağımsızlıkçı cepheden olmayanlar bile- bu şekilde “intikam” diye yorumluyor. 
 
Olay henüz sıcak. Ama Eski Kıta’da on yıllardır unutulan “siyasi tutuklu” kavramının yeniden gündeme girmesi bile, Katalonya’nın sınırlarının ötesinde, Avrupa’da çok geniş tedirginlik yaratıyor.
Tarafların keskin biçimde bilendiği İspanya’nın dışındaki yorumlarda bile bariz bir “yön” ve “pusula kaybı” olduğu fark ediliyor. Eski Kıta’nın büyük siyasi tartışmalarını tanımlayan referansların muğlaklaştığı ve kafaların karıştığı görülüyor. 

Yangın yayılır mı?
Avrupa başkentleri, Katalonya krizinde her gün yeni bir dönemeç alan sıra dışı gelişmeler karşısında suskunluklarını korumayı yeğliyor; konuya özellikle girmek istemiyorlar.
Herkesin dolabında zira iskeletler var. Kimse içindeki Flaman, Korsika, İskoç, Tirol ayrılıkçılarının ellerine koz vermek ve onları yeni argümanlarla tahkim etmek istemiyor.
AB liderleri bu sebeple… “Katalonya’nın siyasi tutukluları” manzarasından hazzetmeseler de… Madrid’e açık demokrasi vaazı vermekten kaçınıyorlar.
Beri yanda kendi ayrılıkçılarını tahrik etmemek için, Madrid’le ortak cephe görüntüsü yaratmaktan da çekiniyorlar. “İspanya’nın demir yumruğu” ile beraberlik fotoğrafı vermekten imtina ediyorlar.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Özetle Tarzan zor durumda. Tarzan burada AB oluyor…
Ama bu, AB liderlerinin kapalı kapılar ardında Madrid hükümetini hiç uyarmadıkları anlamına gelmiyor.
Geçen ay başındaki “korsan bağımsızlık referandumunda” oy kullanan Katalanlara şiddet uygulayan Madrid’e o günlerde de yaptıkları gibi bu defa da, “Bu çağda hapishaneye siyasetçi göndermek de ne” diye soruyorlar: “Bu siyasi bir sorun ve yargıyla değil, siyasetle çözülür. Aman dikkatli olun, yangını Avrupa’ya yaymayın!
Katalan özerkliğinin askıya alınması ardından kodesi boylamamak için soluğu Brüksel’de alan yerel hükümetin “sabık” başkanı Carles Puigdemont’un yapmaya çalıştığı tam da bu aslında: Avrupa’nın diğer ayrılıkçılarını da yanına alarak Katalan meselesini İspanya’nın iç sorunu olmaktan çıkarıp Avrupa geneline taşımak…
Ancak Puigdemont’a şimdiye dek yalnız Belçika’nın Flaman ulusalcıları destek çıkıyor ve kendisinin Belçika da onlar tarafından ağırlandığı yaygın bir dedikodu olarak dolaşıyor. İskoçlar ve İrlandalılar da geri planda Katalan lidere çiçek atmaktan kaçınmıyorlar… 

‘Mandelacılığa soyunacaklar’
İspanya’nın hissiyatını öte yanda en iyi “El Pais”in dünkü başyazısı özetliyor: “Eski Katalan hükümetinin yarısının hapse gönderilmesinin endişe yaratması normal” diyor merkeziyetçi basının amiral gazetesi ve özetle ekliyor:
Ancak bu liderler fikirleri nedeniyle değil, anayasa mahkemesi kararlarını defalarca ihlal ettikleri ve siyasi-ekonomik istikrarsızlık yaratarak devleti ayrılıkçılık pazarlığına oturtmaya teşebbüs ettikleri için orada bulunuyorlar. Siyasi sorunlar evet… politikayla çözülür ama adalet ve yasaya saygının olmadığı yerde de demokrasi ve politika yapmak imkânı ortadan kalkar…. Bizi zor günler bekliyor.”
Başyazının yamacındaki bir diğer yorum da hapisteki kadronun “zulüm yapan İspanya devleti” imajını işleyerek Mandelacılığa soyunacağını teslim edip arkadan, “Ne var ki” diyor, “güçler ayrılığı ilkesi ve adalet, siyasi faydacılığa feda edilemez.
 
Madrid basını özetle İspanyol yargısının arkasında.Dijital basında da “İsyancılar şimdi artık Madrid hapishanelerinde ‘Viva España/ Yaşasın İspanya’ türküsü çığırırlar!” coşkusu esiyor. 
İntikam duygusu bir kez azmaya görsün. 
Medeniyet cilası hızla böyle dökülebiliyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Osman Aga - L. DOĞAN TILIÇ

Yazının başlığının içeriğiyle bir ilişkisi var mı, bilmiyorum. Belki siz bir ilişki kurarsınız. Her yazıya bir başlık olacak ya, ben de Erdoğan’ın Sırbistan ziyareti sırasında, Sırbistan Dışişleri Bakanı İvica Dacic’den dinlediğimden beri dilimden düşüremediğim oynak Balkan türküsünü başlık yaptım.

Hatırlarsınız, Belgrad’da Erdoğan onuruna verilen yemekte, büyük bir sürpriz yaparak eline mikrofonu almış ve Türkçe olarak Osman Aga’yı söylemişti Dacic:
Ne de güzel kaşların var / 
Rastık sürmek ister Osman Aga / 
Sabah olsun çarşıya gidelim / 
Sabahlara dayanamam Osman Aga / 
Yalancısın inanamam Osman Aga.

Dacic işini bilen bir politikacı; bir Türkçe türküyle bizde ve kendi medyasında cumhurbaşkanı Aleksandr Vuçiç’ten rol çalıp başköşeye oturdu.

Dacic’in işini bilen bir politikacı olması sadece şarkı türkü söylemesi ile ilgili değil. Miloşeviç’ten beri Sırbistan politikasında ayakta kalmayı becermekle kalmadı, sürekli de yükseldi.
Yugoslavya’da seçimlerin iptal edilmesinin ardından 5 Ekim 2000’de Belgrad’da insanlar sokaklara dökülmüş, on binler parlamentoyu basmış, devrilmez gibi görünen Miloşeviç devrilmişti. Dacic daha sonra kurulan “geçiş hükümeti”nde Enformasyon Bakanı olmuş, 2006 yılında da Sırbistan Sosyalist Partisi’nin liderliğine seçilmişti. 2008’den bu yana da Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olarak sürekli Sırp  siyasetinin en önemli aktörlerinden biri oldu.

Bizim Osman Aga türküsü ile tanıdığımız Dacic’in sporcu yönü de var. Partizan basketbol kulübünün başkanı ve Yugoslav Olimpiyat Komitesi’nin başkan yardımcısı olarak da görev yaptı.

Erdoğan’a Osman Aga’yı söylemesi bayağı olay olunca, bir Sırp gazetesine konuşup; “Evet, söyledim ve söylemeye devam edeceğim. Merkel’e söyledim, Lavrov’a, Ashton’a, Rama’ya, Erdoğan’a ve Putin’e söyledim. Eğer gerekirse Trump’a da söyleyeceğim. 
Diplomatik zaferler için bazen şarkılar, çekicilik ve iyi bir espri anlayışı gerekir. Sadece ültimatomlarla, mütekabiliyetlerle ve güçle olmaz” dedi.

Dacic’ten Osman Aga’yı dinleyen Erdoğan ve Türk heyeti keşke onun bu son sözlerini de duysaydı!

1966’da Kosova’da Prizren’de doğan Dacic çocuk yaşta ailesiyle birlikte göçüp 1877’ye kadar Osmanlı toprağı olan Niş yakınlarındaki Zitoredje köyüne yerleşmiş. Zitoradje, havasından mı suyundan mıdır, önemli şarkıcılar çıkaran bir köy. Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna’da pek ünlü bir kadın şarkıcı olan Ceca Raznatovic de Zitoredjeli ve Dacic’le iyi arkadaşlar.
Dacic’in öğrenciliği de başarılı. Belgrad’da Siyaset Bilimi Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden en yüksek not 10’la mezun olmuş.

Che Guevara ile ilgili bir sergiden çıkarken “Komünizm tarihteki en insani sistemdi” dediği için olsa gerek, “nostaljik komünist” gibi bir sıfatla da anılıyor.
Nostaljik, şarkıcı, sporcu falan ama yeri geldiğinde de diş gösterebiliyor!
Son üç gündür, Osman Aga ile değil, ABD’ye koyduğu posta ile konuşuluyor Dacic. ABD Dışişleri’nin Avrupa ve Avrasya İşleri sorumlusu Hoyt Brian Yee,Sırbistan’a, Rusya ve Batı arasında bir tercih yapmasını, “aynı zamanda iki sandalyede birden oturamayacağını” söyleyince Dacic’in cevabı bir türküden epey fazlası oldu.

Belgrad’ın Batı, Rusya ve Çin arasındaki denge politikasını sürdüreceğini söyleyip; “Kabul edemeyeceğimiz şey birinin bizim altımızdan sandalyemizi çekmesidir… Önemli olan neyin en çok çıkarımıza olduğunu görmektir” diye yanıtladı Yee’yi.

Bağımsızlığı 115 ülke tarafından tanınan Kosova’nın BM üyeliğini veto eden, MİG 29’lar hediye ederek Sırbistan’a askeri alanda destek olan Rusya, Belgrad için vazgeçilir bir ortak değil.

Katalonya’nın bağımsızlık hamlesi de çoğu üyesi Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan AB’ye karşı bir koz verdi Dacic’e. Kosova’nın Katalonya’dan ne farkı var; “İspanyollar Katalonya için savaşıyorsa, biz Sırplar da kendi ülkemiz için savaşabiliriz” demeye başladı.
Şimdi, Katalonya İspanya’da kalsın diyen Avrupa’ya; “Bunu Kosova’ya neden söylemiyorsunuz” diyor.
Osman Aga’dan girip nerelere geldik!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Aç kurt sürüleri gibi - NAZIM ALPMAN

Gazeteciliğin en şerefli günleriyle; en itibarsız, en pespaye, en hırlı-hırsız dönemi iç içe geçmiş halde birlikte yaşanıyor.
 Bir yanda yazdıkları haberleri “suç” diye iddianamelere geçirilen gazeteciler var. Açılan davaları uluslararası hukuk kurumlarına karşı savunmayan iddia sahiplerinin aczini “başkaldırı” olarak takdim eden, gazeteci kılıklı palyaçolar diğer yanda öylece sırıtarak duruyorlar.

Birinciler –yani gerçek gazeteciler- yaptıkları her şeyi üstlenip, duruşmalarda iddia makamlarını darmadağın ediyorlar:
-Burada yazılanların tümü haberdir! Gazeteciler haber yaparlar. Sonuçlarına da katlanırlar. Siz de katlanmalısınız. Çünkü söz konusu olan ülkemizdir, Türkiye’dir. İktidarlar gelir geçer, ama ülke gelip geçici değildir. Biz özgürlüğümüzden vazgeçeriz ama ülkemizden asla!
Tıpkı Nazım Hikmet’in ünlü “Vatan Haini” şiirindeki çizgiden yürüyorlar:
“Vatan sizin çiftliklerinizse/
Kasalarınız, çek defterlerinizse/
Vatan şose boylarında gebermekse açlıktan…”
Şiirin sonu “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” diye bitiyor.
Hapisteki gazeteler de tıpkı büyük usta gibi inatla haykırıyorlar:
“Biz gazeteciyiz, haber yapmaya devam edeceğiz. Sizin kişisel çıkarlarınız ülkenin çıkarları değildir! Tam tersine itibar kaybettiriyor.”

• • •

İktidarda bulunanlar dünyanın her ülkesinde gazetecilerden hazzetmezler. Bu gazeteciliğin temelini oluşturur. İktidarların dümen suyundaki yayın organlarından geriye utanç belgeleri kalır ancak… Siz hiç okudunuz mu, “o yıllarda iktidarın tam desteğiyle halka karşı her türlü yalanı yazıp, basan gazetelerin kahramanca mücadelesi…” diye düşülen tarih notları. Boşuna tarih diye yazmıyoruz. Çok fazla telaffuz edilir “gazeteci tarihin tanığıdır” diye…

Nasıl tanıksınız siz?

Hiçbir şeyi görmeyerek, halkın haber alma hakkını hiçe sayarak, devleti yönetenlerin belirlediği doğruları temel alarak, gazetecilik mi yapılır?
Yaz dedin mi yazıyorsunuz, çiz dedin mi çiziyorsunuz.
Şimdi üzeri çizilme sırası işadamı Osman Kavala’da…
Daha ortada polis fezlekesi bile yokken “Kızıl Soroz” diye birinci sayfa manşetleriyle, Düzce Belediyesi’nin gübre kamyonunu geride bırakıyorsunuz.
Kavala hakkındaki iddialar 2013’te Gülen Cemaati, polis, istihbarat birimleri ve savcıları tarafından dosyalanmış, zamanı gelince kullanılmak üzere rafa kaldırılmış bekleyen evraklar. Dinbaz çetenin ömrü yetmediği için uygulayamamışlar.

• • •

Kültürleri böyle… Düşene vuracaksın! Bunun için ayrım gözetmiyorlar. Karşılarında olanları geçiyoruz, kendi içlerinden bile olsa durum değişmiyor. Bir gün önce omuzlarda taşıdıkları şahsiyetleri TEK işaretle anında götürüp lağım çukuruna atıyorlar.
Bu bir kültür…! Eğilme, bükülme, itaat etme, boyun eğme, güce tapma kültürü. Katiyen direnme refleksleri yok. Onun yerine altta kalanın canını çıkartmak için var güçleriyle çullanıyorlar.
En güçlü olanları için de bu geleneksel tavır geçerlidir.

Jack London’ın kuzey hikâyelerinde anlattığı kurtlar, onların yarı evcilleşmiş kardeşleri kızak köpekleri de böyle davranırlar. Aralarında bir liderlik kavgası çıktı mı, bütün sürü çember olup iştah kabartan hırıltılarla sonucu beklerler. Alta düşüp de kalkacak mecali kalmayan sadece birkaç dakikada tüy ve kemik yığını haline gelir, getirilir.

Daha düne kadar neredeyse modern zamanların peygamberi mertebesine çıkartılan Fethullah Gülen’e karşı yapılanları izliyoruz. “Fethullah Gülen Hoca Efendi Hazretleri” alta düşünce anında “FETÖ” haline getirildi. Artık bundan sonrası serbestti. Gülen’in elinden törenle aldıkları kalemleri onun kanına batırıp jilet dilimlerine ayırdılar.

O seviyede (şimdilik) tahrip edilmeseler de, Ankara-Bursa-Balıkesir belediye başkanlarının üzerlerindeki diş izleri yakın gelecekte ne hale gelecekleri bakımından açık örnekler oluşturdular.
Daha geri örnekleri de var. Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi… Kimi “vefasızlık” diyor.
Katiyen öyle değil. Genel kural olan “Kurt Kanunları” işliyor:
-Altta kalan bir anda paramparça o.

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

3 Kasım 2017 Cuma

Kul hakkı: adaletsizliğin meşrulaştırılması- ALİ RIZA AYDIN

Geçen hafta, bir Anayasa Mahkemesi kararında karşıoyda yer verilen “kul hakkı” sözcükleri üzerine yaptığımız haberde sözcüklerin hukuksal olmadığını, aynı zamanda da emekçilerin mücadelesini baltalamaya yönelik olduğunu belirtmiştik.
Bugün, Aydınlanma’nın düşmanı ve yurttaşlık hakkının karşıtı olan kul hakkı konusunu biraz daha derinleştireceğiz.
Anayasa Mahkemesi üyesi Celal Mümtaz Akıncı’nın bir karşıoy yazısında yer vermesiyle kalmıyor konu. Kul hakkının Anayasa’ya girmesi de istendi çeşitli kişi ve kuruluşlar tarafından.  Bunlardan biri de 2010 yılında emekli olan bir başka Anayasa Mahkemesi üyesi Sacit Adalı idi.
Emekliliğinden sonra Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Dr. Sacit Adalı, 2011 yılında Risâle-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği “Demokratik Anayasa Arayışları” seminerinde; “Anayasanın bireye tanıdığı en büyük hak yaşama hakkıdır. Dinimizin ‘kul hakkı’ tanımlaması bütün hakları içinde barındırır. İlerleyen zamanlarda kul hakkı tabirinin de anayasamıza girmesini ümit ediyorum” diyerek hem talebini dile getiriyor hem de kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söyleyerek dünyeviliği dinselliğe bağlıyordu.
Kul hakkının, tapılanın kullarına bahşettiğine inanılan bir inanç olması nedeniyle maddi yaşamda yeri yok. Kul, maddi yaşamın insanını değil, tapılana göre insanı ifade eder. Dinselliği ağır basan bu sözcüğün dünyevileşmiş karşılığı “köle”.
Sözcük anlamı üzerinden yürürsek “kul hakkı” köleliğin, sömürünün maske takmış halini, diğer deyişle “köle hakkı”nı tanımlıyor aynı zamanda. “Dinsel doğma biçimindeki kör inancı” devreye sokarak, bireyin egemen karşısındaki boyun eğişini meşrulaştırmaya yönelerek ve boyun eğişi cemaatleştirerek yapıyor bunu.
Kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söylemek, yaşamı ve gerçeği dogmalaştırma içinde eritmek demektir. Kulun yaşamı başkasının lütuf ve inayetine terkedildiğinde kör inanç da egemenliğini ilan eder. Kul yönünden bu, hak değil teslimiyettir, bağımlılıktır; eşitsizliği ve adaletsizliği olağanlaştırmaktır. Akıl, tapılana ya da sahibe devredildiğinde aklın ürünü olan haklardan da söz edilemez, onlar da teslim edilmiş olur. Artık bütün haklar, kul hakkı ile tanımlanmaya başlar; akıl da bütün haklar da tapılanın/sahibindir.

Kulluğun temeli, tıpkı kapitalizmde olduğu gibi, eşitsizliktir, adaletsizliktir. Kulluk, çocuğun, gencin, yetişkinin yalnızca bireysel değil her türlü toplumsal olgusunun tapılana/sahibe bağlılığını gerekli kılar ve böylece bireyi teslim alırken toplumu da teslim almaya yönelir.
Kul hakkı yaşamı sürüleştirir. Kul, diğer kulun taklitçisi olur.
Kulluk, insanı “insan olarak biçimlendirmez”; tapan, biat eden olarak yetiştirir.  Kulun emeğinin karşılığı sefalettir.
Kul, Hitler Almanyasında komutanlığın askere çağrısındaki, “sabahleyin, gündüz, gece sürekli olarak führeri” düşünen; dinci simsarların cemaate çağrısındaki, “sürekli olarak tapılanı” düşünen; sermayenin işçiye çağrısındaki, “sürekli olarak patronu” düşünen sözde insandır.
Kul, inanır… buyurulanı yapar, verileni alır, haline rıza gösterir… inanır… Yeteneğini kullanmasına ancak egemenin çıkarı için, onun çıkar çizgisini geçmeyecek kadar izin verilir.
İnsanın değil, insanı sömürmek için sürüleştirilenlerin yaşam tarzına verilen addır kul hakkı. “Sınıfsal”dır, hep “egemen sınıfın çıkarlarını” haklı gösterir.
Dinsel inanç özgürlüğü ile dinselin -insanlık niteliklerini körelterek- insanı köleleştirmesi aynı şey değil. Birincisi ses çıkartabilir ama ikincisi ses çıkarmadan boyun eğdirir. Tapılana boyun eğiş, sahibe yani sermayeye ve düzenine boyun eğiştir.
Kul hakkı: adaletsizliği meşrulaştırma hakkıdır. Sömürüyü, ezmeyi, eşitsizliği, köleliği; sermayenin hak ve özgürlüğünü ve de cinayetlerini, yalanlarını, talanlarını meşrulaştırma hakkıdır. Yobazın zenginliğini, tecavüzlerini, çocuk istismarlarını; bağnazlığın yaşam tarzı yapılmasını meşrulaştırma hakkıdır.
Şeriatın kestiği parmak acımamalı ki iş kazaları, iş cinayetleri de acıtmasın…
Tapılan rızk verirken kimilerini diğerlerine üstün tutmalı ki zenginlik saygın olsun…
Kimileri kimilerine üstün kılınsın ki kimileri kimilerine hizmet etmekle dünya düzen bulsun…
Zenginlerin mallarında yoksun ve yoksullar için hak olduğuna inanılsın ki emeğin değeri ve ürettiği zenginin olsun…
Dinsel davranışlar hukuka yerleştirilmeli ki adalet yalnızca sömürenin olsun, hukuk da eşitsiz ve adaletsiz düzene hizmet etsin…
Dinsel davranışlar yargıya sinmeli ki Nurettin Yıldız'ın ve onun gibilerin, “hem de çocukların, kadınların acı çektiği, intihara zorlandığı, Auschwitz'e rahmet okutan bir travmayı ölene kadar yaşadıkları bir konuda” işledikleri büyük insanlık suçu örtülebilsin…
Bilim ve gerçek yerine inanılan anlatılmalı ki çocuklara, bilim yalnızca sermaye birikimine ve kâra hizmet etsin…
Herşey tapılanın rızası için olsun ki sermaye mülküne mülk katsın…
Dinsel değerler benimsensin ki kulluğun, köleliğin varlığına inanılsın…
Dogmatizmin egemen olduğu eğitim ve öğretim bilimsel olmaz. Türban ve diğer dinsel simgelerle görüntü verirken aklı teslim alınan yargı adaletli olmaz. Kul, köle olan yurttaş olmaz; haklarını, üretimini, akılını ve iradesini piyasaya ve tapılana, efendiye teslim eder; düşünmeyi, sorgulamayı, hak mücadelelerini unutur.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine karşı mücadelenin yolu, tapılanı zaman ve mekana göre “bir konumdan ötekine aktarma”yla değil, kulluğa/köleliğe/sömürüye dayanan ilişkileri, hem “düşünce alanında” hem de “gerçek alanda”  kökten değiştirmekle temizlenir.

Ali Rıza Aydın / SOL

YÖK’ün sonu - RIFAT OKÇABOL

6 Kasım’da YÖK 36 yaşını dolduruyor.

Anayasa’nın 131’inci maddesine göre YÖK, “ Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı”yla oluşturulan bir kurumdur. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 7’inci maddesine göre de YÖK, yükseköğretimle ilgili akla gelen hemen her şeyden sorumludur.

Ancak bu yasal yetkilerine karşın, 36 yıllık uygulamalarına ve bugün geldiğimiz noktaya bakarak YÖK’e, “üniversite kavramı ve işlevi” açısından kayıp bir kuruluş demek mümkündür.
YÖK’e verilen onlarca görev içinde hemen her konu vardır ama “Cumhurbaşkanının dediklerini yapar” gibilerinden bir görev yoktur. Anayasada ve 2547 sayılı yasada, YÖK’ün görevlerini, cumhurbaşkanlarının istek ve eğilimleri doğrultusunda yürüteceğine dair bir ifade de yoktur, ima da. Hatta Anayasada ve 2547’de, YÖK’ün bir yerlere hesap vereceğine dair bir ifade de yoktur. Çünkü YÖK özerk ve bilimsel bir kurumdur. Yasal düzlemde cumhurbaşkanlarıyla ilişkisi, cumhurbaşkanının YÖK başkanını seçip atamasıyla sınırlıdır. Bu atama ilişkisinin YÖK başkanı ile onu atayan cumhurbaşkanı arasında bir sevgi bağı oluşturması, insani ve anlaşılabilir bir durumdur. YÖK başkanları ile cumhurbaşkanları arasında, makamın gerektirdiği saygı ilişkisi de hem doğal ve hem de gerekli olan bir durumdur. Ancak bu ilişki, YÖK başkanının, kendisini atayan cumhurbaşkanının emrine girmesini ya da emrinde hissetmesini gerektiren bir ilişki değildir.

Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Evren’in görevi bittiğinde Özal’ın cumhurbaşkanlığında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Özal’ın atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Özal ölünce Cumhurbaşkanı olan Demirel zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Demirel’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Kemal Gürüz, Demirel sonrasında Cumhurbaşkanı olan A. N. Sezer’in Cumhurbaşkanlığında da YÖK başkanlığını sürdürmüştür. Sezer’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Erdoğan Teziç de (çok kısa bir sürede de olsa) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Bu örnekler, YÖK başkanlığının atamayı yapan cumhurbaşkanıyla özdeşleşmediğinin, kendilerini atayan cumhurbaşkanlarının değil de, YÖK’ün başkanı olduklarının göstergesidir.

Kuruluşundan itibaren baskıcı, piyasacı ve gerici bir kurum olan YÖK’ün, (AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra) 2008 yılından itibaren AKP’lileştiğini söylemek mümkünken, önceki yılların YÖK’ü için, DSP’lileşmiş, DYP’lileşmiş ya da ANAP’lılaşmış demek kolay değildir. YÖK’ün AKP’lileşmesi, akademik ve bilimsel anlamda zaten yetersiz olan kurumsal kimliği iyice yıpratmıştır.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanları, göreve geldiklerinde, görevdeki YÖK başkanını değiştirmemiş, atama döneminin sonuna kadar onlara dokunmamışlardır. Cumhurbaşkanı Sezer, Gürüz ile açıkça anlaşamamış olsa da, selefine ve kurumlara saygısından, dönemi bitmeden Gürüz’ü görevden alıp onun yerine bir başkasını atamamıştır.

Kamuoyunca bilinen hiçbir yasal gerekçe yokken şimdiki Cumhurbaşkanı’nın ilk iş olarak YÖK başkanını dönemini tamamlamadan görevden alması, kurumun kimliğine vurulan bir darbe olmuştur. Yasal olmayan bir şekilde görevden alınan kişinin yerine o görevi kabullenmek de, hem kabullenen kişiye hem de bir kez daha kurumsal kimliğe zarar vermiştir.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanlarının kamuoyu önünde YÖK’ten belirgin bir şeyler istemesi ve de YÖK başkanlarının bu isteği anında yerine getirmesi gibi durumlar pek yaşanmamıştır. Cumhurbaşkanlarından gelen ve YÖK tarafından yerine getirilen istekler olmuşsa bile, bunlar yolu-yordamına uygun olarak gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanlarının kamuoyuna açık ortamlarda YÖK’ten uzun vadeli isteklerde bulunması başka şeydir, kısa dönemde olmasını beklediği isteklerde bulunması ve bu isteklerin anında YÖK tarafından yerine getirilmesi faklı şeylerdir. İkinci durumda kalınması YÖK’ün özerk ve bilimsel kimliğini yok eden bir durum olmaktadır.

Çok yakın zamanlarda gerçekleşen olayların bir bölümü şöyledir: Bir bölüm başkanı, uygulamalar dersinden kalan öğrencilerine, 15 Temmuz şehitlerine, gaziler vakfına ya da Kızılay’a 100 lira bağışladıklarını belgelediklerinde 100 puan vereceğini açıklamıştır. Bir tıp fakültesi, by-pass ameliyatlarıyla ilgili bir makaleyi,  “Evrim teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış, sıkıntı yaşarız” gerekçesiyle reddetmiştir. Aynı zamanda Biyoloji Bölüm başkanı olan bir dekan, “'Biyoloji kitaplarında ateizm öğretiliyor” diyerek açıklama yapmıştır. Bir rektörün açıklaması da,  “En iyi tedavi ruhi tedavi ve namazdır” şeklindedir. Bu tür hezeyanlar hemen her gün ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı istedi diye, barış bildirisini imzalayan akademisyenlere karşı anında aslan kesilen YÖK başkanı, bu tür açıklamaları ise görmezden gelmektedir.

Artık YÖK, AKP Genel Başkanı, “Yardımcı doçentlik” deyince o konuya, “Seçme sınavı” deyince bu konuya el atmakta, özerklik, laiklik, bilimsellik ve demokratiklik gibi konulardan da uzak durmaya çalışmaktadır.

Bu durum, YÖK,’ün AKP’lileşme sürecini tamamlayıp AKPYÖK’e dönüştüğünü göstermektedir.  

Rıfat Okçabol / SOL

İzlanda 1’inci, Ruanda 4’üncü, Türkiye 131’inci - ÖZLEM YÜZAK

Bildiğimiz gerçekler.. 
Ama uluslararası veriler açıklanıp cinsiyet eşitliğinde daha da gerilediğimiz ortaya çıktığında yine de tokat yemiş gibi oluyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl açıkladığı Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 144 ülke arasında bir sıra daha geriledik ve 131. olduk. 
Yıllardır listenin son sıraları şaşmaz şekilde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindir. Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Etiyopya bizden daha iyi durumda olan ülkeler. Biz Pakistan, Yemen, Suriye, Çad, İran, Suudi Arabistan, Lübna, Fas ve Mısır’dan halliceyiz. 
Küresel Cinsiyet Eşitliği Endeksi 4 alanda ölçümleniyor: Kadınların sağlık ve eğitime erişimleri, siyasete katılımları ve ekonomik yaşamda aldıkları rol. Türkiye’nin bu dört alandaki yeri ise sırasıyla sağlıkta 59’uncu, eğitimde 101’inci, siyasette 118’inci, ekonomide 128’inci. Bunların içerisindeki ayrıntılara girmeye gerek yok. 2017 raporunun önemli bir özelliği var. O da, 2006 yılından bugüne kadar yavaş da olsa kaydedilen kazanımların 2017 yılında durması hatta gerilemesi... 
 
En başarılı 10 ülke sıralaması ise hayli ilginç. Birincilik 0.87 skorla İzlanda’nın. Norveç 0.83 ile ikinci, Finlandiye 0.823 ile üçüncü. Dördüncülük 0.822 ile bir Afrika ülkesinin, Ruanda’nın. Beşinci İsveç. İsveç’i 0.81 ile Nikaragua izliyor. 
 
Yedinci sırada Slovenya, sekizinci İrlanda, 9. Yeni Zelanda ve 10. Filipinler. Rapor cinsiyet uçurumunun ülkelerin gelir seviyeleri ile doğrudan bağlantılı olmadığını ortaya koyuyor. Göreceli olarak çok daha yoksul olan Ruanda ve Nikaragua’nın kaynakları ve fırsatları kadın ve erkekler arasında eşit şekilde dağıttıklarını gösteriyor. Hatırlatalım, Ruanda dünyada en yüksek kadın milletvekili oranına sahip ülke. 1994’teki soykırımda 500 bine yakın kadının tecavüze uğradığı, 400 binden fazlasının da dul kaldığı ülkede, acılarını geride bırakarak önemli görevler yürütmeye karar veren kadınların, küllerinden doğduğunu söyleyebiliriz. Tabii kadınların siyaset dünyasında bulunmasının, ülkedeki kadın toplumuna farklı bir bakış açısı kazandırdığını da...
9 yıl üst üste birinciliği kaptırmayan İzlanda’nın başarısının arkasındaki sır ise yer darlığından bir sonraki yazının konusu. 
 
Cinsiyet eşitsizliğinde uçurumun azaltılmasının ülkelere ekonomik getirileri de hayli çarpıcı. Rapora göre İngiltere’nin ekonomisine 250 milyar dolar, ABD ekonomisine 1.750 milyar dolar, Çin ekonomisine 2.5 milyar dolar ek katkı sağlıyor. Yine rapor bu aksak ilerleme hızı ile uçurumun azaltılması hedefine ulaşılmasının daha yüzlerce yıl alacağını söylüyor, “kendiliğinden olsun diye bırakılırsa asla ilerleme sağlanamayacağını” vurguluyor. 
 
Türkiye bu vurguyu en haklı çıkaran ülkelerden biri. 2017 yılı, kadınlar açısından kazarımların gerilediği bir yıl oldu. Aylar boyu “Bu Yasalar Böyle Geçmez” kampanyasıyla kadın örgütlerinin karşı çıktığı Nüfus Hizmetlerinde Değişiklik Tasarısı, her zamanki gibi bir gece yarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Kadına karşı şiddetin rakamları da gerilemedi.


 2017’nin ilk dokuz ayında erkekler 211 kadın ve kız çocuğunu öldürdü, 64 kadına tecavüz etti, 190 kadını taciz etti, 258 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 306 kadına şiddet uyguladı.
İşin en çarpıcı olanı, şiddet uygulayan erkeklerin ileri sürdükleri ipe sapa gelmez gerekçelerin hâkimler tarafından kabulü, indirimler vs. almaları. 

Bilmem başka söze gerek var mı?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Öğretmene güven çok, din adamına güven yok! - ÜNAL ÖZMEN

Henüz Türkçeleştirilmeyen UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu 2017, 21 ülke halkının öğretmene ve eğitim sistemine güven duygusunu yansıtan bir araştırmaya yer veriyor. Türkiye de öğretmene güven 10 üzerinden 6,5, eğitim sistemine güven 4,5! Türkiye halkı eğitim sistemine güvenmiyor, öğretmene ise kısman güven duyuyor.

Önce şunu not edelim: Raporda kullanılan veriler 2013 yılında yapılmış “halkın öğretmenlere ve eğitim sistemine olan güveni” araştırmasına dayanıyor. Aynı araştırma Türkiye’de bugün yapılsa, öğretmene duyulan güven oranı pek bir değişikliğe uğramaz. Buna karşın eğitim sistemine duyulan güvenin mevcut oranı koruması olanaksız. Çünkü geçen dört yılda iki kez sınav, üç kez öğretim programları değişti. Ayrıca 4+4+4’ün halkın canını sıkan sonuçları bu sürede ortaya çıktı; binlerce okul din eğitimi veren imam hatiplere dönüştürüldü. Bu sürede halkın sisteme güvenmesine vesile olacak hiçbir olumlu gelişme olmadı.

Daha yakın bir tarihte, 2015’te BAREM Araştırmanın Gallup için Türkiye’de yaptığı “Kime Güveniyoruz” araştırmasında öğretmenlere güven yüzde 86 çıkmıştı. O araştırmada halkımıza on meslek grubundan hangisine güvenip/güvenmediği sorulmuş; halkın yüzde 17’sinin güven duyduğu politikacıları meslek erbabı saymazsak, en az güven duyulan meslek mensubu yüzde 43’le din adamları (bankacılar yüzde 62 ile din adamlarının  çok üstünde güvene sahip! (Performans sistemi din adamlarına uygulansa cami cemaati onlara not verse sonuç ne çıkar acaba?)

Öğretmenin din adamlarından daha güvenilir bulunması anlaşılır, normal bir durum. Aksi düşünülemezdi. Fakat öğretmenin, bir yandan parçası olduğu eğitim sisteminin sorgulanmasına öte yandan sistemin otoritesinin öğretmen olduğu algısına yol açan oranda güven unsuru olması normal değil!Eğitim sistemi dediğiniz şey, sonuçta ideolojisi olan bir irade; bu irade, kendine güven duymayanların güvenini kazanmak için ideolojisini değiştirmez. Aksine, otoritesini sarsan güven duyulan unsurları değersizleştirerek kendine itate dayanan güven(!) inşa eder.

Öğretmenin öğrenci, veli, zümre arkadaşı, okul ve il-ilçe eğitim yöneticisi tarafından değerlendirilmesini öngören Performans Yönetim Sisteminin uygulamaya sokulması, sisteme karşı direnç gösterme ihtimaline karşı öğretmenleri baskı altına alma çabasının sonucudur.
AKP’nin, neoliberalizmin meta üretiminde ücretlendirme ve emekçileri standartlaştırma amacıyla geliştirdiği performansa göre değerlendirmeyi eğitimde uygulamaya geçmesi, demonte müfredatına uymum sağlamayan öğretmeni cezalandırmayı amaçlamaktadır. Amaç öğretmeni, merkezden belirlenen standarta çekmek; bir milyon öğretmeni performans değerlendirme kriterlerine uymaya zorlamak!

Peki, öğretmen yeterliğini test edecek performans kriterlerini kim belirliyor? Tabii ki eğitim sistemi dediğimiz şeye etki eden bürokrat ve politikacılar; halkın yüzde 55’inin güvenilmez bulduğu çoğu din adamı olan sistemin üstüne çökmüş bir avuç düşünce yoksunu!

Öğretmenlere tavsiyem: Performans Değerlendirme Sistemi, elbette iş güvencenize yönelik ciddi bir saldırıyala karşı karşıya kalmanıza yol açacak. Fakat en az bunun kadar tehlikeli sonucu, mesleğinizin ve kişisel itibarınızın sarsılması; arkadaşlarınız, öğrencileriniz ve velilerle olan sosyal bağınızın kırılganlaşması olacak. Halk, sisteme rağmen size güveniyor; kendi özverinizle elde ettiğiniz saygınlığınıza yönelik bu uygulamaya katılmayın. Reddedin… Eğitim Bakanlığı, 2012’de pilot uygulamasını gerçekleştirdiği performans değerlendirme sistemini 2014’te objektif bulmadığı için kaldırdı. Hakkınızda işlem yapmaya kalkışırsa onlara bu gerekçeyi anımsatın.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

NOT: PYS’yi anlamak için Eğitimde Standart ve Performans (Eğitim Sen Nisan 2012, Kemal İnal - Ünal Özmen) kitapçığı yararlı bir kaynak. http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/E%C4%9Fitimde-Standart-ve-Performans.pdf