16 Ocak 2018 Salı

Dünya Bankası’nda Şili skandalı - HAYRİ KOZANOĞLU

Hatırlayanlar vardır, Dünya Bankası baş ekonomisti Joseph Stiglitz, 90’ların sonunda IMF’ye sert eleştirileriyle gündeme gelmişti. Fon’un ülkelerin ekonomik ve sosyal koşullarını göz önüne almadan, adeta kurabiye kalıbı gibi bir örnek reçeteleri dağıttığını öne sürünce, hemencecik görevine son verilmişti.

O günden sonra baş ekonomistlik mevkiine, “kokmaz, bulaşmaz”, teknisyen yönü ağır basan isimlerin getirilmesi için özel bir gayret sarf edildi. “Düşük profilli” figürlerin ardından, 2016’da “içsel büyüme teorisiyle” tanınan Paul Romer baş ekonomistlik koltuğuna oturdu. Romer’in temel tezi, teknolojik atılımların dışsal bir olgu olmayıp, kurumsallaşma ve Ar-Ge’ye önem verilmesiyle dinamizm kazanan “içsel” bir nitelik taşıdığıydı.

Paul Romer iş başında
Romer göreve atanmasının üzerinden fazla geçmeden, “huysuz kişiliğiyle” varlığını hissettirmeye başladı. Önce, Dünya Bankası’nca hazırlanan raporlarda ekonomistlerin, “soyut, toplumsal yaşamdan kopuk, çok teknik ve anlaşılmaz bir dil kullandıkları” eleştirisini gündeme getirdi.


“İkinci perde” ise geçen hafta açıldı. 12 Ocak tarihli Wall Street Journal gazetesinde, dün Odatv’nin de yer verdiği ilginç bir haber yayımlandı. Paul Romer, bir “düdük çalan” (whistle blower) olarak Dünya Bankası’nın ülke sıralamalarında usulsüzlük yaptığını ifşa etti. Literatürde, “düdük çalan”, çalıştığı kurumun yaptığı yolsuzlukları, usulsüzlükleri, kanunsuzlukları kamuoyuyla paylaşan kişi anlamına geliyor. Bu zatın “baş ekonomist” gibi üst düzey bir mevkide yer alması ise, açıkça pek rastlanan bir durum değil.
Dünya Bankası’nın “İş Yapma Kolaylığı” (Doing Business) endeksi bir ülkeye yatırım yapacakların karşılaştığı güçlükleri, değerlendirme süreçlerinin uzunluğunu, formalitelerin çokluğunu vs yansıtıyor. Böylelikle, bir ülkenin sermayedarlar açısından ne ölçüde tercih edilebilir bir ortam sunduğu saptanmaya çalışılıyor. İşte bu ölçütle, Şili’nin sıralaması 2006’dan 2016’ya, 25’ten 56’ya düşüyor. Romer’e göre bunun nedeni, Şili’de yatırım yapmanın zorlaşması değil, metodolojinin sürekli değiştirilerek koşulların ülkenin aleyhine olacak biçimde değiştirilmesi.
Dünya Bankası alelacele yayımladığı bir açıklamayla, tüm ülkelerin eşit değerlendirildiğini, adil ve şeffaf bir süreç izlendiğini iddia ediyor. Ama Romer’in iddialarının “dış denetim” yoluyla gözden geçirileceğini belirtiyor. Bu düzeyde bir kurumun kendi baş ekonomistiyle kamuoyunun önünde polemiğe girmesi de muhtemelen ilk defa yaşanıyor.

Lopez-Claros Kim?
İşin en ilginç yönü ise, Dünya Bankası adına değerlendirmeleri yapan çalışma grubunun başında, Şili Üniversitesi’nden gelen Augusto Lopez-Claros’un bulunması. Hatırlanacağı gibi, Salvador Allende’nin seçimle gelmiş sol hükümetine, general Augusto Pinochet’in yaptığı darbe sonrası Şili neoliberalizmin laboratuvarı haline getirilmişti. Chicago Üniversitesi’nden Milton Friedman’ın “Chicago Oğlanları”(Chicago Boys) diye adlandırılan Şilili öğrencileri aşırı piyasacı, emek karşıtı-sermaye yanlışı politikaları uygulamaya sokmuştu.


Lopez-Claros, 2011-16 arasında Dünya Bankası Küresel Göstergeler Bölümü’nün başında bulundu. Sık sık Davos forumunun davetli konuşmacıları arasında yer alan, sermaye çevrelerinde prestiji yüksek Şilili profesörün kariyerinde dikkat çekici bir nokta daha var. 1992-95 döneminde, Rusya’da kamu mallarının talan edildiği, servetin “oligarklar” elinde toplandığı dağılma sürecinde IMF’nin Moskova temsilcisi sıfatıyla neoliberal “acı reçetenin” uygulanmasında baş sorumluluk sahibi yine Lopez-Claros’du.

2017 Şili Seçimleri
Şili’de 2017 Aralık seçimlerinde ülkenin en zengin üçüncü kişisi, aşırı sağ Chile Vamos koalisyonu tarafından desteklenen Sebastian Pinera tekrar başkanlık koltuğuna oturdu. Önceki başkan Michelle Bachelet’in Sosyal Demokrat partisinden gazeteci Alejandro Guillier ise yenilgiye uğradı. Bachelet yönetimine piyasacı eksenden çıkmadığı, emekçi taleplerine cevap vermediği için ciddi bir tepki söz konusuydu. Şili’de parasız eğitimi savunan güçlü bir öğrenci hareketi bulunuyor. Bachelet’in bakır işçileri grevini bastırmak, öğrenci mücadelesini zayıflatmak yolundaki sert uygulamaları da “soldan” tepkilere neden oldu.

Nitekim seçimlerin ilk turunda, Guillier oyların yüzde 22,6’sını alırken, radikal sol Geniş Cephe (Frento Amplio) büyük başarı göstererek yüzde 20,3 oranına ulaştı. Sonra Pinera’ya destek verecek olan, açıkça Pinochet diktatörlüğünü savunan faşist Antonio Kast da yüzde 8 oy topladı.
Seçime giderken Şili ekonomisi yüzde 2,2 büyüme, yüzde 6,5 işsizlikle vasat denebilecek bir performans sergiliyordu. Bachelet’in politikaları yetersiz de bulunsa, eğitim ve sağlık standartlarının Latin Amerika ölçüsünde tatminkâr düzeyde olduğu açıktı. Hepsinden önemlisi, “sol” etiketli bir hükümet, uluslararası sermaye çevrelerinin, emperyalist stratejilerin hedefi olmaya devam ediyordu.
Dünya Bankası’nın bir endeksinde Şili’nin kasıtlı olarak dibe çekilmesinin, tek başına seçimlerde fazlaca etki yapması beklenemez. Ama sadece Şili’yle sınırlı kalmayan; Brezilya ve Arjantin’den başlamak üzere, tüm Latin Amerika’daki sol iktidarlara karşı sürdürülen ABD kaynaklı bir kampanyanın parçası olarak düşünüldüğünde, “Dünya Bankası skandalı” sembolik öneme sahip.

Pembe dalganın sonu mu?
Latin Amerika’da “pembe dalga” diye nitelenen sol-popülist iktidarların geri çekilme aşamasında bulunduğu açık. Genel anlamda bu yönetimleri, emtia piyasalarının yükselme döneminde bütçeden sosyal programları desteklemekle yetinip, mülkiyet ilişkilerine de uzanan radikal programlar uygulamadıkları için eleştirebiliriz. Ama sağ dalgaya, acımasız neoliberal politikalar uygulamaya dönük manipülasyonlar karşısında da, onlara sahip çıkmak bütün solun görevi.

Bu anlamda Dünya Bankası’ndaki tartışmalar, “bu pilav daha çok su kaldırır”izlenimini veriyor. Açıkçası Paul Romer sol radikal biri sayılmaz. Gelgelelim kolayca pes etmeyecek, “doğrucu Davut”, “çetin ceviz” bir kişilik olarak dikkat çekiyor…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Ordular kurulurken, Suriye’de üçüncü aşama!- İBRAHİM VARLI

IŞİD bahanesiyle Suriye’nin doğusuna yerleşen ABD’nin YPG liderliğindeki SDG’den otuz bin kişilik Sınır Muhafız Gücü (Kuzey Ordusu) kuracağını açıklaması, Türkiye’nin öncülüğünde ÖSO yerine cihatçılardan oluşturulan “Milli Suriye Ordusu”, El Nusra’nın kontrolündeki İdlib’ten Rus askeri üslerine yapılan İHA’lı saldırılar, Afrin’deki gelişmeler, Erdoğan’ın “bir gece ansızın vurabiliriz” tehditleri… Birbiriyle bağlantılı, peşi sıra gelen bütün bu gelişmeler Suriye Savaşı’nda yeni bir aşamaya geçildiğinin işaretleri.
Mart ayında yedinci yılını geride bırakacak Suriye’deki savaşı üç aşamaya ayırabiliriz.

Birinci aşama: Cihatçıların ‘demokrasi havarisi’ olarak sunulması
Savaşın ilk aşaması radikal İslamcıların ve de bölge ülkeleri üzerinden Suriye’ye taşınan cihatçıların “demokrasi” ve “özgürlük” havarisi olarak sunulmasıydı. Dünyanın dört bir tarafından Suriye’ye doldurulan radikal İslamcı unsurlar üzerinden rejim yıkılmak istendi. Bu süre zarfında yapılan saldırı ve eylemler demokratik eylemler kategorisinde pazarlandı. Büyük bir medya propagandasıyla, mühendislik ve algı çalışmalarıyla cihatçılardan “diktatörlüğe karşı savaşan kahramanlar” yaratılmak istendi. Ancak bu algı operasyonu başarıya ulaşmadı. Suriyeliler “insancıl emperyalizm”in cihatçılar üzerinden gerçekleştirdiği saldırıyı bertaraf etti.

İkinci aşama: Taşeronların sahaya sürülmesi, ‘Vekalet Savaşı’
Radikal İslamcı gruplar üzerinden başlatılan çatışmalar kısa sürede vekalet savaşına dönüştü. Savaş, ABD’nin liderliğindeki Türkiye-Katar-Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin de yer aldığı ittifak ile Rusya-İran-Hizbullah arasında açık bir çatışmaya evrildi. Sahaya sürülen vekillerin başarıya ulaşamaması, Rusya’nın Şam’dan yana fiili müdahalesi, ABD’nin IŞİD bahanesiyle ülkenin doğusuna yerleşmesi üzerine savaşın seyri de tamamen değişti.

Üçüncü aşama: SGD’li “Kuzey Ordusu”ndan cihatçıların “milli ordusu”na
Suriye devletinin ülkenin büyük bölümünde denetimi sağlaması, IŞİD’in yenilgiye uğratılması, El Nusra benzeri cihatçıların küçük ceplere sıkıştırılması üzerine yeni strateji devreye sokuldu. Türkiye’nin yeni yılın ilk günlerinde otuzdan fazla cihatçı yapıyı bir araya getirerek ÖSO yerine “milli ordu” kurması sonrasında, ABD de SDG üzerinden bir “Sınır Güvenlik Gücü” yani “Kuzey Ordusu” kurdu. Yeni sınır gücü kuzeyde Türkiye sınırında, güneydoğuda Irak sınırında ve Fırat Nehri Vadisi boyunca görev yapacak. ABD yeni ordu üzerinden varlığını sürdürme niyetinde. Benzer şekilde Ankara da “milli ordu” vasıtasıyla sahada var olma arayışında. Rusya ve Şam, ABD’ye yeni ordunun Suriye’nin parçalanmasına yol açacağı uyarısında bulunarak sert tepki verdi.

ABD emperyalizmi Suriye’den çıkma niyetinde değil
Doğu Suriye’de zengin enerji kaynaklarının yer aldığı Fırat havzasına yerleşen ABD, kuzey Suriye dahil bölgede irili ufaklı birçok askeri üs inşa ederken, bölgede kalıcılaşma derdinde. Bunu da “bölgenin bize ihtiyacı var” argümanıyla temellendirme arayışında. Görünen o ki Suriye’de savaşın da oyunun da kuralları yeniden değişmeye başladı. ABD uzun bir süredir SDG üzerinden bölgeye yığınak yaparken, varlığını meşrulaştıracak hamlelerde bulunuyordu. Bunun için de yeni kriz dinamikleri devreye sokulmuştu. Bölgedeki varlığını ya Kürt-Arap çatışması ya da Kürtlerle Suriye devleti arasındaki kriz üzerinden sürdürecekti. Görünen o ki şimdilik ikinci seçeneğe yatırım yapılmış.

İdlib, Afrin, Rus üslerine İHA’lı saldırılar
Suriye’nin kuzeydoğusundaki bu gelişmelerin paralelinde kuzeybatısında da taşlar yerinden oynamak üzere. El Nusra’nın kontrolündeki beklenen İdlib harekâtı başladı. Öncesinde cihatçılar 5 Ocak gecesi Lazkiye’deki Hmeymim ve Tartus üslerine 13 silahlı İHA ile saldırı girişiminde bulundu. Rus gazeteleri en az yedi savaş uçağının kullanılamaz hale geldiğini yazdı. Rusya saldırıyı doğruladı, ancak bu girişimin hava savunma araçlarıyla başarısızlığa uğratıldığını açıkladı. Putin, “Rus üslerine yapılan saldırıların arkasında kimin olduğunu biliyoruz” diyerek ABD’yi işaret etti. Rusya’nin imalarına Pentagon’dan “ABD Rus üssüne İHA saldırısına hiçbir şekilde karışmadı” yanıtı geldi. Rusya doğal korumasındaki Afrin’de ise TSK’nın YPG mevzilerine yönelik top atışı ve Erdoğan’ın “gireriz” tehditleri tam gaz devam ediyor.

Astana, Soçi, Cenevre... Müzakere masası devrildi mi?
Astana, Soçi, Cenevre’de siyasi müzakereler sürerken, ardı ardına gelen askeri hamleler “masa”yı devirmek üzere. Ay sonundaki Soçi zirvesine büyük önem veren Rusya masanın dağılmaması için büyük çaba sarf ediyor. İnisiyatifi Moskova’ya kaptıran Washington ise İdlib’in temizlenmesiyle sahadaki üstünlüğü tamamen ele geçirecek olan Rusya’nın planlarını bozmak, Soçi ve Astana görüşmelerinin başarısızlığa uğraması için bastırıyor.
“Üç günde Şam’da namaz kılma” hevesine kapılan yeni Osmanlıcılar yeni denklemde de boşa düştü. Bir tarafta “Rusya kayığı”na binerken öte yandan “Bölgesel politikalarımızı ABD ile belirleyeceğiz” diyerek Washington vapuruna selam çakanlar, bundan sonraki yolu da yay yürümek zorunda kalacaklar.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Saman Sarısı - ALİ MURAT İRAT

Ahmet Şık’a

Sanırım çocukken en çok okuduğum şiirdi Nâzım’ın Saman Sarısı. 
“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres/ Kar içindeydi…” 
Uzun bir dönem, hemen her gece, bu dizelerle başlayan şiiri okuyup uykuya dalmıştım. Hatırlıyorum. Henüz dünyayı bilecek kadar büyümemiş, bir şiirin kendinden başka her şeyi anlattığını çözecek kadar dünyanın farkına varmamıştım. Bir sözün söylediğiyle değil, söylemediğiyle önemli olduğunu; bir sevginin bir deniz kabuğundaki o sese sıkıştırılabileceğini; her aşkın biraz eksilmek olduğunu; bacadan tütenin duman değil koskoca bir yaşanmışlık olduğunu henüz bilmiyordum… Çocukluk işte. Aşkın ve bütün bir hayatın bir çocukluk hastalığı olduğunuysa daha geç öğrenecektim. Öğrenmenin olanaksızlığını da belki hiç öğrenemeden göçüp gidecektim.


Nâzım’ın Vera’ya aşkıyla başlayıp, 
“Varıp gölgesinde yatsak isterdim/ Bu kitabın kağıdını yapanlar, yazısını dizenler, nakışını basanlar/ Bu kitabı dükkanında satanlar, para verip alanlar, alıp da seyredenler/ Bir de Abidin, bir de ben, bir de saman sarısı, belası başımın…” diye biterdi şiir. -Her iyi şey gibi, o da biterdi. O biterdi ben uyurdum. Ben uyurken o biterdi. Ve sonra yine başlardı. “Seher vakti habersizce girdi gara ekspres…” Her iyi şey gibi, yeniden tutkuyla başlardı…-

Dünya ancak gördüğünü bilebilen insanların dünyasıydı. Bilmek için görmeyi şart koyan bir dünya bu şiirin büyüsünü anlayamazdı. Hayallerin, umutların ve sezerek ulaştığımız her şeyin büyüsünü elimizden alan dünya aylarca okuyarak uykuya daldığım o şiire iyi gözle bakamazdı… Oysa görmeden de bilebileceğimiz ve uğruna mücadele edebileceğimiz bir dünya vardı. Hepimizin dışında, herkesin ötesinde, hepimizin bir parçası olabileceği. Bak! Yine Nâzım cevap vermişti buna -bilmeden belki, belki bilerek-. Ama söyledikleri tam da buna denk düşercesine: 
“Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var/ Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık/ Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz/ Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar/ Kanlarına susamışım/ Benim kuvvetim: Bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.”

Yalnız değildik. Yalnız hissetmemiz istense de, en karanlık günlerde, göz gözü görmüyorken bile, asla yalnız değildik.

Bildiğin ve gördüğünden ziyade hayatla sınadığındır tanıdığın. Her gece uykuya dalmadan önce dünyayı seninle birlikte dolaşan her neyse ve kimse, bildiğin, tanıdığın odur. Saman Sarısı, hayatla sınanmıştı benim için. Yüzünü bile görmediğim çoğu dostlar da öyle. O şiir binlerce yıllık yollardan geçip, bugüne kadar, evime, yatağıma kadar gelen, bildiğim, gördüğüm, dokunduğum her şey oluvermişti. Öyle olurdu. Bazen bir şiir, bazen bir hayal dokunurdu insana. “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter” diyen Mandela her gün görüp, yüzlerine güldüğüm binlerce insandan daha yakındı bana. Sanki her gün sohbet ettiğim, sanki her gün bir demli çayını içtiğimdi. Çünkü o şiir, o söz ve o adam ve daha binlercesi, benim için hayatla sınanmıştı. Ve hayatla sınanmamış diğer hiçbir şey sevmenin sınırları içerisinde değildi.

Bilginin değil sezginin gücüydü bu. Ve büyük yanılgılar, büyük zaferler, büyük sevmeler, büyük aldanışlar ve büyük yenilgiler –yani dünyaya renk veren, insana can veren ne varsa hepsi- hepsi seziyor olmanın çocuklarıydı. İnsana yalnızca kendisini değil, yaşadığı dünyayı anlatan, tanıtan, öğreten sezginin… Acıyı bal eylemeyi, kışı bahar, azı çok eylemeyi, mahsus mahallerde kalmayı, dostların arasında, güneşin sofrasında umut tazelemeyi öğrendik dünyadan. Bir şiirle uyumayı, bir dostun darda kalışına koşmayı öğrettik. Yalnızca bildiğimiz için değil, daha çok sezdiğimiz ve inandığımız için, tıpkı Attila İlhan’ın dediği gibiydi yaşam: 
“Biz dünyalılar yemin içtik imanımız var /Hürriyet için hürriyet aşkına /Savulacak dönem/ Savulacak düşman /Dehrin cefasını çektik /Sefasını süreceğiz.”

İşte bizi şu tarih denilen celladın içerisinden çekip çıkaran; işte bizi geçmişle yarın arasında, ekilsek ekin, ezilsek un, bir gitsek bin yapan da budur. Yalnız olmamaklığımız ve insanlığın o büyük düşüne olan büyük inancımız.


ALİ MURAT İRAT  / BİRGÜN

Bibi ile Modi ‘fobi’de buluştu - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrail ile Hindistan arasındaki ilişkiler gözle görülür bir şekilde gelişiyor. Geçtiğimiz Aralık’ta Hindistan’ın İsrail’den almayı planladığı 500 milyon dolarlık taşınabilir güdümlü anti-tank füzesi anlaşmasını imzalamaktan vazgeçmesi ilişkilerde bir kırılma olduğu anlamına gelmez. Bunun birçok nedeni olabilir ama Hindistan Savunma Bakanlığı kaynakları yerli savunma sanayinin geliştirilmesi için böyle bir karar aldıklarını açıklamışlardı. Vazgeçme kararının tek gerekçesi bu olamaz kuşkusuz, Hindistan, kendi sınırlarındaki Müslümanların da, Arap dünyasındaki “dostlar”ının da tepkisini, yine de hesaba katmış olmalı. Bu dengeyi gözetecek kadar hassas olmasına rağmen Hindistan İsrail ile ilişkilerini geliştirme fırsatını hiç kaçırmadı.


Modi, malum, bir Hindu milliyetçisi. İsrail’i ziyaret eden ilk Hint Başbakanı olarak tarihe de geçti. Önceki gün de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu iade-i ziyarette bulunmak için Yeni Delhi’ye geldi. O da Ariel Şaron’un ardından on beş yıl sonra Hindistan’ı ziyaret eden ilk İsrail Babakanı oldu böylelikle.

İki ülke arasında bir bahar havası estiği söylenebilir. Oysa iki ülke arasındaki “ilişki” böyle başlamadı. Hindistan, İsrail’i kuruluşundan iki yıl sonra, 1950’de tanımıştır ancak. İsrail tanımıştı ama yine de diplomatik ilişki kurmamıştı Hindistan. 1952’de iki kez diplomatik ilişki kurma girişimleri olduysa da gerçekleşemedi bu. Söz konusu yılın Mart ayında İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndan Walter Eytan’ın Hindistan ziyareti bu girişimlerden biriydi. Bu tarihi iki ülke arasındaki iplomatik ilişkilerin başlangıcı olarak sayarlar. Bu ziyaret sonucu, Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de değil Bombay’da bir İsrail konsolosluğu açılmıştır. İsrail Başkonsolosu’nun Yeni Delhi ile herhangi bir temas kurmasına izin verilmiyordu.

1992’ye kadar iki ülke arasında diplomatik bir ilişki yoktu. Birkaç nedeni var; ilki Soğuk Savaş döneminde Hindistan Bağlantısızlar Hareketi’nin lideriydi. Sovyetler Birliği’ne yakın bir politikası vardı. Doğal olarak karşı kampta olan İsrail’le, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) varlığı boyunca ilişki kurmadı. Filistin kurtuluş hareketine de destek verdi. İkinci bir neden de Hindistan’daki Müslüman nüfus. Ülkede 200 milyona yakın Müslüman yaşıyor. Bu İsrail ile ilişki kurulmasında engellerden biriydi. Bunu 2000 yılında İsrail’i ziyaret eden Hindistan’ın BJP’li Savunma Bakanı Jaswant Singh açıkça dile getirmişti de: “Ülkemizdeki Müslümanların tepkisinden çekindiğimiz için İsrail’le ilişkileri geliştiremedik Sovyetler’in dağılmasının ardından, Soğuk Savaş’ta taraf olma siyaseti kalktığında Hindistan İsrail’le yakınlaşmaya başladı. Müslüman nüfus bu sefer bir engel oluşturmuyor muydu sorusu akla geliyor. Tam tersine bu kez “Müslüman nüfus” nedeniyle İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği düşünülüyordu Hindistan’ın sağcı yönetimi içinde. Hindistan Çin ve Pakistan’la kötü ilişkileri nedeniyle “güvenlik endişesi” içinde olan bir ülke. Son yıllarda İslamcı radikalizmin yükselişi de buna eklendiğinde endişenin boyutu katlanıyor. Keşmir sorununda Arap ülkelerinin tepkisini çekmesi de Hindistan’ı İsrail’le yakınlaşmaya zorladı. Bu nedenlerden ötürü Hindistan’ın İsrail silah sanayine ihtiyaç duyması anlaşılabilir. O kadar çok silah aldı ki İsrail’den Hindistan, İsrail, Rusya ve ABD’den sonra üçüncü silah aldığı ülkedir.

1980’lerin sonuna kadar Hindistan’a silah desteği Rusya’dan geliyordu. 88’den sonra durum tabii ki değişti. Bu tarihten sonra İsrail, Hindistan’ın savunmasına katkıda bulabileceğini açıkladı.
Tabii tek taraflı değil bu ilişki. İsrail’in Hindistan’la ilişkilerini geliştirmesinin nedenlerinden başlıcası “Asya Açılımı” ile ilgili. Japonya, Güney Kore, Vietnam ve Singapur’u kapsayan bir açılım bu.
Diplomatik ilişkilerin başladığı 1992 yılında, İsrail ve Hindistan arasındaki yıllık ticaret sadece 180 milyon dolar civarındaydı. Bu rakam otuz kat büyüyerek 2011’de 5 milyar doların üzerine ulaşmıştı. Tarım konusunda da Hint çiftçisi İsrail teknolojisinden yararlandı. İki ülke ortak tarım Araştırma ve Geliştirme projeleri yürüttü. Hindistan’ın 7 eyaletinde, çeşitli alanlarda 27 proje gerçekleştirildi.

1989’da Rajiv Gandhi’nin iktidardan düşmesi İsrail ile Hindistan arasındaki ilişkilerin gelişme hızını daha arttırdı. Yeni Janata Dal hükümeti özellikle Keşmir konusunda ABD’de Yahudi Lobisi ile işbirliğinin yararına inanmaya başladı. Sadece bu değil, yıllarca özenle koruduğu tarafsızlık politikasından uzaklaşan Hindistan, 1991 Körfez Krizi sırasında Amerikan savaş uçaklarının yakıt ikmaline Hint topraklarında izin verdi. İki ülke arasındaki ilişkilerde asıl sıçrama 2014’de Hindistan’da aşırı sağın iktidara gelmesi ile oldu. 23 Aralık 2014 tarihli sayısında Hindistan’da yayınlanan Hindu gazetesi Hindistan’ın resmi BM politikasını İsrail lehine değiştirmeyi düşündüğünü yazdı. İsrail basını da Narenda Mondi hükümetinin “zaten var olan olumlu ilişkileri” daha da ileri bir aşamaya götürdüğünü yazdı.


İsrail’in “Asya Açılımı”nın en önemli ayağı olan Hindistan, Çin-Pakistan karşısında ABD-İsrail ekseninin yanında duruyor. Çünkü Hindistan Çin’i “önemli bir rakip”, Pakistan’ı ise “nükleer bir düşman” olarak görüyor. İsrail ile Hindistan’ın başında iki “milliyetçi”nin bulunması da başlı başına bir talihsizlik. Ancak her ikisinin de “milliyetçilik”leri dini milliyetçi özellik taşıyor, dolayısıyla Netanyahu ile Modi’nin ortak noktası İslam karşıtlığı. Modi’nin, üyesi olduğu Bharatiya Janata Party BJP (Hindistan Halk Partisi) Hindu milliyetçisi, ırkçı bir parti. BJP Müslüman düşmanlığını hiç saklamış da değil.

Bakalım iki ülkenin arasındaki ilişki bundan sonra nasıl bir seyir izleyecek. Ama bu işbirliği bölge yararına bir işbirliği değil elbette.


MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Format! - İLHAN CİHANER

AKP elitleri ve destekçileri tarafından muhaliflere/farklı düşünenlere karşı yürütülen, yargı destekli saldırılar artık ergen eğlencesi ve trol saldırısını aşıp yaşamsal tehlike yaratacak hedef göstermelere dönüştü. Bunun yanında formasyonları ve birikimleri kısıtlı besleme bir güruhun tüm düşünce iklimini esir alması sonucunu doğurdu.

Benzer kampanyalar sonrası, 6-7 Eylül’ü, Dink cinayetini, Danıştay saldırısını, Maraş Katliamı’nı yaşamış ülkemizde, gazetecilerin ve politikacıların geçmişten ders almadıklarını gösteriyor. Geçmiş eşelenip bağlamdan koparılan konuşmalar, kişiye ait olmayan fotoğraflar, gayet insani görüntüler, zamanın ruhuna göre kabul edilebilir eleştiriler, aykırı yorumlar, vs. bulunup adeta bir “vur emrine” dönüştürülüyor.

Hiç kimse düşünce biçimini, beynini iktidarın ve devletin bakış açısına göre formatlamak zorunda değildir. Bazı “beslemeler” için bu konforlu olabilir. Reislerine yaranmak için iki gün arayla, ne iki günü 8 dakika arayla birbirine zıt görüşleri de savunabilirler. Ama böyle bir düşünce ikliminin, nasıl bir cehennem yaratabileceğini 15 Temmuz sürecinde gördük.

Biz sorgularız, gerekirse tek başımıza kalsak da bedeli ne olursa olsun doğrularımızı savunuruz, eleştirimizi yaparız. Yanılırsak özeleştiri de yaparız. Eğer savunduğumuz bir parti varsa da cesaretle gider üye oluruz. Takiye yapıp, farklı görünüp, yurttaşları kandırarak siyasi yapıları ve devleti ele geçirmek şimdi en çok bu saldırıları yapanların işidir.

CHP İstanbul İl Başkanı’na ve muhalif birçok kişiye yapılan saldırılar tam da budur; devlete, iktidara ve hatta tek adama göre beyin formatlama dayatmasıdır.

İyi de arkadaş size yetişmek mümkün değil ki! İktidarın ve koalisyon ortaklarının sosyal medyada yüzlerce yanılma, aldatılma videosu var. Bu kadar çok yanılan, aldatılan adamlar şimdi kendileri gibi düşünmeyene yaftayı yapıştırıyorlar. 
Düşünsenize Erdoğan’a uyup Bahçeli’ye ettiği küfürleri biz etseydik, ya da Bahçeli’ ye uyup Erdoğan’a ettiği küfürleri biz etseydik ne olurdu! 
Tam anne nasihati: Onlar barışır olan sana olur!

Güncel bir iki hainlik suçlamaları ve format kodlarıyla ilgili şunları hatırlatmak isterim;
Erdoğan 2014 yılında Ermenilerden özür dilediğinde şimdi saldıran AKP’liler alkış tutmuştu. Davutoğlu yanılmıyorsam “soykırım” sözcüğünü de kullanarak sorumlu “İttihat Terakki’dir” demişti. Ermeni Cemaati ve AKP milletvekilleri Erdoğan’a Nobel verilmeli demiş, liberallerden ve AKP’lilerden ardı ardına özürler dilenmişti. Şu satırlar da bir Star yazarından: “Binlerce veya on binlerce veya yüz binlerce masum Ermeni’nin hangi sebepten olursa olsun Müslümanlar tarafından hunharca katledilmiş olmasını katiyen mazur göremeyiz ve içimize sindiremeyiz. Mazur görememeliyiz ve içimize sindirememeliyiz.”

Hükümet Barış sürecinde PKK ile masaya oturup pazarlıklar yapmıştı. Öcalan bizzat AKP’li bakanlar tarafından dahi ilan edilmiş, PKK bayrağı açmanın ve eyalet sistemi özerkliği savunmanın suç olmadığı müjdesi bizzat Bülent Arınç tarafından verilmişti. Milliyetçilik ayaklar altına alınmış, şehitlik bizzat AKP’li vekillerce “niyazilik” seviyesine indirilmişti. Habur’u hatırlamak yeter.

Fethullah Gülen ve cemaatine yapılan sevgi gösterilerinin ve açılan alanın detaylarına girmeye bile gerek yok ama adeta peygamber postuna oturtmuştu iktidar kadroları. Başına muhterem sonuna hocaefendi eklemeden konuşmak suç sayılıyordu. Fotoğraflara hiç girmiyorum.

Vesayetle mücadele adı altında ordu ve yargı adeta iç düşman ilan edilmişti. Atatürk, şimdi saldıranlar tarafından, heykelleri yıkılası bir diktatör sayılıyordu bir ara. ABD yakın dost, stratejik ortak, emperyalizmi eleştirenler köhnemiş solculardı.
Çok zaman geçmedi; içeride ve dışarıda sıkışan şimdinin koalisyon ortakları yukarıdakine benzer, çevreden eğitim politikalarına, sağlıktan mali politikalara kadar onlarca başlıkta keskin dönüşler yaptılar. İktidardan beslenen basın, bilim adamları ve gazeteciler de onlarla birlikte.

Adeta uzaktan beyinlere format atılmış gibi. Sorun dinamikleri ve yasalar aynı olduğu halde, hiçbir tutarlılık ve mantık kaygısı gütmeden tersini savunmaya üstelik baştan beri aynı yerde duranları hainlikle yaftalayarak. Yahu “insan hakları” diyemez oldu bir millet!
İstiyorlar ki onlar dost olduğunda herkes dost olsun, onlar düşman olduğunda da düşman. Onların yanlış dediğine yanlış doğru dediklerine doğru diyelim.
Oysa saraya karşı Kuvayı Milliyeyi, 6.Filo’ya karşı Denizleri, Fethullahçılara karşı hukuku, betona karşı yeşili savunmanın haklılığını yaşıyorsak, düşüncelerimizi herhangi bir kişiye ipotek etmediğimizdendir.

Hâlâ devlet ve hükümet ayrımına göre düşünüp beynimizi devlete göre formatlamamızı bekleyenler için de şunu söyleyeyim; hangi devlette bu kadar faili meçhul cinayet vardır? İktidarlar değişse bile tek birini bile kamuoyunu ikna edecek şekilde aydınlatmayan hatta bazılarını doğrudan kendi memurları aracılığı ile katleden ama ceza vermeyen devleti eleştirmeyecek miyiz?

Hiç kimse kusura bakmasın bu kadar oynak, değişken, pusulasız, kandırılan bir iktidara ve devlete göre beynimizi formatlayamayız, formatlamayalım.

Tabii ki eleştirilecek şeyler de yapılabilir, söylenebilir ama eleştiri, linç ve hedef gösterme arasındaki fark ortadan kalkarsa, iktidar elitlerinin şirretliği ve soruşturma açma/açtırma kabiliyeti düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırır. 

Bize düşen ise tarihsel olarak haklı çıktığımız bu kavşakta umutsuzluğa kapılmadan bu ilkesiz ve saldırgan güruha direnmektir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Diyanet nasıl güç oldu? (I-II) - TURAN ESER

Diyanet nasıl güç oldu? (I)

Diyanet’e önce “kamu kurumu” dediler. Kamuculuk yerle yaksan edildi. Çok kimlikli Türkiye’de tekçiliğin ve mezhepçiliğin inşasındaki devasa bir kurum haline getirildi. “Bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi” sağlayacağı iddia edildi, başta Aleviler olmak üzere, tüm farklı inançlara ve inanmayan insanlara karşı hasmanece tutum aldı. Bir tür asimilasyon merkezi haline geldi. “Laikliklik doğrultusundan hizmet” vereceği iddia edildi. Ama ilk kez AKP ile kamu görevlisi memur cübbesiyle, sarığıyla dolaşmaya başladı. Madem “Allah’ın emri yasaklanamaz” diyerek, türbana serbestlik verildi. Devlet adına dinin ve imametin makamındaki zatta cübbesini giymeli ve sarığını takmalıydı. Özgürlük bu ya, TBMM Genel Kurulu’na kravatsız vekil sokulamazken, cübbelisi ve sarıklısı girmeliydi! Bu “laik kurum Diyanet” laikliği itibarsızlaştırma ve laikliğe karşı en güçlü odak haline getirildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı, cumhuriyet rejiminin bir “kamu kurumu” olsa da, zihniyet olarak, 1453 sonrasında kurulan‘Müftil Enam’lara ve daha sonra kurulan ‘Şeyhülislamlık’ makamına dayanır. Bugün memur statüsünde ‘din görevlisi’ olan imamlara ve müftülere Osmanlı’da “Reisül-ulema”, “Müftil-enam” ve “Şeyhul-İslam”denilirdi. Osmanlı’da fetva verme, din ve kimi zaman da yargı işlerini üstlenen bu sınıf, dinin değil, sultanların lehine çalışmıştır. Şeyhülislamın adı ve zihniyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüşünce, kurum laikleşmiyor, aksine siyasi iktidarların lehine çalışırken, siyasal İslamcılığın kurumsallaşmasını eş zamanlı inşa ediyor. Böylece dinin ve din bürokrasinin devletleştirilmesiyle teokrasi soslu melez bir cumhuriyet inşa edilmiş oluyor. Şeyhülislamlığın devamı olan Diyanet’te, Cumhuriyet döneminde farklı davranmamış, benzer görev ve yetkileri zamanla artırarak sürdürmüştür. Osmanlı döneminde 127 Şeyhülislam görevdeydi. Şeyhülislamlık kurumunun emir kulu olduğunu göstergesi ise, Osmanlı döneminde ikisi idam edilirken, yaklaşık yüz kadar şeyhülislam ise görevine son verilmiş. Cumhuriyet döneminde ise şu ana kadar 18 Diyanet İşleri Başkanı görev almıştır. Fakat özellikle son 15 yılda bu durum daha da ayyuka çıkmıştır. AKP iktidarı tam da bu saikle, Diyanet’i, Osmanlı’daki eski kurumsal işlevi ve gücüne kavuşturmak istiyor. Osmanlı’da nasıl ki, din işleri, yargı ve eğitim şeyhülislamlık kurumuna bağlanmıştı, bugün gücü, yetkisi ve etki alanı güçlendirilen Diyanet yeniden bu güce kavuşturulmak isteniyor. Diyanet; bugün yargıdan, eğitime, gündelik hayattan siyasete müdahil olması bu nedenledir. DİB’nın bu dönem daha sert müdahalelerde bulunması ve siyasal İslamcılığın merkezi haline gelmiş olması, özellikle 1950’li yıllardan itibaren biriktirdiği güç ile artık vesayetini açıkça ilan etme konumuna erişmiştir.


Diyanet’in kronolojisi
Şeyhülislamlık kurumuna bağlı olan yargı, eğitim ve din işleri, 1907’deki Islahat Fermanı ile değişime uğramış ve yargı adliyeye, eğitim işleri Maarif Dairesi’ne bağlanmıştı. Şeyhülislam makamı ise din işleri ve vakıf hizmetleri sorumlu tutulmaya başlanmıştır. 3 Mayıs 1920’de Şeyhülislamlık kurumu ‘Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ye devredilir. 3 Mart 1924’te ise ‘Diyanet İşleri Nezareti’ kurulur.
1930’lu yıllara gelindiğinde, din devlet ilişkilerindeki “laiklik” eksenli politikalar ve dinin sınırlandırılması sonucu, Diyanet’in 5 bin civarında din görevlisi Evkâf Umum Müdürlüğü’ne (vakıflara) bağlanınca, Diyanet kısmen işlevsiz hale getirildi. Öyle ki, Diyanet’in başkan yardımcısı da kalmadı. Diyanet’in 5 bin kişilik kadrosu, 10 kişiye düşürüldü. Diyanet’in yeniden canlanması, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başlar. Menderes döneminde ezan yeniden Arapça okutulmaya başlandı. Diyanet İşleri Reisliği’nin adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirildi. 1935’te EvkâfUmum Müdürlüğü’ne devredilen 5 bin imam kadrosu tekrar DİB’e alındı. DP dönemi, 1930-1947 arasındaki din ve devlet ilişkilerinin aksine, din ve dindarları devletin ve siyasetin merkezine taşıdı. Siyasal İslamcı cemaatlerin ve tarikatların yeniden kamusal alanda güç olması, laiklik ve demokratikleşmeye karşı, dinin güçlendirilmesi stratejisi benimsendi. 1950 -1970 dönemi, 1971, 1980 askeri darbeleri, Özal ve AKP döneminde, Diyanete dair gelişmeleri bir sonraki yazımıza bırakalım.
                                                           ***
Diyanet nasıl güç oldu-II

Diyanet; Türklük ve Sünnilik çimento karışımıyla elde edileni “makbul vatandaş”saydı. Müslüman olmayanları dışladı. Lozan Antlaşması; azınlık hakları kapsamında Ermeni, Rum ve Yahudiler’e “hak” tanınsa da, DİB azınlıkları da dışarda bıraktı. Aleviler, Süryaniler, Ezidiler, ateistler ve diğer farklı dini gruplar ise daha baştan yok sayılmıştı. Türk İslam Sentezi’nde dayalı ideolojiler tam da bu “din, devlet ve siyaset ilişkisi” ürünüdür. DİB ise bu “makbul vatandaş” üretimin merkezlerindendir. Devasa güce erişen DİB’in kronolojisi, bu mezhepçi rejimin katalizatör yapısının vardığı aşamayı tartışmayı zorunlu kılıyor.

Diyanetin Beş Dönemi
»Birinci dönem (1924-1945)
DİB bu dönem “Din denetimi ve koordinasyonu” görevleri üstlenen, etki ve yaptırım gücü “yok” denecek kadar zayıf yapıydı. Genel bütçedeki payı yüzde 0.10-0.20 arasındaydı. Önceki yazımızda zaten detaylı şekilde ele almıştık.

»İkinci Dönem (1945-1960)
DİB’in, iktidarın emrinde ve gölgesinde hegemonya kurma hedefini başlattığı milattır. Dolaysıyla bu miladın 1950 seçiminde dile getirilen “imanlı ile imansızın ayrılacağı büyük bir imtihan günü” başladığını söyleyebiliriz. Bu “ilahi imtihan” kazanılınca, Arapça ezan yasağı kaldırıldı. Devlet Radyosu, Kuran yayınına başladı. Din derslerine hız verildi. 7 yıllık imam hatip okulları ve bir Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Cemaatler ve tarikatlar yeniden sahaya davet edildi.
Bu dönem, asli görevi “sola ve laikliğe karşı dini yayma ve halkı dindarlaştırma” olan DİB’in genel bütçedeki payı yüzde 0.40 ile 0.50 bandına yükselmiştir. Adı Diyanet İşleri Başkanlığı olarak değiştirildi. Kurumun kadro yapısı ve görev alanları yeniden tanımlandı. Evkâf Umum Müdürlüğü’nden 5 bin kadro tekrar DİB’e devredildi.

»Üçüncü dönem (1960 ile 1980)
DİB bu dönemde “Genel idare içinde anayasal kurum” olarak, bütçedeki payı yüzde 0.80 ile 1.10’a ve kadrosu kadar yükseltildi. “Milliyetçi, sağcı ve devletin imam hatiplilerin eline verilmesi” için DİB, dincilik ve sağcılık iktidarlarca açıktan desteklendi.
1970’li yıllarda, birinci ve ikinci MC hükümetleri döneminde, DİB’in gücüne güç kattı. Diyanet’e konulan hac kotalarının kaldırıldığı, kadrolarının on kat arttığı dönemdir. “Her köye bir cami projesi” bu dönemin ürünüdür. Etnik ve dine dayalı milliyetçilik daha da yoğun ve yaygın şekilde beslenir. 12 Eylül Darbesi’ne giden yolda Maraş ve Çorum katliamları yapılır. DİB bu dönemde camilerde cihat çağrısı yapan bazı imamlarına sessiz kalır. Karanlık dönemin günahlarına ortak olur. Darbeler lehine açıklamalardan tutun, “futbol milli bir ibadettir” fetvası verecek kadar ileri gider.

»Dördüncü dönem (1980-2002)
Devletin dine, dinin de devlete, siyasete ve ekonomiye müdahalesine zemin sağlanan dönemdir. DİB, Türk İslam Sentezi ekseninde, devlete bağlı din inşasında yer alırken, siyaset ve devlet dine kulak vermeyi benimsemiştir. DİB, 12 Eylül’cüdür. En önemli büyümeyi ve güç kazanmayı aslında 12 Eylül darbecilerine borçludur. Zorunlu din dersleri, sola karşı din adamı yetiştirme stratejisi, kamuoyunda Diyanet’i daha da meşrulaştırmış ve güçlü kılmıştır. Turgut Özal dönemi de, tıpkı Menderes dönemi gibi Diyanet’in güç ve yetkilerini artırmakla kalmayıp, Avrupa ve Türki Cumhuriyetlerine açılmasını teşvik ederek, DİB’in ülke sınırlarının ötesine çıkmasını sağladı. Diyanet bu kez Avrupa’da örgütlenerek, küresel bir güç olmaya başladı. Örneğin Almanya’da Süleymancı, Nurcu ve Milli Görüşçülerle ilişkiler kuruldu.

»Beşinci dönemi (2002-2017)
DİB’in en zirve noktaya ulaştığı dönemdir. İslamcılara göre “Müslüman halka din hizmeti vermesi gereken DİB’i 78 yıl boyunca engellemiş, ancak AKP ile geçmişin trajedilerden kurtularak öze dönüş yaptığı” ifadesi ne kadar sorunlu olsa da, son cümlesi bir gerçeğe vurgu yapıyor.

2002’de 74 bin 114 imam sayısı, 2017’de 123 bine, 75 bin 941 olan cami sayısını 90 bine yükselir. DİB bütçesi ise son 10 yılda 10 kat arttı. 2002’de genel bütçe içinde 0,54 olan payı, 2017’de yüzde 1.24’e yükselir. İlahiyat fakültelerinin sayısı 22’den 82’ye ve eğitim gören öğrenci sayısı da 100 bine yükselir.

DİB Kanunu, 2010’da kapsamlı olarak değiştirildi. Genel müdürlük iken müsteşarlık düzeyine yükseltildi. 9’u genel müdürlük ve 14 yeni hizmet birimi ile fetva kurumu olmanın ötesinde din bürokrasini kurumsallaştıran bir ulema sınıfı yarattı. Bu güç şimdi caminin dışında, özel hayat, siyaset, medya, eğitim, sağlık, güvenlik, sosyal hizmet ve ekonomi dâhil daha birçok alana nüfuz etmiştir. DİB, cemaatlere ve tarikatlara kapıları açıp kaynaşırken, laik kesimlere karşı hasmanece tutum ve söylemler geliştirir.

Camiden siyasete Diyanet
DİB, AKP ile “Yeni Osmanlıcılık” temelinde ümmetin geleceği için dindar ve kindar nesil yetiştirme misyonu üstlenmiştir. Son 10 yıllık stratejisiyle, yeni rejimin taşıyıcı kurumu oldu. 
Özetle; 1935 yılında kadrosu 8 kişiye kadar düşürülen DİB, bugün itibariyle Türkiye’de 81 İl, 957 İlçe Müftülüğü, 125 Bin İmamı, 90 Bin Camisi, 18 Bin 355 Kuran Kursu, 11 Milyon 700 bin kişinin kullandığı Din Eğitimi Portalı EBA, itibariyle 80 ülkede ve 120 merkezde küresel bir güç haline gelmişti.

Turan Eser / BİRGÜN

Daha o zaman söylemiştik - Ali Sirmen

Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir özellikleri vardır. 

İstanbul 13. ve 26. Ağır Ceza Mahkemeleri’nin, Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın kişisel başvuruları sonucunda haklarında verilen tutukluluk kararlarının hak ihlali olduğu yolundaki Anayasa Mahkemesi kararını tanımamaları, bir gerçeğin yedi buçuk yıl sonra ortaya çıkmasına neden oldu. 
2010 12 Eylül’üne doğru giden günleri anımsayalım. Türkiye’de yeni bir anayasa değişikliğinin referandum kampanyası sürmekteydi.
AKP’nin kampanyadaki sloganı müthişti: 
- 12 Eylül Anayasası’ndan kurtuluyoruz! Askeri vesayeti tasfiye ediyoruz! 
Bir kısım siyasetçi, aydın ve yazar herkesi uyarmak için yırtınıyorlardı: 
- Bunlar kandırmacadır! Kulak asmayın! Amaçları yargıyı ele geçirmektir. 
Bu arada, özgürlüklerin sınırlarını genişletme savıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmasını öngören bir değişiklik hükmü getirirken, onun yanı sıra da zaten var olan kimi hakların yeniden tekrarından başka anlam taşımayan, güya kadın haklarının alanını genişleten yeniliklikler de öneriliyordu iktidar tarafından.

***

Bıkmadan usanmadan uyarmaya çalışıyorduk: 
- Kandırılıyorsunuz! Askeri vesayeti tasfiye ediyoruz derken ondan bin beter bir sivil vesayet getirmeye çalışıyorlar! 
O sırada olaya şaşı bakan sözde liberaller ve de kimi solcular da desteklerini haykırıyorlardı: 
- Askeri vesayetten, Evren Anayasası’ndan kurtuluyoruz; “yetmez ama evet!” 
Onları da uyarmaya çalışıyorduk: 
- Aldanmayın! Halkın aldatılmasına da vesile olmayın! Bu değişiklikler olursa, iktidarın eline geçen yargı sizin de defterinizi dürer! (Nitekim sonradan öyle de oldu.) 
Bütün bu hayhuydan sonra 12 Eylül 2010 günü sandıktan anayasada AKP’nin önerdiği değişikliklere “evet” çıktı. 
AKP kendi isteği doğrultusunda olan sonuçları saygıyla karşıladı. 
Kim demiş AKP milli iradeye ve yargıya saygılı değildir diye? O her zaman istediği doğrultudaki kararlara ve oylama sonuçlarına saygı göstermiştir! 
Aradan yedi buçuk yıla yakın bir süre geçti. AYM’ye kişisel başvuru hakkının tanınmasının nasıl bir boş hüküm olduğu ortaya çıktı. 
Gerçi kişisel başvuru hakkı tanınmıştı. Ama zerre kadar kıymeti yoktu. İktidar ve onun güdümündeki yargı, hak ihlallerinin giderilmesini isteyen AYM kararlarını tanımıyordu. Kararların tanınmaması halinde, kişisel başvurunun ne önemi kalıyordu ki? 
Şimdi o günleri anımsatmak “biz size dememiş miydik” diye böbürlenmek değil, ama bedeli çok yüksek olan yeni aldanışlara düşülmesini önlemek amacına yöneliktir. 
Şimdi bir kez daha uyarıyoruz: 
- AYM’nin hak ihlali kararı doğrultusunda Şahin Alpay ve Mehmet Altan bir an önce tahliye edilmelidirler. Aksi, Türkiye’ye de, iktidara da yarardan çok zarar getirir. 
Gerçekten de öyle olacak. Anayasanın 153. maddesinin açık hükmüne rağmen Şahin Alpay ve Mehmet Altan tahliye edilmezlerse, bu kez kuşkunuz olmasın ki AİHM hak ihlaline karar verecek. 

Anayasanın 90. madde hükmü gereği bu karara Türkiye uymak zorunda olduğundan ilgililerin tahliyeleri şart olacak. Bu durumda, tazminat ödeyerek kararı uygulamamak uyanıklığı da mümkün olmayacak. Çünkü sürmekte olan ihlalin giderilmesi yolunu tutmak zorunludur. 

İktidar, bu gerçeklere de kulaklarını tıkar, bildiğini okumaya devam ederse, içinde debelendiği yalnızlık çukurunun daha da derinleştiğini görecek, Türkiye Avrupa Konseyi’nden de dışlanacak. 

Böyle bir durum, FETÖ ile gerçekten mücadele etmek isteyenler varsa, onların da işine yaramayacak, çünkü ortada görünen, yalnız FETÖ ile mücadele adı altında sürdürülen hukuksuzluklar, haksızlıklar ve zulüm olurken Fethullah Gülen sütten çıkmış ak kaşık misali Pensilvanya’daki köşesinde masum masum oturan bir piri fani olarak algılanacak. 

Korkarım, gerçeğin böyle olmadığını anlatmaya çalışmak da yine bizlere düşecek.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Başakşehir, konut sertifikası, futbol vesaire - ÇİĞDEM TOKER

İki gündür gazetecilik merakı içindeydim. 
Barcelona futbol kulübü Başkan Yardımcısı Jordi Mestre, “Türk kulübü tüm maaşı üstlenecek” dediğinden bu yana. Açıklamanın yer aldığı tüm haberlerde, Arda Turan’ın Barcelona’da yıllık 8 milyon Avro ücret kazandığı yazıyordu. 
Başakşehir’in bugünkü kurla, yıllık 36 milyon TL’ye karşılık gelen maaşı yaratma kapasite ve kaynaklarını araştırmayı düşünüyordum ki, bir cevap kendiliğinden geldi. 
Makro İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ercan Uyan, Arda Turan’ı Başakşehir’e kendilerinin kazandırdığını açıkladı. Sık sık “milli değer” vurgusu yaparak. 
Kulüp Başkanı Gümüşdağ da kiralama maliyetiyle ilgili spekülasyon yapıldığını söyledi ve “Bunu yapmak zorunda değiliz ama özellikle şeffaflıkadına yapmak istiyorum” diyerek güncel veriler paylaştı. 
Şöyle: 
Arda Turan yarım sezon için 2 milyon Euro artı bonus, önümüzdeki sezon için de 4 milyon Euro artı bonus olarak sözleşmesini imzalamıştır. Ayrıca oyuncuyu satın alma opsiyonu ilk olarak bizde. Barcelona’ya hiçbir ödeme yapmadan aslında Arda’nın borservisinin yüzde 25’ine ortak olduk.” 
Futbol camiası ile iş dünyasının sektörel/politik birlikteliği, ne yepyeni bir gelişme, ne de Türkiye’ye özgü bir durum. Özellikle 90’lardan bu yana futbol kulüpleri ile sermaye gruplarının iç içeliği siyasi iktidarların gözetimi dahilinde birbirini etkileyen, dönüştüren bir ilişki biçimi olarak ilerliyor.

Makro, Sayıştay raporunda 
Makro İnşaat, Başakşehir’deki konut projeleriyle öne çıkan bir şirket. 
Başkanının, Arda’yı Başakşehir’e “kazandırdık” dediği Makro İnşaat da AKP’nin kazandırdığı şirketlerden. Makro İnşaat, yeni değil. Yıllar içinde “büyüdü”. 
Popülerliği Borsa İstanbul’da ihraç edilen ilk gayrimenkul sertifikası dolayısıyla arttı. Park Mavera 3 adlı projenin yüklenicisi olan Makro İnşaat, TOKİ’nin uzun yıllardır çalıştığı bir konut şirketi. 

Şirketin en büyük başarısı Park Mavera 3 değil şüphesiz.
Arda’yı Başakşehir’e kazandıran Makro İnşaat’ın Ankara’nın en değerli arazilerinden birini, gerçek değerinin altında TOKİ-Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) üzerinden satın almışlığı da var. Bu konu örtbas edilmek istenen Sayıştay raporlarına konu olmuştu. Sayıştay, 2015 Yılı TOKİ denetim raporunda milyonlarca metrekarelik değerli kamu taşınmazlarının Emlak Konut GYO’ya çok düşük bedelle satıldığını eleştiri konusu yapmıştı. Uyarıya konu olarak listelenen satışlardan biri de sonra Makro’nun sahip olacağı Mühye ve Çayyolu’ndaki arazilerdi. Mühye ve Çayyolu’ndaki araziler önce 328 milyon 314 bin 175 TL’ye Emlak Konut GYO’ya satıldı, sadece üç ay sonra da Emlak Konut GYO tarafından pazarlık-açık artırmayla 2 milyar 600 milyon TL karşılığı Makro İnşaat’a verildi. 

Bundan yaklaşık üç yıl önce Ensar Vakfı Küçükçekmece Şubesi Gençlik Kolları’nca düzenlenen “Tecrübe Konuşuyor” etkinliğinde yer alan Ercan Uyan’ın, AKP Küçükçekmece Gençlik Kolları Kurucu Başkanı olduğunu da Ensar’ın sitesinden aktarmış olalım. 

Milli değerler” kolay yetişmiyor gördüğünüz gibi.

Çiğdem Toker/CUMHURİYET

‘Değerli yalnızlık’tan 'tehlikeli yalnızlık'a... Suriye'de nereden nereye gelindi?- DUYGU GÜVENÇ

Türkiye, IŞİD karşıtı koalisyondan resmen dışlandı. ABD’nin Suriye’de ‘sınır güvenliği ordusu’ kurma kararını, Ankara’ya danışmadığı ortaya çıktı.


Ankara, ABD’nin IŞİD ile Mücadele Koalisyonu’nun 30 bin kişilik Suriye Sınır Güvenliği Gücü oluşturma kararına, kendisine danışılmadan alındığı için tepki göstermeye devam ediyor. Geçen hafta ABD maslahatgüzârının bakanlığa çağrılmasıyla verilen ilk tepkinin ardından, Dışişleri Bakanlığı ikinci tepkisini ise önceki gün yazılı olarak göstermiş ve “Söz konusu kararının koalisyonun hangi üyelerinin onayıyla alındığı da bilinmemektedir. Tek taraflı atılan adımları koalisyona mal ederek açıklamak, DAEŞ’la mücadeleye de zarar verebilecek son derece yanlış bir harekettir” demişti.

‘Kabul edilemez’
Dışişleri’nin açıklamasında ayrıca “Türkiye, DAEŞ’la sahada mücadelenin ve DAEŞ’tan kurtarılan alanlardaki istikrarlaştırma faaliyetlerinin bir başka terör örgütü olan PYD/ YPG’yle işbirliği yapılarak yürütülmesinin yanlış ve sakıncalı olduğunu her düzeyde ve platformda müteaddit kereler bildirmiştir. ABD’nin taahhütleriyle ve beyanatlarıyla çelişen şekilde PYD/YPG’yle işbirliğinin sürdürülmesi suretiyle ulusal güvenliğimizi ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atan bu tür girişimler asla kabul edilemez. Bu hatalı yaklaşımda ısrar edilmesini kınıyor ve Türkiye’nin ülkesine yönelecek her türlü tehdidi bertaraf etmeye kararlı ve muktedir olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz” ifadeleri kullanılmıştı.

Herkes var Türkiye yok
“Suriye Sınır Güvenliği Gücü” adıyla 30 bin kişilik ordu oluşturma kararı ise geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın girişimiyle yapılan ve ABD’nin yanı sıra İngiltere, Fransa, Ürdün ve Mısır’ın katıldığı toplantının ardından açıklanmıştı. Türkiye’nin koalisyon ile arası, Rakka operasyonunun YPG/PYD güçleri ile düzenlenmesi ve Rusya ve İran ile başlattığı Astana süreci nedeniyle açılmıştı. Bu toplantının önümüzdeki günlerde Paris’te daha geniş katılımla sürmesi beklenirken, Ankara aynı hafta içerisinde ABD’den üst düzeyde yetkilileri de ağırlayacak. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir heyetin de önümüzdeki hafta Ankara’ya gelmesi ve iki ülke arasında yargı nedeniyle yaşanan kriz başta olmak üzere ikili sorunları ele alması bekleniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Afrin ve Minbiç için operasyon sinyallerini üst perdeden tekrarlarken, gözler bugün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı Tillorson, Vancouver’da yapması beklenen görüşmeye çevrildi.

Kritik görüşme bugün
Bakan Çavuşoğlu, bugün ve yarın Kanada’da Tillerson’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Kore Yarımadası’nda Güvenlik ve İstikrar Konulu Dışişleri Bakanları Toplantısı”na katılacak. Çavuşoğlu’nun burada Tillerson ile ikili bir görüşme yapması ve başta Kuzey Ordusu’nun oluşumuyla ilgili rahatsızlarını da iletmesi bekleniyor. Güvenilir bir kaynak ise operasyona yönelik hazırlıklarının olduğunu ancak diplomasi sürecinin devam ettiğine işaret etti.

Duygu Güvenç / CUMHURİYET

15 Ocak 2018 Pazartesi

‘Daha ne bekliyoruz!’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Tunus’ta 1984 ekmek isyanlarının 34.; Arap isyanlarını başlatan 2011 “devrimin” 7. yılında, Feş Nesttannev, (isyan etmek için... “Daha ne bekliyoruz!”) sloganıyla yeni bir kitlesel protesto dalgası yükseldi.

Ekonomik manzara 
L’Economist Maghrebin’de yayımlanan bir yoruma göre, “Özgürlükler alanındaelde edilenleri, ekonomik alandaki başarılar izleyemedi. Tam aksine bugün ekonomi 2011’den daha kötü bir durumda”. Kitlesel gösterilerin düzenleyicilerinden Halk Cephesi’nin (Front Populaire) sözcüsü, Hamma Hamami de “Hayat daha pahalı, insanların alım gücü düştü, orta sınıf yoksullaştı”... “hükümettekiler durumun farkında değil” diyor.
 
Gerçekten de ekonomik büyüme 2016 yılında yüzde 1 oldu, 2017 yılında da yüzde 2 dolayında kalması bekleniyor (OECD). Tunus’un dış borçları ve cari açık sırasıyla GSMH’nin, yüzde 70 ve yüzde 10.2 düzeyine ulaşmış. Bankaların batık alacaklarının da toplam kredilere oranı yüzde 15.4. Enflasyon yüzde 5.6. Dinar 2011’den bu yana sürekli değer kaybediyor. Resmi verilere göre yüzde 15 dolayında olan işsizlik, Radio France International’in aktardığına göre üniversite mezunları arasında yüzde 30 düzeyinde. 
İktidarda, 2011’de devrilen Bin Ali yönetiminin devamı sayılabilecek  NidaaTounis   partisi ile, seçimleri kazandıktan sonra dinci (totaliter, bağnaz) politikalara yönelince, kadınların ve sendikaların protestolarının baskısıyla hükümeti bırakmak zorunda kalan, Müslüman Kardeşler’in Tunus kanadı Ennahda partisi arasında zar zor kurulmuş bir koalisyon var. Bu koalisyon IMF’nin dayattığı neoliberal Finans Paketini, halk sınıflarının üzerindeki olası etkilerine aldırmadan kabul etmiş. Son protestolar bu paketi, 2018 FinansYasasını hedef alıyor. 

Protestolar kendiliğinden hareketler olarak başlamadı. 2011 devriminden gelen deneyimli gençler, internet blogcuları, sol eğilimli Halk Cephesi temsilcileri, öğrenci sendikalarından kadrolar, “Feş Nesttannev” başlığı altında, bir koordinasyon yapılanması kurdular. Yatay bir örgütlenmeye sahip bu koordinasyon ülkenin birçok kentine yayılmış bir kampanya örgütü olarak çalışmaya başladı. 

Bu kampanya, Tunus’un proletarya mücadeleleri tarihinde çok önemli bir yeri olan 1984 Ekmek İsyanı’nın yıldönümü 3 Ocak gecesinde birçok kentin sokaklarının duvarlarını “Feş Nesttannev” sloganıyla donattı. Ertesi gün de işçi ve yoksul halkın yaşadığı mahallelerde düzenlenen yaygın bildiri dağıtma eylemleri, işçi sınıfının yeni orta sınıf proletarya” olarak tanımlanan kesiminin, işçi sınıfın geleneksel kesimiyle buluşmaya başladığını gösteriyordu.. Tunus Sendikalar Konfederasyonu da bu protestolara destek veriyordu. 

Feş Nesttannev’in sözcüsü, Henda Çennavi“Ben bu hareketi 2011 devrimin devamı olarak görüyorum. Genel seçimlerin özgürce yapılmasına olanak veren bir siyasi dönüşüm oldu. Şimdi, başından beri talep ettiğimiz ekonomik dönüşümleri... Devrimin toplumsal adalet talebinin artık gerçekleşmesini bekliyoruz”. İktidardakilere “baskı yaparak güçler dengesini tersine çevirmeliyiz” diyor. 

Nidaa Tounis - Ennahda koalisyonu, bu talepleri dinlemek yerine, polis - asker şiddetiyle cevap veriyor. Eylemcileri, Bin Ali rejiminin 2011’deki diliyle, suç örgütleri, serseriler (çapulcu), anarşistler olarak niteliyor, yüzlercesini tutukluyor. Ennahda, geceleri polisle çatışan varoş gençliğinin eylemlerini bahane ederek, tüm hareketi kaos istemekle suçluyor. Henda, “Şiddet uygulamalarını teşvik etmiyorum. Ancak bu gece eylemlerinin de, hiçbir gelecek umdu olmadan mahallerinde adeta tutsak kalmış yoksul gençlerin kendilerini ifade etmesinin bir biçimi olduğunu da görmek gerekiyor” diyor... 

Protestolar iktidardakileri etkilemiş görünüyor. “Ulusal birlik” hükümetinin kurulmasına olanak veren Kartaca Anlaşması’nın imzacıları hafta sonunda bir araya geldiler, en yoksullara yönelik 170 milyon dinarlık bir yardım paketi üzerinde anlaştılar. Henda’nın deyişiyle 2011’de başlayan Tunus “devrimi”, ileri geri adımlarla devam ediyor...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET