Fiilen ve yasal olarak sınırsız yetkilerle donanmış Cumhurbaşkanı faizlerin düşürülmesini istiyor; sonuç alamıyor.
Niçin?
Kısa bir panoramayla açıklamaya çalışacağım.
Özal Becerdi; AKP Çaresiz…
Bilinenleri hatırlatayım: Turgut Özal 24 Ocak 1980 ile 1988 arasında ekonomi politikalarına damgasını vurdu. Neoliberalizmin sınıfsal işlevine öncelik verdi: 12 Eylül rejiminin ve yeni Anayasa’nın getirdiği imkânlar sonuna kadar kullanıldı; ücretler çarpıcı boyutlarda aşındı; ihracatta rekabet gücü desteklendi.
Bu stratejik politikanın ötesinde Özal, karmaşık konuları basite indirgemeyi severdi. Sık tekrarladığı bir slogan örnektir: Reel faiz, gerçekçi kur…
Bu sloganın “reel faiz” terimi, “rantiyelere (banka mevduatına) enflasyonu aşan faiz” kuralını içerir. 1980 öncesine bir tepki söz konusudur. Önceki yıllarda rantiyeler değil, üretken sermaye gözetilirdi. Mevduat faizleri enflasyonun gerisinde seyrederdi; krediler de bu sayede “ucuz” kalırdı.
Özal’ın “gerçekçi kur” ifadesi ise, “ihracatta rekabet gücü” önceliğini yansıtır. Basit bir kural izlenir: Döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyredecek; asla gerisinde kalmayacaktır. Rekabet gücü, böylece, hem reel ücretlerin düşmesi, hem de enflasyonu aşan döviz fiyatları sayesinde artacaktır.
İhracatçılara ikili bir nimet sunuluyor: Ucuz emek, pahalı döviz… Kredi faizleri ise enflasyonu fazlasıyla aşmaktadır; “pahalıdır”; banka sahibi olmayan, iç piyasalara dönük şirketler, finans sermayesine (bankalara, rantiyelere) yenik düşmüştür.
Özal, “reel faiz, gerçekçi kur” ikilisini başardı mı? Döviz fiyatlarına bakarsak evet…
TCMB’nin (iç ve dış enflasyon farklarını da dikkate alan) “reel efektif döviz kuru” istatistiklerinden hesaplayalım:1980-1988 arasında döviz sepeti yüzde 60,2 oranında reel olarak pahalılaşmıştır. Bu, TL’nin reel olarak %37,8 oranında değer yitirdiği anlamına gelir.
Turgut Özal’ın “gerçekçi kur” politikası başarılı olmuş; reel ücretlerdeki düşmeyle de desteklenerek Türkiye’nin rekabet gücünü yukarı çekmiştir.
Özal’ın enflasyonla mücadele davası yoktur. Yüksek enflasyon, ayrıca, ücretlerin aşınmasına da katkı yapmaktadır. Enflasyonu olduğu gibi kabul etmekte; hem faizlerin, hem de döviz fiyatlarının enflasyonu aşmasını sağlamaktadır.
Peki, bugünün güçlü Cumhurbaşkanı, faizler söz konusu niçin çaresiz kalmaktadır? Özal’ın hangi becerilerinden yoksundur? Yanıt: 1980-1988 arasında sermaye hareketleri denetlenebiliyordu. Neoliberal rejimin bu aşaması henüz gündeme getirilmemişti.
Yüksek bir devalüasyondan sonra dış ticaret rejimi kısmen serbestleşmişti. Buna karşılık Türkiyeli şirket, banka, rantiyelerin dıştan borçlanmaları ve ülke dışına servet aktarımları kısıtlı tutulmaktaydı. Ekonominin dış finansman gereksinimi büyük ölçüde resmî kredilerle ve doğrudan yabancı sermaye girişleri ile karşılanıyordu.
1989’da neoliberalizmin bir ileri aşamasına geçildi; sermaye hareketleri üzerinde kısıtlamalara son verildi. Dışa açılma genişledikçe siyasi iktidarın ülke içindeki seçenekleri sınırlanıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin bugünkü çaresizliğinin bir nedeni, Özal sonrasında gerçekleşen finans kapitale teslimiyeti (“serbest sermaye hareketleri” düzenini) devralması; benimsemesidir.
Koalisyonlar Becerdi; AKP Niçin Çaresiz?
1990’lı yıllarda Türkiye’yi koalisyonlar yönetti. İşçi sınıfı ve sendikalar Özal döneminin bölüşüm ilişkilerini tersine çevirdi; ücretlerdeki on yıllık gerileme kısmen telafi edildi. Sermaye hareketleri de bu ortamda serbestleşti.
İktisat derslerinde artık öğretiliyor: Sermaye hareketlerini serbestleştiren bir çevre ekonomisi, faizleri veya döviz fiyatlarını belirleyebilir; ikisini birden değil… Neoliberal modeli bir adım ileri taşıyan koalisyon hükümetleri, bu nedenle Özal’ın hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
1990-1997’de dört nala enflasyon yaşandı. Fiyat artışlarının yıllık ortalaması yüzde 78’dir. Hükümetler enflasyonu sineye çekti; döviz fiyatları hedeflendi; faizler bankalara (serbest) bırakıldı. Böylece TL’nin aşırı değerlenmesi ve rekabet gücünün aşınması önlenecek; ayrıca, döviz piyasalarında patlak verecek bir finansal kriz frenlenebilecekti.
Başbakan Çiller bir ara dövizlerle yetinmedi, faizleri de (aşağı çekerek) belirlemeye kalkıştı; cezalandırıldı: Sonuç, 1994 finansal krizidir… Hükümet hizaya geldi; sadece döviz kurunu hedefleme seçeneğine dönüldü.
Bu hedefin başarıldığı söylenebilir: TCMB’nin “reel efektif kur” istatistiklerine dönelim: 1997’de dövizin reel fiyatı, 1990 düzeyini yüzde 2,6 oranında aşmıştır. Yani, yedi yıl boyunca TL’nin reel değeri hemen hemen değişmemiş; rekabet gücünün bu açıdan aşınması önlenmiştir.
Biraz da bu nedenle Türkiye’nin 1990-1997 yıllarında toplam cari işlem açığının dolarlı milli gelire oranı yüzde 1’i aşmamıştır. Ağır, kronik cari açığın oluşması, yerleşmesi AKP’li yıllarda gerçekleşecektir.
Peki, koalisyonlar döneminde döviz veya faiz arasında seçim yapabilen hükümetler bugün bunu niçin yapamıyorlar? Faiz oranlarını niçin belirleyemiyorlar?
Zira, 1990’lı yıllarda finans kapital (ve IMF), merkez bankalarından bugünkü kadar talepkâr değildi. Kural biraz esnekti: “Faiz veya dövizden birini hedefleyin; ikisini birden değil…”
2000 sonrasında finans kapital yeni bir kural koydu: “Sıkı para politikası (yüksek faizler) ile enflasyon hedeflemesine geçin…”
AKP bu aşamayı sineye çekerek iktidar olduğu için koalisyon yıllarının hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
Enflasyon Hedeflemesi ve AKP’nin Çaresizliği…
Finans kapitalin yeni yüzyılın başlarında tüm dünya için yaygınlaştırdığı enflasyon hedeflemesi, her yerde bağımsızlaşan merkez bankaları tarafından uygulanacak; “Güney” ülkelerinde gözetimi IMF’de olacak; kredi derecelendirme kurumları (Moody’s vd) da bekçiliği üstlenecektir.
2000 sonrasında Türkiye ile IMF arasındaki anlaşmalarda aynı çerçeve benimsendi, sürdürüldü. TCMB tarafından uygulanacak olan bu program, Cumhurbaşkanı’nın on yıl sonra ortaya atacağı “faizleri düşürme” önceliğini peşinen geçersiz kıldı.
Hatırlatalım: 2001’de TCMB yasası değişti; Banka bağımsızlaştı; “fiyat istikrarını sağlamak” (enflasyonla mücadele) temel amaç olarak belirlendi. AKP, IMF programını aynen üstlendi; sürdürdü; 2005’te yeniledi.
“Enflasyon hedeflemesi” programını özetleyelim: TCMB politika faizi enflasyon üstünde belirlenecek; döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır. Daha kestirme bir ifade kullananlar da var: Yüksek faiz, ucuz döviz politikası…
Türkiye gibi büyük çevre ekonomilerine dönük amaç nedir? Bir kere, siyasî iktidarların döviz fiyatları ile oynayarak (“kur savaşları” ile) dış rekabeti artırma seçeneğini önlemek… İkinci olarak da spekülatif finans kapital için pozitif (“enflasyonu aşan”) getiri vadeden bir ortamı güvenceye almak…
Hem TCMB’nin, hem de AKP’nin “enflasyon hedeflemesi” kuralını açıkça benimsediğini gösteren örnek mi istiyorsunuz: Hükümetin 2018-2020 Orta Vadeli Program belgesine (s.22’ye) bakın: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olarak korunacak[tır].” TCMB’nin, para politikası belgelerinin tümünde (sonuncusu 5 Aralık tarihlidir), aynı ilke açıkça savunulmaktadır.
Cumhurbaşkanı “faizler indirilmeli” kampanyasını sürdürürken, hükümet ve Merkez Bankası tam aksini vadetmekte, uygulamaya çalışmaktadır.
Enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarının ilk beş yılında Türkiye ekonomisi üzerinde adeta bir “şok” yarattı ve kalıcı yapısal sonuçlar doğurdu. Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri canlanmaktaydı. Program gereği dalgalanmaya bırakılan döviz fiyatları düştü. TCMB’nin reel efektif kur verilerine tekrar bakalım: 2002-2007 arasında döviz sepetinin reel fiyatı yüzde 17,7 oranında ucuzladı; bu TL’nin yüzde 21,5 değerlenmesi anlamına geldi. 2003-2007’de yabancı sıcak para, yüksek faiz ile ucuzlayan döviz hareketlerinden yararlanarak dolar üzerinden ortalama %31 getiri sağladı.
Sonraki yıllara da taşınan sonuçlara sadece değinebilirim: Ucuzlayan dövizli krediler, şirketleri, bankaları dış borçlanmaya yönlendirdi. Pek çok sanayi kolu dış rekabet karşısında daraldı; tasfiyeye uğradı. Dış açıklar yükseldi; kronikleşti. 2010-2015 döneminde cari açıkların dolarlı milli gelir toplamına oranı yüzde 6’ya ulaştı.
Tekrar soralım: Olağanüstü yetkilerle donanmış olan Cumhurbaşkanı faizleri niçin indiremiyor? Son aşamadan başlayarak adım adım geriye gidelim:
AKP, finans kapitale teslimiyetin son adımı olan TCMB’nin bağımsızlığını, ayrıca da enflasyon hedeflemesini benimsediği; resmi belgelerde bu yükümlülüğü doğruladığı için..
Finans kapitale bir önceki, daha da kritik teslimiyet aşaması olan serbest sermaye hareketlerini sineye çekerek iktidara geldiği; bu teslimiyeti de her fırsatta doğruladığı için...
Son Yenilgi Örneği
Finans kapitale teslimiyeti doğrulama örneklerinin sonuncusunu Aralık başında yaşadık.
Cumhurbaşkanı bir hiddet anında hükümeti uyardı: “Bazı iş adamlarının varlıklarını yurtdışına kaçırma gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Önce kabinemize sesleniyorum. Bunların hiçbirine çıkış izni vermeyeceksiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir.” (3 Aralık).
Finans kapitalin günümüzdeki temel kuralı (“serbest sermaye hareketleri”) terk mi ediliyor? Nasıl olur? Bir yılda 170 milyar dolar dış borç “döndürülecek”; buna 40 milyarlık cari açık finansmanı da eklenecek! Tepki geldi; birkaç saatte dolar 4 TL eşiğine yükseldi.
Finansal kriz uyarısı Cumhurbaşkanı’nı tevile zorladı; teslimiyeti doğruladı: “Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. Herkes parasını yurtdışına çıkarabilir.”
Kısacası Cumhurbaşkanı finans kapitale yenik düşmüştür ve faizleri bu nedenle aşağı çekememektedir.
Emperyalizmin ekonomik alanda belirleyici öğesi de finans kapital değil midir?
Demek ki Cumhurbaşkanı ve AKP emperyalizme de teslimiyet içindedir.
Bazı arkadaşlarımızın bu olguyu kanıtlama çabaları, bu nedenle “abesle iştigal” değil midir?
Korkut Boratav / SOL
(Not: Bu yazı, TCMB’nin 14 Aralık toplantısından önce yazılmıştır.)
Niçin?
Kısa bir panoramayla açıklamaya çalışacağım.
Özal Becerdi; AKP Çaresiz…
Bilinenleri hatırlatayım: Turgut Özal 24 Ocak 1980 ile 1988 arasında ekonomi politikalarına damgasını vurdu. Neoliberalizmin sınıfsal işlevine öncelik verdi: 12 Eylül rejiminin ve yeni Anayasa’nın getirdiği imkânlar sonuna kadar kullanıldı; ücretler çarpıcı boyutlarda aşındı; ihracatta rekabet gücü desteklendi.
Bu stratejik politikanın ötesinde Özal, karmaşık konuları basite indirgemeyi severdi. Sık tekrarladığı bir slogan örnektir: Reel faiz, gerçekçi kur…
Bu sloganın “reel faiz” terimi, “rantiyelere (banka mevduatına) enflasyonu aşan faiz” kuralını içerir. 1980 öncesine bir tepki söz konusudur. Önceki yıllarda rantiyeler değil, üretken sermaye gözetilirdi. Mevduat faizleri enflasyonun gerisinde seyrederdi; krediler de bu sayede “ucuz” kalırdı.
Özal’ın “gerçekçi kur” ifadesi ise, “ihracatta rekabet gücü” önceliğini yansıtır. Basit bir kural izlenir: Döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyredecek; asla gerisinde kalmayacaktır. Rekabet gücü, böylece, hem reel ücretlerin düşmesi, hem de enflasyonu aşan döviz fiyatları sayesinde artacaktır.
İhracatçılara ikili bir nimet sunuluyor: Ucuz emek, pahalı döviz… Kredi faizleri ise enflasyonu fazlasıyla aşmaktadır; “pahalıdır”; banka sahibi olmayan, iç piyasalara dönük şirketler, finans sermayesine (bankalara, rantiyelere) yenik düşmüştür.
Özal, “reel faiz, gerçekçi kur” ikilisini başardı mı? Döviz fiyatlarına bakarsak evet…
TCMB’nin (iç ve dış enflasyon farklarını da dikkate alan) “reel efektif döviz kuru” istatistiklerinden hesaplayalım:1980-1988 arasında döviz sepeti yüzde 60,2 oranında reel olarak pahalılaşmıştır. Bu, TL’nin reel olarak %37,8 oranında değer yitirdiği anlamına gelir.
Turgut Özal’ın “gerçekçi kur” politikası başarılı olmuş; reel ücretlerdeki düşmeyle de desteklenerek Türkiye’nin rekabet gücünü yukarı çekmiştir.
Özal’ın enflasyonla mücadele davası yoktur. Yüksek enflasyon, ayrıca, ücretlerin aşınmasına da katkı yapmaktadır. Enflasyonu olduğu gibi kabul etmekte; hem faizlerin, hem de döviz fiyatlarının enflasyonu aşmasını sağlamaktadır.
Peki, bugünün güçlü Cumhurbaşkanı, faizler söz konusu niçin çaresiz kalmaktadır? Özal’ın hangi becerilerinden yoksundur? Yanıt: 1980-1988 arasında sermaye hareketleri denetlenebiliyordu. Neoliberal rejimin bu aşaması henüz gündeme getirilmemişti.
Yüksek bir devalüasyondan sonra dış ticaret rejimi kısmen serbestleşmişti. Buna karşılık Türkiyeli şirket, banka, rantiyelerin dıştan borçlanmaları ve ülke dışına servet aktarımları kısıtlı tutulmaktaydı. Ekonominin dış finansman gereksinimi büyük ölçüde resmî kredilerle ve doğrudan yabancı sermaye girişleri ile karşılanıyordu.
1989’da neoliberalizmin bir ileri aşamasına geçildi; sermaye hareketleri üzerinde kısıtlamalara son verildi. Dışa açılma genişledikçe siyasi iktidarın ülke içindeki seçenekleri sınırlanıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin bugünkü çaresizliğinin bir nedeni, Özal sonrasında gerçekleşen finans kapitale teslimiyeti (“serbest sermaye hareketleri” düzenini) devralması; benimsemesidir.
Koalisyonlar Becerdi; AKP Niçin Çaresiz?
1990’lı yıllarda Türkiye’yi koalisyonlar yönetti. İşçi sınıfı ve sendikalar Özal döneminin bölüşüm ilişkilerini tersine çevirdi; ücretlerdeki on yıllık gerileme kısmen telafi edildi. Sermaye hareketleri de bu ortamda serbestleşti.
İktisat derslerinde artık öğretiliyor: Sermaye hareketlerini serbestleştiren bir çevre ekonomisi, faizleri veya döviz fiyatlarını belirleyebilir; ikisini birden değil… Neoliberal modeli bir adım ileri taşıyan koalisyon hükümetleri, bu nedenle Özal’ın hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
1990-1997’de dört nala enflasyon yaşandı. Fiyat artışlarının yıllık ortalaması yüzde 78’dir. Hükümetler enflasyonu sineye çekti; döviz fiyatları hedeflendi; faizler bankalara (serbest) bırakıldı. Böylece TL’nin aşırı değerlenmesi ve rekabet gücünün aşınması önlenecek; ayrıca, döviz piyasalarında patlak verecek bir finansal kriz frenlenebilecekti.
Başbakan Çiller bir ara dövizlerle yetinmedi, faizleri de (aşağı çekerek) belirlemeye kalkıştı; cezalandırıldı: Sonuç, 1994 finansal krizidir… Hükümet hizaya geldi; sadece döviz kurunu hedefleme seçeneğine dönüldü.
Bu hedefin başarıldığı söylenebilir: TCMB’nin “reel efektif kur” istatistiklerine dönelim: 1997’de dövizin reel fiyatı, 1990 düzeyini yüzde 2,6 oranında aşmıştır. Yani, yedi yıl boyunca TL’nin reel değeri hemen hemen değişmemiş; rekabet gücünün bu açıdan aşınması önlenmiştir.
Biraz da bu nedenle Türkiye’nin 1990-1997 yıllarında toplam cari işlem açığının dolarlı milli gelire oranı yüzde 1’i aşmamıştır. Ağır, kronik cari açığın oluşması, yerleşmesi AKP’li yıllarda gerçekleşecektir.
Peki, koalisyonlar döneminde döviz veya faiz arasında seçim yapabilen hükümetler bugün bunu niçin yapamıyorlar? Faiz oranlarını niçin belirleyemiyorlar?
Zira, 1990’lı yıllarda finans kapital (ve IMF), merkez bankalarından bugünkü kadar talepkâr değildi. Kural biraz esnekti: “Faiz veya dövizden birini hedefleyin; ikisini birden değil…”
2000 sonrasında finans kapital yeni bir kural koydu: “Sıkı para politikası (yüksek faizler) ile enflasyon hedeflemesine geçin…”
AKP bu aşamayı sineye çekerek iktidar olduğu için koalisyon yıllarının hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
Enflasyon Hedeflemesi ve AKP’nin Çaresizliği…
Finans kapitalin yeni yüzyılın başlarında tüm dünya için yaygınlaştırdığı enflasyon hedeflemesi, her yerde bağımsızlaşan merkez bankaları tarafından uygulanacak; “Güney” ülkelerinde gözetimi IMF’de olacak; kredi derecelendirme kurumları (Moody’s vd) da bekçiliği üstlenecektir.
2000 sonrasında Türkiye ile IMF arasındaki anlaşmalarda aynı çerçeve benimsendi, sürdürüldü. TCMB tarafından uygulanacak olan bu program, Cumhurbaşkanı’nın on yıl sonra ortaya atacağı “faizleri düşürme” önceliğini peşinen geçersiz kıldı.
Hatırlatalım: 2001’de TCMB yasası değişti; Banka bağımsızlaştı; “fiyat istikrarını sağlamak” (enflasyonla mücadele) temel amaç olarak belirlendi. AKP, IMF programını aynen üstlendi; sürdürdü; 2005’te yeniledi.
“Enflasyon hedeflemesi” programını özetleyelim: TCMB politika faizi enflasyon üstünde belirlenecek; döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır. Daha kestirme bir ifade kullananlar da var: Yüksek faiz, ucuz döviz politikası…
Türkiye gibi büyük çevre ekonomilerine dönük amaç nedir? Bir kere, siyasî iktidarların döviz fiyatları ile oynayarak (“kur savaşları” ile) dış rekabeti artırma seçeneğini önlemek… İkinci olarak da spekülatif finans kapital için pozitif (“enflasyonu aşan”) getiri vadeden bir ortamı güvenceye almak…
Hem TCMB’nin, hem de AKP’nin “enflasyon hedeflemesi” kuralını açıkça benimsediğini gösteren örnek mi istiyorsunuz: Hükümetin 2018-2020 Orta Vadeli Program belgesine (s.22’ye) bakın: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olarak korunacak[tır].” TCMB’nin, para politikası belgelerinin tümünde (sonuncusu 5 Aralık tarihlidir), aynı ilke açıkça savunulmaktadır.
Cumhurbaşkanı “faizler indirilmeli” kampanyasını sürdürürken, hükümet ve Merkez Bankası tam aksini vadetmekte, uygulamaya çalışmaktadır.
Enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarının ilk beş yılında Türkiye ekonomisi üzerinde adeta bir “şok” yarattı ve kalıcı yapısal sonuçlar doğurdu. Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri canlanmaktaydı. Program gereği dalgalanmaya bırakılan döviz fiyatları düştü. TCMB’nin reel efektif kur verilerine tekrar bakalım: 2002-2007 arasında döviz sepetinin reel fiyatı yüzde 17,7 oranında ucuzladı; bu TL’nin yüzde 21,5 değerlenmesi anlamına geldi. 2003-2007’de yabancı sıcak para, yüksek faiz ile ucuzlayan döviz hareketlerinden yararlanarak dolar üzerinden ortalama %31 getiri sağladı.
Sonraki yıllara da taşınan sonuçlara sadece değinebilirim: Ucuzlayan dövizli krediler, şirketleri, bankaları dış borçlanmaya yönlendirdi. Pek çok sanayi kolu dış rekabet karşısında daraldı; tasfiyeye uğradı. Dış açıklar yükseldi; kronikleşti. 2010-2015 döneminde cari açıkların dolarlı milli gelir toplamına oranı yüzde 6’ya ulaştı.
Tekrar soralım: Olağanüstü yetkilerle donanmış olan Cumhurbaşkanı faizleri niçin indiremiyor? Son aşamadan başlayarak adım adım geriye gidelim:
AKP, finans kapitale teslimiyetin son adımı olan TCMB’nin bağımsızlığını, ayrıca da enflasyon hedeflemesini benimsediği; resmi belgelerde bu yükümlülüğü doğruladığı için..
Finans kapitale bir önceki, daha da kritik teslimiyet aşaması olan serbest sermaye hareketlerini sineye çekerek iktidara geldiği; bu teslimiyeti de her fırsatta doğruladığı için...
Son Yenilgi Örneği
Finans kapitale teslimiyeti doğrulama örneklerinin sonuncusunu Aralık başında yaşadık.
Cumhurbaşkanı bir hiddet anında hükümeti uyardı: “Bazı iş adamlarının varlıklarını yurtdışına kaçırma gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Önce kabinemize sesleniyorum. Bunların hiçbirine çıkış izni vermeyeceksiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir.” (3 Aralık).
Finans kapitalin günümüzdeki temel kuralı (“serbest sermaye hareketleri”) terk mi ediliyor? Nasıl olur? Bir yılda 170 milyar dolar dış borç “döndürülecek”; buna 40 milyarlık cari açık finansmanı da eklenecek! Tepki geldi; birkaç saatte dolar 4 TL eşiğine yükseldi.
Finansal kriz uyarısı Cumhurbaşkanı’nı tevile zorladı; teslimiyeti doğruladı: “Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. Herkes parasını yurtdışına çıkarabilir.”
Kısacası Cumhurbaşkanı finans kapitale yenik düşmüştür ve faizleri bu nedenle aşağı çekememektedir.
Emperyalizmin ekonomik alanda belirleyici öğesi de finans kapital değil midir?
Demek ki Cumhurbaşkanı ve AKP emperyalizme de teslimiyet içindedir.
Bazı arkadaşlarımızın bu olguyu kanıtlama çabaları, bu nedenle “abesle iştigal” değil midir?
Korkut Boratav / SOL
(Not: Bu yazı, TCMB’nin 14 Aralık toplantısından önce yazılmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder