Faizler: Finans kapitale yenik düşmek - KORKUT BORATAV

Fiilen ve yasal olarak sınırsız yetkilerle donanmış Cumhurbaşkanı faizlerin düşürülmesini istiyor; sonuç alamıyor.
Niçin?
Kısa bir panoramayla açıklamaya çalışacağım.

Özal Becerdi; AKP Çaresiz…    

Bilinenleri hatırlatayım: Turgut Özal 24 Ocak 1980 ile 1988 arasında ekonomi politikalarına damgasını vurdu. Neoliberalizmin sınıfsal işlevine öncelik verdi: 12 Eylül rejiminin ve yeni Anayasa’nın getirdiği imkânlar sonuna kadar kullanıldı; ücretler çarpıcı boyutlarda aşındı; ihracatta rekabet gücü desteklendi.
Bu stratejik politikanın ötesinde Özal, karmaşık konuları basite indirgemeyi severdi. Sık tekrarladığı bir slogan örnektir: Reel faiz, gerçekçi kur…
Bu sloganın “reel faiz” terimi, “rantiyelere (banka mevduatına) enflasyonu aşan faiz”  kuralını içerir. 1980 öncesine bir tepki söz konusudur. Önceki yıllarda rantiyeler değil, üretken sermaye gözetilirdi. Mevduat faizleri enflasyonun gerisinde seyrederdi; krediler de bu sayede “ucuz” kalırdı.
Özal’ın “gerçekçi kur” ifadesi ise, “ihracatta rekabet gücü” önceliğini yansıtır. Basit bir kural izlenir: Döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyredecek; asla gerisinde kalmayacaktır. Rekabet gücü, böylece, hem reel ücretlerin düşmesi, hem de enflasyonu aşan döviz fiyatları sayesinde artacaktır.
İhracatçılara ikili bir nimet sunuluyor: Ucuz emek, pahalı döviz… Kredi faizleri ise enflasyonu fazlasıyla aşmaktadır; “pahalıdır”; banka sahibi olmayan, iç piyasalara dönük şirketler, finans sermayesine (bankalara, rantiyelere) yenik düşmüştür.

Özal, “reel faiz, gerçekçi kur” ikilisini başardı mı? Döviz fiyatlarına bakarsak evet…
TCMB’nin (iç ve dış enflasyon farklarını da dikkate alan)  “reel efektif döviz kuru” istatistiklerinden hesaplayalım:1980-1988 arasında döviz sepeti yüzde 60,2 oranında reel olarak pahalılaşmıştır. Bu, TL’nin reel olarak %37,8 oranında değer yitirdiği anlamına gelir.
Turgut Özal’ın “gerçekçi kur” politikası başarılı olmuş; reel ücretlerdeki düşmeyle de desteklenerek Türkiye’nin rekabet gücünü yukarı çekmiştir.
Özal’ın enflasyonla mücadele davası yoktur. Yüksek enflasyon, ayrıca, ücretlerin aşınmasına da katkı yapmaktadır. Enflasyonu olduğu gibi kabul etmekte; hem faizlerin, hem de döviz fiyatlarının enflasyonu aşmasını sağlamaktadır.

Peki, bugünün güçlü Cumhurbaşkanı, faizler söz konusu niçin çaresiz kalmaktadır? Özal’ın hangi becerilerinden yoksundur? Yanıt: 1980-1988 arasında sermaye hareketleri denetlenebiliyordu. Neoliberal rejimin bu aşaması henüz gündeme getirilmemişti.
Yüksek bir devalüasyondan sonra dış ticaret rejimi kısmen serbestleşmişti. Buna karşılık Türkiyeli şirket, banka, rantiyelerin dıştan borçlanmaları ve ülke dışına servet aktarımları kısıtlı tutulmaktaydı. Ekonominin dış finansman gereksinimi büyük ölçüde resmî kredilerle ve doğrudan yabancı sermaye girişleri ile karşılanıyordu.

1989’da neoliberalizmin bir ileri aşamasına geçildi; sermaye hareketleri üzerinde kısıtlamalara son verildi. Dışa açılma genişledikçe siyasi iktidarın ülke içindeki seçenekleri sınırlanıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin bugünkü   çaresizliğinin bir nedeni, Özal sonrasında gerçekleşen finans kapitale teslimiyeti (“serbest sermaye hareketleri” düzenini) devralması; benimsemesidir.
Koalisyonlar Becerdi; AKP Niçin Çaresiz?
1990’lı yıllarda Türkiye’yi koalisyonlar yönetti. İşçi sınıfı ve sendikalar Özal döneminin bölüşüm ilişkilerini tersine çevirdi; ücretlerdeki on yıllık gerileme kısmen telafi edildi.  Sermaye hareketleri de bu ortamda serbestleşti.

İktisat derslerinde artık öğretiliyor: Sermaye hareketlerini serbestleştiren bir çevre ekonomisi, faizleri veya döviz fiyatlarını belirleyebilir; ikisini birden değil… Neoliberal modeli bir adım ileri taşıyan koalisyon hükümetleri, bu nedenle Özal’ın hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
1990-1997’de dört nala  enflasyon yaşandı. Fiyat artışlarının yıllık ortalaması yüzde 78’dir. Hükümetler enflasyonu sineye çekti; döviz fiyatları hedeflendi; faizler bankalara (serbest) bırakıldı. Böylece TL’nin aşırı değerlenmesi ve rekabet gücünün aşınması önlenecek; ayrıca, döviz piyasalarında patlak verecek bir finansal kriz frenlenebilecekti.

Başbakan Çiller bir ara dövizlerle yetinmedi, faizleri de (aşağı çekerek) belirlemeye kalkıştı; cezalandırıldı: Sonuç, 1994 finansal krizidir… Hükümet hizaya geldi; sadece döviz kurunu hedefleme seçeneğine dönüldü.

Bu hedefin  başarıldığı söylenebilir: TCMB’nin “reel efektif kur” istatistiklerine dönelim: 1997’de dövizin reel fiyatı, 1990 düzeyini  yüzde 2,6 oranında aşmıştır. Yani, yedi yıl boyunca TL’nin reel değeri hemen hemen değişmemiş; rekabet gücünün bu açıdan aşınması önlenmiştir.
Biraz da bu nedenle Türkiye’nin 1990-1997 yıllarında toplam cari işlem açığının dolarlı milli gelire oranı yüzde 1’i aşmamıştır. Ağır, kronik cari açığın oluşması, yerleşmesi AKP’li yıllarda gerçekleşecektir.

Peki, koalisyonlar döneminde döviz veya faiz arasında seçim yapabilen hükümetler bugün bunu niçin yapamıyorlar? Faiz oranlarını niçin belirleyemiyorlar?
Zira, 1990’lı yıllarda finans kapital (ve IMF), merkez bankalarından bugünkü kadar talepkâr değildi. Kural biraz esnekti: “Faiz veya dövizden birini hedefleyin; ikisini birden değil…”
2000 sonrasında finans kapital yeni bir kural koydu: “Sıkı para politikası (yüksek faizler) ile enflasyon hedeflemesine geçin…”
AKP bu aşamayı sineye çekerek iktidar olduğu için koalisyon yıllarının hareket serbestliğini yitirmiş oldu.


Enflasyon Hedeflemesi ve AKP’nin Çaresizliği…

Finans kapitalin yeni yüzyılın başlarında tüm dünya için yaygınlaştırdığı enflasyon hedeflemesi, her yerde bağımsızlaşan merkez bankaları tarafından uygulanacak; “Güney” ülkelerinde gözetimi IMF’de olacak; kredi derecelendirme kurumları (Moody’s vd) da bekçiliği üstlenecektir.
2000 sonrasında Türkiye ile IMF arasındaki anlaşmalarda aynı çerçeve benimsendi, sürdürüldü. TCMB tarafından uygulanacak olan bu program, Cumhurbaşkanı’nın on yıl sonra ortaya atacağı “faizleri düşürme” önceliğini peşinen geçersiz kıldı.
Hatırlatalım: 2001’de TCMB yasası değişti; Banka bağımsızlaştı; “fiyat istikrarını sağlamak” (enflasyonla mücadele) temel amaç olarak belirlendi. AKP, IMF programını aynen üstlendi; sürdürdü; 2005’te yeniledi.

“Enflasyon hedeflemesi” programını özetleyelim: TCMB politika faizi enflasyon üstünde belirlenecek; döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır. Daha kestirme bir ifade kullananlar da var: Yüksek faiz, ucuz döviz politikası…
Türkiye gibi büyük çevre ekonomilerine dönük amaç nedir? Bir kere, siyasî iktidarların döviz fiyatları ile oynayarak (“kur savaşları” ile) dış rekabeti artırma seçeneğini önlemek… İkinci olarak da spekülatif  finans kapital için pozitif (“enflasyonu aşan”) getiri vadeden bir ortamı güvenceye almak…
Hem TCMB’nin, hem de AKP’nin  “enflasyon hedeflemesi” kuralını açıkça  benimsediğini gösteren örnek mi istiyorsunuz:  Hükümetin 2018-2020 Orta Vadeli Program belgesine (s.22’ye) bakın: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olarak korunacak[tır].” TCMB’nin, para politikası belgelerinin tümünde (sonuncusu 5 Aralık tarihlidir), aynı ilke açıkça savunulmaktadır.
Cumhurbaşkanı “faizler indirilmeli” kampanyasını sürdürürken, hükümet ve Merkez Bankası tam aksini vadetmekte, uygulamaya çalışmaktadır.

Enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarının ilk beş yılında Türkiye ekonomisi üzerinde adeta bir “şok” yarattı ve kalıcı yapısal sonuçlar doğurdu. Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri canlanmaktaydı. Program gereği dalgalanmaya bırakılan döviz fiyatları düştü. TCMB’nin reel efektif kur verilerine tekrar bakalım: 2002-2007 arasında döviz sepetinin reel fiyatı yüzde 17,7 oranında ucuzladı; bu TL’nin yüzde 21,5 değerlenmesi anlamına geldi. 2003-2007’de yabancı sıcak para, yüksek faiz ile ucuzlayan döviz hareketlerinden yararlanarak dolar üzerinden ortalama %31 getiri sağladı.
Sonraki yıllara da taşınan sonuçlara sadece değinebilirim: Ucuzlayan dövizli krediler, şirketleri, bankaları dış borçlanmaya yönlendirdi. Pek çok sanayi kolu dış rekabet karşısında daraldı; tasfiyeye uğradı. Dış açıklar yükseldi; kronikleşti. 2010-2015 döneminde cari açıkların dolarlı milli gelir toplamına oranı yüzde 6’ya ulaştı.

Tekrar soralım: Olağanüstü yetkilerle donanmış olan Cumhurbaşkanı faizleri niçin indiremiyor? Son aşamadan başlayarak adım adım geriye gidelim:
AKP, finans kapitale teslimiyetin son adımı olan TCMB’nin bağımsızlığını,  ayrıca da enflasyon hedeflemesini benimsediği; resmi belgelerde bu yükümlülüğü doğruladığı için..
Finans kapitale bir önceki, daha da kritik  teslimiyet aşaması olan serbest sermaye hareketlerini sineye çekerek iktidara geldiği; bu teslimiyeti de her fırsatta doğruladığı  için...

Son Yenilgi Örneği

Finans kapitale teslimiyeti doğrulama örneklerinin sonuncusunu Aralık başında yaşadık.
Cumhurbaşkanı bir hiddet anında hükümeti uyardı: “Bazı iş adamlarının  varlıklarını yurtdışına kaçırma gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Önce kabinemize sesleniyorum. Bunların hiçbirine çıkış izni vermeyeceksiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir.” (3 Aralık).

Finans kapitalin günümüzdeki temel kuralı (“serbest sermaye hareketleri”) terk mi ediliyor? Nasıl olur? Bir yılda 170 milyar dolar dış borç “döndürülecek”; buna 40 milyarlık cari açık finansmanı da eklenecek! Tepki geldi;  birkaç saatte dolar 4 TL eşiğine yükseldi.

Finansal kriz uyarısı Cumhurbaşkanı’nı tevile zorladı; teslimiyeti doğruladı: Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. Herkes parasını yurtdışına çıkarabilir.” 
Kısacası Cumhurbaşkanı finans kapitale yenik düşmüştür ve faizleri bu nedenle aşağı çekememektedir.
Emperyalizmin ekonomik alanda belirleyici öğesi de finans kapital değil midir?
Demek ki Cumhurbaşkanı ve AKP  emperyalizme de teslimiyet içindedir.  
Bazı arkadaşlarımızın bu olguyu kanıtlama çabaları, bu nedenle “abesle iştigal” değil midir?

Korkut Boratav / SOL 
 
(Not: Bu yazı, TCMB’nin 14 Aralık toplantısından önce yazılmıştır.)

Kudüs Toplantısı hakkında birkaç not.. - TANER TİMUR

1 Amerika’nın en faşizan güçlerini arkasına alan Başkan Trump, tek başına aldığı keyfi bir kararla Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmiş ve tüm dünya demokratları tarafından kınanmıştır. Türkiye’nin de bütün demokratları, onlarla beraber karara şiddetle karşı çıkmış, Trump’ı kınamıştır. İsrail’de bile, en tutucu güçlerin temsilcisi Netanyahu ve ortakları dışında kararı alkışlayan olmamıştır. Son İsrail seçimlerinde “Birleşik Arap Listesi”nden milletvekili seçilen Ayman Odeh, Trump’ı “deliliği ile tüm bölgeyi ateşe atan bir piroman” ilan etmiş, Kudüs’te güçlü bir STK’yi temsil eden Daniel Seidemann da kararın “barış sürecinde Amerika’nın yeri hakkında bir ölüm vesikası teşkil ettiğini” söylemiştir.

2 Resmi Türkiye ise, İslam dünyası kadar Hıristiyan dünyayı da ilgilendiren Kudüs konusunda dünya demokratları ile birlik ve bağlantı içinde hareket edeceğine, hiçbiri demokrat olmayan ve bir kısmı sırtında geçmişteki bazı kırımların lekesini taşıyan ülke temsilcilerini toplamış ve “İslam dünyası lideri” iddiası ve ev sahibi sıfatıyla toplantıya yön vermeye çalışmıştır.

3 Toplantıda en sert sözler Erdoğan’dan  gelmiş ve Türkiye Cumhurbaşkanı, hedef tahtasına, kararı alan Trump’tan çok, “terör devleti” İsrail’i oturtmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla böyle bir çıkışın daha etkili ve daha birleştirici olacağını düşünmüştür. Oysa bu duruş, İslam dünyasını birleştirmediği gibi, Türkiye’yi, “sorunu İsraillilerle Filistinliler bir araya gelip çözsünler” diyen Putin Rusya’sından dahi koparmıştır. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile daha ılımlı bir konuşma yapmış, Kudüs’teki Hıristiyan duyarlılıklarını da dile getirerek, ABD ve İsrail hakkında daha ölçülü sıfatlar kullanmıştır. Artık bu durumda, her konuşmasına “her türlü terörle mücadele” azminin beyanıyla başlayan Başkan Erdoğan’dan, seçmenleri, “terör devleti” İsrail’le tüm ilişkileri kesmesini beklemelidirler.

4 Batı basını daha çok Erdoğan’ın konuşmasındaki sert ve aşağılayıcı sıfatların altını çizmiş ve hükmü okuyucularına bırakmıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nı olağanüstü toplantıya çağıran ve bir çeşit savaş ilanı havasında bir konuşma yapan Erdoğan’ın mesajı, Batı kamuoyunda, Türkiye’nin Batı’dan daha da koptuğu ve artık İslam dünyasına demokrasi ve laiklik örneği olmak şöyle dursun, İslam örgütünü daha da radikal bir çizgiye sürüklemek istediği şeklinde yorumlanacaktır. Bunun dışında, Ankara’daki toplantı ile 2019 seçimleri arasında bağlantı kuran yazarlar da vardır. Örneğin Le Monde gazetesi bu toplantı ile Erdoğan’ın “İslamcı-muhafazakâr seçmen tabanını 2019 seçimleri yönünde coşturmak istediğini” yazmıştır.

5 Önceki gün İstanbul’da toplanan tuzu kuru İslam liderleri, Batı Şeria’da ve Gazze’de direnen gençlere siperlerin gerisinden “bravo kapitano!” diye bağırmışlar, fakat o zavallılar yaralanıp yerlere düşerken, “bizden bu kadar; bizler vazifemizi yaptık!” tesellisiyle saraylarına dönmüşlerdir. Ne yazık ki nihai bildiride ilan ettikleri “yok hükmü”, reel dünyada kendi toplantıları için de geçerlidir. Aslında dünkü toplantının sergilediği acı manzara  budur.

Bu ülkede de Osmanlı damarları kabaran ve zafer çığlıkları atanlar, 2019 seçimleri perspektifinde, madalyonun bu yüzünü de görmelidirler.

Taner Timur / BİRGÜN

İİT ne yaptığının farkında mı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrail Kudüs’ün hem batısını hem doğusunu işgal etmiş durumda. Dolayısıyla uluslararası hukuk işgalci devlet saydığı için ele geçirdiği topraklarda İsrail’e egemenlik hakkı tanımıyor.

 Tam üç bin yıldır çözülmemiş bir sorun Kudüs. Uzun bir süre daha da çözüleceğe benzemiyor. İsrail ile Filistin arasındaki anlaşmazlıkta “çözüm” değil bizzat “sorun” olan ABD eliyle Oslo’da biten barış umutları, yine ABD eliyle Kudüs gerekçe yapılarak iyice çıkmaza girdi. ABD Başkanı Donald Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan Kongre kararını 22 yıl sonra onayladı.
Trump’ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma yönündeki planını da açıklamasının ardından AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetiyle düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi’nde, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devletini tanıma kararı alındı.
Erdoğan’ın bayıldığı işler bunlar. Ülkede iktidarını sıkıştıran skandalları unutturacakharika bir fısat yaklalamışken iyi değerlendirdi doğrusu. Hiç bir işe yaramayan, kimsenin ciddiye almadığı, örneğin en büyük finansörlerinden Suudi Arabistan katılmadı bile, İslam İşbirliği Teşkilatı’nı Olağanüstü olarak Türkiye’de topladı. Zirveden (!) Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin Başkenti olarak tanıma kararı çıkartıldı.

Peki gerçekçi mi?
Heyecan verici belki ama gerçekçi değil. Donald TRump’ı BM kararlarını hiçe saymakla suçlayan (bu kararların bağlayıcılığı yok ayrı mesele) İİT, Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan etmekle kendisi de BM kararlarına ters düşüyor. Çünkü BM’nin 1947 tarihli 181 sayılı Genel Kurul u’nda Kudüs Corpus Seperatum (Uluslararası Şehir) ilan edilmişti. Kudüs’ün ikiye bölünüşü 1948’deki Arap- İsrail Savaşı’yla olmuştur. Batı Kudüs’de Yahudiler çoğunluktadır ki burası İsrail’de kalmıştı, Doğusunda ise Müslümanlar, Hıristıyanlar çoğunluktaydı. Burası Ürdün’ün denetiminde kaldı uzun süre.
Ama İsrail günümüzde Kudüs’ün hem batısını hem doğusunu işgal etmiş durumda. Dolayısıyla uluslararası hukuk açısından işgalci olarak kabul ediliyor. Uluslararası hukuk işgalci devlet saydığı için ele geçirdiği topraklarda İsrail’e egemenlik hakkı tanımıyor.

Doğu Kudüs dersen işgali tanırsın
Durum bu iken, “Doğu Kudüs Filistin’in başkentidir” diye ilan edilirse, Batı Kudüs’ün İsrail tarafından işgali de kabul edilmiş olunur.
İİT açıklamasında “BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçememesi halinde, İİT üyesi ülkelerin bu ağır ihlali BM Genel Kurulu’nun 377A sayılı ‘Barış için Birleşme kararı’ çerçevesinde BM Genel Kurulu’na götürmeye hazır olduğu teyit edilmiştir” deniliyor. Yani İİT üyesi ülkeler, örneğin Türkiye, alınan kararı BM Güvenlik Konseyi’ne götürüp BM kararına dönüştürmeye çalışacak. Bu, 1967 BM kararlarının uygulanmasını talep etmek demek. Bu yanıyla “hatırlatmak”tan başka bir iş yapmış olmayacak.
ABD şu meşhur mu meşhur “veto hakkı”nı herhalde kullanacaktır. Buradan Türkiye’nin beklediği kararın çıkmayacağı açık. Çıkarsa ne olur? İşte o zaman, BM kararı doğrultusunda İİT üyesi ülkeler giderler Doğu Kudüs’te Filistin elçiliklerini açarlar. (Tabii Batı Kudüs’teki İsrail işgalini kabul ettiklerini de hatırlayalım).
İsrail, elçiliklerin Doğu Kudüs’te açılmasına razı olur mu? Yanında ABD ile bir çok gerici Arap rejiminin desteği varken zor. Kaldı ki, bu dediğim BM’den Türkiye’nin istediği karar çıkarsa olabilecek gelişmeler.

Gerçekçi tutum hangisi olurdu?
Çekya’nın aldığı tutum olurdu. Reel politika gerçeklerinin farkında olup hezeyana/heyecana kapılmadan, krizi derinleştirmeye yarayacak adım atmadan alınacak bir tutum yani. Çekya Cumhuriyeti yaptığı açıklamada Kudüs’ü ‘Filistin ve İsrail devletlerinin gelecekteki başkenti’ olarak tanıdığını açıkladı. Çekya Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Çekya’nın ‘Avrupa Birliği üyesi diğer ülkelerin yanı sıra ve AB’nin Dış İşler Konseyi kararlarına binaen Kudüs’ü, İsrail ve Filistin’in gelecekteki başkenti olarak tanıdığı, Çekya Büyükelçiliği de dahil yabancı büyükelçiliklerin çoğunun merkezinin halihazırda Tel Aviv olduğu kaydedilmişti.
Bu mevcutların arasında, iki halkın yararına en uygun çözüm gibi görülebilir. Hatta öyle ki, Filistin hükümeti Sözcüsü Yusuf el Mahmud, Çekya’nın tutumunu “haktan yana” olarak nitelendirdi bu nedenle. “Çekya bu tutumuyla İsrail işgalini reddettiğini vurguluyor, işgal altındaki Doğu Kudüs’teki tüm işgal projelerine ve planlarına karşı çıkıyor” dedi el Mahmud.
İİT yöneticileri gerçeklik duygusunu yitirmiş gibi görünüyor. Elçilikleri asla “Doğu  Kudüs”e taşıyamayacaklar, aldıkları kararla “Batı Kudüs”ün İsrail tarafından işgalini tanımış oldular. İİT “İsrail işgalinden kurtarılmış tek bir Kudüs” diyememiştir sonuçta.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Çocukları bu iktidardan korumanın yolları - MİNE SÖĞÜT

Dini eğitimi anaokulundan itibaren dayatan yobaz eğitimciler, çocukların beynini rahatça yıkasın diye her türlü konforu sağlayan iktidar;
Okullarında kumalık müessesini Allah’ın emri sayıp doğal karşılayacak, kadının toplumdaki yerini asırlar öncesine taşıyacak bir nesil yetiştirme telaşındayken;
O nesle hizmete hazırlanan sosyal hayat da kendi ağlarını şimdiden örüyor.
“Eşiyle tüm münasebeti bitmesine rağmen çeşitli sebeplerle ayrılamayan beyler;
Evlenmek istemeyen (çeşitli sebeplerle) aynı zamanda günah işlemek de istemeyen hanımefendiler;
Evlenecek biriyle karşılaşamamış hanımefendiler;
Çaresiz bir dönem geçirip, (Allah cc korusun) fuhuş ve benzeri yollara sapabilecek hanımefendiler”...

Bu hanımefendiler ve beyefendiler, erkeklere kuma bulmaya vaat eden bir sitenin hedef kitlesi.
Gerçi bu site, haber olur olmaz büyük tepki aldı ve kapatıldı.
Mesele böyle bir sitenin bu kadar kendinden emin ve net bir amaçla ortaya çıkabilmesi;
hedefini belirleyip hiçbir şeyden çekinmeden yaptığı iş çok normalmiş gibi, cesurca niyetini belli edebilmesi değil.
Asıl mesele, site kapatıldıktan sonra yapılan açıklamada söylenen mazeretler; tarif edilen durumlar.
Açıklamayı yapanlar, “Biz bu olayın bu kadar gündem olacağını tahmin dahi edemezdik, biz kendi halinde sıradan insanlarız” dediler, “Amacımız sadece, zaten ülkemizde yaşanan ve Anayasa Mahkemesi kararıyla suç teşkil etmediğini öğrendiğimiz ikinci evlilik olayında insanlarımızın özelikle de mağdur kadınlarımızın en doğru kararı vermesini sağlamaktı.”
Kendi yalan masumiyetini kurgu bir mağduriyet üzerinden pazarlamak, insanlara bu iktidarın öğrettiği bir dil.
Ülke gerçeklerinden ve fiili durumlardan dem vurarak kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen ama saygıdan geri çekildiklerini, sitelerini gönüllü olarak ortadan tamamen kaldırdıklarını söyleyen bu girişimciler, iktidar tarafından meşrulaştırılan tehlikeli ahlakın meyveleri.
En temel kadın ve çocuk haklarını pervasızca çiğneyip dini dayanaklarla yeni bir toplum yapısı dayatmaya çalışan iktidar;
“İslam böyle emreder” diye diye erken yaşta evlilikleri, aile içi cinsel suçları, tacizleri, istismarları aklayan insanlarla doldurduğu mevkilerden yapılan çığırtkanlığın zeminine;
Hızla dinselleştirdiği milli eğitim temelini yerleştirerek yeni nesillerle yepyeni bir ülke inşa etmeye girişmişken...
Bu rezillikten cesaretlenenler doğal olarak kendilerinde eli devamlı yükseltme hakkı görüyorlar.
Kadınlar ve eğitim üzerinden yaratılan başörtüsü gibi tuzak bir mağduriyetinin kucağına düşen;
Ve özgürlük diye pazarlanan bir esaret ahlakının peşine takılıp bugünlere gelen bu ülkede;
Artık kadınlar ve çocuklar eskisinden daha çok tehlikede.
Adı her ne kadar hâlâ Türkiye Cumhuriyeti olsa da...
Tahtını bir buçuk yıldır KHK’lere kaptıran son anayasa dahil, tüm anayasalarında laik bir ülke olduğu yazsa da...
Kâğıt üzerinde çağdaş ve evrensel bir hukuk sistemi varmış gibi dursa da...
Ahlak polisleri, kırbaç cezaları, kadı yargılamaları henüz başlamasa da...
Kızlarla erkeklerin sınıfları daha tüm okullarda ayrılmamış;
Pembe otobüsler her yerde kadınlara zorunlu kılınmamış olsa da;
Çocukları ve kadınları bu iktidardan yasalarla korumanın yolları artık tıkalı.
Çünkü, tıpkı Cumhurbaşkanı’nın daha başkan olmadan başkan kesilmesi gibi...
Ülkenin tüm ürkek refleksleri, burası henüz bir İslam Cumhuriyeti olmadan İslam Cumhuriyeti olmuş gibi davranmaya meyilli.
Şu durumda bu ülke için kaygılananların ve yeniden laik bir düzende çağdaş bir yaşam sürmeyi hayal edenlerin zihinleri artık yeraltına inmeli...
Kadınları ve çocukları iktidarın vaat ettiği
o cehennemden kurtaracak, koruyacak alternatif fikir dehlizlerinde gezinmeli...


Tıpkı Hasan Âli Yücel’in, Türkan Saylan’ın ya da Aziz Nesin’in hiçbir şeyden korkmadan, bir zamanlar inançla ve inatla yaptıkları gibi.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Dönüşemeyen toplum... İnternet... Mustafa Akgül - ÖZLEM YÜZAK

Neredeyse tüm ömrünü Türkiye’de internetin gelişmesine, yaygınlaşmasına adamış, “Türkiye’de internetin babası” diye tanınan bir bilim insanıydı Prof. Dr. Mustafa Akgül. Uzun süredir mücadele ettiği hastalığına yenik düştü ve önceki gün kaybettik. 
47 yıllık yakın dostu Prof. Osman Coşkunoğlu Mustafa’nın yaşamı boyunca verdiği mücadelenin temelinde yatan kavram özgürlüktü: Özgür internet, özgür toplum için internet, özgür yazılım diye özetliyor Akgül’ün hayat felsefesini. 

Öyleydi... 

ODTÜ’de öğrenciyken ABD’nin Vietnam işgaline tepki olarak, ODTÜ’ye gelen ABD Büyükelçisi Commer’in arabasını yakan 68’lilerdendi. Yıllar içinde, özgürlük ve demokrasi temelli siyasi görüşünü, Türkiye’yi bilgi toplumuna dönüştürebileceğine inandığından internet için uzun soluklu bir yol haritasına dönüştürdü. 
O dönüştürdü ama Türkiye kendini bilgi toplumuna dönüştüremedi ne yazık ki.
Yok yanlış anlaşılmasın. İnterneti kullanmada, yaygınlaşmasında çok büyük ilerlemeler kaydedildi. 78 milyonluk Türkiye’de 48 milyon kişi internete bağlanıyor. Mobil kullanıcı sayısı 41 milyon, sosyal medya kullanıcısı 48 milyon... Hemen herkesin elinde akıllı telefon, en ücra köylerde bile...
Aslında internetin kimsenin öngöremediği ölçüde hızlı gelişimi tüm dünyada yeni bir toplum biçimini ortaya çıkardı. Tanıtım, pazarlama, eğlence, paylaşım, bilgiye erişim, alışveriş, haberleşme, örgütlenme her şey artık küçücük bir ekrandan... Çok daha hızlı, çok daha erişimi kolay. Bugün 7.5 milyar dünya nüfusunun 3.9 milyarı internet kullanıcısı. Aktif Facebook kullanıcısı 5 yılda iki misli artmış ve 2.07 milyar üyeye ulaşmış. YouTube üzerinden günde 5 milyar video izleniyor. Bu sayı da 5 yıl öncesine kıyasla 5 misli artmış. Yarım milyar insan Linkedn üyesi... Tamam hepsi iyi güzel de biraz da şunları sorgulayalım.


- İnternet gibi bir fırsatı avantaja dönüştürebilen ülkeler arasında mıyız?
- Bağımsız ve yaratıcı birey ortaya çıkabildi mi?
- Bilgi bir üretim faktörü olabiliyor mu?
- Bilim, teknoloji, Ar-Ge, inovasyon bu ülkenin bir ekonomik zenginliği haline gelebildi mi? İstihdam üzerinde olumlu etkisi oldu mu?
- Bilgi ve haberleşmeye bu denli hızlı ve kolay erişimin demokratikleşmeye bir katkısı oldu mu?
Ne yazık ki hiçbirinde olamadı. Daha doğrusu böyle bir toplum yapısı iktidarın işine gelmedi. 


Gelemezdi...

İnterneti ağırlıklı olarak eğlence ve haberleşme amaçlı kullanan bir toplumuz. Oyun, müzik, film indirmede Avrupa ortalamasının üzerindeyiz ama bilgi toplumu olamadık. Olamadığımız için bugün Türkiye bu durumda. Üstelik dönüşüm, yalan, ranttalan, hukuksuzluk, yasaklar ve din istismarı üzerinden yapılıyor. Buna karşı çıkacak birey, sadece bilgi toplumu bireyi olabilir. Yani düşünen, sorgulayan, doğru bilgiye erişmesini ve bunu kullanmasını bilen... Sadece bunlar da yetmiyor ne yazık ki; tepki vermesini bilen, gerektiğinde sivil toplumdan gelen gücünü iktidar üzerinde baskı için kullanabilen... 

Kolay değil, yalan, rant-talan, din istismarı üzerinden yapılanlar o kadar fazla, o kadar yaygın ki... Hukuksuzluk o kadar çok, yasaklar ve baskı o kadar yıldırıcı ki... 
Yine de ne olursa olsun Türkiye’yi içinde bulunduğu kıskaçtan çıkaracak önemli araçlardan biri internet, dijital toplum. 

Mustafa Akgül’ün ömrü yetmedi ama onun açtığı yoldan gideceklerin sayısı da az değil...


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘Sevr’den ‘Lozan’a - Meriç Velidedeoğlu

Ülkemizi, “1. Dünya Savaşı” sonunda paramparça edip, “var-yok” durumuna getiren “Sevr Antlaşması”na, “Ulusal Kurtuluş Savaşı” ile son veren “Atatürk ve İnönü”ye, “İki Ayyaş” diyen ve savaş sonunda, uluslararası “Lozan Barış Antlaşması”nı imzalayan İnönü’yü böylece diline dolayan, TC Devleti’nin başındaki Erdoğan, “Lozan”ı gündeme oturttu; hem de Yunanistan’da...
Türkiye’nin “Lozan oturumlarında”, dünyanın öbür ucundaki Japonya da aralarında olmak üzere, dönemin emperyalist ülkeleri ve bunların buyruğunda olan, yenile yenile Anadolu’dan dar kaçanların ülkesi Yunanistan’da. 
 
Evet, ilkin Atina’da Yunan TV’sine açıkladı Erdoğan, “Lozan Antlaşması”nda yapmak istediği “güncelleşme” konusunu. (6.12.2017) 
 
Burada, yine araya girmek gerekmiyor mu, değerli dostlar, “Eyy Erdoğan, Lozan’da bu güncelleştirme (açıkçası değiştirme) kararını sen nasıl aldın” diye.
Kendi kendine mi? 
Sayın danışmanlarınla birlikte mi? 
Gizli bir grup toplantısında mı? 
Ya da gizlice (!) yaptığın, gizli bir TBMM oturumunda mı? 
TC Devleti’nin 80 milyon halkının tüm varlığıyla bağlantılı bu kararı nasıl aldın?
 
Bu TV söyleşisinin ertesi günü Erdoğan, Cumhurbaşkanı P. Pavlopulos ile yaptığı görüşmede, Yunan Cumhurbaşkanı bu “güncelleştirme” konusunu masaya koyuverdi; bir “Hukuk Profesörü” olduğunu belirtip, “bir anlaşmayı veya hukuk ilkelerini güncelleştirmenin, reformunun mümkün olamayacağını” belirtti. (7.12.2017)
Erdoğan da yanıtına, “... Ben hukuk profesörü değilim ama ‘siyasi hukuku’ iyi bilirim!” diyerek başladı; haklı; Pavlopulos “profesör”se, Erdoğan’ın da “Dr. (doktor)” unvanı var; umarım unutmadık; çünkü ne diyor Erdoğan’ın Başdanışmanı İbrahim Kalın: “Hafıza olmadan, muhafaza olmaz!” (9.12.2017)
 
Öyleyse, günümüzden geriye doğru şöyle bir gidelim, bugün “Lozan Antlaşması”nda güncelleşme adına “değişiklik” isteyen “TC Devleti”; oysa önceleri “Lozan Antlaşması”yla dertleri olan, değişim isteyen “dış ülkelerdi”, bunun en son örneği, “2005” yılında Strasbourg’da yapılan, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) Karma Parlamento toplantısının kapanış oturumunda yaşandı; “Lozan”ın, günümüze göre “gerçekçi olmadığı” açıkça vurgulandı; ardından Fransız Parlamenter “J. Toubon”, toplantıdaki Türk parlamenterlerinin gözlerinin içine baka baka, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” uyarısını yaptı rahatça... 
 
Anımsanır sanırım, parlamenter A. Ooslander de, daha “2003” yılında Atatürk’ü -dolaysiyle gerçekleştirdiklerini-Atatürkçülüğü başta anayasanız olmak üzere tüm yaşantımızdan silinmesi gerektiğini, söyleyecekti... 
 
“2007”de de, “AKP” Milletvekili Prof. Zafer Üskül de aynısını isteyecekti...
Ve artık, “2016” yılına geldiğimizde Emine Erdoğan da, ünlü “Enkaz” fermanını yayımlar: “Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık!” (26.2.2016)
Açıkça, başta “Atatürk dönemi” olmak üzere, ülkemizin, “laik, çağdaş, hukuk devleti düzenini” -hiçbir çekince duymadan-“Enkaz” olarak değerlendiriyordu...
Erdoğan her gün yaptığı konuşmalarında, M. Akif Ersoy’u anıyor, şiirlerinden alıntıladığı mısralarla; ne ki Erdoğan’ı TV’de izleyenler de, ünlü şairimizin başka bir dizesinin “... bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz!” bölümünü düşünmekten kendini alamıyor... 
 
Şu sıralarda, “rüşvet” ile ilgili, ABD’de süren “Sarraf Davası”nın duruşmalarında, Erdoğanlar için ortaya dökülen “belgeler”, dünyanın gündemindeyken, “Lozan Antlaşması”nı öne çıkarıp tartışmak, iyi bir “taktik” mi acaba?
 
Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

‘Delidir ne yapsa yeridir’ doktrini ve Kudüs zirvesi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kudüs “Müslümanların kırmızı çizgisi” olacaktı. Ama gelin görün ki... İstanbul’daki Kudüs zirvesine İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye ülkelerden yalnızca 16’sı lider düzeyinde katıldı.
Dünyanın izlediği zirvede Brunei Kralı, Gine Cumhurbaşkanı ve “özel konuk” kontenjanından Venezüella Devlet Başkanı Maduro bulunuyor. Ama misal Suudi Arabistan Kralı yok, gelmiyor.
Renkli zirvenin sonunda Doğu Kudüs Filistin’in başkenti ilan ediliyor ve süper güce meydan okunarak, “(Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararından) geri adım atmazsa ABD’nin bunun bütün sonuçlarından sorumlu olacağı” kaydediliyor. 

İşte Kudüs, işte arşın
Kudüs zirvesi İslam ülkelerini firesiz ve en üst düzeyde temsil eden bir katılımla gerçekleştirilmiş olsaydı “Washington’a geri adım attırabilmek” için gerçekçi bir ümit doğabilirdi. Ama ne yazık ki bu haliyle zirve önemli bir halkla ilişkiler kermesi olmaktan öteye gidemiyor.
Zirve bildirimindeki çıkışlar, AB’sinden Macron’una.. çeştli uluslararası aktörler tarafından dile getiriliyor.
Ama bu, heyhat, Filistin’in uğradığı trajik yenilgiyi halihazırda çok yazık ki engelleyemiyor.
Yenilginin tarihi nedenleri var.
En önemli nedenlerden biri, Müslümanlar arasında tabii birlik, bütünlük eksikliği. Diğeri de İsrail sağının nihai hedefi asla gözden kaçırmaksızın sürekli olarak yürüttüğü lobiler ve çalışmalar.
Washington’un Kudüs’ü bugün İsrail’in başkenti tanıyan çıkışına zemini sağlayan kararı İsrail lobisi örneğin taa 1995’te, ABD Kongresi’nde iktidarı ve muhalefeti hem de ezici bir çoğunlukla bir araya getiren bir oylamayla geçirtmiş...
Trump’tan önceki tüm diğer ABD başkanları, kararı sadece taktik ve diplomatik planda değerlendirdikleri 6’şar aylık ertelemelerle bugüne değin uygulamamışlar.
Trump, “Ben artık böyle bir ertemeleye gerek görmüyorum!” diyor ve ekliyor: “Diğer başkanların cesaret edemediğine ben şimdi işte cesaret ediyorum. Kudüs oradaysa, arşın burada!”
 
ABD’ye geri adım attırmak
“İşte Kudüs, işte arşın” dayılanması şeklinde görünse de, gerçekte bu tarihi hamlenin taşları yıllar öncesinden çok yazık ki son derecede sistemli biçimde döşenmiş.
İslam dünyası bu süre zarfınca ne yaptı? Kongreden geçen ve her an uygulanabilecek böyle bir karar varken hangi strateji/ stratejilerle(!) hareket etti.. sormamız gereken sorulardan biri...
Diğeri de şu: 22 yıldan bu yana sürekli ertelenen bu karar, neden tam da şimdi tedavüle sokuldu? Şartlar acaba şimdi mi olgunlaştı?
Washington’da Trump için öne sürülen bir “deli adam/mad man” teorisi var.
Teori mucibince Trump’ın “delidir ne yapsa yeridir” şeklinde pazarlanan imajı, aslında çok büyük bir numaradan ibaret.
Statükoyu altüst eden “irrasyonel Başkan” numarası, sanılanın aksine ABD’de ilk kez Trump’la değil, yarım asır önce Başkan Nixon’la sahneye konmuş.
Nixon ve “Makyavelist” ünlü Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger; Vietnam’ı o yıllarda barışa zorlamak için, “Bu ABD Başkanı diğerlerine benzemez, sağı solu hiç belli olmaz, köprüleri yakıverir.. gereğinde nükleer bombayı da ateşler” ayağına yatmışlar.
Trump’ın da işte şimdi Kudüs dayatmasını, aynı Nixon yıllarındaki gibi “danışıklı dövüş” bir delilik kisvesi altında ortaya koyduğu rivayet ediliyor...
Bu “şov” bağlamında, ortaya çıktığı 1993 yılından bu yana “barış süreci” aslında İsrail’in Filistin işgalini derinleştirmesi için sadece, bir “perde” olarak kullanılmış oluyor...
En sonunda “tahtası eksik” pozundaki bir Başkan, perdeyi sürecin üzerinden çekerek kaldırıyor ve Filistin’e şakır şakır tarihi hezimetin şartlarını -İstanbul’daki Kudüs zirvesinde olmayan iki aktörün, Sisi ve de Suudi Prens Bin Selman’ın kapalı kapılar ardında Ebu Mazen’e uyguladığı ağır baskı yoluyla- dayatıyor. 

Karşı tarafta bunca Ali Cengiz oyunu; Müslüman cephede de bunca ihanet oldukça, “Washington’a geri adım attırmak” çok zor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Devlet ve millet düşmanları - ÖZGÜR MUMCU

Cumhurbaşkanı aynı zamanda AKP genel başkanı. Haliyle tarafsız olması beklenemez. Ancak cumhurbaşkanı seçildiğinde görevlerini tarafsızlıkla yerine getirmek için namusu ve şerefi üzerine ant içmişti. Anayasa referandumu gerçekleşmeden evvel pek tarafsız davrandığı söylenemez. Neticede o zaman da şimdi de muhalefete çatmadığı bir günü geçmedi. Şimdi tarafsız davranmasını beklemek ise gerçekçi değil. Gelgelelim anayasadaki cumhurbaşkanının yemin metni hâlâ “tarafsızlığı” gerektirecek şekilde yer alıyor. 

Yani cumhurbaşkanının bir partinin genel başkanı olmasına izin veren ve aynı zamanda da ona tarafsız davranmak üzere namusu ve şerefi üzerine ant içtiren tuhaf bir anayasal düzenimiz var. 
 
Bu garip vaziyeti en son ele alan hükümet sözcüsü sayın Bekir Bozdağ oldu. Meclis’teki bütçe görüşmelerinde Cumhurbaşkanı’nın siyasi bir kişilik olmasının anayasaya aykırılık taşımadığını söyledi. Ardından da cumhurbaşkanı yemininden bahsederek “Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, görevlerini ve yetkilerini anayasaya göre tarafsız bir şekilde kullanmakta ve yerine getirmektedir. Bunda hiç kimsenin tereddüdü olmaması gerekir” deyiverdi.
Bir parti genel başkanının aynı zamanda nasıl tarafsız kalarak namusu ve şerefi üzerine ettiği yemine bağlı kalabildiğini pek de açıklayan bir demeç değildi. Fakat aslında ne demek istediğini gizlemedi ve konuşmasının devamında herkesi hizaya çekiverdi: “Ama mesele Türkiye olunca, Türkiye’nin, milletin çıkarları olunca Cumhurbaşkanı bu konuların tamamında taraftır, bundan sonra da taraf olmaya devam edecektir.”
 
Bunu alışılagelmiş siyasi bir boş laf ya da hamasi bir çıkış gibi değerlendirmek mümkün.
Oysa burada daha ciddi bir mesele var. Sayın Erdoğan’ın tarafsız olmadığı yani muhalefeti eleştirdiği her durum “Türkiye’nin ve milletin çıkarlarıyla” ilişkilendirilmekte. Böylelikle muhalefetin iktidarın hoşuna gitmeyen her söylemi ve eylemi Türkiye ve millet düşmanlığı diye damgalanacaktır. 
 
Totaliter rejimlerin ve tek parti yönetimlerinin ortak noktası bu değilse nedir? 

Muhalefeti kriminalize etmenin, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını ülkenin ve milletin çıkarları diye pazarlamanın varacağı yer belli değil mi? Muhalefete oy veren vatandaşların da zamanla devlet ve millet düşmanı ilan edilmesine, giderek vatandaşlık haklarının tanınmamasına kadar gidecek bir süreç şaşırtıcı olacak mı? 
 
Milleti AKP seçmeniyle, devleti AKP ve Erdoğan’la özdeşleştiren bu yolun sonu koca bir duvar. Dünya tarihinde bu tarz siyaset sonucunda huzura kavuşmuş bir toplumun, itibar kazanmış bir devletin örneği yok. Sayın Bozdağ, Sayın Erdoğan hakkındaki iddiaları “Hz. İsa’nın temiz ve pak annesi Meryem Hanımefendi” ve “Peygamber efendimizin mübarek ve pak eşine” edilen iftiralara benzetmişti.
 
Önce genel başkanına kutsallık atfetti, bugün de bütün muhalefeti devlet ve millet düşmanı göstermekte.
 
Sayın Bozdağ’a açık sözlülüğü sebebiyle bir teşekkür borçluyuz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Noter de korkuyor, matbaa da... - AYŞE YILDIRIM

İçişleri Bakanı kalkıp “Sen bittin”, “Turpun büyüğü heybede”, “Daha yeni başladık” diyor.
Üstüne üstlük “şerefsiz”, “sahtekâr”, “ihanet” gibi günlük siyaset dilinin eksilmeyen kelimeleriyle de süslüyor konuşmasını. 

AKP köşeye sıkıştıkça siyaset yapma biçimi de çirkefleşiyor.
Havuz gazetecilerinden Ak trollerine, milletvekillerinden bakanlarına, hakaret, küfür, yalan bir siyaset yapma biçimi olarak kalıcılaşıyor.
Bu ülkenin İçişleri Bakanı, ana muhalefet partisi liderini Kılıçdaroğlu sana açık açık söylüyorum, sen bittin” diyerek tehdit ediyor. 
 
CHP Sözcüsü Bülent Tezcan da karşı karşıya kaldığı bu siyaset yapma biçimine, İçişleri Bakanı’nın bu üslubuna ister istemez “Üçüncü sınıf mafya babası kılıklı” benzetmesini yapıyor.
AKP’nin bu saldırganlığının nedeni, CHP’nin iktidarın baskıcı uygulamalarına yönelik eleştirilerini sıralaması, etik olmayan işleri kamuoyuna açıklaması. 
 
Efendim niye Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çocuklarının ve yakınlarının Man Adası’na para gönderdiğine ilişkin banka kayıtlarını açıklamış. Ortada suç yokmuş. Onlar zaten Erdoğan daha belediye başkanı, cumhurbaşkanı olmadan önce ticaretle uğraşan milyon dolarlık iş yapan insanlarmış. Zaten o kâğıtlar iki banka arasındaki havaleyi gösteriyormuş ama nasıl oluyorsa bir de sahteymiş. 
 
Niyeyse bu ülkede hep başbakanların, cumhurbaşkanlarının ya da bakanların çocukları iş insanı zaten. Üstelik öyle başarılılar ki milyon dolarlık işlere imza atıyorlar. Politikacıların hem de iktidar partisindeki politikacıların çocuklarının kafası ticarete çok yatkın demek ki! 
 
Adalet Yürüyüşü’nden bu yana Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’li milletvekillerini “vatan hainliği” ile suçluyorlar. Anketlerde istedikleri oy oranını yakalayamadıkları için seçime de gidemiyorlar. HDP’ye yaptıkları gibi CHP’yi de bir şekilde engelleyebilmenin yollarını bulmaya çalışıyorlar.
Çaresizler. Öyle çaresizler ki gözleri hiçbir şeyi görmüyor. Korkuyorlar. Korktukları için de yarattıkları korku iklimi dağılmasın istiyorlar. 
 
CHP liderine bangır bangır bağırarak “elindeki kâğıtları savcılığa ver” diyorlar. Ama gelin görün ki CHP o belgeleri savcılığa vermeden önce tasdik ettirmek için noter bulamıyor.
Koskoca Ankara’da noterler korkuyor. Sonunda “kahraman” bir noter bulup belgeler tasdik ettiriliyor ve ondan sonra savcılığa verilebiliyor. 
 
Kılıçdaroğlu ile bir nehir söyleşi yapılıyor. Kitap olarak basılacak. Adı “Umut Hep Var.”
Ancak matbaa kitabı basmıyor. İçeriğinden ötürü çeşitli sıkıntılar yaşayabileceklerini, incelemelere maruz kalabileceklerini söylüyorlar. 
İçerik dedikleri Kılıçdaroğlu ile yapılan söyleşi.
Daha önce basılmayan kitaplar toplatılmış, kitaba “bomba” muamelesi yapılmıştı ya da yayınevleri kitapları yayımlamamıştı. Ama ilk kez bir matbaa “içeriği” nedeniyle kitabı basmayacağını söylüyor.
Kırmızı Kedi Yayınevi’nin sahibi Haluk Hepkon, “Gerekirse elle yazar yine basarız” o kitabı diyor ve gelinen noktanın ne olduğunu Artı TV’de şöyle anlatıyordu:
“Geçmişte FETÖ’cülerin yayınevlerine doğrudan baskıları vardı. Kitaplar o dönemde daha basılmadan toplatıldı. Ama baskı doğrudan yayınevlerineydi. Şimdi geldiğimiz noktada matbaalara yapılıyor. Herhalde kâğıtçılara kadar varacak bu iş. Yakında birileri çıkıp ‘şunlara kâğıt satın, bunlara satmayın’ diyecek.”

Sonu yaklaştıkça AKP iktidarının siyaset yapma biçimi çirkefleşiyor, ülkeyi yönetme biçimi daha baskıcı bir hal alıyor. 

 
Anlaşılan o ki artık sözün bittiği yerdeyiz.
 
İşte yarattıkları Türkiye; matbaalar kitap basmaktan, noterler belge tasdik etmekten korkuyor.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Eflatun rengi karikatürler - NAZIM ALPMAN

İzmir Konak Belediyesi ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin birlikte düzenledikleri Eflatun Nuri Ulusal Karikatür Yarışması Ödül Töreni 11 Aralık 2017 pazartesi günü Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezinde yapıldı.
Uzun zamandır bu denli özenilmiş bir karikatür yarışmasına tanık olmuyorduk. Yarışmaya dört yüzü aşkın eser katılmıştı.
Açık söylemek gerekirse finali kalıp sergilen eserlerin pek çoğu da ödülü hak ediyordu.

•••

Yarışma için tema belirlenmişti: İfade ve basın özgürlüğü!
Bu alan karikatürün esip gürleyeceği bir parkur oluşturmuştu sanatçılar için… Onlar da konunun hakkını veren karikatürler çizip yollamışlardı.
Gelelim ödül törenine… Yarışmanın kürsü bölümü şöyleydi: 1. Engin Selçuk, 2. Hicabi Demirci, 3. Oktay Bingöl. Başarı ödülleriyse Mete Erden, Musa Keklik, Murteza Albayrak aldılar. Özel ödüller de Hilal Özcan, Yaşar Uçar, Hasan Ceylan, Önder Önerbay arasında paylaşıldı.
Eflatun Nuri Erkoç 1927 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu. Kuşağının pek çok ismi gibi o da maddi imkansızlıklar yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldı. Elli kuşağı olarak bilinen karikatürün temel direklerinden biri oldu. Eflatun Nuri meslek hayatının önemli bir bölümünü de İzmir’de geçirdi. 2008 yılında aramızdan ayrıldı.İzmir bu yarışma ile değerli sanatçıya karşı bir vefa abidesi dikmiş oluyordu.
Ödül gecesine damga vuran üç kadın vardı. Birincisi Konak Belediye Başkanı Hukukçu Sema Pektaş, yarışmanın fikir sahibi ve uygulama partneri İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Misket Dikmen ve ödül törenin sonundaki görkemli konseriyle izleyicilerini “başka alemlere” götüren büyük sanatçı Leman Sam.

•••

Ödül verecek olanlar arasına bendinizi de katmıştı organizasyon. Diğer başarı ödüllerini de Turhan Günay ve Işıl Özgentürk verdiler.
Geceyi de Sevinç Erbulak sunuyordu. O kadar sıcak ve içtendi ki, aile arasında havası oluştu. Babası (Elli Kuşağının en önemli çizerlerinden olan) Altan Erbulak benim Milliyet’te oda arkadaşımdı. Turhan Günay ise Altan Abi ile GırGır ve Fırt Dergilerinde yıllarca birlikte çalışmışlardı.
Turhan Günay ödülü verdikten sonra kısa bir Eflatun Nuri hikayesi anlattı.
Eflatun Ağabey (onu da tanıdım) ilkokula giderken öğretmeni “yarın şortla gelin beden eğitimi dersi yapacağız” diyor. Küçük Eflatun eve gelip durumu anlatınca herkes kıvranmaya başlıyor. Çünkü şort alacak para yok. Babaannesi çareyi buluyor. Paçaları lastikli uzun donlarından birini torununa veriyor, “al bununla idare et” diyor.

Ertesi gün beden eğitimi dersine sıra gelince herkes şortlarla ortaya çıkıyor. Hepsininki beyaz renkli sadece biri hariç… Bütün çocuklar ona dönüyorlar ve hep birlikte bağırıyorlar:
-Eflatuuuun!..
Meğerse babaanne donu eflatun renkliymiş!
Eflatun Ağabey bu hikayeden kendine efsane bir isim çıkartıyor. Adının başındaki Adil’i atıp Eflatun Nuri Erkoç olarak yoluna devam ediyor.
Konak Belediyesi İzmir’in sanat ve kültür ortamı bakımından en önde gelen işlerini yapıyor. Belediyecilik ile beton dökmek arasına böylesi incelikli bulvarlar döşüyor.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yaptırımsız açıklamalar… - L. DOĞAN TILIÇ

Ne yazık ki, dünyada işler “haklının güçlü” olduğu bir zeminde yürümüyor. Güçlüler de söylemekle yetinmeyip, sözlerinin arkasına eylemlerini koyuyorlar. Ne kadar “Dünya 5’ten büyüktür” derseniz deyin, siz söylediğinizle kalırken o 5’in 1’i sözünü eyleme dönüştürüyor.

Kuşkusuz, dünyanın bu adaletsiz işleyişini söylemek gerek. Sürekli söylemek! Ancak, söylemekle yetinip orada kaldığınızda sözün de bir hükmü olmuyor. O 5’in 1’ini bile yerinden bir milim kımıldatmıyor açıklamalarınız.

Dünyanın 5’ten büyük tarafında büyük sözler söyleyenler, sözlerini eylemle desteklemeyip yinelemekle kaldıkları sürece, en yüksek perdeden de konuşsalar, sadece söz enflasyonuna yol açıyorlar.

Bu satırlar yazılırken İslam İşbirliği Örgütü’nün (İİÖ) olağanüstü zirvesinin sonuç bildirgesi çıkmamıştı. Yine de, ne çıkıp ne çıkmayacağını biliyoruz! Zirvenin çağırıcısı Türkiye bunları önceden söyledi zaten.


Kudüs gibi İslam dünyasının “en duyarlı” olduğu konudaki zirveye İİÖ üyelerinin tümü katılmaz, katılanların tümü de en üst düzeyde temsil edilmezken, dönem başkanı Türkiye’nin istediği en sert sonuç bildirgesi çıkabilir: Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararı “yok hükmünde” sayılabilir ve 67 öncesi sınırlar içinde başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin tanınması çağrısı yapılabilir.

İsrail’in, Erdoğan’ın son zamanlarda gösterdiği haritaların da anlattığı gibi; Filistin topraklarını adım adım yutması, sonunda Kudüs’ü, Batı Yakası ve Gazze Şeridini işgal etmesi, Mısır’da Sina’yı, Suriye’de Golan Tepeleri’ni gasp etmesi sonrasında da çok söz söylendi. Sadece İslam dünyası değil, dünya, BM çok söz söyledi, kararlar aldı, açıklamalar yaptı. Bu sözler hiçbir zaman İsrail’e karşı ciddi yaptırımlarla birlikte gelmediğinden, harita Erdoğan’ın gösterdiği gibi, değişmeye devam etti.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, zirveden bir gün önce NTV’ye konuşurken, bir yaptırım kararı çıkıp çıkmayacağı sorusu üzerine “Yaptırıma karşıyız” dedi. “ABD’ye hangi yaptırımı uygulayacaksınız?” diye de güç karşısında “gerçekçi” bir çaresizlik ifade etti!

Yaptırıma karşıysanız, yaptırırsınız! Yaptırım uygulayamadıklarınız, sizin en sert sözlerinizi de nasılsa bir süre sonra unuturlar diye ellerinin kenarıyla itip, yaptıklarını yapmaya devam ederler!
Kuşkusuz, dış politikada gerçekçi olmak; yapamayacağınız şeyleri yapmaya kalkmamak gerekir. Yapamayacağınız şeyleri söylememek de gerekir! Yapamayacağınız şeyleri söylemek ancak sözün değerini, etkisini azaltır!

“İsrail bir terör devletidir” ağır sözdür. Bunu gerçekten söylüyorsanız; teröristle hiçbir ilişkinin olamayacağını bilerek davranırsınız. Bir terör devletini tanımazsınız; Irak Şam İslam Devleti’ni tanımadığınız gibi. Ekonomik, ticari, turistik, diplomatik, askeri ilişkileriniz, anlaşmalarınız olmaz. Bir devletle bu ilişkileri kurarken ona “terörist” diyorsanız, o sözün bir ağırlığı kalmaz.

Kudüs kararı nedeniyle ABD ve İsrail’e gerçekten tepki göstermek isteyen ülkelerin, söz ve açıklama ötesinde, kuşkusuz güçleri oranında, yapabilecekleri çok şey var.

İsrail’e; madem başkentiniz Kudüs deyip Tel Aviv’deki elçilikleri kapatmak ve tanınmadığınız Kudüs’e de temsilci göndermemek çok mu uçuk bir yaptırım olur? Ya da, mevcut ekonomik, askeri ilişkileri kesmek…

Trump’ın kararı bütün bir bölgeyi ateşe atacaksa gerçekten; Kudüs gerçekten şerefimiz, kutsalımız, harim-i ismetimiz (namus ocağımız) ve kırmızıçizgimizse ve ona dokunulduğunda da yaptırıma karşı olacaksak, kime, ne zaman, ne için sözden öte bir şey yapacağız?

Mahmud Abbas söylemekten öte bir adım attı işte; Kudüs kararından sonra bölge turuna çıkacak olan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’i kabul etmedi. İstanbul’da da somut yaptırımlar önerdi. İİÖ üyesi devletler, ortak açıklamalarında, misal “Kararınızdan dönüp Harim-i İsmetimizden elinizi çekene kadar hiçbir ABD yetkilisi ile görüşmeyeceğiz” diyebilecekler mi?

Bunlar yapılamadıkça dünya 5’ten küçük kalmaktan kurtulamayacak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Gerçekler Sarraf Davası, Man Adası; Hayaller Kudüs, Lozan - FATİH YAŞLI

Tam “hakikat” kamuoyunun ana gündemini oluşturmaya başlamıştı ki, bir kez daha Hızır misali “kurgu”ya sarıldılar. “Hakikat”le Sarraf Davası vesilesiyle görünür hale gelen rüşvet çarkını ve Man Adası belgeleri vesilesiyle toplumun haberdar olduğu off-shore bankacılığı üzerinden kaçırılan vergileri kastediyoruz. Bu iki mesele, rejimin ekonomi-politiğini muazzam bir şekilde sembolize ediyor: Rüşvet, yolsuzluk, paralel ekonomi üzerinden kendini finanse etme ve kendi zenginlerini yaratma, vergi yükünü toplumun alt sınıflarının, emekçilerin üzerine yıkma, hem yerli-milli edebiyatı yapıp hem de bu ülkeden elde edilen kazancın bu ülkede vergilenmesinden kurtulmak için kırk türlü yola başvurma…

 “Sarılınan kurgu” bu sefer Kudüs ve Lozan oldu. Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması elbette ki kurgu değil, hem Filistin hem de bölge üzerinde önemli etkiler yaratacak tarihsel bir karar. Kurgusal olan, İslamcıların İsrail’in kararına verdiği tepki. Kurgusal, çünkü İslamcılar ABD ve İsrail’in doğal müttefiki. Gerek petrol monarşileri gerek Türkiye İslamcılığı, bölgedeki anti-ABD ve anti-İsrail pozisyondaki rejimlerin yıkılması için yıllardır ABD ve İsrail’le birlikte hareket etmiş, yakın zamanda Suriye’yi yakıp yıkmak için el ele vermiş, şimdi ise olanca riyakârlıklarıyla güya ABD’nin bu ilanına tepki veriyorlar, muazzam bir oyunculuk, muazzam bir yalan performansı sergiliyorlar.

Lozan’a gelince… “Bir gündem değiştirme aparatı olarak Lozan”a artık hepimiz alıştık. Başın mı sıkıştı, gündem mi değiştirmek istiyorsun, hop atıyorsun ortaya bir Lozan, Misak-ı Milli tartışması, atıyorsun bir “Lozan hezimettir” yalanı, uyduruyorsun bir “Musul Kerkük bizimdir, Irak’ın yarısı, Suriye’nin dörtte üçü Abdülhamid’in tapulu malıdır” masalı, tüm medya bunu konuşmaya başlıyor, geriye kalan ne varsa hemen üzeri örtülüyor.

Bu gayet iyi bilindiğinden, Yunanistan gezisinde de aynısı denendi. Daha Yunanistan’a gitmeden havaalanında “Lozan güncellenebilir” demeci verildi, Yunanistan Cumhurbaşkanı’yla yapılan ikili görüşmede, basının önünde bütün diplomatik teamüller ve nezaket kurallarını hiçe sayan bir üslupla konu dile getirildi, on yıllar sonra gerçekleşen bu gezi iki ülke arasındaki ilişkileri yoluna koymanın bir vesilesi değil, iç kamuoyuna ve tabana yönelik bir  hamaset gösterisine dönüştürüldü. Oysa Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözülmesi için Lozan’ın güncellenmesine gerek duyulmadığı, bunun ikili görüşmeler ve yeni ikili anlaşmalarla çözümünün mümkün olduğu biliniyordu.

Hakikatin karşısına kurgunun çıkarılması, kurguya sarılma dedik ama bunun nesnel bir sınırının olduğunu, artık iktidarın bu sınırlara dayandığını, kitlesini genişletmekte de, mobilize etmekte de eskisi kadar başarılı olmadığını görmek gerekiyor. Kudüs meselesinin de Lozan spekülasyonunun da bir karşılığı var ama bu artık ancak tabanın kemikleşmiş, militanlaşmış kesimleri için geçerli. Gerçek hayat, yani pahalılık, geçinememe, borçlar, yoksulluk, zamlar, kendini daha fazla dayattıkça, yeni-Osmanlı fantezisiyle, hilafet hayalleriyle oyalanmak, bunlara sığınmak daha bir zorlaşıyor. Kudüs meselesine verilen tepkiye bakın mesela, onca propaganda aygıtına, onca çağrıya, onca seferberlik havasına rağmen sokakta bir avuç kişi dışında kimse yok.

Benzer bir durum iktidarın “Atatürkçülük hamlesi” için de geçerli. Sarraf davası üzerinden oluşacak basınca karşı “hayırcı” kitleyi tarafsızlaştırmayı hedefleyen bu hamlenin herhangi bir işe yaramadığı, toplumun en az yüzde ellilik kısmının meseleye hırsızlık ve rüşvet üzerinden baktığı, davayı bir milli dava olarak görmediği gözlemlenebiliyor. Yani iktidar partisi artık herhangi bir genişleyici ve kapsayıcı adım atamıyor, kendi tabanının kemikleşmiş kesimlerine doğru daralıyor, toplumsal rıza üretmekte hiç olmadığı kadar zorlanıyor.

Bu ise şöyle ilginç bir manzaraya yol açıyor: Muhalif toplum kesimleri, iktidara aktif bir direniş göstermese de, pasif bir duruşla, bir tür aldırmazlık ve bir tür kayıtsızlıkla, yani bir tür “apolitik politik tutum”la direniyor. İktidar tabanı ise aktif desteğini büyük ölçüde pasif desteğe dönüştürmüş durumda, yani muhtemelen sandığa gittiğinde AKP’ye oy vermeye devam edecek bir toplam, artık desteğini aktif bir şekilde, coşku ve hevesle sunmuyor, bir heyecan yitiminin söz konusu olduğu çok açık. Dolayısıyla toplumun ikiye bölündüğü ama iki tarafın da pasifizmi ve kayıtsızlığı tercih ettiği bir dönemden geçiyoruz.

“Pasif direniş”i aktif bir politik tutuma evriltmek, “pasif destekçiler”de ise soru işaretlerini artırmak, gedikler açmak, bugünün siyasi görevlerinden birini oluşturuyor. Bunun için ise kurgulara karşı hakikate ve hakikatin siyasetine daha fazla yüklenmek, daha fazla sahip çıkmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Eskişehir’e vefa ve yerel medyanın önemi - ÜMİT ALAN

Doğma büyüme Eskişehirli olmasam belki bu yazıyı daha coşkulu yazardım. Şimdi Eskişehirli olmanın bana yüklediği sorumlulukla biraz daha dikkatli yazmayı tercih ediyorum.

Benim talihsizliğim, Yılmaz Büyükerşen’in yarattığı mucizevi değişimin meyveleri alınırken iş gereği İstanbul’a yerleşmek zorunda kalmak oldu. Yine de her fırsatta gittiğim memleketime bir gün geri dönebilme hayalini diri tutmaya çalışıyorum. Hemşehrim Haydar Ergülen, Eskişehir’e vefa borcunu fazlasıyla ödeyenlerden. BirGün Pazar’daki Eskişehir’e kurulması planlanan termik santralla ilgili yazısı da çok güzeldi. Termik santralın zararlarıyla birlikte Eskişehir’in edebiyattaki yerine de değinen Ergülen kendisini pek anmamış. Kendisi Eskişehir için çok kıymetlidir. Bana kalırsa, kendisinin Eskişehir Ekspresi’nin kaldırılmasının ardından Radikal gazetesine yazdığı “Ne zaman Gitti Tren” yazısı benim için Eskişehir hakkında yazılmış en güzel metin. Şimdi değil Eskişehir Ekspresi, Haydarpaşa’dan kalkan tren yok artık. Avrupa yakasında oturanlar için 1 ila 2 saate varan uzaklıktaki Pendik’te metro istasyonu misali bir yerden kalkan hızlı trene yetişirsek ne âlâ. Oysa biz bir Haydar Ergülen dizesine sığınıp “Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara gittim geldim düz coğrafya” diye bir parça yavaş da olsa gidip gelmeyi çok severdik. Bu kişisel detayı neden yazıyorum? Çünkü “yenilik” diye “çağın gereği” diye sunulan her şey her zaman mantıklı değil. Enerji üretiminde daha çevreci yollar varken “termik santral” ısrarı da öyle.
Peki Eskişehir’e termik santral meselesi bu kalabalıkta medyada gündeme gelir mi?
Gelirse nasıl gelir, gelmeli? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun asıl konusu bu.

İş siyasi çekişmeye dönerse
Eskişehir yerel basınının deneyimli isimlerinden Sakarya gazetesinden Ali Baş, oldukça önemli bir noktaya değinmiş ve konunun “siyasi çekişme” haline gelmemesini temenni etmiş. Çünkü diyor ki, bir taraf ısrarla “yaptırmayız” derse bir başka taraf, “nasıl yaparız gelir görün” der ve olan Eskişehir’e olur. “Amaç gerçekten “Eskişehir”i, “halkı” ve “doğayı” önemsemekse, daha yapıcı ve uzlaşmacı bir dil kullanılması gerekiyor” diyor Ali Baş ve Eskişehir’in “Enerji üretimine” karşı olmadığını “yeşil enerji” örneğiyle açıklıyor. Eskişehir’de sahiplerinin “FETÖ ilişkisi” nedeniyle ele konulan ve artık tam kapasite çalışmayan başka bir termik santral olduğunu da yine Ali Baş’ın yazısından öğreniyoruz. Baş, kurulması planlanan bölgede tarımı öldürecek termik santral yerine çıkarılacak kömürün Eskişehir’in başka bir yerinde zaten var olan bu eski santrale taşınarak kapasitesini tam kullanmayı öneriyor. Öneri mantıklıdır, değildir ama her halükarda bir sorumlu gazetecilik sorusudur ve tartışılır.

Yerel medya ve sorumluluk
Daha da önemlisi meselenin ulusal ölçekte bakınca salt bir “siyaset” meselesi olarak büyük resme yuvarlandığını görürken, yerel gazetecinin çözüm için endişelendiğini görüyoruz. Çünkü orada yaşıyor. Memleketin genel havası gibi bir kutuplaşmaya dönerse kaybedenin kendisi olacağını hissediyor. Şunu da itiraf etmek gerek, okur olarak yerel medyayı ne kadar izliyoruz?
Örneğin; ben Eskişehirli olmasam ve arada memleketimde neler oluyor diye göz atmasam meselenin diğer boyutlarını görecek miyim?
Hayır.
Evet, Eskişehir’de yeni bir “termik santrale” sonuna kadar hayır.
Evet Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir mucizesine yazık etmeyelim. Zira 24 yaşına kadar Eskişehir’de yaşamış şahsıma, Eskişehir bir gün turizm kenti olacak deseniz, “Agam bizimle eğleniy” cevabını alırdınız lâkin sonuç ortada. Tüm Türkiye’ye örnek olacak bu şehri korumak da önemli. Bu yüzden meseleyi tartışırken Eskişehir’e ve doğasına zarar verecek bir çekişme seviyesine taşımamak önemli. Bunun için de ulusal medyayla yerel medyanın işbirliği daha önemli. Hem ne diyordu o eski yazıda Haydar Ergülen; Eskişehir Ekpresi’ni geri verin, yollarımızı geri verin, turnalarımızı geri verin, o trenle birlikte seferden kalkan bahar derelerimizi, güz renklerimizi, yağmurlu gözlerimizi, hayallerimizi, annemin ve babamın bizi bekleyen çiçekli bahçesini, yeğenimin İstanbul’a gelişini, bizi uğurlayışını, kardeşlerimle birlikte bizi büyüten taşramızı, sanki taşra bir ev ve onun içinden geçen tren seslerini, bayramları, buluşmalarımızı geri verin!

Ümit Alan / BİRGÜN

Satış sırası lojmanlara geldi - KADİR SEV

Yıllardır, Maliye Bakanlığı; Özelleştirme İdaresi; İl Özel İdareleri; İl ve İlçe belediyeleri, hiç durmaksızın kamu taşınmazlarını satıyor. Kent merkezlerinde neredeyse hiç kamu arsası kalmadı.
Eskiden boş ya da nüfus yoğunluğu çok az olan kamu taşınmazlarının yerlerinde şimdi gökdelenler, AVM’ler yükseliyor.

Kapitalizmin kâr açlığı yüzünden kentler tüketiliyor. Dikkat çeken son marifetleri Ankara’da ODTÜ ormanının yok edilmesiydi.

Kentler bu denli sıkıştırılırsa ne yol yeter ne oksijen. Para babalarının çıkarlarını bir yana bırakmadan bulunacak her çözüm, kaçınılmaz olarak yeni sorunların kaynağını oluşturacaktır.
İnşaattan beslenenler, kent merkezlerinde artık ucuz arsa bulamaz oldular. Bu durumdan yakınıyorlar ve Devletin çözüm üretmesini bekliyorlar.

Kasım/2017 ayında Mecliste kabul edilen 7061 sayılı torba Yasada, onların bu zor durumları için düzenlemeler yapıldı. Betonun prenslerine ucuza kamu lojmanlarını satacaklar, onlar da yıkıp yerlerine yenilerini yapacak; böylelikle katma değer yaratıp ülkeyi kalkındıracaklar.
Meclise sunulan tasarıda, on yıldan eski olanların satılması öngörülmüştü. On yıllık yapı, her ne kadar eski sayılmasa da hiç olmazsa iyi kötü bir ilke öngörülmüş diye avunuyordunuz. Komisyonda ve Genel Kurulda soranlara, eskidiği için satılması gerektiğini söyleyip durdular. Ancak, on yıl koşulu el çabukluğu ile çıkarılarak yasalaştırıldı.

 Eskidiği gerekçesi zaten aldatmacadan ibaretti. Asıl amaç; “kamu taşınmazlarının ekonomiye kazandırılması” sözleriyle formüle ediliyordu.

Kamuda, 50 bini birkaç yıl içinde satılabilecek, yaklaşık 240 bin kamu konutu olduğu belirtiliyor. Üç bin adedinin önümüzdeki yıl satılması hedeflenmiş. Lojman satışlarından 2018 yılında 500 milyon lira gelir bekliyorlar.

Yasada, elde edilecek gelirin bütçeye ödenek kaydedilip, lojman almak ya da yaptırmak amacıyla kullanılması öngörülüyor. Eldekini satıp yenisini alacaklar. Bu buluşu Zihni Sinir bile kıskanırdı.
Memurları da düşünüyoruz diyebilmek için olsa gerek, kamu konutlarında oturanlara öncelik verdikleri algısı oluşturmaya çalışmışlar. Oysa yöntemlerinin hiç gerçekçi olmadığı hemen görülebiliyor.

Kat mülkiyeti kurulmamış olanlar, tapuda arsa görünüyor. Bunla,r üzerlerindeki yapılarla birlikte bütün olarak satılmak zorunda. Yani memurlara göre değil.

Kat mülkiyeti kurulmuş olanlar ise tek tek satılmak üzere ihaleye çıkılacak. İçinde oturanlar ihale sonucunda oluşan fiyatın %10 eksiğini verirlerse satın alabilecekler. Taksitle alabilmek olanağı da tanınıyor. Sayıları çok olmasa da alabilecekler elbette çıkar.

Ancak satın alsalar bile sahip olamazlar.

Yapılan düzenlemenin asıl amacının kent merkezlerinde yeni binalar yapmaları için yüklenicilere ucuz arsa bulmak olduğunu unutmayalım. Kamu konutlarını satın alan rant avcıları, onların kapısını çok geçmeden kentsel dönüşüm dayatmasıyla çalacaktır. Kabul edip etmemeleri hiç önemli değil. Çünkü kentsel dönüşüme ilişkin olan yasal düzenlemelerle inşaatçılara öylesine olanaklar tanınıyor ki; kabul etmeyenler olursa kolluk gücüyle çıkartırlar.

Kamu konutları denildiğinde Saraçoğlu Mahallesinden söz etmemek olmaz.
AKP İktidarları, Saraçoğlu Mahallesi üzerinde yıllardır büyük bir tehlike oluşturuyor.
1944-45’li yıllarda lojman olmak üzere ve araya hiçbir yüklenici sokulmadan, kamu personeli eliyle yapılan; çağdaş şehircilik anlayışının geliştirilmesi iddiası taşıyan, Saraçoğlu mahallesi üzerindeki rant baskıları giderek artıyor.
Gizlemeye çalışıyorlar ama lojmanların satılmasının öngörüldüğü düzenlemenin Saraçoğlu’nu ilgilendirmemesi düşünülemez.
Altyapısını da şimdiden oluşturdular bile. 17 Ağustos 2017 tarihinde yayımlanan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla; “gayrimenkul satış vaadi ve arsa payı karşılığında hasılat paylaşımı esasına göre inşaat sözleşmesi yapılmak suretiyle değerlendirilmesi” amacıyla Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş’ne devredildi.
Yasanın görüşülmesi sırasında Maliye Bakanına, Saraçoğlu Mahallesini de satacak mısınız? Diye sordular; “… bütün binalar tescilli yapıdır, tescilli sit alanıdır orası…satılamaz, yıkılıp yerine yenileri de yapılamaz” sözleriyle yanıtladı.
Bakanlar Kurulu Kararı hatırlatılınca da “o genel bir ifade” deyip işin içinden çıktı.

Biraz daha sıkıştırılınca da yerin altında bir kongre merkezi ile butik otel yapacaklarını söyledi.
Yalanlarla yönetilmekten usanmadık mı?

Kadir Sev / SOL

AKKUYU ( I-II ) - ÇİĞDEM TOKER

Akkuyu’da Rusya’dan manidar hamle.(I)

Pazar günü, Rosatom’un (Rusya Devlet Nükleer Enerji Kurumu) Twitter hesabından Mersin’de çekilmiş bir fotoğraflı mesaj paylaşıldı.
Sınırlı inşaat iznine dayanılarak Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nda (NGS) hazırlık nitelikli inşaat çalışmalarının başladığını haber veriyordu bu mesaj.
Fotoğrafta; Rosatom Başkanı Aleksey Lihaçev, Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez, kasketli bir Mersinli köylü (muhtemelen Akkuyu’nun yapılacağı Gülnar’dan), 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu, kırmızı büyücek bir butona ellerini üst üste koymuş.
An önemli: Zira politik propaganda amaçlı temel atmaların, günümüzdeki simge aracı olan kırmızı butona basılınca beton dökülmüş olacak.
Rosatom mesajında şöyle diyor:
“Umuyoruz ki, ana inşaat lisansını da 2018 ilkbaharında alırız.”
Söz ettiğim fotoğrafın iki okuması var:
- Algı ve meşruiyet: Adlarını bilmediğimiz Mersinli köylü ile küçük çocuk, temel atma karesine dahil edilerek nükleer gibi tartışmalı bir projeye meşruiyet devşiriliyor. Rosatom, bize “Yörenin geleceği için iyi bir şey yapıyoruz” diyor.
- Diğer yandan da fotoğraftan yansıyan temsil düzeyi, bazı şeylerin o kadar da yolunda gitmediğini gösteriyor sanki.
20 milyar dolar proje bedeli, 40 yıllık ana lisansı ve 100 yıla yayılması planlanan ömrüyle Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük projesi olan Akkuyu NGS’deki bir temel atma törenine şirket başkanı ile bakanlık müsteşarı katılmış. Türkiye’den ve Rusya’dan hiç enerji bakanları yok. Neden acaba? 
Rus CEO denetimde de söz sahibi
Bu soruyla ilgili olabilecek iki önemli gelişmeyi buradan duyuralım.
İki hafta önce “Akkuyu’da Rusya denetimi” başlıklı yazımda Rosatom’un Akkuyu NGS’ye katılacak 3 Türk firmasını denetlettiği bilgisi yer aldı. Neredeyse siyasi atama gibi bir kararla bu projeye dahil edilen Cengiz-Kolin/ Kalyon (CKK) ortaklığını, Baker Tilly Russia adlı uluslararası denetim şirketi denetleyecekti. Fakat bu süreç başlar başlamaz, üç Türk şirketinden ikisinin bu denetim sürecinin başında konsorsiyumdan çekildiği belirtilmişti. Ulaştığım sınırlı bilgilere göre; uluslararası ölçekte aranan kriterlere sahip olunmadığı tereddüdüyle, bu çekilmenin “denetlenmeme” motivasyonuyla yapıldığı güçlü bir olasılıktı.
Son gelen haberler ise; Rusya’nın devlet kuruluşu olarak, denetim ihalesini yapmış olan Rosatom’un, bu süreci “dondurduğu” yönünde.
Bu ilginç kararın nedenini merak ederken, Akkuyu A.Ş’nin ticaret sicil gazetesinde yayımlanan son kararı, meseleyi biraz olsun aydınlatacak farklı bir pencere açtı.
Akkuyu Nükleer A.Ş’nin 7 Aralık, yani bundan dört gün önce yayımlanan kararı, projeye finansman getirip ortak olacak Türk şirketlerini yakından ilgilendiren son derece çarpıcı bir yeni gelişmeyi haber veriyor.
Akkuyu A.Ş. yönetim kurulu, şirketin ana sözleşmesindeki denetimle ilgili maddeyi değiştirecek. “Denetleme Kurulu” başlıklı 24. maddeye göre, hali hazırda şirket CEO’su denetim kurulu üyesi olamıyor. Bu maddede açık açık “CEO hariç” diye bir ibare yer alıyor. 25 Aralık’ta yapılacak olağanüstü genel kurul ile ana sözleşme değiştirilecek ve
“CEO hariç” ibaresi cümleden çıkarılacak.
“Yönetim Kurulu üyeleri aynı zamanda denetleme kurulu üyesi olabilir” ifadesi sayesinde şirket CEO’su Yuriy Fedorovich Galanchuk, Akkuyu A.Ş. ile ilgili kritik bir yetki ve gücü de üstlenecek. Zira ana sözleşmeye göre, denetim kurulu üyeleri, şirketin bütün belgelerine sınırsız erişim hakkına sahip.
Soru ise şu: Yeni madde, hukuksal sözleşmesi hâlâ kesin olarak açıklanmayan üç Türk şirketinin de Rus CEO tarafından denetlenebileceği anlamına mı geliyor?
Akkuyu A.Ş’deki bu denetim operasyonuna, uluslararası şirket denetimi kesintiye uğradığı için mi ihtiyaç duyuldu?
Kim bilir belki, bu ve diğer soruların yanıtları bu satırlar yazılırken beklenmekte olan Putin’in Ankara ziyaretinin ertesinde ortaya çıkar.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET (12.ARALIK.2017)


                                                                         
Akkuyu’ya yeni şirketler (II)

Üreteceği elektriğin kilovatsaatini, Türkiye’ye 12.35 sent’ten satacak olan Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS), 20 milyar dolar proje bedeli, 49 yıllık yatırım süresi ve enerji satış anlaşmasıyla, Cumhuriyet tarihinin en büyük yatırımı.
Bu ölçekteki bir proje, ülkemizin geleceğini hepimizin sandığından çok ilgilendiriyor. Sadece güvenlik açısından değil, siyaset, diplomasi ve hukuk alanında da. Fakat Türkiye’nin ve toplumun geleceğini birden fazla alanda ilgilendiren bu ölçekteki bu projeyle ilgili gelişmeler, farklı nedenlerle hak ettiği ölçüde tartışılmıyor.
Ankara merkezli bir şirket olan Akkuyu Nükleer A.Ş’de yakın zamanda alınan bir kararı dün aktarmıştım.
Milletlerarası anlaşma uyarınca yüzde 51 hissesi Rusya’da bulunan şirketin, olağanüstü toplantıya gitme ihtiyacı duyması aslında hepimizi ilgilendirmeli.
25 Aralık’ta yapılacak olağanüstü genel kurulda ana sözleşme değiştirilecek.
Konu, denetim maddesi. Halihazırda şirketin yönetim kurulu üyelerinin denetim kurulunda da üye olmasına bir engel yok. Ama “CEO hariç” istisnası var. İşte yılın son haftasında yapılacak değişiklik ile bu önemli ibare metinden kaldırılacak.
7 Aralık 2017 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlanan değişiklik metni şöyle: “Denetleme Kurulu üyeleri, şirket hissedarlarının teklifi üzerine yönetim kurulunca onaylanır. Yönetim kurulu üyeleri aynı zamanda denetim kurulu üyeleri olabilir. Şirket çalışanları denetleme kurulu üyesi olamaz. Denetleme kurulu, faaliyetlerinde yönetim kurulu tarafından onaylanan Denetleme Kurulu Yönetmeliği’ne uygun olarak hareket eder. Denetleme kurulunun tüm üyeleri, yetkileri kapsamında faaliyetlerini yerine getirmek amacıyla, Şirket’in tüm belgelerine sınırsız erişim hakkına sahiptir.”

***

Akkuyu A.Ş’nin CEO’su ile birlikte diğer yönetim kurulu üyelerinin tamamının denetim kurulunda yer alması, şirketin yüzde 49’a kadar Türk şirketlerden oluşabilecek ortaklık yapısını doğrudan etkileyecek. Rusya açısından projenin finansmanına Türk şirketlerden katkı yapılması hayati önem taşıyor.
Düne kadar, Akkuyu A.Ş’nin yüzde 49’unun hissedarı olacağı açıklanan CKK (Cengiz Kolin, Kalyon) ile henüz hissedarlık sözleşmesinin yapılmamış olması, bu alandaki mali sorunların henüz aşılamadığına işaret ediyor.
CKK’nin Akkuyu’ya ortak olacağının açıklanmasının üzerinden altı ay geçti. Bugüne dek sözleşmenin hâlâ imzalanmamasının, Rosatom’un CKK üzerinde başlattığı denetim süreciyle bağlantılı olduğu vurgulanıyor.
Bu çerçeve içinde Rusya Devlet Nükleer Enerji Kurumu Rosatom Başkanı Aleksey Lihaçev’in son demeci tablodaki sorunları üstü kapalı da olsa doğruluyor.
Lihaçev, Akkuyu NGS’de hisse sahibi olmak isteyen Türk şirketlerine yenilerinin eklendiğini haber veriyor. Normalde “olumlu” algı yaratması beklenen bu gelişmenin ülkemizdeki hiçbir resmi kaynak tarafından açıklanmaması ilginç. Lihaçev, Akkuyu’nun yüzde 49’unun hangi şirketlere satılacağı konusunda ise “Kamuoyuna açıklama yapamam” diyor.
Daha önce nihai anlaşmanın 2017 sonuna kadar imzalanmasının hedeflendiği belirtilmişti. Şimdi temel soru: 25 Aralık’taki olağanüstü genel kurulun ardından Akkuyu NGS’deki hissedarlık sözleşmesinin, yıl bitmeden imzalanıp imzalanmayacağı. Bu soru henüz cevaplanmamış olsa da Rusya’nın, 20 milyar dolarlık bir dev projede, Türk şirketlerine yönelik denetim gücüne sahip olma niyeti açıkça görünüyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET (13.ARALIK.2017)

 

 

Milli eğitim sorunu - ÖZGÜR MUMCU

Gülen cemaati iktidarın da büyük katkılarıyla devlet aygıtının her köşesine yerleşti ve neredeyse ülkeyi ele geçirecekti. Çocuk yaşta devşirilen cemaat üyelerine çeşitli çıkar ilişkileri sebebiyle cemaatle ortak hareket edenler de katıldı. 
Gülen cemaati, AKP döneminde iyice hız kazanan 40 senelik bir operasyonu tamamına erdiremedi. Ancak diğer tarikat ya da cemaatlere bir yol haritası da vermiş oldu. Yeterli zamanı ve adanmışlığı olan dini yapılanmalar, Türkiye’nin bütün kurumlarına hâkim olma ihtimalleri olduğunu biliyor. Elbette bu hepsi için geçerli değil. Ancak demokrasiyle ilgisi olmayan, inandığı değerleri memlekete hâkim kılmayı ilahi bir görev bellemiş cemaat ve tarikatlar da vardır. Bunların Gülen’in başaramadığını başarmak için heveslenmediğini kim söyleyebilir? 

15 Temmuz’dan sonra devlette liyakatin esas olacağı çok dile getirildi. Gelgelelim gidişat bunun hayata geçirilmediğini gösteriyor. İktidar sırtını tarikatlara dayamış durumda ve tarikatlar Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar siyasetin belirleyicisi. 


Gülen cemaatinin insan devşirme yöntemi eğitimdi. Mevcut iktidar da eğitimi dincileştirip tarikatlaştırarak benzer bir yol tutmuş durumda.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın evlerde dini sohbet projesinin cemaatin sohbetlerinden yöntemsel nasıl bir farkı var? 

Okulların teker teker imam hatipleştirilmesi yetmedi, çocuklar evlerinde de rahat bırakılmıyor.
Dün Cumhuriyet’te yayımlandı. Ne idüğü belirsiz, başında AKP’li bir belediye başkanının bulunduğu Medeniyet Yolcuları Vakfı adında bir kuruluşun sağladığı materyallerle, okul saatleri dışında evlerde dini sohbetler yapması planlanmaktaymış.


Materyaller de şahane. Cumhuriyetin kuruluş dönemini yerden yere vuran, Atatürk düşmanı sohbetler öngörülmüş. Yetmezmiş gibi bu dini sohbetler açıkça bir parti propagandası da içeriyor ve bunu devletin memurları eliyle yapıyor. Mesela şöyle bir sohbet konusu var: “AK Parti’nin kuruluşuyla birlikte Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın milletimiz, İslam dünyası ve tüm gönül coğrafyamız için ortaya koymuş olduğu destansı mücadele.” 


Cemaat, tarikat, siyaset, ticaret anahtar kelimeleriyle bir tek parti devleti kuruldu. Devletin memurları bir partinin propaganda memurları haline getirilmiş. Sabah akşam dinci bir eğitime maruz kalan çocuklara artık evlerinde de rahat yok.


Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’li belediye başkanlarının vakıflarının müfredatıyla bir siyasi partinin genel başkanını öven ev sohbetleri düzenlemeyi bir eğitim faaliyeti mi zannetmektedir? Uluslararası bütün testlerde Türkiye yerlerde sürünüyor. Memleketin eğitim sistemini böylesine itibarsızlaştırmış, ülkenin geleceğini çalan bir bakanlık bu. 


Milli Eğitim falan denmez artık. Bu bakanlık AKP’nin ve onun dayandığı tarikatların kendine militan devşirmek için kullandığı, devlet bütçesinden nemalanan milli bir sorundur.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Putin’in dansı - CEYDA KARAN

Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya Federasyonu ile ilişkilerde ya ‘kara’ yahut ‘pembe’ tablolar çizmek pek moda oldu. Ya ‘Ruskarşıtı’ yahut ‘Rusçu’ olma halleri ‘doğal’ addediliyor. Birileri, Rusya’yı ‘silah’ olarak görüp ‘Batılılar bize yamuk yaparsa Avrasyacı oluruz, görürler günlerini’ silahını çekmeye hevesli. Birileri ‘Ay, Rusya’ya yakınlaşıyoruz, şimdi otoriter olduk/olacağız’ buyuruyor. Her seferinde bir heyecan dalgası.
Aslında belki bir şekilde Soğuk Savaş’tan kalma geleneksel bakışların tezahürü. Türkiye’yi ‘yöneten’ zihniyetin olduğu kadar, ‘yönetemeyen’ zihniyetlerin de sürekli Moskova’dan ‘atımlık barutlar çıkartmak’ gayretleri bitmiyor.
***

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in son ziyaretinde de durum farklı olmadı. Siyasal İslamcı iktidar, Rusya ile ilişkilerden bağımsız olarak kafa kafaya geldiği Batı’ya Putin’i gösterip ‘rest çekti’. Bu kez alt başlıkta Suriye ve S-400’ler, üst başlığa ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü ‘İsrail’in başkenti’ olarak tanıması konuldu ve “Rusya ile aynı sayfadayız” sunumu yapıldı. Karşıt cephe nakaratını tekrarladı. Tuhaf nedensellikler ve tuhaf çıkarımlar. 

***

Hakikatte, Putin’in ziyaretinin ‘yakınlaşmayla’ filan alakası yok. Putin bu hafta Rusya’da martta düzenlenecek başkanlık seçiminde adaylığını açıklamadan önce Ortadoğu’da ‘Rus dansı’ yaptı. Bir güne üç ülkeyi sığdıran ziyaretini, Rusya’nın Ortadoğu’daki pozisyonunu ‘pekiştirmek’ üzere gerçekleştirdi. Ankara’nın ‘kanlıları’ Suriye ve Mısır ziyaretin asıl odaklarıydı.
Moskova, Suriye politikası fiyasko olmuş Ankara’yı politik çizgisine adım adım çekeli çok oluyor. Geriye Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne illa ki katılacak olan Suriye Kürtleriyle ilgili dosya kaldı. Akıbetini göreceğiz.
***

Ziyaretin esbab-ı mucizesi zaten Kudüs değildi. Nitekim Rusya lideri Kudüs konusunda ülkesinin Dışişleri kanalıyla yaptığı açıklamadaki tutumunu tekrarladı. Kudüs’le ilgili ilk açıklamayı da Ankara’da değil Kahire’de Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi eşliğinde yaptı.
Rus lideri İsrail-Filistin meselesinde BM kararları ve uluslararası hukuka atıf yaptı. Öncesinde atılacak adımların ‘yapıcı olmayacağı ve istikrara katkı yapmayacağını’söyledi. Kahire’de hem Filistin hem Ürdün lideriyle görüşerek ülkesinin olası arabuluculuk konumunu güçlendirdi. Ülkesinin, nisanda Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak bu meselede ‘ara formüle’ geçen ilk ülke olmasına rağmen…
Putin, zaten Kudüs’ü ‘Müslümanların davası’ olarak görmez, göremez, o sayfada olamaz. Bugün İstanbul’da yapılacak İslam İşbirliği Teşkilatı’nda Müslüman nüfusundan ötürü gözlemci olarak bulunan Rusya’nın ‘birlik’ beklentisi olduğunu hiç zannetmem. Rusya, İsrail’i ‘terör devleti’ olarak görmediği gibi İsrail ile Suriye üzerinde Türkiye’den çok önce geliştirdiği askeri-siyasi koordinasyon var.
Üst başlığı kenara koyun, Putin’in ziyaretinde ne Türk Akımı, ne Akkuyu, ne S-400’lerle ilgili ‘yeni bir şey’ işittik.
***

Aksine Putin’in, Suriye’ye savaştan sonra giden ilk devlet başkanı olarak Hmeymim Üssü’nde Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’la verdiği poz da, Mısır’da işin içinde Libya’nın da bulunduğu ekonomik ve askeri/güvenlik ilişkisinin tesisi çok daha mühim.
Hmeymim’de ‘Suriye’den çekilme’ açıklaması önem taşımıyor, aslolan ‘IŞİD’in bir hilafet devleti olarak varlığına son verildiği Suriye’deki zaferi’ sergilenip daimi konuşlanma mesajı.
Mısır’da ise dört senedir milyarlarca dolarlık Rus silahı, saldırı jeti ve helikopteri satın almış El Sisi ile hem Suriye’deki ‘çatışmasızlık bölgesi ortaklığı’ pekiştirildi hem de Libya’daki radikal İslamcı teröre karşı ortaklaşılan Kuzey Afrika cephesi için ‘yeni sayfa’ açıldı. O sayfada Akdeniz’de yeni askeri üsler, Süveyş’te özel ekonomik bölge ve yatırım projeleri, nükleer santral ve doğalgaz işbirliği var.
Suriye ve Irak’ta IŞİD dosyasının kapanmakta olduğu, İran ve Hizbullah’ın Filistin davası üzerinden İsrail’i ‘hedefe koydukları’ bir dönemde, Rusya politikalarını ‘başrol’ yanılgısından çıkarak izlemek lazım.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Türkiye Suudi Arabistan olur mu? - ORHAN GÖKDEMİR

Aslında soruyu tersinden sormak gerek.
Suudi Arabistan Türkiye olur mu?
Zira Türkiye hızla İslami bir rejime geçerken, Suudi Arabistan sıktığı dizginleri gevşetmeye çalışıyor. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ılımlı İslam’a döneceklerini, “aşırıcılığı” yok edeceklerini söylemesi bunun işareti. İslamcı radikalizmden desteği çekecekler, kadınların otomobil kullanmasına, sinemaya gitmesine izin verecekler.
İddiaları böyle.
Hatta "Vizyon 2030" kapsamında Kızıldeniz'de 50 ada ve koyda lüks turizm merkezleri kurmayı planlıyorlar. O bölgelerde, kadınlara yönelik örtünme zorunluluğunun kaldırılabileceği iddia edildi. Bir tür “şeriatsız bölge” oluşturacaklar özetle. Hâlbuki bizdeki “Vizyon 2023” ülkeye tam tersini vadediyor.
Yani Türkiye Suudi Arabistan olana kadar Suudi Arabistan’ın yaptığı reformlarla Türkiye olma ihtimali var.
Evet, Suudi Arabistan Türkiye olur, hem de çok kolay olur. Ufak tefek düzenlemeler gerekli bunun için.
Bazılarını sıralayayım:
Suudi Arabistan’da imam, müezzin gibi din görevlilerine devlet bütçesinden maaş ödenmiyor. Çünkü Allah için yapılan işlerin karşılığında para alınması ayıp sayılıyor. Hatta onlarda Diyanet İşleri de yok. Din görevlilerini maaşa bağlayıp başlarına da bir Diyanet İşleri Başkanı atamalılar.
Suudi Arabistan’da türbe ve yatır yok. Çünkü böyle şeyler, cahiliye döneminden kalma gericilik ve putperestlik sayılıyor. Hemen türbe ve yatırlar yaptırmalılar. Halifelerin evlerini ihya edip, para karşılığı ziyaretine izin vermeliler. Böylece hem inşaat sektörü canlanır, hem de turizme hareket gelir.
Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif gibi kutsal eşyaları da yok Suudilerin. Hâlbuki bunların membaında oturuyorlar. Biraz şeyh, mürit, cemaat bulmalılar. Okunmuş terlik, cehennemde yanmayan kefen işine de girdiler mi sen sağ ben selamet. Asıl fenası Suudilerin kız öğrencilerin eğitim gördüğü İmam Hatiplere şaşı bakması. Bence onların Türkiye olmalarının önündeki en büyük engel bu. Derhal kadından imam olmayacağı saplantısından kurtulup kız imam hatipler açmalılar.

***

“Ilımlı İslam”a dümen kıran Suudi Arabistan büyük bir kadın cehennemi. Kadınlar tepeden tırnağa örtünmek ve siyah giyinmek zorunda. Çalışmaları yasak, ülke kadın işgücünde dünyada sonuncu sırada. Tek başlarına taksiye binmeleri, otomobil kullanmaları yasaktı. Ilımlı bir adım atıldı, bunları yapmalarına kısmi izin verildi. Ama din polisinin soluğu enselerinde. Şeriata uygun davranıp davranmadıkları sürekli denetleniyor. Aile kısmı olmayan kafe ve lokantalarda oturmaları yasak. Kadın kasası ayrı olmayan lokantadan yemek sipariş etmeleri de. Yakınlarıyla gidebildikleri lokantalarda da peçe altından yemek ve içmek zorunda kadınlar. Toplu ulaşımı ancak bazı şehirlerde ve kısıtlı olarak kullanma imkânları var.

Yani kadının bir deve kadar bile hükmü yok. 2006 yılında 19 yaşındaki bir kadın yedi erkeğin saldırısına uğradı mesela. Tecavüz edildi. Kadına tecavüzcülerle birlikte olmak suçundan kırbaç ve hapis cezası verildi. 2002’de Mekke’de kız öğrenci yurdunda çıkan yangında erkek itfaiyecilerin binaya girmesine izin verilmeyince 15 kız öğrenci yanarak can verdi. Öylesine bir sapkınlıktır inançları.

Şimdi ipleri bir parça gevşetiyorlar. Bu ip gevşetme eylemi de “ılımlı İslam” adı altında alkışlanıyor “İslamofobik” Batı tarafından. Çünkü bol Petro-dolarları, ABD ve İsrail’le tuhaf ilişkileri var. Bu sayede Katar ve Türkiye’yi de kafalayıp Suriye’ye demokrasi bile götürmeye kalkışmışlardı. Girişimleri Mısır’da İhvan’a yarayınca vazgeçtiler, koalisyondan desteklerini, daha doğrusu Petro-dolarlarını çektiler. Ilımlı İslam’a kulaç atıyorlar şimdi. Sinemaları serbest bırakacaklar, film falan da çevirirler yakında.

Bizde henüz serbest sinemalar ama yakında sadece galası sarayda yapılanlara izin verecekler. Öyle bir eğilimleri var. Ömürleri vefa ederse… Demem o ki onların attığı her adıma biz de bir adım atarak karşılık veriyoruz. Onlar kadını özgürleştirmeye çalışıyor, biz kapatmaya, tutsak etmeye. Onlar bir adım ileri biz bir adım geri atıyoruz. Yakındır ortak bir noktada buluşuruz.

***

Suudilerin bu ılımlı dincilik aşkı nereden çıktı peki?
Gelen haberlere bakılırsa Veliahtın Riyad’daki “ılımlı İslam” açıklamasından yaklaşık bir ay kadar önce New York’ta İslam dünyasının her bir yanından yaklaşık 400 “âlim-kanaat önderi”nin katıldığı “Amerika ve İslam Dünyası İlişkileri” başlıklı bir toplantı düzenlendi. Toplantıda meşhur Kâbe İmamı Abdur-rahman es-Sudeys, “Amerika ve Suudi Arabistan dünyanın iki kutbu olarak dünyayı yönetiyoruz” dedi. Yani ABD’nin himayesinde İslam dünyasını onlar çekip çeviriyorlar. Bu rolün pekişmesi için aşırılıklardan vazgeçip biraz ılımlı görünmek gerekiyor. Buna “Sahve-Diriliş” hareketi demekteymişler.

Fakat gericilik toplumun dokusuna öyle nüfuz etmiş ki, bu sözde reforma bile kafa tutanlar var. “Diriliş”e direnme ihtimali olan 70 civarında “İhvani-Selefi” “âlim”i tutukladılar açıklamanın ardından.

Bizim İhvani-Selefi âlimler fena şüpheleniyor Suudilerdeki bu dirilişten haliyle. Onlara bakılırsa Suudilerin ilk hedefi İran. Böylelikle İran karşısında Batıya ılımlı mesajlar veriyorlar. Ama işin ucunun Türkiye’ye de dokunması ihtimali var. Böylece Türkiye katı İslam anlayışına yönelirken Suud’un ılımlılığa yöneldiği bir tablo oluşacak. Nitekim Trump’ın politikalarında etkili Steve Bannon, “Bizim için Türkiye İran’dan daha tehlikelidir” mealinde bir açıklama yapmıştı yakın zaman önce.

Zaten reis mesajı hemen aldı, "İslam'ın ılımlısı ılımsızı olmaz, İslam tektir" dedi. Hâlbuki biliyoruz ılımlısı da var, radikali de. Yıllar önce, Necmettin Erbakan bir “ılımlı islam” tarifi vermişti mesela. Şöyle bir şeydi;
"Ilımlı ne demek?
Cihat şuuru olmayacak. Düzene karışmayacak. Yahudi kölesi olacak. Ama namaz kılacak, oruç tutacak. Düzeni Yahudi tanzim edecek. Sen Yahudi'ye ödeyeceksin her bir şeyin bedelini... Düzene karışmayacaksın... Haa namaz kılacakmışsın, kıl!" Hocanın öngörüsü doğru çıktı mı, çıktı. Namaz var, oruç var ama sömürü de, zulüm de, emperyalizme biat de var… Kısaca “Ilımlı İslam” diyoruz. Ama sonsuza kadar ılımlı kalacak değil ya. Katılaşır yeri gelince. Ülkenin önüne sereceği olanakların farkındayız, Türkiye Suudi Arabistan olur mu, araştırıyoruz!

***

Dedik ya, membaında oturuyor adamlar. Onlardan iyi bilecek halimiz yok. Nedir Suudi İslam’ı? Petrol artı Muhammed ibn el-Vahhab…
Yıl 1744. Reformist din âlimi Muhammed ibn el-Vahhab, hedeflerine ulaşmak için güçlü bir kabile lideri olan Muhammed bin Saud'un himayesine ihtiyaç duymuştu. Anlaştılar. İttifaktan her iki taraf da fayda sağladı. Vahhab inancını yaydı, Saud da etki alanını genişletti. Vahhabilik böyle ortaya çıktı. Esası “sade” bir çöl İslamı'ydı
Yıl 1938. Amerikalı madenciler Suudi Arabistan'da büyük ölçekli petrol yatakları buldu. Bu keşif Vahhabilik için Muhammed ibn el-Vahhab’tan daha büyük bir etki yarattı. Sınırsız Petrol geliri Ortaçağ artığı bu ucube yapıyı bir tür zombiye dönüştürdü. Böylece bugünün ARAMCO icadı petrol türevi Amerikancı İslam’ı ortaya çıktı.

Dinin Bağdat’ta, Şam’da uğradığı evrimi reddediyor Vahhabiler. Haliyle geride sadece bir çöl kabile kültürü kalıyor. Çölde kadın cehennemini yaratan iklim bu.

***

Türkiye Suudi Arabistan olur mu?
Ne bilelim biz?
Kendi kendine bir şeyler olmaya karar verip duruyor uzun zamandır. 2023’te olacaklar ne olacaklarsa.
Ama Suudiler şaşı bakıyor bizimkilerin bu çabalarına. Osmanlıyı da Müslüman olarak görmezlerdi zaten. Türbesi var, yatırı var, kız imam hatibi var, kutsal sakalı, mübarek hırkası var. Ramazanda elde sirke yatır yatır dolaşan mütedeyyin halkımız orada olsa doğrudan idam edilir. Suudi Arabistan'da sinemaya izin çıktı, seyrede seyrede Türkiye olurlar yakında. Bizdeki filmlerin galası sarayda yapılıyor, Suudi Arabistan oluyoruz usulca…

Kadınlar, çocuklar, yoksullar, emekçiler en altta ezilmeye devam ediyor o arada.
Ne diyordu Erbakan Hoca?
Düzene karışmayacaksın... Haa namaz kılacakmışsın, kıl!

Orhan Gökdemir/ SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...