23 Aralık 2017 Cumartesi

Aziz Nesin aydınlığında! - ORHAN GÖKDEMİR


Yarın Ankara yoluna düşeceğiz. Ankara Nazım Hikmet’te dostlarımızla Aydınlanma mücadelemizin simge ismi Aziz Nesin’i konuşacağız.


Ankara yoluna aşinayım ta 1980’li yıllardan. Yıl 1987. Yalçın Küçük Hocanın başını çektiği Toplumsal Kurtuluş dergisinin kurucuları arasındayım bütün toyluğuma rağmen. Mesut Odman’la, Durmuş Tiryaki’yle, Candan Baysan’la tanışıklığımız o yıllardan. Kısa aralıklarla İstanbul-Ankara arasında gittim geldim bir süre. Her İstanbullu gibi biraz şaşı bakıyordum Ankara’ya. Bunda “Dal”ında kalmamın, mahpusunda yatmamın da etkisi vardır belki, kim bilir? Geçen ay “olaylı” Doğan Avcıoğlu toplantısından sonra Hocayla yemekte buluştuk. Yalçın Hoca “övünüp duruyorsun ama seni hapse ben soktum” dedi sohbet arasında. Gülüştük. Yüce Gök’e ve Yalçın Hoca’ya şükürler olsun, sayesinde buralardayız!

Şaka değil, o sayede benim için çok önemli olan pek çok aydınımızla tanıştım. Bir kısmıyla uzun, bir kısmıyla kısa dostluklarımız oldu. Sırrı Öztürk yayıncım oldu mesela, Talat Turhan’la birlikte kitaplar yazdık. Can Yücel’i, Müştak Eranus’u ve Rasih Nuri İleri’yi de dergi için gidip gelmeler vesilesiyle tanıdım. Aziz Nesin’le tanışma onuruna da o sayede eriştim. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim. Borçluyuz. Bizde, bizim kuşakta, hepsinin izi kalmıştır.

Madem mevzu Aydınlanma mücadelemiz, bir de Turan Dursun’u hatırlatayım. Hiç karşılaşmadım onunla. Doğu Perinçek çevresinin yayınladığı “2000’e Doğru” dergisinde “Din Bilgisi” yazardı. Bir yazardan çok dünyaya yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdırlar.
Peki, ışıklarını yitirdiler mi?
Onların izinden yürüyen bizler karanlığa yenildik mi?
Ne dünün meselesi karanlık, ne aydınlık bugünün mücadelesi. İnsanlığın en kadim kavgalarından birinin tam ortasındayız. Her şey olması gerektiği gibi. Gerici karanlığı devrimler yırtıp atar. Sonra ışığın rengi solar. Gericiliğin hamle yaptığı dönemleri mutlaka bir ışık huzmesi aralar. İşimiz o aralığı genişletmektir. Aziz Nesin, karanlıkta parıldayan o ışık huzmesidir. Yönümüzü ona dönüyoruz…

                                                                             ***

Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir meseledir bu. Aziz Nesin yaşamıyla da aklıyla da tutarlı bir aydınımızdır. Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin. Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı. Şöyle diyordu bir söyleşisinde: "Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki, bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu... Bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum…"

1915’de doğuyor, 1908 ile 1923, doğumu iki devrimin arasındadır. 1930’da parasız yatılı Çengelköy Askeri Lisesi'ne giriyor. Maçka Askeri Fen Tatbikat Okulunu 1941'de üsteğmen olarak bitiriyor. Babasının adı olan “Aziz”i o yıllarda yazdığı yazılarında kullanıyor. Malum askerlerin yazı yazmaları pek hoş bir faaliyet sayılmıyor. 1944’te ordudan atılıyor. Ordudan atılması ülkenin en önemli yazarlarından biri için kapının aralanması anlamına geliyor ama. İstanbul'a döndüğünde Yedigün'de yazmaya başlıyor. Demek ki yazmaya başladığında ülke CHP’den Demokrat Parti’ye geçmektedir. “Demokrasiye geçiş” diyoruz şimdi.

Bir parantez açayım: Yazı devrimine ilk gençliğinde yakalanmıştır Aziz Nesin. Notlarını hep Arap elifbası ile tuttuğunu biliyoruz. O elifbaya çok hâkim olmasına rağmen yenisinden yakınmamıştır hiç. O kadar ki Sivas yangınının arkasından tuttuğu notlar da Arap elifbasıyladır. “Bu kaçıncı öldürülüşüm hain!” başlığıyla kaleme aldığı o notlarda Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın otelin merdiven basamaklarında çekilmiş fotoğrafının detaylarına ilişkin şunları yazmaktadır: “Resimde üçünün de elinde savunma silahları var: Behçet’in önünde yangın söndürme aygıtı, Uğur’un elinde seçemediğim bir şey, Metin’in elinde de saplı badana fırçası. Metin savunma silahını, benimle Sivas cehennemini birlikte yaşadığımız arkadaşıma göstererek, ‘Hanımefendi’ demişti, ‘Bir şairin silahı da ancak işte böyle olur.”

Bu da bir yazarın hayatıdır neticesinde. 1946'da Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi'ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Marko Paşa’yı çıkarmaya başlar. 1948'de Azizname'yi yazdığı için tutuklanır, yargılanır, serbest kalır. 1949'da İngiliz Prensesi Elizabeth, İran Şahı Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk şikâyette bulunur. Bir de bunları küçük düşürdüğü iddiasıyla yargılanır. Bir yıl sonra Politzer'in "Marksist Felsefe Dersleri" adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı için 16 ay hapse mahkûm olmuştur. 6-7 Eylül olaylarında suçlu odur. Yatar çıkar. O sırada Demokrat Parti alaşağı edilir. 27 Mayıs’a destek olmak için kazanmış olduğu Altın Palmiye ödüllerinden birini Hazineye bağışlar. Yanıldığını çabuk anlayacaktır, Şöyle özeleştiri yapar: "Ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye'yi, 27 Mayıs'ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi'ne…” 1961’de yazılarından rahatsız olan Cemal Gürsel’in emriyle yeniden tutuklanır.

 Biz son döneminin tanığıyız ne yazık ki. 12 Eylül karanlığında parlayan bir yıldızdı o. Bilar’ı kurdu. Aydın Bildirisine öncülük etti. Dağılan Üniversiteleri “Halk Üniversiteleri” olarak toparlamaya çalışıyordu. Bu uğurda yazıp çizmeyi bile bıraktı. Her sözünde her eyleminde yaklaşmakta olan karanlığa dikkat çekiyordu. O karanlık nihayet son döneminde Sivas’ta onu da yakaladı. Kabataş’tan yola çıkıp Kasımpaşa üzerinden Zincirlikuyu’ya yürüdük ertesi gün. Tabutlarda yobazlar tarafından yakılmış aydınlığımızı taşıyorduk.
                                                                             ***

1990’lı yıllarda bir söyleşisinde manidar soruları bakın nasıl cevaplıyor:
“-Geçenlerde ‘enayi’ dediğiniz Türk halkına artık güveninizin kalmadığını söylediniz. Neden?
Zaten yoktu ki güvenim! Türk halkı yorumları hep yanlış yapılmıştır. En büyüğünü bilerek Mustafa Kemal yapmış, ‘Türk halkı zekidir, çalışkandır” demiştir. Bunlar o zamanlar önemliydi. Türk halkı ezikti, bitikti. Moral vermek istemiştir. Yoksa o da Türklerin tembel olduğunu, zeki olmadığını biliyordu.
-Popülist bir yazarsınız. Sözleriniz bir bozgun yaşadığınızı düşündürüyor.
Bu demek değil ki halkı sevmiyorum, bütün Türkiye aptaldır. Ama Türk halkı zeki değildir. Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk iyi besleniyor mu? Yalan! Protein alıyor mu? Yalan! Domuz yiyor mu? Nasıl zeki olacak?
-Zeki olmak için domuz yemek şart mı?
Et yemek şart. Ama domuz yerse akıllılık eder. Çocukluğumdan dinsel şeylerden etkilenmişim, ben yiyemiyorum. Zekânın kuşaktan kuşağa geçmesi için tarih bilinci olması, eğitilmesi gerekir. Bu millet eğitiliyor mu? Yalan!
-Size ‘Bu halk enayi’ dedirten gerçek şey ne?
Şirketlerde yüzde 51 hisseyi elinde tutan egemendir. Toplumumuzun da yüzde 60’ı enayidir. Onun için toplum enayi diyorum.
-Halkın desteğiyle yaşadığınızı söylerdiniz. Halk desteğini çekti mi sizden?
Halk desteğini çekti benden ama zaten desteği isteyerek vermedi ki. Yoksul bir ailenin çocuğuydum, halka gidip yardım isteseydim canıma okurlardı. Bu insanlar vergileriyle bana yardım ettiler. Bunu ödemenin yolu, halka sen iyisin demek değildir. Aptal, enayi olduğunu anlatmak gerekiyor.”
Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. İster sürünsün, ister diz çöksün halkımızı seviyoruz. Zalimine karşı ayağa kalkarsa daha çok seviyoruz.

                                                                              ***

Ankara yolundayız. Aydınlığı ve Aziz Nesin’i düşünüyoruz. Çok işimiz var belli. Çünkü aydınımızın, solumuzun aydınlanmayla ilişkisi oğullarının Aziz Nesin’le ilişkisine benziyor. İkisinin de kadri bilinmemiş, devrimine ihanet etmiş düzenle karıştırılarak yan bakılmıştır. Hâlbuki Aydınlanma artık komünizan bir iştir. Bütün ışıkların izindeyiz, bütün ışıklar bizimdir.
Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. Onun izinde tekrarlıyoruz: Enayi olmayacağız, ışığa döneceğiz!

Orhan Gökdemir/ SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder