3 Mart 2018 Cumartesi

Fabrikalar, tarlalar…- ORHAN GÖKDEMİR

“Yağmalanmış Fındık Bahçesindeki Bok Böcekleri” başlıklı yazıda Monsanto imalatı  “herbesit”lerle fındık bahçelerinin nasıl tarumar edildiğini anlatmıştık hatırlayacaksınız. O yazının üzerinden iki yıl geçti neredeyse, fındığın ve fındık üreticisinin hali ortada. Saldırı kesintisiz sürüyor.

Monsanto “fındık üreticisi”ni “ısırgan ilacı” ile zehirliyordu. Bugünkü konumuz o fındıkları alıp, işleyip, satan Cargill şirketi. Rastlantı değil bu ilişki. Cargill ile Monsanto iş ortağı. Şekerpancarına el atan ortaklardan Cargill, fındıkta olduğu gibi şekerpancarı tarlalarını zehirlemeye kalkışmadı. Daha kolay bir yolunu buldu; O pancarların işlendiği fabrikaları yağmalamak. İktidarı şeker fabrikalarının 14’ünü satışa çıkarmaya ikna ederek çözdüler sorunu.

Getirisi böyle yüksek olunca üşenmemiş, iktidarın “aydınlanması” için rapor hazırlamış şirket. Adı “Şeker Piyasası, Mevcut Durum ve Değerlendirme Raporu.” Raporda dedikleri şu; Şeker üretiminin kamunun elinde bulunması olabilecek en kötü durum. O halde? Derhal özelleştirilmeli. Bu raporun yayınlanmasının hemen ardından hükümet Şeker Kurulu'nu kapatıp 14 şeker fabrikasını özelleştirme kararı aldı. Hesaplamalara göre bu özelleştirmelerden sonra Cargill 10 yıl içinde Türkiye şeker piyasasının yaklaşık yarısını ele geçirmiş olacak.

Hepimiz biliyoruz ki o şeker fabrikalarının yerinde az zaman sonra yeller esecek. Sadece kötü niyetten değil. O fabrikaların üzerinde durduğu arsalar fabrikalardan daha kârlıysa kaçınılmaz sonuç bu olur. Yık fabrikayı, üzerine yapacağın AVM ile fabrikadan kazanacağının on katını kazan. Kapitalizmin amacı kâr değil mi? Piyasa mekanizmasının mantığı böyle. Fabrikalar yıkılacak, hem fabrikayı alan yerli kompradorlar kazanacak hem de Cargill amacına ulaşmış olacak. Atanmış başbakan Binali Yıldırım’ın deyişiyle “ özelleştirmeden sonra her şey eskisinden güzel olacak.”

                                                                   ***

Peki, nedir bu Cargill? Girin Cargill’in sitesine, şu ibareyle karşılaşacaksınız: “Cargill dünyanın güvenli ve sürdürülebilir bir şekilde beslenmesinde lider olmayı amaçlar.” Devamı da var: “Cargill dünyanın kalkınmasına katkı sağlamak için küresel gıda sistemi kapsamında bağlantılar oluşturmaktadır. Çiftçilerin piyasalarla bağlantıda olmasını, müşterilerimizin sürdürülebilir gıda çözümlerine ulaşmasını sağlıyor ve dünyanın gıda ihtiyacını karşılıyoruz.” Ne kadar ulvi bir amaç değil mi? En hoşu da “çiftçiler ile piyasa arasında bağlantı” kurulmasına aracılık ettikleri iddiası. Piyasa ile bağlantı, çiftçinin yok edilmesi ile sonuçlanıyor her zaman!

ABD menşeli bu şirket 1865 yılında kurulmuş. Çevreyi kirleten fabrikaları, genetiği değiştirilmiş mısır ve nişasta esaslı şeker üretimi ile ün salmış bir kurum. Tarım gıda alanında ABD'nin ilk beş, dünyanın ilk on şirketi arasında yer alıyor. Dünyanın en büyük tahıl şirketi. 70 ülkedeki faaliyetleri ve 150 bini aşkın çalışanı ile 150 milyar dolara yaklaşan yıllık ciroya sahip. Yol açtığı çevre felaketleri dışında şirketin, gelişmiş ülkelerde kabul görmeyen bir takım "deneysel" ürünleri, gelişmekte olan ülkelerde kullanıma sunduğu da iddialar arasında.

Dünya tahıl ticaretinin dörtte birini kontrol eden Cargill, tohum ve ilaç üreticisi Mansonto ile ortaklık kurarak tohumların geliştirilmesinden üretimine, ekiminden hasat sürecine, hasadın işlenmesinden gıda ürünü olarak tüketiciye sunulmasına, hayvan yeminden et pazarlamasına kadar bütün safhalar üzerinde söz hakkına sahip büyük bir tekel oluşturdu.
Bizde Marmara bölgesine konuşlanmış durumda, 1960'lı yıllardan beri iş yapıyor. Yakın zamanda Alemdar Kimya ve Turyağ gibi bazı şirketleri satın alarak genişledi. Ülker ile ortaklık kurdu. Ayrıca Hendek'te bulunan tesisinde işlediği fındıkları yurtdışına satıyor. İktidar üzerindeki etkisi büyük. Birinci sınıf tarım arazilerinin sanayi bölgesi ilan edilmesini istedi, AKP şak yerine getirdi. Şimdi şeker yasası ile getirilen kotadan glikozun çıkarılmasını ve früktoz için kotanın nişasta esaslı şeker üreten 5 fabrikanın tüm kapasitelerini kullanabilecekleri şekilde genişletilmesini istiyor. İsteyenin bir yüzü…

                                                                   ***

Türkiye, dünya pancar şekeri üretiminde dördüncü. Yani bu alanda önemli bir yer tutuyor. Ortadoğu'daki üretimin yüzde 65'ini tek başına yapıyor. Cargill'in şeker piyasasındaki gücü yapay şeker üretiminden. Yapay şeker ise mısırdan üretilmekte. Şekerpancarı üretiminde dünya dördüncüsü olan Türkiye mısır üretiminde ancak kendine yeter halde. Yani “mısırı Türkiye çiftçisinden satın alıyorlar” iddiası bir palavradan ibaret. Ayrıca Cargill'in amacı sadece Türkiye pazarı değil, o yolla bütün Ortadoğu pazarını ele geçirmek.

Bu durumda ülke için şekerpancarı üretimine devam etmek en akıllıcası olur değil mi? Evet de “Şeker Yasası”na göre bunun kararını Şeker Üst Kurulu veriyor. İnanılır gibi değil ama Cargill, Şeker Üst Kurulu'nun da üyesi. Yani, doğal ya da yapay şeker üretim kotalarını yurtiçi talebe göre belirleyen, şeker üretimini ve ticaretini düzenleyen kurulun içinde o da var. Ülke Cargill’in onayını almadan şekerpancarı üretimini arttırmaya karar veremiyor anlayacağınız. Ama şekerpancarına dayalı şeker üretiminden mısıra dayalı yapay şeker üretimine geçilme kararını kolayca verebiliyor. Veriler ortada. Şekerpancarı ekim alanları yüzde 40 daralırken tatlandırıcı üretim kotası önce yüzde 10, sonra yüzde 15, daha sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 50 arttırılmış. Yakında kotanın bütünüyle kaldırılacağından emin olabilirsiniz.

Türkiye’de çiftçi para etmeyen ürünlerini tarlada gübre olsun diye bırakırken, Cargill ta Amerika’dan GDO’lu mısır getiriyor, işliyor ve Türkiye’de tatlandırıcı olarak satıyor. Türkiye’de tarıma ve çiftçiye işte böyle darbe vurulmaktadır.

                                                                     ***

Cargill ve Monsanto çiftçinin kullanacağı tohumu da tekellerine almış durumda. Çiftçiye satılan tohumlar üzerinde hak iddia ediyorlar ve çiftçilerin tohumluk ayırmasını engellemeye çalışıyorlar. Böylece, kendilerine bağımlı bir çiftçi topluluğu oluşturmaya çalışıyorlar. Cargill bu amaçla, bazı bölgelerdeki tohum faaliyetlerini işbirliği anlaşması imzaladığı Monsanto şirketine bıraktı. Çünkü Monsanto tohumların yeniden kullanılmasını önleyecek kesin bir çözüm bulmuş, tohumlara “terminatör” (yok edici) geni eklemişti. Çeşitli gen teknolojileriyle dönüştürülmüş bu tohumlar verimli ürün alınmasını sağlıyor ama bu ürünlerin tohumları yeniden kullanılamıyordu. Tohum bir kez ürün verdikten sonra intihar ediyordu.

Monsanto firmasının yarattığı o ucube tohumlar ülkemizde yıllardır cirit atıyor. Kimse ses çıkarmasın, çığlık atmasın diye milletvekillerini okyanus ötesi bedava gezilere götürüyor, küçük tatlı rüşvetçikler dağıtıyor, yerli işbirlikçileri ile kârlı ortaklıklar kuruyorlar. Böylece Monsanto ile Cargill’i, Cargill ile Ülker’i, Ülker ile iktidarın prenslerini birleştiren, besleyen müthiş bir mekanizma ortaya çıkmış oluyor.

Köylüye ne oluyor diyorsunuz değil mi? O, ya büyük şehirlere göçüp varoşlarına yerleşerek ucuz iş gücü ordusuna katılmayı kabul ediyor, ya da AKP’nin kapısını çalarak dilenmeye başlıyor. Müthiş bir düşkünleştirme makinasıdır.

                                                                  ***

Karşı karşıya olduğumuz yıkımı Burhan Özalp’in soL’daki “Türkiye’de tarımın çöküş hikâyesi” başlıklı yazısından aktarıyorum. Çiftçilerin yoksullaşması, borçlanması, tarımın itibar kaybetmesi, gittikçe büyüyen hizmet ve inşaat sektörünün tarım arazilerine hücum etmesi tarım alanlarının AKP’li yıllarda hızla daralmasına neden oldu. 1987 ile 2002 yılları arasındaki 15 yılda 1 milyon 348 bin hektar (yüzde 5) azalırken, 2002 ile 2017 yılları arasındaki 15 yılda ise 3 milyon 203 bin hektar (yüzde 12) tarım arazisi yok oldu. Tarım politikalarında 1980 sonrasında başlayan serbestleşme süreci 2000’li yıllarda en üst seviyesine çıktı. Bu sürece Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Avrupa Birliği (AB) Türkiye tarım politikalarının serbestleşmesine toplu katkıda bulundu. Türkiye bu kurum ve kuruluşların kapısını her çaldığında tek bir reçete ile karşılaştı: “Serbest Piyasa.”

Özetle, son 30 yılda yok olan tarım topraklarının yüzde 70’i AKP’li yıllarda gerçekleşti. Geri kalanı da AKP’nin tasallutu altında. Ağaca, ormana, kurda, kuşa tahammülü yok iktidarın. Ayakta kalmak, iktidara tutunmak için sürekli beton üretip, sürekli beton dökmek zorunda. Koşuyor o nedenle, yol yapıyor, yaptığı yolları köprülerle birbirine ekliyor. Köprü yapacak su kalmadıysa kanal açmaya kalkışıyor. O sırada Monsanto fındık bahçesini zehirlemiş, Cargill fabrikayı talan etmiş, şekerpancarı üreticisinin üzerine GDO’lu mısır dökmüş umurunda değil haliyle.

"Petrolü kontrol edersen ülkeyi kontrol edersin; gıdayı kontrol edersen insanları…” Söz Amerikan emperyalizminin has adamı Henry Kissinger’in sanırım. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile Suriye içlerinde çıktığımız maceraya yeniden bakmanızı öneririm bu sözden sonra. Emperyalizm bu kadar saldırgan, halkımız bu kadar mazlum ise bilin ki ülkemizi ve insanlarımızı kontrol etmek isteyenlerin işbirlikçileri yüzündendir.
Biz mi? O tarlaları da, o fabrikaları da alacağız ellerinden, mecburuz!

Orhan Gökdemir / SOL

Şeyh Şuca’dan Mısırlıoğlu’na ‘maymunluk’ tarihimiz - ERK ACARER

Hasta yatağında fes takıyor, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hürmetle ziyaret ediliyor. Daha önce Saray sofralarının baş kösesine oturtulmuşluğu da akıl fikir danışılmışlığı da var. Bu nedenle “Meczup” deyip geçmek kolaycılık. Çünkü Mısırlıoğlu, Türkiye’nin içinde olduğu durumu özetleyen önemli bir sembol. Gericiliğin ikiyüzlülükle, sahtekarlığın menfaatle nasıl uyumlu halde olduğunun, yozluğun, çürümüşlüğün bir çatlak bulduğunda nasıl zehirli metan gazı gibi yayıldığının kısa özeti.

Riyakârlık ve ahlak erozyonu
Atatürk’ün malvarlığına atıp tutuyor; servet makinesi olan bir lokanta işlettiği anlaşılıyor. Ahlak dersi veriyor, oysa Eski Trabzonspor Kulübü Başkanı Ahmet Celal Ataman tarafından geçmişte bir derneğin parasıyla ‘yağ ticareti yaptığı gerekçesi ile’ ihraç edildiği iddia ediliyor. Kadir Mısırlıoğlu işte bu. Onu ziyaret, ona hürmet de ülke içinde bulunduğu çürümüşlükten, sistem erozyonundan azade değil. Adeta kopyalanıp yapıştırılan tarihimizin, ahlak erozyonunun, riyakârlığın bir suretidir o.


Fese de karşı çıkmışlardı
Eyüp Sultan’da ilk işletme İstanbul’un fethinden yıllar sonra açılır. 3 Mart 1829’da Cuma namazı kılmak için bir araya gelenler, Sultan II. Mahmut’u gördüklerinde hayrete düşerler. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak, ‘hayırlı bir olay’ gerçekleştiren sultan, ilk kıyafet devrimine de imzasını atar. Üzerinde geleneksel saray kıyafetleri değil pantolon başında ise kavuk yerine fes vardır. Ahali yaftayı yapıştırır: “Gâvur Padişah!”

Gâvur padişah
Yeniçeri ocağını kaldıran Sultan Mahmut, geri adım atmaz. Fakat hassas dengelerdir. ‘Gâvur Padişah’ imajını silmek için başka yöntemler bulur. En fazla türbenin yapılması, önüne gelene şeyh mezarı verilmesi onun döneminin icadıdır. Aynı 1832 yılında Eyüp’te kurulan fabrika gibi. Burası bir fes farikasıdır. İşletmeye fese memleketlerinden aşina olan Tunuslu ustalar yerleştirilir. Bu ustalar hem Türk hem de Ermeni işçilere eğitim vermeye başlayınca, personel sayısı 3 bine kadar yükselir.

Kiraz ağacına benzeyen Türkler
Fesin görünümü son derece basit olsa da imalatı bir o kadar karmaşık bir iştir. Fesin kullanım şekli sahibini anlatır. Düz takan efendidendir. Ökçesinin arkasına basan Galata külhanbeyi fesi, yana yatırarak mesajı verir: “Ben püsküllü belayım!” Fesin püskülü ise kendi başına beladır. Çabuk dolaşır, ipleri biririne karışır ve düzensiz görünür. Böylece ortaya yeni bir meslek grubu çıkar: Püskül tarayıcılar. Fesin yaygınlık kazanması, ilginç adetlerin gelişmesine de olanak verir. Kan almak, sülük yapıştırmak ve diş çekmekte hünerli Lütfü Bey’in fesine, o zamanlarda cerrahları tanımlayan ‘kerpeten’ sembolü takma izni verilir.

Bugün büyük bir semte adını veren Feshane, geçmişte İstanbul sokaklarının kırmızı bir deniz gibi boyanmasına neden olur. Fesin kullanımı II. Mahmut dönemine denk gelse de Anadolu’da asırlar önce fes kullanıldığına dair şaşırtıcı kayıtlar vardır. 13. yüzyılda Aslan Yürekli Richard’ın ordularıyla Haçlı seferlerine katılan Fransız şair Ambroise, Türklerin kırmızı başlıklarıyla olgun kiraz ağaçlarına benzediklerini yazar.

Değişmeyen şeyler: El üstünde tutulan menfaatçi meczuplar
Fesle ilgili ilginç bir gelişme de III. Murat döneminde yaşanır. Bu çıkış notamızla ilişkilidir. Tarihçiler bu dönemi, Osmanlıda yozlaşmanın somutlaşmaya başladığı kesit olarak görür. Padişah Murat’la birlikte Manisa’dan gelen Şeyh Şuca, çocuğu olmayan saray kadınlarına muska yazmakla ünlenir. Murat’ın himayesindeki şeyh, adını İstanbul’daki rezaletlere de altın harflerle yazdırır. Şuca, genç oğlanlara düşkün kişilere hizmet veren meyhane ve kahvehaneler zinciri kurarak, büyük bir servet sahibi olur. Kazandıklarından bir yüzdeyi de sultana verir. Tarihçi Peçevi konuyla ilgili olarak şu satırları kaleme alır: “Şeyh Şuca, padişahla her buluştuğunda kazandığı hasılattan birer ikişer kese florin getirirdi.”

Maymuna fetva çıkarttı
Şeyh Şuca’nın önemli icraatlarından biri de maymunlara yönelik bir fetva çıkarmak olur. Maymunlar insana benzediği için başlarına bir şey giydirilmesine karar verir. Böylece Istanbul’daki iki yüz maymuna kırmızı takke takılır. Şeyh Şuca da henüz II. Mahmut’un kıyafet devriminden çok daha önce başına fes takmış biridir. Ahlak yoksunu Şeyh Şuca ilginç bir biçimde ve farkında olmadan Darwin Teorisi’ne de yaklaşmıştır.

Sonuç olarak; menfaatle örülü ikiyüzlülük ve ‘maymunluk’ tarihimizle birlikte fesle olan ilişkilerimiz de eskidir. Bizde derler ki; “Bizim kız bizden kaçar, başını kapar, ‘gözünü’ açar.”


Erk Acarer / BİRGÜN

Yeniden ormana - MUSTAFA K. ERDEMOL

On yılı geçmiştir herhalde bu yazıyı yazalı. Oğul Bush zamanıydı. Şu sıralar yine nükleer silah yarışına girdi dünya. Kapsamlı bir savaş tehlikesi her geçen gün artıyor. Yeniden o yazım geldi aklıma. Yeniden anımsatayım istedim:
“Bunca yıl sonra yeniden böyle bir haberle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Yıllar önce ortaokul öğrencisiyken tarih hocamızdan duymuştuk haberi. Japonya’nın, şimdi neresi olduğunu anımsayamadığım ormanlık bir bölgesinde II. Dünya Savaşı sırasında saklanmış iki Japon askerinin tesadüfen bulunduğunu söylemişti hocamız. Askerler bulundukları sırada savaşın hala sürdüğünü sanıyorlarmış meğer.

O iki askerin dramı, savaş sonrası literatüre “Japon askeri sendromu” denilen bir de sıfat kazandırdı ki, sürekli saklanma halinde olanları tanımlar. Geçip giden bir tarihi zaman diliminin farkında olmamak, güvenliği sadece gizlenmek olarak anlamak gibi hastalıklı halleri bu sıfatla ifade ediyorlar günümüzde. Şöyle böyle bir 30 yıl öncesinden söz ediyorum. Bu iki asker bulunduklarında olsa olsa 50’li yaşlarındaydılar herhalde. Geçen günler içinde Filipinler’in Mindanao Adası’nda bulunan, II. Dünya Savaşı’nın bitmediğini sanan iki Japon askerse 80’li yaşlarını sürdürüyorlar. Yani öncekilerden çok daha fazla yıl sürmüş bir trajedileri var. Bu yazıyı yazdığım sıralarda, bu talihsiz askerlerin Japonya’nın 1945 yılında teslim olduğunu bilip bilmedikleri henüz bilinmiyordu. Bilmedikleri ortaya çıkarsa, boşu boşuna “düşman kuvvetlerden” saklandıkları anlamına gelir ki bu, hüznümü daha da artırır. Çünkü savaşta bedel ödemenin türlerinin ne olduğundan haberimiz var. Ölmek ya da esir düşmek savaşın mantığına en uygun olanı. Peki bunlarınki nasıl bir bedel? Tam 60 yıl boyunca bitmediğini sandıkları bir savaşın hala parçası olduklarını sanmaları, ruhsal dengelerini kim bilir ne hale getirmiştir? Ölümden de, esir düşmekten de korkunç bir bedeldir ödedikleri.

Dünyayı kana, gözyaşına boğan Japonya İmparatorluğu’nun suçunu, hem de fazlasıyla, hem de çok trajik olarak bunlar ödemişler belli ki. “Güneşin oğlu” imparatorun, hala savaş var sanıp ormanın gölgeliklerine tam 60 yıl sığınmış “güneş yoksunu” çocukları bunlar.

Tam 22 milyon Sovyet askerinin canı pahasına kazanılmış II. Dünya Savaşı zaferini, ABD-İngiltere-Fransa zaferi sayan şımarık Batı, bu trajediden, çıkarsa çıkarsa beyaz perdelik melodramlar çıkarır. Benim için ise durum elbette bundan daha vahim derslerle dolu. Her şeyden önce çok insani bir tutum olan “korku” nun tüm duygulardan ne kadar üstün olduğunu bir kez daha öğrenmiş oluyorum. Sadece korktuğu için bir insan, güneşten, diğer insanlarla ilişkilerden (buna esir olup düşmanla diyalog kurmak da dahildir) gördüğü her insana merhaba demekten nasıl vazgeçebilir? 

Asla söyleyemeyeceğim bir cümleyi şimdi kurmak zorundayım: Savaş bile insanlar arası bir diyalogdur ki dilerim insanlık bu diyalogdan dünya durdukça mahrum kalır; ama bu iki Japon askerinin yaşayamadığı bir diyalogdur ne yazık ki. Öldürmek için doğrultulan silahın hedefinde insan vardır, esir almada etkisiz kılınması gereken insandır. İnsan olmasa savaş da olmaz bildiğiniz gibi. Hiçbir silah teknolojisi sadece yapıları, binaları hedef alsın diye oluşturulmuyor. Mutlaka yok edilmesi gereken bir insan topluluğuna gereksinimi var savaşın. Oysa bu iki Japon askeri, boğuşmak için bile iki düşman askerinden yoksun kalmışlar tam 60 yıl boyunca. Kimseyi öldürmemek için ben de; yaşarsam eğer, hem de onlarca yıl kaçmaya çaba gösteririm diye düşünüyorum. Yapabilir miyim gerçekten, kuşkuluyum. Bu kadar yıl, saklandığım yerde görmesem bile var olduğunu bildiğim herkesi düşman sanmak gibi bir ruh hali, beni diyelim ki artık olduğuna inandırıldığım barış zamanında bile katil yapmaz mı?

Ölmemek için kaçmakla, ölümden de, yaralanmaktan da, esir düşmekten de sözüm ona “kurtulan” bu trajik adamlar, kurtulduklarını sandıkları savaşın psikolojik kurbanlarıdırlar gerçekte. Nasıl, üstelik 80’li yaşlarının ortasındalarken rehabilite edilebilecekler şimdi?
Hiçbir insanın bu kadar ağır bir trajediyi kaldıracak gücü yoktur. Bu zavallı ihtiyarların da olmadığını biliyorum. Ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’na sokmadığı için, İnönü’yü ülkenin “erkekliğini öldürmek”le suçlayan Nazi sempatizanı kimi Türk politikacılarının önünde bu iki Japon askeri gibi bir örnek yoktu. Yoktu ama; Balkan Savaşı gibi Osmanlının mahvına neden olan savaşta, cepheyi terk edip kaçan binlerce Osmanlı askerinin varlığından haberdardılar oysa. Yani savaşla geldiği sanılan “erkeklik” bir savaşla gitmişti Osmanlı’nın elinden.

Belki 60 yıl sürmemeli ama savaştan, sadece erkeklikten değil, şiddetten, insan öldürmekten de kaçmak için “kaçmalıdır”. Erkekliğe yükledikleri anlam bizimkilerden hiç de farklı olmayan Japonya’da, Japonların o çok övündükleri gururlarına sahip de olan milliyetçiler, bu iki askere mutlaka ama mutlaka önce “erkekliklerini” anımsatacaklardır. Bu çağdaş “samuraylar” savaşta, örneğin II. Dünya Savaşı’nda, Bolşevik askerlerin yanında, üstelik bu uğursuz paylaşım savaşının başlamasında hiçbir rolleri olmayan milyonlarca Sovyet kadının yaşamını yitirdiğini hiç anımsamadan yapacaklar bu “erkeklik” vurgusunu. 
Nereden mi biliyorum? 
Gururları erkeklikleriyle baş başa gittiği için, dünyanın en korkunç intihar türüne, yani harakiriye sahip olanların Japonlar olduğunu biliyorum da ondan. Belki de bu iki eski asker, ölümden olduğu kadar, enselerindeki feodal Japon gururundan da kaçtılar, kim bilir? Belki de inanmadıkları bir savaşta ne işleri olduğunu sorgulayarak da saklanmaya karar vermişlerdir. Öyle ya da böyle, çok belli ki bu zavallı kaçaklar, ciddi bir akıl yanılsamasından mustaripler.

Ama sonuçta 60 yıl çok uzun, çok hüzünlü, çok mantıksız, nihayet, üzüntü duymama yol açsa bile, çok uzun sürmüş bencilce bir saklanış. İnsan öldürmeye hayır; ama içimizdeki insanı öldürmeye de hayır. 
Ne olmalıydı? O iki askerin yerinde olmadığım için bilemem ama oturduğum yerden konuşmanın da rahatlığıyla belki, ben olsam her şeyi göze alıp gidip ya kendi orduma ya da düşman ordusuna teslim olurdum diye düşünüyorum. Savaşın kurbanı olmayayım diye, uzun sürmüş, üstelik insan onurunu da çok inciten bir trajedinin kurbanı da olmak istemezdim.

Bu iki asker için bence trajedi henüz bitmiş değil. Saklandıkları Filipinler’deki ormanda bulunmak onlar için iyi olmadı. Yukarıda yazdıklarımla çelişiyor olacak şu söylediklerim ama bence ilk fırsatta yeniden o ormana kaçmanın yollarını bulmalılar diye düşünüyorum. 

Çünkü istemeden de olsa başını çıkarttıkları o ormanın dışında, bitmediğini sandıkları II. Dünya Savaşı yok, kabul: Ama en az onun kadar trajik savaşlar var. Irak’ından, Afganistan’ına, muhtemelen İran ile Suriye’sine kadar geniş bir bölgede savaş tamtamları susmuş değil. Bir Amerika-Japonya savaşı yok ama Amerika’yla her coğrafyanın bir savaşı var. Akıl yanılsaması, bencillik falan dedim ama hepsini geri alıyorum. O iki asker tekrar ormana sığınmanın yollarını bulsunlar. Her ne kadar Bush’un bombalarının yok edemeyeceği orman yok diye inansam da; eğer bu gidişi durduramazsak bizim de yanlarına geleceğimizden emin olsunlar.

Ya Bush’u durduracağız ya da saklanacak ormanları çoğaltacağız. Başka çare yok”.

Valla bugün de okunabilir bir yazıymış doğrusu.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Salih Müslim terörist mi? - ALİ SİRMEN

PYD-YPG yöneticisi Salih Müslim’in Çekya’da gözaltına alınıp kelepçelenerek mahkemeye çıkarılması ve ardından da serbest bırakılması üzerine yine kıyamet koptu ve Ankara bir kez daha, bu defa Çekya’ya yönelik olarak, terör ile mücadelede tutarlı davranmama suçlamasını yöneltti. Olaylar geliştikçe öğreniyoruz ki terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle Ankara’nın talepte bulunmasına karşın, Salih Müslim konusunda Interpol kırmızı bülten çıkarmamıştır. 

Salih Müslim’e Finlandiya ikamet izni vermiş, Belçika topraklarında basın toplantısı düzenlemesini kabul etmiş, Çekya da mahkeme kararıyla serbest bırakmıştır. 
Bütün bunlar Salih Müslim’in Türkiye hariç, hiçbir yerde terörist olarak görülmediği izlenimini yaratıyor. 
Peki, Salih Müslim terörist mi, değil mi? 
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da belirttiği gibi Salih Müslim PKK’nin 2002’deki 8. Kongresi’ne katılmış, PKK’nin ve KCK’nin yürütme kurulu içinde yer almış, 2003 yılında Öcalan’ın talimatıyla PYD-YPG’nin yönetimini ele almak üzere Kuzey Suriye’ye geçmiş bir kişi.
***
Bu durumda PYD-YPG’nin terör örgütü olduğunu yadsımayan herkes Salih Müslim’in terörist olduğunu da teslim etmek zorundadır. Hadi Washington’ın bile PKK’nin yan örgütü olduğunu yadsımadığı PYD-YPG’yi bırakalım bir yana, Müslim’in salt hemen hemen kimsenin terör örgütü olduğunu yadsıyamadığı PKK’nin yürütme kurulu içinde yer alması onun terör örgütü üyesi sayılmasına yeter. 
Türkiye bu konuda bilgi ve belgeleri, kanıtları bütün dünyaya sunuyor. 
Ama şimdi denilecek ki “terörist olarak kabul etmemiz için yargı kararı gerek”. Pekâlâ o da var. 
Nitekim Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Salih Müslim’in terör örgütü üyesi olduğu yolunda 17 Eylül 2014 tarihli bir kararı var. 
Daha sonra Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin aynı yönde, 21.05.2015 tarihli bir başka kararı daha var. 
Bütün bu veriler, Salim Müslim hakkındaki terörist suçlamalarına dayanak oluşturmaktadır. 
Ama, Türkiye’nin terörist olduğunu ileri sürdüğü PYD-YPG temsilcisi Salih Müslim’e karşı tavrı ne oluyor? 
Hemen söyleyelim, 4 Ekim 2014’te (Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararından sonra) kendisini Ankara’da ağırlıyor ve bu ağırlama sırasında Müslim, hem MİT Başkanı Hakan Fidan ile hem de o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu ile görüşüyor. Bu görüşmeler sırasında, herhalde MİT Başkanı’nın Başbuğ’un açıkladığı 2002 tarihli PKK’nin 
8. Kongresi’nden haberleri vardı ve herhalde Müslim ile görüşmeden önce Dışişleri Bakanı’na sunulan dosyada Mardin 
2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar yer almaktaydı. 
Türk devlet yetkililerinin, Müslim’in terörist olduğu yönündeki kendi istihbaratlarına ve kendi yargılarının kararlarına itibar etmedikten sonra, başka ülkeleri suçlamalarını ciddiye almak mümkün müdür?
***
Devletler zaman zaman istihbarat örgütleri vasıtasıyla herkes ile temasa geçerler. Ama bunun da belirli kuralları, prosedürleri ve sınırları vardır. Herhalde dışişleri bakanları terör örgütü yöneticilerini makamlarında kabul ederek görüşmezler. 
Türkiye terörist olarak nitelediği, hakkında bu yönde kendi yargısının kararlarının olduğu Salih Müslim’i başkentinde kabul edip bakan düzeyinde görüşmeler yapıyor, sonra başka devletleri, onu yakalayıp kendisine iade etmediği için suçluyor. 
Salih Müslim eğer terörist ise ona terörist gibi davranmak gerekmez mi? 
Türkiye ona geçmişte böyle davranmış mıdır ki şimdi herkesin de öyle davranmasını istiyor ve davranmayanı suçluyor? 
Devletlerin terör ile mücadeleleri ciddi bir iştir, tutarsızlık kaldırmaz. Eğer tutarsızlık olursa, kimse sizi ciddiye alıp, aldırmaz... 
Burada eleştirilen, iktidarın terörle mücadele etmesi değil, bu işi gereken ciddiyetle yapmamasıdır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Eriyen ittifak - ÖZGÜR MUMCU

Siyasette ittifaklardan bahsedildiğinde, “efendim siyasette iki artı iki dört etmez”  denmeden cümleye başlanmaz. Hakikaten de doğruluk payı vardır. Bazı ittifaklar, müttefiklerin oylarının toplamından daha fazlasını bulabilir. Kimilerindeyse “kimya tutmaz” ittifak oya mal olabilir. 

Buna rağmen, ittifakı oluşturanların ayrı ayrı oylarının toplamı önemli bir göstergedir. 
AKP’nin aslında iktidardan düştüğü 7 Haziran seçimlerinde AKP ve MHP’nin toplam oyu yüzde 57 civarında. 
Hemen ardından yapılan 1 Kasım seçimlerindeyse iki parti 61.5’i yakalamış. Milliyetçi söylemin yükseldiği, güvenlik politikalarının ön plana çıktığı bu dönem, MHP’yi biraz zayıflatsa da iki partinin toplamını önemli ölçüde arttırmış. 

Kurulan “cumhur ittifakı” teorik olarak yüzde 60’larda seyreden bir oy potansiyeline sahip. Hem cumhurbaşkanını ilk turda seçmeye yetecek hem de Meclis’te çoğunluğu rahatlıkla sağlayacak bir potansiyel. Hele buna OHAL koşullarını, giderek yoğunlaşan milliyetçi hamasi atmosferi ve AKP ile MHP’ye özel dikim seçim kurallarını eklersek, bu İslam-Türk sentezi yenilmez bir armada niteliğinde diyebiliriz.
 
Gelgelelim, MHP, haziran seçiminde AKP ve Sayın Erdoğan’a karşı müthiş sert bir söylem tutturmuştu. İş, Sayın Erdoğan’ı vatan hainliğiyle yargılama vaadine kadar gitmişti. MHP’nin, kasımda da aynı dozda olmasa bile muhalif bir tutumu vardı.
 
İki partinin ittifaka en çok yaklaşan işbirliği, başkanlık rejimi için beraber hareket etmeleriydi. Referandumda başını AKP ve MHP’nin çektiği birlikteliğin 
o da ancak şaibelerin gölgesinde yüzde 51’i bulabildiğini gördük. Hakikaten de siyasette iki artı iki dört etmiyormuş anladık. 

Demek ki sistem değişikliğine, başkanlık rejiminin kurulmasına yönelik bir ittifak AKP ve MHP’ye yaklaşık yüzde 10’luk bir kayba mal olmuş. Kasım seçimlerine giden dönemdeki milliyetçi dalga ise iki partinin toplam oylarını artırmış. 

Önümüzdeki seçimlerde iki partinin toplam oyunu düşüren başkanlık projesi ile iki partinin toplam oyunu artıran milliyetçilik ve Kürt meselesinde güvenlikçi politikaların harmanlanması söz konusu.
 
Demek ki 2019’a kadar ikilinin oyunu artıran unsur daha da çok kullanılacak. İkilinin oyunu azaltan unsur olan başkanlığı tartışmaya açabilecek yorumcular, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum örgütleriyse ağır baskı altında tutulmaya devam edecek. Ortalığı bulandırmak amacıyla da bol bol yaşam tarzı tartışması ile muhalif kesim oyalanacak. 

Netice itibarıyla oyları düşen, erimekte olan bir ittifak bu. Tek çaresi de seçim güvenliğini ortadan kaldıran düzenlemelere ve OHAL’in baskıcı siyasi ortamının sağladığı haksız rekabete dayanmak.
 
Eriyen ittifakın neyi, neden yapacağı gayet açık. Muhalefetin neyi, neden yapacağını da görebilsek keşke.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

2 Mart 2018 Cuma

Çin anayasası değişirken - KORKUT BORATAV

Çin Ulusal Halk Kongresi toplanıyor
Çin Halk Cumhuriyeti’nin yasama organı olan Ulusal Halk Kongresi (UHK), 5 Mart’ta toplanacak.
Beş yılda bir düzenlenen Çin Komünist Partisi (ÇKP) kongrelerinden on dokuzuncusu Ekim’de yapıldı. Her ÇKP Kongresi sonrasında UHK de yenilenir. İlk oturumu önem taşır: Yeni Cumhurbaşkanı ve yeni Bakanlar Kurulu (“Devlet Konseyi”) belirlenir.
ÇKP’nin, Çin’i yöneten “öncü örgüt” olduğu malûmdur. Bu özelliği, UHK için de geçerlidir. ÇKP Merkez Komitesi’nin 26-28 Şubat tarihli toplantısı, UHK Mart oturumunun gündemini de belirledi: Cumhurbaşkanı, Devlet Konseyi adaylıkları ve Anayasa değişikliği önerisi…


ÇKP Ekim Kongresi’nde yeniden ÇKP Genel Sekreteri olan Şi Jinping’in Cumhurbaşkanlığı’na aday olduğu biliniyor; Devlet Konseyi listesi henüz açıklanmadı. UHK’ye taşınacak olan Anayasa Taslağı ise önceden yayımlandı.

Ulusal Halk Kongresi, bu tür önerileri genellikle kabul eder. Yine de, ÇKP yönetiminden gelen ekonomik ve sosyal konularla ilgili kimi yasa önerilerinin UHK’de revizyona uğradığı; stratejik önerilerin (nadiren de olsa) reddedildiği olmuştur. Örneğin, “yasal özel mülkiyet korunur” maddesinin 1998’de Anayasa’ya eklenmesi, uzun tartışmalardan sonra gerçekleşmişti.

Bugün son Anayasa değişikliği üzerinde durmak istiyorum. Bazı tepkileri değerlendirelim.

Anayasa Revizyonu
Anayasa değişikliği önerisi, 25 Şubat’ta Şinhua Haber Ajansı tarafından on bir başlık altında yayımlandı. Bunlardan üçü, Çin’in yakın geleceği için önem taşımaktadır:  Cumhurbaşkanı’nın görev süresi  uzatılmaktadır; ÇKP öncülüğü  vurgulanmaktadır ve yeni bir devlet organı olarak denetim komisyonları tanımlanmaktadır.

Bu üç önemli yeniliğe sembolik önem taşıyan bir öğe de eklenmektedir: “Şi Jinping’in yeni bir dönem için Çin’e özgü sosyalizm düşüncesi”  Çin Halk Cumhuriyeti’ne rehberlik eden ilkelere eklenmektedir. Kuramcılara açık, adlarıyla referans verilen diğer ilkeler Marksizm-Leninizm, Mao Zedong düşüncesi ve Deng Şiaoping Teorisi’dir. Şi, böylece, temsil ettiği “düşünce” ile, Mao’nun yanında, Deng’in ilerisinde yer almaktadır. Bu yeniliğin Ekim 2017’deki ÇKP Kongresi’nde Parti Programı’na da eklendiğini hatırlatayım.

Anayasa değişikliğinin diğer öğelerini sıralamakla yetinelim: ÇKP dışındaki örgütleri kapsayan Birleşik Cephe; Etnik gruplar arasında ahenkli ilişkiler, insanlık için ortak bir gelecek inşası, temel sosyalist değerlerin geliştirilmesi, devlet görevlilerinin Anayasaya sadakat yemini, ekoloji ile görevli yeni bir bakanlık, kentlerin yerel yasama yetkilerinin genişletilmesi…  


Çin Anayasası’nın 1983 revizyonunda Cumhurbaşkanı’nın görev süresi iki dönemle sınırlanmıştı. Bu sınırlamaya şimdiki öneri ile son veriliyor. 2002 sonrasında (yazılı olmayan) benzer bir ilkenin, ÇKP Politbüro üyeleri için de kabul edildiğine, 15  yıl  boyunca uygulandığına da işaret edeyim.

ÇKP’nin resmî organına göre, Şi’nin Genel Sekreterlik süresinin sınırlanması da son bulacaktır: “ÇKP Genel Sekreterliği, devlet başkanlığı ve başkomutanlıktan oluşan üçlü sistemin bütünlüğü ve iyileştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı’nın iki dönemle sınırlamasının kaldırılması”  yararlı görülmektedir.Bu değişiklik Çin cumhurbaşkanının ömür boyu görevde kalacağı anlamına gelmemektedir.” (Global Times, 25 Şubat).

Anayasa metnine “ÇKP’nin öncülüğü, Çin’e özgü sosyalizmin belirleyici özelliğidir”  ibaresinin eklenmesi önerilmektedir. Parti organına göre, “benzer bir ifade Anayasa’nın girişinde yer alıyordu; ama, dış güçler tarafından desteklenen ve kışkırtılan bazıları bunun geçerliliğini tartışmaya açtı. ÇKP öncülüğünün Anayasa  metninde vurgulanması bu nedenle zorunlu oldu.” (Global Times, 25 Şubat).

“Yeni bir devlet organı olarak denetim komisyonları”, aslında “ÇKP öncülüğü”  önermesiyle bağlantılıdır. Şi Jinping döneminde bu örgütlenme, yolsuzlukla mücadele kampanyaları sırasında eyaletlerde, kentlerde, taşrada başlatılmıştı.  Anayasa’da yer almaması bir yana, biçimsel kurumlaşmasının dahi tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır.
Revizyon önerisi “denetim komisyonları”nı anayasal bir kurumlaşmaya dönüştürüyor. Bunlar, kentlerde, eyaletlerde yolsuzluğa karşı mücadeleyi örgütleyecek; var olan yönetim birimlerine karşı özerk olacak; yargı ve güvenlik örgütleriyle işbirliği içinde çalışacak; hiyerarşik yapılanmanın son aşamasında Ulusal Halk Kongresi’ne karşı sorumluluk taşıyacaktır.

Çin’de muhalif sesler
Şi’nin görev süresinin uzatılmasına sosyal medya tepkileri denetlendi. Hong Kong basınında ise “aydınların tepkileri” başlığı altında iki görüşe yer verildi.
Muhalif bir yazar, Li Datong, Ulusal Halk Meclisi’nin Beijing temsilcilerine bir açık mektup kaleme almış:Cumhurbaşkanı’nın görev sınırlaması mutlakçı yönetimi sınırlayan en etkili önlemdi. Kaldırılması Çin’e kargaşa getirecektir. Seçmeniniz olarak bu anayasa değişikliğine karşı çıkmanızı rica ediyorum.”

Siyaset Bilimi ve Hukuk profesörü Çen Jieren’in  muhalefeti ise daha ılımlıdır:“Çin’de ülkeyi yönetebilecek yetenekte çok kişi olduğuna inanmalıyız. Çin’in umutlarını bir veya birkaç kişiye teslim etmek gerçekçi olmaz ve  Çin halkına güvensizlik  ifade eder.”(South China Morning Post, 26 Şubat).

Bu “liberal” muhalefetin sınırlı, etkisiz kalacağı öngörülebilir. Batılı gözlemciler, Şi Jinping’in yakın geçmişin en popüler lideri olduğu hususunda hemfikirdir. Dört yıl boyunca sürdürdüğü etkili, küçük-büyük tüm yetkilileri (“sinekleri ve kaplanları”) kapsayan yolsuzluk kampanyasının Çin emekçileri nezdinde Şi’nin itibarını yükselttiği anlaşılmaktadır.

Batı basınında rahatsızlık
Büyük ve etkili Batı medyası, Şi Jinping liderliğinin en az  on yıl daha uzatılmasını tedirginlikle karşıladı. Birkaç örnek vereyim.

Büyük finans basınının önde gelen sözcüsü Financial Times’ta “Şi’nin İktidar Hamlesine Karşı Açık Bir Batı Tepkisi Gereklidir” başlıklı imzasız makaleye (25 Şubat) göz atalım:
“Çin, diktatörlüğe kayma riskiyle karşı karşıyadır. Çin’de mutlakçı yönetim, Batı’ya karşı bir meydan okumadır. Şi, ABD ve Avrupa’nın boşalttığı kalkınma alanını bir ‘Çin çözümü’ ile doldurma iddiasındadır. Örneğin Kemer ve Yol Girişimi, gelişmekte olan dünya için, Batı’nın refah getirme tasarımlarından daha iyi bir seçenek olarak sunulmaktadır. Şi’nin  yönettiği Çin, Pax Americana’nın yarattığı dünya ile bütünleşmeyi düşünmemektedir. Uluslararası ilişkilerde kendi kurallarını koymakta; Batı-tipi demokrasiden daha üstün gördüğü bir yönetim biçimini izlemekte ve belirli bir kalkınma felsefesini yaymak istemektedir. Batı, temel çıkarlarına öncelik veren açık ve tutarlı bir Çin stratejisi geliştirmeye çalışmalıdır.”

Fİnancial Times’ın iktisat konularındaki başyazarı Martin Wolf da 29 Mayıs’ta aynı konuya dönüyor:
“Kolektif liderlikten mutlakçı yönetime dönüş, Çin’in demokrasiye ilerleyeceği umutlarını çökertmiştir. Ne var ki, son yirmi yılın felaketlerine (Irak savaşına, finansal krize, Trump’a)  bakan Çinliler de demokrasinin çok kötü durumda olduğunu düşünmektedir. Bir kere daha sistemler-arası rekabetle karşı karşıyayız: Demokratik ve komünist kapitalizmler arasındaki rekabet… Çin, artık, sadece yükselen bir güç değildir; yanı zamanda stratejik bir rakiptir.”

Son olarak ABD Dışişleri lobisinin etkili dergisi Foreign Policy’de (26 Şubat) Emile Simpson’un makalesine göz atalım. Başlık, yazarın meramını aktarıyor: “Küreselleşme Bir Çin Canavarı Yaratmıştır”.

Simpson’a göre Şi Jinping’in diktatörlüğe adım atması, “Pax America’ya tabi barışçı bir döneme, ‘tarihin sonu’na geçiş beklentisini çökertmiştir. Bu beklenti, demokrasi ile kapitalizmin el ele yürüyeceğini; serbest piyasaların Batı ekonomik modeli ile bütünleşme anlamına geleceğini varsayıyordu ve tutmamıştır.  Sonuçta, bir milyar insan yoksulluktan kurtulmuş; ama kendilerini siber-totaliter bir rejimde bulmuştur. Dahası, kendi değerlerini dış dünyaya ihraç etme niyetinde olan bir  Çin [yaratarak]…”
Tedirginliği kaynağı “sosyalizm” mi?

Batılı tepkileri farklı bir açıdan sorgulayalım: Çin’in Batı demokrasisi normlarına uymadığı, anayasa revizyonu gündeme gelmeden de malûmdu. Şimdiki tedirginliğin kaynağında, Ekim 2017 ÇKP Kongresi metinlerinde, Parti programında ve Anayasa değişikliği önerilerinde ısrarla “Çin’e özgü sosyalizm” teriminin korunması mı yatıyor? Daha da kötüsü, Şi Jinping’in bu eskimiş klişeyi,“yüzyılın ortasında Çin’de modern sosyalist bir toplum kurma”  hedefine dönüştürerek canlandırması mı rahatsızlık yaratmaktadır?

Aktardığım yazarlar, Batı kapitalizmin son yirmi yılının yüz kızartıcı bir felaketler bilançosu içerdiğini algılıyorlar, bazen açıkça ifade ediyorlar.

Bu algılamanın kendi toplumlarında yaygınlaştığını da fark etmemeleri imkânsız. Daha da kötüsü, olumsuz algılamanın, sistem-dışı beklentilere dönüşme eğilimleri de ortaya çıkmaktadır. Örneğin, kapitalizmin öncü ülkesi, emperyalizmin ağababası ABD’de genç kuşakların artan oranlarda sosyalizme sempati duydukları da haberleşiyor. (Bir örnek, “Amerikan Gençlerinde Sosyalizm Patlaması”, Rebecca Stoner, TruthOut, 18 Şubat 2018)
Çin’de kapitalizmi geliştirirken sosyalizm söylemini sürdüren Şi Jinping’in samimiyeti elbette sorgulanacaktır. Ancak, salt yönetimini meşrulaştırmak için dahi olsa, otuz yıl sonra “modern bir sosyalist toplum kurma” hedefini tasarlaması ve bunu bir Çin Rüyası özlemine bağlaması başka halklara da ilham verebilecektir; bu nedenle tehlikelidir.
Belki de 170 yıl sonra, bir kez daha “dünyada bir heyula kol geziyor… [Bu kez] sosyalizm heyulası…”

Çin’in (aslında sıradan) bir anayasa değişikliğinin bu kadar tedirginlik yaratması belki de burjuvazinin tarihsel ürküntüsünün  hortlamasındandır.

Korkut Boratav / SOL

Papağanlar - MESUT ODMAN

Söz etmek istediğimiz, bu adla bilinen ve pek çok türü bulunan kuşun kendisi değil elbet. Ama önce, bu konuda en kısa ansiklopedik bilgi :
Bunun sayıları 300’ün epey üzerindeki bir kuş türünün ortak adı olduğu biliniyor. Halk arasında onları farklı kılan en ilginç özellik olan konuşabilme, daha doğrusu, insan konuşmasını taklit etme yetisi bakımından en gelişkinlerinin ise gri papağan olduğu belirlenmiş.

Bizde de çok tekrar edenler bu kuşa benzetilir genellikle. “Papağan gibi konuşan” oldukça ağır bir eleştiri, hatta alay ve aşağılama ile karşılaşmayı göze almış demektir. Aynı şeyi, üstelik de ne olduğunu pek bilmeden tekrarladıkları düşünülenler için böyle söylenir.
Hemen hemen her konuşmalarını, yazılarını döndürüp dolaştırıp örgüte ve örgütlenmeye getiren, zaman zaman bunu bıktırıcı ölçüde tekrarlayanlar için bu kuş türüne göndermede bulunulmasını, böyle bir benzetme ile eleştiri yöneltilmesini yadırgamamak gerekir, bana sorulursa. Kendisini de o hatırı sayılır büyüklükteki toplamın içinde sayan biri olarak söylüyorum bunu.

Çok sık tekrarlamaksa o eleştiri sahiplerinin takıldıkları, eyvallah, ne olmuş, tekrarlıyoruz! Papağan benzetmesinden alınmanın gereği yok, oradaki anlam açıklamasının içinde yer alan “ne olduğunu pek bilmeden tekrarlamak” bölümü dışında.
Bıkıp usanmadan vurguladığımızın ne olduğunu, ne anlama geldiğini bize anlatan, neden tekrarlamak gerektiğini de öğrenmiş bulunduğumuz hayatın ve mücadelenin kendisidir. Dolayısıyla, benzetmenin o bölümü bize uymaz; uymadığı için de “bühtan” sayarız, kara çalma olarak görür ve reddederiz. Ama tekrar tekrar aynı sözü söyleme anlamında o sevimli kuşa benzetilmekten niye utanalım, neden kendimizi aşağılanmış sayalım? Her işin başı, çıktığımız yoldaki her başarının vazgeçilmezi bellediğimiz neyse, onu sık sık hatırlamış, aynı yolda yürüdüklerimize ve yürümeye çağırdıklarımıza hatırlatmış oluyoruz. Bunda ne kötülük var! Asla unutulmamasını ve gereğinin yapılmasını kolaylaştıracaksa, inanmış halkımızdan alışkınızdır, günde beş vakit de tekrarlarız.
Mahkum edilmek istendiğimiz bu dünyadan tiksiniyoruz. Onun nimetlerine de kurallarına da sınırlamalarına da kökten itirazımız var. Hepsini insanlığımıza hakaret sayıyor ve reddediyoruz. Bugün yaşadıklarımıza, bize dayatılanlara hiç benzemeyen, yepyeni bir hayatı mümkün ve gerekli görüyoruz.

Bütün redlerimizin ve kabullerimizin, bütün beklentilerimizin ve özlemlerimizin, bütün kurgularımızın ve hayallerimizin gerçekliğe dönüşmesinin ilk, esas, temel gereğinin örgütlenmek, örgütlenmemizi sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve her koşulda tuttuğunu koparır duruma getirmek olduğunu biliyoruz. Bunu bilmeden, öğrenmeden, öğrendiğimizin gereğini yerine getirmeden herhangi bir umudumuzun olamayacağının, reddettiklerimize mahkum özlediklerimizden yoksun olarak yaşayıp ya da sürünüp gitmekten başka bizi bekleyen bir son bulunmayacağının farkındayız.
Onun için tekrarlayıp duruyoruz.

Çok uzun zamandan beri ve, umuyoruz aynı uzunlukta olmayacak, bir zaman boyunca daha…       

Geçmişte de o kadar çok tekrar ettik ki, bir ara, şu insanlığa yakıştıramadığımız düzenin en namlı siyasetçilerinden biri, aktif politik hayatının sonları yaklaşırken, herhalde bizden büyük ölçüde etkilenerek, örgütlülüğün erdemlerinden, “örgütlü toplum olma”nın gereğinden söz eder olmuştu. Bilmem kaç kere indirilip ondan bir fazla defa yeniden gelmekle ün kazandığı  yüksek makamların en yükseğinde, örgütlü toplum da örgütlü toplum deyip durmuştu.  

Bize gelince, bundan sonra da o kadar çok tekrar edip duracağız, durmayıp eyleyeceğiz ki, ezilip sömürülenler, boyun eğip sürünmektense yekinip dikilmeyi, bunun için de aralarında, karşılarında, önlerinde habire örgüt, örgütlen, örgütle diye tekrarlayanlara kulak ve el vermeyi bilecekler.

Bu arada, varsın, papağan da papağan diye tutturup kafa bulanlar eksik olmasın!

Ondan güzel kuş mu görmüşler!

Mesut Odman / SOL

Kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde? - ÜNAL ÖZMEN

Genellikle solcuların başına gelen, bir yanlışa kurban gitmemişse sağcıların pek başına gelmeyen, onların duymadığı bir dramdır gözaltında kaybolmak, ölmek, gözaltında ölenin ailesi olmak.15 Temmuz (2016) bahanesiyle ilan edilen olağanüstü hal, mağdurlar arasına dindar, sağcı muhafazakârı katarak tabanını genişletti. Gökhan Açıkkollu ve ailesi de bu dönemin ilk mağdurlarından biri oldu.

Gökhan Açıkkollu, Türk Eğitim Sen üyesi dindar bir öğretmen. Bir ihbar üzerine 23 Temmuz 2016’da gözaltına alınıyor. Gözaltının 14. günü, henüz ifadesi alınmadan kalp krizinden ölüyor. İfadesi alınmadan öldüğü için dava dosyası yok ve Gökhan Açıkkollu’nun, ihbarcının “bu da FETÖ’cü” iddiası dışındaki suçunu bilen yok. Ailesi, delil bulunamayınca işkenceyle itirafa zorlandığını, kalp krizini işkencenin tetiklediğini iddia ediyor.

İşkence iddiaları ciddi delillere dayanıyor: Ailenin elinde “kişi her ne kadar kalp krizi geçirmiş görünse de kalp krizini tetikleyen sebeplerin işkenceye (kaburga kemiğinde kırıklar, morartılar ve kanamalar) bağlı olduğu”nu belirten otopsi raporu var. Aile, işkence yapıldığına dair görgü tanıkları ve otopsi raporlarını delil göstererek İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nden davacı oluyor. Savcılık yapması gerekeni yapıyor; görevli kusuru yok diyerek ailenin şikâyetine takipsizlik kararı veriyor. Sulh ceza mahkemesi, ailenin takipsizlik kararına yaptığı itirazı kabul ediyor. Fakat sulh ceza, Temmuz 2017’de yapılan itirazı hâlâ incelemeye almadığı için dava açılmış değil.

Adli işlemler başlamadan idari işlem sonuçlanıyor. Gökhan Hocayı, gözaltına alındığı gün görevinden uzaklaştıran MEB, hocaya görevine iade yazısı yolluyor! Ölüm gibi dramatik bir olay birden mizah konusu oluyor; bu ne iş diye sorulunca MEB göreve çağırdığı öğretmenin ölmüş olduğunu anlıyor. Müsteşar, bakanlığının alay konusu olmasına dayanamayarak, adı geçen öğretmenin suçlu olduğunu gösteren delillere sahip olduklarını, suçsuz olduğu için değil öldüğü için görevine iade edildiğini tivitleyerek gülünç bir durumdan kurtulayım derken kendini gülünç duruma düşürüyor! 
Hakkında herhangi bir idari soruşturma bulunmayan, ifadesi alınmamış, savunmasını yapamamış ölmüş bir kişiyi hangi hukuk suçlu sayabilir?

Hikâyenin buraya kadar olan kısmı bildik devlet refleksi; yaşadığınız dönem, düzen ve rejimle birlikte değerlendirdiğinizde yadırgayamazsınız. Fakat hikâyenin sonraki bölümüne “yaratılanı yaratandan ötürü” sevenler dahil oluyor ve olay daha dramatik bir hal alıyor. 

Hikâyenin utanç verici kısmı burası; Gökhan Açıkkollu’nun ölümünden sonra başına gelenler: Aile cenazeyi İstanbul’da defnetmek istiyor. Fakat Adli Tıp Kurumu, İstanbul’a defnedecekseniz cenazeyi size veremeyiz, ısrar ederseniz herhangi bir dini vecibeyi yerine getirmeden Pendik’teki (açılışını “FETÖ” ilişkisi nedeniyle görevinden alındığı söylenen Kadir Topbaş’ın yaptığı!) “hainler mezarlığı”na biz defnederiz, emir böyle diyor. Aile cenazeyi İstanbul’a defnetmekte ısrar edince Adli Tıp, cenazeyi teslim edebilmeleri için savcılıktan izin yazısı getirmelerini istiyor. Savcılık, Adli Tıp’ın isteğini saçma buluyor ama yazı da vermiyor. Aile bu kez Terörle Mücadele Bürosuna yönlendiriliyor; Terörle Mücadele Bürosu ise aileyi Mezarlıklar Müdürlüğüne… Mezarlıklar Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesine sakınca yok diye yazı gönderecek onlar da onaylayacak!

Haftanın son birkaç saatinde gerçekleştirilmesi olanaksız bir işlem peşinde koşması istenen acılı aile sonunda pes edip cenazeyi memleketleri olan Konya’ya götürmeye karar veriyor. Ailenin bütün çabası, cenazenin dini tören yapılmadan gömülmesini engellemek, ölülerine karşı dini görevlerini yerine getirmek. Fakat devlet ve tüm resmi dini otorite, birlik olup onların bu son arzusunu engellemeye çalışıyor.  Belediyeler, mezar kazmak için istenen kutsal iş makinelerini vermiyor. Kaymakam, ailenin bulduğu özel bir iş makinesinin sahibini bize neden haber vermedin diye sorguya çekiyor. İmamlar, Diyanet İşleri Başkanlığının talimatına uyarak cenaze töreninin hiçbir aşamasına dahil olmuyor. Gökhan Hoca eşi, iki çocuğu, annesi, babası ve birkaç köylünün katılımıyla köyünün mezarlığına defnediliyor. 15. yılını geride bırakan İslamcı iktidar, gündeminin birinci maddesinin (altı bakandan oluşan komisyon bu soruna sözde çare arıyor) taciz ve tecavüz olmasına da bakarak haklı olarak soruyoruz kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde?

Ünal Özmen / BİRGÜN

Şeker Fabrikaları.. Kooperatifçilikten ihanete... - ÖZLEM YÜZAK

Tabana dayalı eşitlikçi kalkınma modelinin en yaygın örneklerinden biri kooperatifler ve kooperatifçilik. İnsanlar tek başlarına yapamayacakları işleri “birlikten kuvvet doğar” sözünü dikkate alarak birlikte yapabilmenin yollarını aradılar ve neticede kooperatifler kurdular. Gelişmiş toplumların özellikle de Avrupa ülkelerinde ekonominin hâlâ en önemli itici gücü. Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkeler kooperatifçilik hareketini geliştirerek özellikle dar gelirlilerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesinde ve ülke ekonomilerinin kalkınmasında büyük yararlar sağladılar ve sağlıyorlar. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kooperatifçilik aynı gerekçelerle Türkiye için de kalkınmanın itici gücü oldu. 1935’te bizzat Atatürk’ün desteği ve himayesi ile çıkarılan 2834 ve 2836 sayılı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri kanunları kırsal alanda kooperatiflerin gelişip yayılmasında öncü oldu. Hatta Atatürk, Silifke Taşucu’ndaki Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi’nin kuruluşunu 36 üretici ile birlikte gerçekleştirdi ve 1 no’lu kurucu üye oldu. 

Gelelim bugüne... Özelleştirilmesi için düğmeye basılan 14 şeker fabrikası... 1575 köyden pancar alımı yapıyor... Bu fabrikalar için 47 bin 758 çiftçi toplam 1.25 milyon dekar alanda pancar ekimi yapıyor.. Yine bu 14 fabrikada, 4 binin üzerinde çalışanla, 7 milyon ton şeker pancarı işleniyor, 947 bin ton şeker, 322 bin melas, 2 milyon 74 bin ton yaş küspe üretiliyor. Bugüne kadar ağırlıklı olarak kooperatifçilik modeli ile süregeldi. Gösterilen gerekçe TürkŞeker’in zarar etmesi. Daha geçen seneden Orta Vadeli Program açıklanırken 2019-2020 yılları için 10 milyar liralık özelliştirme hedeflendiği ve TürkŞeker’e bağlı fabrikaların öncelikler arasında olduğu belirtilmişti. Kooperatifçiliğin yıllar boyu çıkar ve politika malzemesi olarak kullanıldığı bilinen bir gerçek. Tüm bunlar yüzünden kooperatifçiliğe karşı bir tepki oluşmuşluğu da malum. Ancak Kooperatif çatısı altında çok başarılı şekilde işleyen ve örnek modeller arasında gösterilen şeker fabrikaları da var. TürkŞeker’in neden ve nasıl zarar ettiğini sorgulamak gerekiyordu. Bunun yerine özelleştirme kararı alındı. 

Yine dönelim dünya kooperatifçiliğine... 1995 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde 7 ilke kooperatifçiliğin evrensel ilkeleri olarak bütün ülkelerce kabul edildi. 
Bu maddeler: 1- Gönüllü ve Açık Ortaklık (Serbest Giriş), 2- Demokratik Ortak Kontrolü, 3- 0rtağın Ekonomik Katılımı, 4- Özerklik ve Bağımsızlık, 5- Eğitim Öğretim ve Bilgi, 6- Kooperatifler Arasında İşbirliği, 7- Toplumsal Sorumluluk. Bu ilkeleri hakkıyla yerine getiren kooperatifler büyüdü, üyelerini de zenginleştirdi. Hatta içlerinden bazıları dünyada önde gelen markalar haline geldi. Örneğin Migros, Groupama, Raiffeisen, Rabobank, Eureko... 2013 yılında bir yazımda İspanya’daki Mondragon Kooperatifleri’ni yazmıştım. Hatırlayıp bir göz attım: Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif. 

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç. 2 yıl sonra sayı 158’e yükselir. 1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı, sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar. 1982’ye gelindiğinde, Mondragon, 20.000 çalışan- ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşur hale gelmiştir. Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor. Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i Ar-Ge, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor. Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor.
 
Bize dönelim... 
TEKEL kapandı, 300 bin çiftçi olumsuz etkilendi, fabrikalar yok oldu. 
Sümerbank kapandı, tekstilde dışa bağımlılık arttı. 
SEKA kapandı, Türkiye’de kâğıt üretilmez oldu. Köyler boşalıyor. Tarım ve hayvancılık bitiyor. 
Şimdi sıra şeker fabrikalarına geldi... 
Kapatın bakalım...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘26 Şubat’ (2) - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, başlığı oluşturan günün sabahında, kimi yurtlardaki minilere, bir “video” izletmişler; boyunlarında Erdoğan’ın resmi olan atkılar bulunan minikler, “Mazlumların umudu”, “Müslümanların sesi”, “Ümmetin gururu” diye haykırtılıyormuş!.. (Cumhuriyet, 26.2.2018) 

Erdoğan’ın doğum günlerini, kamusal, toplumsal, dahası miniklerle kutlamak için iyi bir başlangıç; ardından, “Arabesk” ustalarının ziyareti, görsel olarak tarihe not düşürecek toplu fotoğraf... 

İyi olmuş, “hoş” olmuş da, “Müslümanların sesi” olan böyle birinin, doğum gününde özyaşam öyküsüne, yine de, değinmek gerekmez miydi? 

Bu köşede, iki yıl önce, “26 Şubat” başlığıyla yer alan yazıda dile getirmiştim bu “yaşam öyküsü”nün kimi dönemlerini; dolaysiyle o yazıdan -izninizle- birkaç alıntı yapayım diyorum; bugünkü varsıllığına (zenginliğine) nasıl ulaştığına ya da ülkemizin ve adının karıştırıldığı kimi “uluslararası yolsuzluk” söylemlerine, davalara değinmeden.
 
İlk “26 Şubat” yazısı, “1985” yılından başlamıştı; Erdoğan bu tarihde “Refah Partisi”nin (RF) İstanbul İl Başkanı’dır; Türkiye’ye davet ettikleri kökten İslamcı bir “terör örgütü” olduğu da bilinen, “Hizbi İslam”ın lideri “Gulbettin Hikmetyar”ın ayaklarının dibine çökerek oturup çektirdiği resim ve böyle bir ilişki, gençliğinde ne tür bir eğitimden geçtiğinin de ortaya konuşudur. 

Bugün, “TC Devleti”nin başında olan bir kişi olarak Erdoğan, Anayasa’da yer alan, “demokratik hukuk devleti” belirlemesini, yalnızca, “hukuk devleti” diyerek kullanır, söz konusu edildiğinde de hep geçiştirir, “...öyle, böyle yok, ‘hukuk devleti” diyerek kapatır konuyu. 

Haklı... “Demokrasi”, kendisine göre “istediği durakta inip binilen bir ‘tramvay’ ” olduğuna göre ne demesi gerek? 

“Demokrasi” konusunda bu “ciddiyetten” uzaklaşma, ne yazık ki, “terör” konusuna da bulaşacaktır; pek söz edilmez, AKP iktidarının Diyarbakır’da düzenlediği (Ağustos 2014), “Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi” adlı çalıştayından. 

Uzun bir konuşma yapan, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay,“açılan bu kilitle”, Türkiye’ye neler sunulduğunu (!) şöyle anlatıyor: “Yeni bir yol haritası üzerindeyiz. Yeni yol haritası, sonuca götürücü olacaktır. Yasal düzenlemeler yapılacak. Biz kararlıyız (...) Çözüme en yakınız. Biz başaracağız!” Ve şunu da ekleyerek: “Güvenlik birimlerimiz, çözüm sürecinin hassasiyeti nedeniyle çok temkinli, çok dikkatli. Çünkü, bizim talimatımızdır bu!” 

Türkiye’nin tüm güvenlik güçlerinin, “çok temkinli, çok dikkatli oluşuyla”, iyice rahatlayan terör örgütü, vurucu saldırılarını başlatabilmek için, gereken düzenlemeleri yapmaya girişir; “kentlerde hendekler kazar, evlerde birinden diğerine geçen tüneller kazar; silahları depolar, siperler oluşturur; patlayıcı yapmak için tonlarca kimyasal maddeyi kırsal alana gömer; bir iç savaş hazırlığı gibi...” Gizlilik yok; apaçıkça; “TC Devleti”ni yönetenlerin gözleri önünde... 

Ve Erdoğan, bu “Çözüm Süreci”nde, örgütün de “onurlu-gururlu” olmasından söz ediyordu... (*) 

Ve değerli dostlar, “demokrasi”ye “tramvay” dediğinde, yalnızca dilimize dolamıştık... Yığınla “tramvaylar” üretti!.. 

Bu durumu, Sayın Erdal Atabek, köşesi “2000’li Yıllar”da, “Kırık Camlar Kuramı” ile nasıl açıklandığını, “26 Şubat” günkü “İktidar Cinayetleri” başlıklı yazısında, bilimsel bağlamda dile getirdi: “Bir mahallede bir ev. Evin bir penceresinin camı kırılır. Yerine takılmayınca, bir camı daha kırılır. Ev serserilerin mekânı olmaya başlar. Sonra orası, suçluların barındığı bir mahalle olur, ‘Kırık Camlar’ kuramı bu. Kırılan ilk cam.” 
Evet böyle; “ilk tramvay!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) M. Velidedeoğlu, “26 Şubat 2018” (Cumhuriyet)