11 Mart 2018 Pazar

Gerçek ittifak, doğal müttefik! - Mine G. Kırıkkanat

Ahmet Şık ve Murat Sabuncu’nun bu sabah evlerinde uyandıklarını, sofraya sevdikleriyle oturduklarını düşünmek, çok güzel bir duygu. Adalet yerini bulmadı, ama hiç olmazsa yeniden aramızdalar. 
Bu sabah hava daha hafif, soluk almak daha kolay. 
Hoş geldiniz, geçmiş olsun, bir daha olmasın arkadaşlar!

***

İran’daki din devleti zamanını doldurdu ve molla rejiminin kısa, orta ya da uzun vadede kaçınılmaz sona yaklaştığı, artık belli. 
Mollaların iktidara gelişini, komünistler başta Şah’ı devirmek için kendilerine el veren ve şeriatı kabullenmeyenleri idam, hapis ve işkenceyle yok ettikleri tarihi bizzat yaşadım. 
Sonlarını da görecek kadar yaşamak istiyorum! 
Çünkü İran, şeriatçı devrimini Müslüman ülkelerin hepsine ihraç etmeye kalktı.
Büyük ölçüde başardı da... 
İran’ın Ortadoğu ülkelerinde ve Türkiye’de kurup beslediği Hizbullah örgütleri 1980’lerden 2000’li yıllara kadar gerek bizim yurdumuzda, gerekse dünyanın dört bir yanında “ameliyat” adını verdikleri suikastlarla binlerce kişiyi öldürdüler. Cinayet şebekeleri, yurdumuzda Hizbullahiler ve Kürt Hizbullahiler olarak yapılanmıştı.

***

7 Haziran 1995’te Ankara’da ölümcül bir suikasttan şans eseri kurtulan Yuda Yürüm’ün havaya uçan arabasına yerleştirilen bomba düzeneği; aynı yıl 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun hayatına mal olan suikasttaki düzeneğin eşiydi: C4 patlayıcı, hoparlör mıknatısı, misina, pil, mandal... 
Sivil Örümceğin Ağında” gibi pek çok değerli araştırma ve inceleme kitabının yazarı Mustafa Yıldırım, Hizbullahilerin tüm dünyada işlediği cinayetlerin izini sürdü. Türkiye’deki suikast eylemlerinin tarihçesini çıkardı, Zifiri Karanlıkta* ana başlığı altında iki cilt olarak yayımladı. 
Bu çok önemli bilgi kaynağı kitaptan bazı alıntıları sizinle paylaşmak isterim:

***
İran yönetimi, tıpkı 1996’da RP hükümeti kurulduğunda yaptığı gibi, (AKP’li) İslam inkılapçılarının zaferini coşkuyla, heyecanla karşıladı. Türkiye’de laik rejimin, Türk ulusal devletinin yıkıma sürüklenmesi için silahlı silahsız tüm eylemleriyle Cumhuriyetçi direnişi yıldırmışlardı. Mollalar, İslamcıların ülkemizde bin yıldır ulaşamadıkları erki elde etmeleriyle derin bir soluk aldılar. 
İkili ilişkilerdeki gerginlik hep geçiciydi. İran, AKP hükümetini destekledi. Dayanışmanın en tipik örneği, İran ordusunun desteğiydi. İstanbul Gezi Parkı’nda başlayan eylem hükümete karşı genel halk hareketine dönüşünce,İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi, diplomatik dili bir yana bırakıp: “Türkiye’nin Müslüman halkı liderlerini desteklemeli ve aynı şekilde Mısır’daki devrimci Müslüman kardeşlerimiz de devrimci liderleri Muhammed Mursi’nin arkasında durmalı demişti.

***

AKP hükümeti birinci yılını dolduruyordu. İslamcı örgütlere karşı sürdürülen operasyonların duracağına dair ilk işaret, Diyarbakır’dan geldi. Kürt Hizbullahileri izleyen, yakalayan örgütün arşivlerini ele geçiren ekip; 24 Ocak 2001’de Gaffar Okan ve arkadaşlarının katlinden sonra sıkı çalışarak art arda baskınlarla örgütü çökertiyordu. 4 Aralık 2003’te Atilla Çınar yönetimindeki ekip Bağlar semtinde bir örgüt evini bastı. Çatışma çıktı. İki kişi öldü. 
Bu baskın, Atilla Çınar ve ekibinin son işi oldu. Dört gün sonra gazetecilerle görüşen Çınar, bir gazetecinin sorusu üzerine sitem dolu bir sesle: “Hizbullah’ın bittiğini söylemek büyük gaflettir!” diyordu 
Gaffar Okan’ın ardından Hizbullahilerin peşine düşen Emniyet Müdürü Atilla Çınar, Diyarbakır’daki görevinden alınarak ‘tenzil-i rütbe’ sayılacak biçimde Tokat’a atandı.

***

Operasyonların sonu gelmişti, sonrasındaki mahkemeler daha da ilginçti. Gaffar Okan’ı öldürenlerin çoğu yakalanmıştı. Ama bir bölümü, Yargıtay’ın ‘ömür boyu olmalı’ itirazına rağmen 10’ar yıl hapis cezasıyla kurtuldular. 
Kürt Hizbullahilerin ana davasında yerel mahkeme, binlerce sayfalık dosyaları süre aşımına 65 gün kala Yargıtay’a gönderdi. Ve Kürt Hizbullahilerin askeri kanat sorumluları, üst düzey yöneticileri, Hüseyin Velioğlu’yla birlikte karargâh evde polisle çatışanlar Ocak 2011’de hapisten çıktılar; coşkulu gösterilerle karşılandılar. Sonuç gösteriyordu ki örgütün İmamı Hüseyin Velioğlu çatışmada ölmeseydi, onlar gibi serbest kalacaktı. Sanıkların bazılarının İran’a kaçtığı söylendi. Bazıları da Avrupa ülkelerine sığındı...* * Mustafa Yıldırım, Zifiri Karanlıkta 2 /Ulus Dağı Yayınları, 2017

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Doğu Akdeniz’de enerji satrancı… - KEMAL ULUSALER

Doğalgaz varlığı tespit edildiğinden bu yana günbegün ısınan Doğu Akdeniz’den yeni çatışma sinyalleri geliyor. 9 Şubat’ta İtalyan ENİ Firması’nın sondaj gemisi Saipem 12000’i bölgeye sokmayan Türk savaş gemileri fiili durum yarattı. TSK, 6 Şubat’ta bölgede bir askeri tatbikat yapacağını ve bunun 22 Şubat’a kadar süreceğini duyurdu. Bu duyuru kapsamında 9 Şubat’taki olay gündeme geldi. Daha sonra tatbikat durumunun 10 Mart’a kadar uzatıldığı beyan edildi. Saipem 12000 bir süre siyasi kanalın açılmasını bekledi, ancak bu bekleyiş günlük 930 bin TL.’ye mal oluyordu ki bu da geri çekilmeyi beraberinde getirdi.


Türkiye ile Kıbrıs arasına yaşanan bu gerilime aynı günlerde İsrail ile Lübnan gerilimi eklendi. Lübnan’ın İsrail ile sorun yaşadığı bölgede arama ruhsatı vermesi üzerine zaten var olan gerilim daha da arttı.

Tepkiler
Türkiye’nin Saipem12000’i durdurmasına anında tepkiler geldi. İlk tepki birer AB ülkesi olarak Kıbrıs ve Yunanistan’dan geldi. AB Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker, “Bölgede gerilimi arttıran her hareket ve söylemi tasvip etmiyoruz” açıklamasında bulundu. Yine AB Konsey Başkanı Donald Tusk Ankara’yı ”Kıbrıs’ın toprak egemenliğine saygılı olamaya “ çağırırken Kıbrıs’ın AB hukuku ve uluslararası hukuk çerçevesinde kendi doğal zenginliklerini araştırıp işletme hakkı olduğunu da vurguladı. Diğer yandan Kıbrıs BM Daimi Temsilcisi Kornilios Korniliu’da BM Siyasi Konular Sorumlusu Jeffery Feltman ve Genel Sekreterlik Ofisi Başkanı Maria Luiza Vioti ile görüşerek konuyu BM gündemine taşıdı. 

ABD, Almanya ve Fransa Kıbrıs’a destek mesajları verirken İtalyanlar şimdilik beklemeyi tercih ediyor. Rusya ise sözcü Zaharova ile Ada’da bir an önce çözüme gidilmesi çağrısında bulundu.
Bütün bu tepkilerden de görüleceği üzere Türkiye’ye yine yalnızları oynamakta. Katar bile Exxon Mobil ile ortaklık kurup Kıbrıs’ta yeni lisans anlaşmaları peşinde.

Doğalgaz açısından 3.Bölge çok mu önemli?
Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölge olarak adlandırdığı güney ve doğu kesiminde ayrılmış 13 bölge bulunmakta. Bu bölgelerin kimi İtalyan ENİ ile Fransız TOTAL Firmalarına lisanslanmış durumda ( 3. Bölgede bunlardan biri). Bazıları için de Exxon Mobil ve Qatar Petroleum devrede. Afrodit olarak adlandırılan bölgede doğalgaz varlığı tespit edildi diğerlerinde de aramalar devam ediyor. Arama çalışmaları yapılabilecek 11 bölge dururken neden ihtilaflı olan birkaç bölgeden biri olan 3.Bölge’de arama başlatıldı?

Siyasi arenada rakipleri yalnızlaştırmak, zor duruma sokup sıkıştırmak ve gelecekte masaya eli kuvvetli oturmak üzere pek çok atraksiyon gerçekleştirilir. Dolayısıyla 26 Mart’ta Varna’da yapılacak Türkiye AB görüşmelerinin iptali olmadı Türkiye ile ilişkilerin Kıbrıs konusu nedeniyle dondurulması bu atraksiyonlardan biri gibi görünmekte.

Kıbrıs doğalgaz faaliyetlerini tam gaz sürdürüyor
Eski Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ve eski Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın konuyla ilgili bir anlaşmaya varıldığı söylemi mevcut. Anlaşma, deniz bölgesi, kıta sahanlığı ve MEB ile ilgili kararların federe hükümet sonrası birleşme sonrası ele alınmasını önermişti. Bu, son tur müzakerelerde de doğrulandığı ve Türk tarafı tarafından tartışılmadığı iddiası da var. Bunun üzerine Kıbrıs Hükümeti, hidrokarbon gelirlerini “mevcut ve gelecek nesillerin tüm Kıbrıslıların çıkarlarını güvenceye almak” için Norveç egemen fonu gibi bir fon yaratılmasını öngören bir tasarıyı parlamentoya sundu.


Diğer yandan doğalgaz arama ve çıkartma faaliyetlerini de bütün hızıyla sürdürmekte. İtalyan ENİ ve Fransız TOTAL dışında Exxon Mobil ile yapılan anlaşma gereği 10. parselde doğalgaz sondajı için keşif yapmak üzere Exxon tarafından kiralanan Ocean Investigator ve Med Surveyor adlı iki geminin bölgeye geldiği biliniyor.

Ayrıca çıkacak olan gazın pazarlanması konusunda İsrail ve Mısır ile görüşmeler sürmekte. Mısır ile yapılan anlaşmalar Türk hükümetini bir hayli kızdırdı. Çavuşoğlu, 4 Şubat’ta yayımlanan bir mülakatta Mısır ve Kıbrıs arasında Aralık 2013’te imzalanan ve iki ülkenin doğu Akdeniz’deki münhasıran ekonomik bölgeleri (MEB) arasında kalan hatta hidrokarbon arama çalışmalarının ortaklaşa yürütülmesini öngören anlaşmanın “yok hükmünde” olduğunu söylüyor ve “Anlaşmanın Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal ettiğini açıkça beyan ettik.” diyordu. Buna karşılık Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ahmed Ebu Zeid ise, 7 Şubat’ta yaptığı açıklamada Mısır’la Kıbrıs arasında deniz sınırını belirleyen anlaşmaya itiraz edilmesine tepki gösterdi. Sözcü, Mısır’ın buradaki egemenlik haklarının ihlaline karşı uyarıda bulundu, bu yöndeki girişimlerin kabul edilmez olduğunu ve bunlara karşı konulacağını vurguladı.

Sıcak çatışma ve barış ihtimali…
Suriye’nin kuzeyinde Türkiye ile ABD arasında bir sıcak çatışma olasılığından söz edilirken benzer bir durum Akdeniz içinde söz konusu olabilir mi? Kıbrıs Postası’nda konuyu gündeme taşıyan Prof. Dr. Ata Atun, Exxon gemilerinin çalışmalarına başlayacağını ve mesainin 6. Filo’nun Doğu Akdeniz’e geldiği tarihle çakıştığını iddia etti. ABD’nin gerçekte vermek istediği mesajın “Rumların tek yanlı MEB ilanını ve bu bölge üzerindeki egemenlik haklarını tanımak” olduğunu savunan yazar, 6. Filo’ya ait gemilerin bölgede bulunma gerekçesinin “Suriye’ye olası müdahale” gibi görünse de gerçekte Exxon’un gemilerine “muhafızlık etmek ve olası bir Türk müdahalesine mani olmakla” görevli olduklarını öne sürdü. Ayrıca Fransız gemilerinin de TOTAL’den dolayı bölgede olduğu biliniyor…


Enerjiden kaynaklanan zenginliğin paylaşımı şu an için anlaşmadan çok çatışmaya götürdüğü açık. Enerjinin yer kürede genellikle çatışmalara neden olduğu gerçeği ortada olmasına rağmen ben Kıbrıs özelinde hala barışı getireceğine inanmaktayım. Nedense Kıbrıslıların sorunlarını kendi iradeleri ile çözeceğine inanmışım bir kere. Zamanına gelince; Ana vatan / yavru vatan söyleminin bittiği gün çözüm günüdür derim.

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN

Otobüsün kapılarını kim kilitledi? - UĞUR KUTAY

Adam otobüse biner binmez burnu harekete geçiyor, kendi kokusuyla işaretlediği bölgeye giren yabancının kokusunu tanımlamaya çalışan bir hayvan gibi burun kanatlarını geniş geniş açarak otobüsteki farklı kokunun kaynağını arıyor. Burun gözleri yönlendiriyor, adam en ön koltukta oturan kadının saçlarını ve tepesine tutturulmuş tokayı görüyor.

Türkiye sinemasının en özel yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1986 yapımı filmi Üç Halka Yirmibeş’te Hakan Balamir’in canlandırdığı Sakin karakteri bu müthiş açılış sahnesinde yalnız değil; tamamı erkek olan yolcular kendilerini en ilkel dürtülerinin kontrolüne bırakmış, çiftleşme dansına hazırlanan testosteron depoları gibi ön koltuktan gözlerini alamıyor.
Uygarlık tarihi bir yandan da dürtüleri kontrol altına almanın tarihidir. Dürtüleri yok etmeyiz -istesek de edemeyiz zaten, aksi takdirde tür olarak yok olurduk- ancak öznesi olduğumuz toplumsal yaşamı insanın fiziksel ve zihinsel evrimine uygun biçimde geliştirebilmek, toplumu oluşturan tüm bireyler için eşit ve adil yaşam koşulları oluşturabilmek için uğraşırken onları ‘insani’ olana dönüştürür, ehlileştirir, estetize ederiz. Sanatsal yapıtlardan spor etkinliklerine, kulağımıza çalınan güzel melodiden rengarenk bir bahçe düzenlemesine kadar her şey bunun sonucudur. Uygarlaşma sürecinin kesintiye uğradığı anların ürünüyse tacizciler, tecavüzcüler, kadına haddini bildirirken annesinin diz kapağından tahrik olan dinciler, havadaki kadın parfümü kokusunu tıpkı aç kurtlar gibi takip eden Sakin’lerdir.

Filmografisi başta erkeklik algısı olmak üzere Türkiye’nin önemli sorunlarını tartışmak üzerine kurulu yönetmen Bilge Olgaç kadın olduğu için değil, Yeşilçam diye bilinen o puslu erkek coğrafyasının üretim kodlarından sıyrılmış hikayeler anlatmayı başardığı için özeldir. En maço olmaya aday öykü bile Olgaç’ın sinemasında bir maçoluk araştırmasına ve eleştirisine döner. Mesela tamamı bir cezaevindeki erkek mahkumlar arasında geçen 1971 yapımı Linç‘te erkeklik kültürünün kuruluşunu, yıkılışını ve yeniden kuruluşunu izleriz. Koğuş ağası Fethi’nin kafasını kızdıran adama verdiği ceza bıyıklarını -en görünür erkeklik sembolünü- koparmaktır. Bıyıklar üzerinden işleyen sembolik kastrasyon, birbirini besleyip dönüştüren falluslar arasındaki güç savaşının gösterenidir: Bu bıyık ve fallus çukurunda, siyasi mahkumlar hariç -ki onlar da aşırı mülayim davranmaktadır- herkes birbirinin kuyusunu kazmaya hazırdır. Film kahraman bir ‘erkek’ olma yolunda ilerlediğini zanneden Arap Kadir’in koğuş arkadaşları tarafından linç edilmesine doğru giden süreci gösterir; başı ve sonu eril şiddetle belirlenen, ölümle zirve noktasına ulaşan bir tür erginleşme ayini...

Otobüse ve yolcularını taşıdığı kasabaya dönelim: Araçtaki erkeklerin istisnasız hepsi aynı şeyi düşünür: “Bu kız kesinlikle fahişedir, baba dediği yanındaki adam da onun pezevengidir.” İnsanlığın uygarlık birikiminden nasipsizler Gülçiçek adlı bu genç kadını anında fantezi nesnesine dönüştürür. Eşraftan Dursun Ali başta olmak üzere kasabanın genç-yaşlı, evli-bekar tüm erkekleri Gülçiçek’ten başka bir şey düşünemez haldedir. Kasabadaki tek sosyalleşme mekanı olan meyhanenin -tabii burada sadece erkekler sosyalleşmektedir!- duvarına bile Gülçiçek’in fotoğrafını asarlar ama fantezileri bir türlü gerçekleşmez.

Filmin doruk sahnelerinden birinde Gülçiçek meyhaneye girer, Dursun Ali’nin masasına oturur: “Neden şaştınız? Otele üç kez gelip, paralar verip, benimle bir gece yatmak için yalvaran Dursun Ali Beyinizin masasına oturmama çok mu şaştınız?

Kasabaya geldiğim günden beri hepiniz beni konuştu, beni istedi, düşlerinizde benimle seviştiniz, benimle yattınız! Ama sonra çekildiniz geriye, çünkü beni yerse Dursun Ali Beyiniz yer! O da yemek için her şeyi yaptı tabii! Aslında ben hepinizi sevdim, ne kadar iyi insanlarsınız oysa… Ama iyilik yetmiyor tabii… Neden yaşadığınızı bir fark etseniz… Fark etseniz ki, şu Dursun Ali gibi ırzı kırıklar parası bol olduğu için böyle…”

Bilge Olgaç’ın toplumsal cinsiyet kodlarını çözümlediği filmde kasaba kasaba dolaşıp bir panayır çadırında babasıyla birlikte halkacılık yapmaktan başka derdi olmayan Gülçiçek’i kimin oynadığını biliyorsunuzdur belki: Geçen hafta TV’de “Erkek çalışsın. Kadın evde çocuklarını büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın” diyen Hülya Avşar...

Dünyanın en hastalıklı namus anlayışına karşı tek başına mücadele eden Gülçiçek’le onu canlandıran oyuncunun karakter ve duruşları arasında dağlar kadar fark olması, Avşar’ın yıllardır neredeyse her lafıyla Gülçiçek’i ve o erkekleri aynı otobüse mahkum etmesi ne acayip değil mi?..

Uğur Kutay / BİRGÜN

Bir ‘Yıldız’ kaydı, peki neden şimdi? - ERK ACARER

15 Temmuz gecesi başlayan selalarla birlikte, ortaya çıkan ilk resim sarıklı, cübbeli, organize kişilerin tekbirlerle yürüyüşüydü. Darbe sonrası devam eden bir aylık nöbetler boyunca, hem Ankara Beştepe’de hem İstanbul’da demokrasi şölenleri, ‘zikir ayinlerine’ dönüştü. Yine aynı gece ‘Suriye artığı’ bazı cihatçılar, ‘devletin polisine yardım için’, silahlarıyla sokaklara indi. Nureddin Yıldız gibi tarikat şeyhleri ise müritleriyle stratejik noktaları tuttu.

Rabia işareti ve bayrak neredeyse ‘yeni devletin’, ‘yeni sembolleri’ oldu. Müslüman Kardeşler kimliğine giydirilen milliyetçilik entarisi şov için uygun yerler seçti. İstanbul Beşiktaş’ta 36’sı emniyet memuru 8’i sivil toplam 44 kişinin hayatını kaybettiği iki ayrı bombalı saldırının ardından Vodafone Arena Stadı’nda bir organizasyon gerçekleştirildi. 22 Aralık 2016 tarihinde, bağış toplamak amacıyla yapılan özel maç öncesinde Kuran tilaveti yapıldı.

Son yıllarda, devletin resmi kuruluşu tarafından verilen gerici fetvalar gündemden düşmedi. Diyanet işi, ‘babayla kız çocuğunun nikah kıyabileceğine yönelik skandal ensest fetvasına kadar vardırdı.

Fakat bir anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çıktı ve Sosyal Doku Vakfı Derneği Başkanı Nureddin Yıldız özelinde, açıklamalarıyla tartışma yaratan ‘hocaları’ hedef aldı: “Kadınla ilgili dinimizde kesinlikle yeri olmayan, kendilerine göre içtihatta bulunan kişiler çıkıyorlar. İslamın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar aciz bunlar…”

Erdoğan’ın sözleri, IŞİD’in 20 Ağustos 2016’da gerçekleştirdiği ve 53 kişinin öldüğü Antep ‘düğün saldırısından’ sonra sarfettiği, “Bugüne kadar sabrettik” ifadeleri kadar tuhaftır. Cumhurbaşkanı geçmişten beri asla önceden kurgusu olmayan bir adım atmadı.
Sabırdan ziyade, bir yol arkadaşlığının neden bugün sorgulandığı ile ilgili birçok soru işareti var. Bu soruların cevapları, Ahmet Hakan gibi bazı ‘saf’ ve ‘temiz’ düşünceli gazetecilerin, “Ve Tayyip Erdoğan, Nurettin Yıldız gibilerin fişini çekiverdi” ifadeleri kadar basit değil. Peki varsayımlar nedir, bakalım.

Deniz bitti
Halis Bayancuk kod adlı Ebu Hanzala’nın ‘Tevhid Grubu’ndan Furkan Vakfına, Nur Cemaati’ne, İnsani Yardım Vakfı temsilcilerine (İHH) kadar bir çok yapı ve kişi feryat figan ediyor. Yıldız’ı savunanların başında ise kısa zaman önce benzer bir muameleyle karşılan Akit gazetesi geliyor. Soruşturma açılan programcısı Ahmet Keser, “Sivil öldürecek olsaydık Cihangir, Nişantaşı, Etiler’den başardık” sözleri nedeniyle 4.5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. İlginç bir nokta var. Akit’e devlet, kaynaklarını eskisi gibi seferber edemiyor. Reklam gelirleri düşük. Para bitti. Tıpkı Akit gibi pek çok tarikata da bundan böyle devlet sponsor olamayacak. Sistem; kendi kaynaklarını yaratıp devlet içinde çark kuramayan, İsmailağa ve Menzil tarikatları dışındakileri sırtında taşıyamayacak.

Halifeliğin ilanı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2019 Başkanlık seçimlerine hazırlanırken, bir yandan da toplumun farklı kesimlerinde gücünü test ediyor. Siyasi iktidar, merdiven altına kadar inen tarikatların kontrollüden çıkmakta olduğunu görüyor. Uzun vadeli bir plan. Dine referansı olan sistemlerde sadece yargı gibi devlet mekanizmalarını kontrol etmek yetmiyor. Toplumsal yapılar da tek elde toplanmalı. Bu tip çıkışlar artacak. Erdoğan dini de tek elde toparlamak istiyor.

Danışıklı dövüş şüphesi
Nurettin Yıldız gerçekte ‘Başkan’ın adamlarından birisi. Toplumun her kesiminde özellikle kadın ve çocuk istismarı konusunda büyük bir tepki var. Bu tepkileri dinden referans alan düzenlemeler ve sonuçları arttırıyor. Sadece seküler kesimler değil mütedeyyinler de rahatsız. İlahiyatçı İhsan Eliaçık tarafından farklı kaynakların taranması ile yapılan sosyolojik araştırma, Türkiye’de ateist ve dinsiz sayısının arttığını gösteriyor. Türkiye, bu sıralamada Arabistan ve Mısır’ın ardından üçüncü sırada yer alıyor. Saadet Partisi’nin ‘demokrat’ çıkışı tam da bu noktalarda AKP’yi endişelendiriyor. Seçime giderken, ‘güncelleme’ ile “İktidar aslında dinden çıkarıyor” imajı silinmek isteniyor.

Daha derin işler
Erdoğan, satrancı iyi oynuyor. Nurettin Yıldız’ın söyledikleri yeni değil. Üstelik, Kuran’ı referans alıyor. Ankara Esonbağa Havalimanı’ndaki zikir ayininin kim tarafından yapıldığı ve neden karşı çıkılmadığı belli değil. Ne var ki; tepkiler çok net: “İyice azıttılar bunlar.” Peki zikire ilk desteği sosyal medyadaki paylaşımlarıyla kim veriyor biliyor musunuz? Aczimendiler. Cumhurbaşkanı, yeni 28 Şubat etkisinden korkuyor ve bunu stratejik bir birimde bertaraf etmek için uğraşıyor.

Batı öyle istiyor
Avrupa, Türkiye’de dibe vuran demokrasinin yanı sıra seküler sistemden kopuştan da rahatsız. Gazetelerde Erdoğan konulu haberlerin çoğu ya Sultan ya da Halife sıfatıyla yayınlanıyor. Başta Brezilyalı çizer Carlos Latuff olmak üzere pek çok karikatürist, Erdoğan’ı çizerken, IŞİD’i çağrıştırır biçimde sarık ya da ‘kanlı kılıç’ simgelerini kullanıyor. Demokrasiye ilişkin kirli pazarlıklar sadece gazeteci ya da aydınlar üzerinden yapılmıyor. Sistemin cilalanması da konuşuluyor.

İkiyüzlülük
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, aslında dahice ‘güncellemeye’ atıfta bulunurken, esas mesele aynı ölçüde toplumun buna ayak uyduramaması. Gazeteci saflığı ya da iyimserliğine kapılmadan önce bazı sorular üzerinde düşünmek şart:
Nurettin Yıldız denilen kişinin fetvaları neden şimdiye kadar görmezden gelindi?
Diyanet, onun fetvalarından eksik ne yaptı?

Şeriatın kestiği parmak, mesele Afrin’de TSK, cihatçılarla ortak operasyonu sürdürürken acımıyor mu?

Erk Acarer / BİRGÜN

10 Mart 2018 Cumartesi

Nurettin'in suçu ne? - AYDEMİR GÜLER

AKP sözcüsü açık söyledi, “kimse bu mesele üstünden 28 Şubat reklamı yapmasın” diye… Herhalde kast ettiği, dinci gericiliğin uç yorumcularının dinci gericiliğe karşı mücadeleyi meşrulaştırması. Hakikaten sorunları budur. 

Gericiliği değil ona karşı mücadeleyi dert ediyorlar. Ne tuhaf; gericilik mücadeleyi boğmak için icat edilmişti. Ama sandıkta durduğu gibi durmuyor, gericilik mücadeleyi körüklüyor.
Bu nedenle AKP’nin derdine deva yok. Nurettin’in ağzını bantlasan, Kadir pırtlar. Onun fişini çeksen, Hayrettin yetişir. Çünkü AKP gericilerin infilak halinin adıdır.


Bakın işte; asansörcünün Erdoğan tarafından kapıya konduğu anlaşıldığı an, devreye Saadet Partisi girdi, Milli Gazete sapığa sahip çıktı. AKP dinciliğe her ayar vermeye kalktığında olacak olan budur. Erdoğan’ın doldurmadığı, doldurmaktan geri durduğu gericilik boşluklarına hemen ya bir başka parti, ya bir tarikat, ya birkaç meczup; ille birileri akacak.

Konunun 28 Şubat günlerini çağrıştıran tek yanı, o zamanlar, şimdi kimi laiklerin ve anti-emperyalistlerin evliya yerine koymaya meylettikleri Erbakan’ın açtığı kapıdan duyan duymayan bütün gericilerin girmiş olmasıdır. Yoksa 28 Şubat müdahalesinin toplumsal bir enerjinin laiklikle buluşmasını önlemeye yaradığı, Cumhuriyeti biçimsel unsurlara angaje edip gericiliğin özünü serbest bıraktığı sabittir. Bakmayın küfrettiklerine; AKP’liler 28 Şubatçılarla kardeştir. Bu yazı da söz konusu kötücül kardeşlik üzerinedir.

Şimdi Erdoğan’a göre gerçek İslam bu değil! Ama ne peki? Onu öğrenemeyeceğiz!
Kadıköy vapurundan inenleri seyredip kızarken mi gerçek Müslümandır arkadaş? Shakespeare’in Müslüman Şeyh Pir’in takma adı olduğunu söylerken Kadir Mısıroğlu gerçek İslam’a uygun mu konuşmuştur, yoksa doğrusu Shakespeare’in gâvur ve deyyus olduğu mudur? Sahi İslam nasıl güncellenecektir? Erdoğan yüzlerce yıl öncenin aynen tekrarlanamayacağını söylediğinde pek mi aklı selim davranmaktadır? İyi de, sünnet denen şey, yeni bir peygamber bulmadan nasıl güncellenebilir?

Konu kadınlar olsun; hadi güncellediniz diyelim: o zaman kadınların hakkının hukukunun olmaması İslam’dan kaynaklanmıyordu; şimdi artık hak da var hukuk da. O nedenle kadın… İyi de hani cinsiyet eşitliğine inanmıyordunuz! Sokakta gülmesinler, gebe haliyle ortalıkta görünmesinler diyenleri de satabilecek misiniz?

Toplumsal yaşamın referansı haline getirilen, bu anlamda siyasallaştırılan din ayar tutmaz. Çünkü kişilerin inanç dünyasında aranmayan, kimsenin kimseye dayatamayacağı bazı kurallar, örneğin tutarlılık, örneğin rasyonalite, örneğin toplumsal yarar, adalet duygusu, temel özgürlükler vardır ki, toplumsal yaşam bunlarsız olmaz. Bu iş de dinle olmaz.
Ekrandan ölüm tehdidi savuran veya keşke Yunan kazansaydı diyen zevzekler Erdoğan ve arkadaşlarının kardeşidir. Fatih Altaylı, daha ilk gün “asansöri tarikatı” diye Nurettin’le dalgasını geçmişti. Ama Fatih kardeş değilse, en uzağından amcaoğlu olur. 8 Mart sabahına dokunaklı reklam filmleri yetiştiren, holdingin giriş kapısında kadın çalışanlarına çiçek sunan kodamanlar ile aynı gün “dünya erkekliği yok etme günü” manşetiyle gazete hazırlayanlar da aynı ailedendir.

Kimi fertleri deliye, kimileri medeniye benzeyebilir, ama memlekette dört saatte bir, bir kadına tecavüz ediliyorsa veya bir günde öldürülen kadın sayısının ikiye dayanmışsa, artık bu tür verilerin yanına bir başkası daha konmalıdır: Türkiye’de kadınların ortalama ücreti erkeklerinkinin üçte ikisinden azdır. Dünyada ilk yirmiye girmiş bir ekonomide işgücünün yarısının dinci gericilikle kuşatılması, irrasyonel bir meczupluk, bir toplumsal çıldırma hali değil, tersine kapitalizm için son derece işlevsel bir uygulama. Nüfusun yarısını böyle esir ettiğinizde, öteki yarısı da teslim alınmış demektir. Üstelik bu ikinciler kendilerini aynı anda zafer de kazanmış sanırlar! Düzenin öğrettiği gibi her şey tahakküm içinse, kendi ezilmişliğini örtmek için, asansörde miyiz camide miyiz boş verip, çoluk çocuk, kedi köpek demeyip önüne gelene tecavüz etmek caizdir!

Bu manyaklık Nurettin’in mi suçudur? 
Öyle olsaydı kendisi için üzülmezdim doğrusu. Lakin olay kapitalizm bağlamında yaşanmaktadır. Kapitalizm denen canavar daha fazla kâra endeksli bir sistemdir. 

Tecavüzcü denen ve içinde bulunduğumuz AKP döneminde yaptıklarını dinle gerekçelendiren sapıklar, basitçe ve açıkça bu sisteme eklemlenmişlerdir.

Aydemir Güler / SOL

İslam’ın huzurunu kim çaldı? - ORHAN GÖKDEMİR

“Huzur İslam'da sloganı çok değil on yıl evveline kadar çok tutulan bir slogandı. Şimdilerde bu slogana öyle pek rastlayamıyoruz. Bu slogan genelde lüks arabaların arka camlarında, iyi tefriş edilmiş evlerde, halinden memnun ticarethanelerde daha çok arzı endam ediyordu. Herkesi huzursuz etmiş olmalı ki bu kör göze parmak cinsinden slogan bıçakla kesilir gibi kesiliverdi.” Saptama, Milli Gazete yazarı Hüseyin Akın’ın. Akın, 2015’te yazmış İslam’da “huzur”un yitirilişini.


1990’lı yıllarda pek modaydı bu motto. Din anayasaya girmiş, din dersi zorunlu olmuş, güvenlik kuvvetlerinin kapısı tarikatlara sonuna kadar açılmıştı. Hatta Fethullahi olmayanın polis olmasına imkân bırakılmamıştı. Devletin toplumu dinselleştirmesi programı dörtnala gidiyordu. O çıkarmaları arabalarının arka camlarına yapıştıranlar ikbalin dinde olduğunu ilk fark edenlerdi. Ama laikliğin uyanma ihtimali vardı, tereddüt sürüyordu. Valilik bir ara “huzur İslam’da” çıkarmalarına ceza yazılacağını duyurdu. Bütün “Huzur İslam’da”lar birkaç gün içinde silindi.

Milli Gazete yazarının İslam’da huzur yetmezliği baş göstermesinin nedenleri hakkında tezleri var. Bunların ekseriyeti huzuru İslam’da arayanların çoğunun ikbal avcısı olduğu yönünde. Teşhisi net: “Huzur İslam’da sloganının aslında bir parola olduğu, bundan maksadın din sayesinde menfaat ve rant elde etmek olduğu anlaşılmış ve bundan hasıl olacak paya başkalarının da dahil olma endişesi baş göstermiştir.”

İşte böyle. Huzuru İslam’da bulanlar huzur arayanların çoğalıp huzurlarını kaçırmasından endişelenmiştir. Rant sınırlıdır, alt sınıflarla bölüşüp değersizleştirmenin anlamı yoktur. Aynı Allah’a inanmak aynı sınıfa dâhil olmayı gerektirmemektedir nasılsa. Herkes yerini bilmelidir…

1990’dan bu yana geçen 30 yılda yaşanan dönüşümün özetidir söylenenler. İslamcılığın gücü ve getirisi arttı bu 30 yılda. Taraftarları zenginleşti, iktidar sahibi oldu. O arada kalender Müslümanlar beyaz takkelerini atıp gitti. “Millete koyucular” doldurdu yerlerini. Müthiş zenginleştiler. Milyonluk makam araçları ile meşhur din adamları türedi mesela. Bebelere tecavüzü, kadınlara dayağı vazeden ilahiyatçılar ranttan kendi paylarını istedi. Dağı taşı, toprağı suyu yağmalayarak ilerliyorlar. Çıplak bir kâr ve kazanma hırsından ibaret ibadetleri. Sarayları, varaklı koltukları ve klozetleri var. Emrindeki güvenlik güçleri haksızlığa isyan edenlerin kollarını bacaklarını kırıyor. İtaat etmeyen kadınları saçlarından sürüklüyor. Bütün yollar, bütün köprüler onların; Mülk onların, para onların. İstediklerini devlete atıyorlar, istemediklerini devletten atıyorlar. “Benim valim, benim polisim, benim hâkimim, benim devletim” kanıksandı sayelerinde. Geçen hafta “benim valilerime” bıyık bırakma emri geldi mesela. Hepsi badem bıyıklı şimdi. Fakat gelin gürün ki huzuru kaçtı İslam’ın.
Dışarıdaki durumu da parlak değil haliyle. “Huzur inancı”nın coğrafyası kan ve gözyaşıyla sulanıyor. Ölen de öldüren de, kanı akan da kan akıtılan da Müslüman. Küçük Asya’dan başlayıp Afrika’nın ortalarına kadar İslamcının elinin dokunduğu her yerde kanlı karanlık bir boğazlaşma kesintisiz sürüyor. O arada cihat için savaştığını söyleyen İslamcının eline silahı, cebine Petro-Dolarları Batılı güçler tutuşturuyor. Elinde “gâvur” silahıyla dehşet saçan İslamcıların şerrinden kaçan Müslümanlar Batıya sığınabilmek için birbirini eziyor. Artık huzur İslam’dan çok uzaklarda…

Sonuç ortada: Bütün iddiaları çöktü, düzenle ne kadar düz oldukları apaçık ortaya çıktı. İnançları ne çalmaya engel, ne zulmetmelerine. Yoksul daha yoksul oldu iktidarlarında, zengin daha zengin. Yetmedi, OHAL ilan ettiler zengine daha rahat verebilmek için. Gelir dağılımı en bozuk ülkelerden birini yarattılar az zamanda. Dehşetli bir dönüşümdür.

                                                                 ***
Bizdeki İslamcılık tarz-ı siyasetinin özgün yanları var elbette. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıla sığan hızlı çöküşüdür. İkincisi, bu çöküşün daha çok İmparatorluğun Avrupa topraklarında gerçekleşmiş olmasıdır. Kısa zamanda bir Balkan imparatorluğu olmaktan çıkıp Küçük Asya’ya sıkışmış sıradan bir devletçiğe dönüştü Osmanlı. Balkanlarda terk ettiği topraklarda Milliyetçi-Hıristiyan devletçikler kuruldu. Yan yana yaşadıkları Müslümanları engel gördüler o rüzgârda. Yurt tutacak Anadolu’dan başka toprak kalmamıştı Müslümanlar için. Milyonlarca insan yaşadıkları topraklardan sürüldü ve Anadolu içlerine doğru sürüklendi. 1822 ile 1922 arasındaki yüz yılda Anadolu topraklarının beşeri coğrafyası bütünüyle alt üst oldu. Beş milyon Müslüman açlıktan ve savaştan öldü, 7 milyonu Balkanlardan Anadolu içlerine göçtü. Fakat kaçıp sığındıkları topraklarda da Hıristiyanlar vardı. Düşman oldular. Böylece kaçkınlar için ilk defa İslam bir kimlik haline dönüşmeye başladı.

Balkan Savaşları bu kırılmayı pekiştiren en önemli olaydır. İmparatorluk Balkanlardaki bütün varlığını birkaç ay içinde kaybetmişti. Anadolu’ya kaçanlar bu son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini fark etmişti. Küçülmüş ve sıkışmıştık. Türklük ve Müslümanlıktan başka sığınak kalmamıştı. İkisi de küçülmenin ve sıkışmanın ideolojisidir.
                                                                 ***

İmparatorluk parçalanırken ortaya çıktılar. Bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedefleyen Osmanlıcılığın imkânsız bir yol olduğu yükselen milliyetçi dalgadan belliydi. Öyleyse İslamcılık çare olabilirdi. Fakat çare olması umulan İslamcılık, imparatorluğun parçalanıp küçülmesini göze almayı gerektiriyordu. İslamcılık gayrı Müslimlerden vazgeçmek anlamına geliyordu çünkü. Kaldı ki din birliği, Arapları ve Müslüman Arnavutları devlete bağlamaya yetmemişti.

Türkçülük ise en imkânsızı idi. Savunucuları tarafından da son çare olarak görülüyordu ve gerçekte bu tercih Müslümanların önemli bir kısmını da dışarıda bırakıyordu. Osmanlı yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bile Türkçülük yıkıcı etkisinden arınabilmiş değildi. Kemalistler bu yıkıcı etkiyi “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganıyla aşmaya çalıştı. Türklük esas alınacaktı ama Türklüğün kapısı herkese açık bırakılacaktı. “Türküm” diyenin Türk olmasına imkân veren gevşek bir Türkçülüktü bu.

                                                                  ***

Geldik bugüne. 1990’lı yıllarda “Huzur İslam’da” modayken Anadolu’da bir türlü yakalanamamış birliğin İslam’la sağlanacağına yeniden inanılmaya başlanmıştı. Müslüman Kürtler ancak böyle massedilebilirdi iddialarına göre. Kemalizm’in kırıp döktüğü toplumsal kesimlerle de “şeriat hukuku”nun izinden gidilerek bir barış ortamı yaratılacaktı. Şu “Medine Vesikası” saçmalığının o yıllarda moda olması rastlandı değildir.
Fakat sonuç tam tersi oldu. Kürtlere yönelen şiddet geçmişin ruhuna rahmet okutacak nitelikte. Suriye içlerinde elde silah huzur arıyor İslamcı iktidar. Her gün “etkisiz hale getirilen” Müslüman Kürtlerin sayısı açıklanıyor gururla. Bildik Ortadoğu manzarası yerli yerinde; Herkes Müslüman, herkes düşman, herkes savaş halinde. Devlet çökmüş, cumhuriyet tepelenmiş, ülke kırıldı kırılacak.

Hâlbuki bu zoraki birliğin gerçek bir birliğe dönüşebilmesinin tek imkânıydı laik cumhuriyet. Anadolu topraklarına sıkışmış bir kalabalığın her türlü bağdan kurtulması, tarihte ilk defa gerçek bir halk olması imkânıydı. İslamcılar geldiler, Türkçülerin desteğiyle bitirdiler.

İşte görüyorsunuz, dağ taş din, bütün okullar imam hatip, bütün olanaklar Diyanetin emrinde. Ezana zam yaptılar, hoparlörleri sonuna kadar açtılar. Her tarikatın devlette yeri var. Halkın vergisiyle finanse edilen TRT’de kuran okuma yarışması yapılıyor gün aşırı. Her yer saray, her yer cami, her yer AVM. Acayip uçakları, pahalı arabaları, gemicikleri, yatları, yalıları var. Uzak muz cumhuriyeti adalarından taşan gizli banka hesaplarını sığdıracak yer bulamıyorlar. Ama huzur kaçtı gitti ellerinden.

“Sildiler “Huzur İslam’da”yı. Haklılar. Türkçülüğü de sürükleyerek yıkılıyorlar çünkü. Bu iki imkânsız ve huzursuz ideolojinin temsilcilerinin tek derdi birbirlerine dayanarak iktidara tutunmak. Ne İslam’ın yoksulu kucakladığı var, ne Türkçülüğün ezilene el uzatmışlığı. İslamcılık tükendi, Türkçülük intihar etti. Yitip gitti huzur hayali. Tuhaf, cahil, hadsiz zalimler türedi onun yerine.

                                                                  ***

Çok küçüldük ve çok sıkıştık. Laiklik tepelenince yeni fay hatları baş gösterdi üstelik. Anadolu’ya sıkışmış biçare kalabalık, tıpkı geçen yüzyılın başında olduğu gibi son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini hissediyor yeniden.
Huzuru soruyorsanız haber vereyim. Bu topraklarda eşitlikçi bir yeni cumhuriyet dışında bütün yollar kapanmış, bütün imkânlar tüketilmiştir. Huzur işte burada!

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Hocaları Diyanet’e havale etmek - ÖZGÜR MUMCU

Bu aralar din âlimleri altın günlerini yaşıyor. Birinin bıraktığı yerden diğeri devralıyor ve durmaksızın çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini paylaşıyorlar. Genelde cinselliğe ve kadın- erkek ilişkilerine odaklandılar. Tabii, aralarından birinin parlaması beklenirdi ve öyle de oldu. Sosyal Doku Derneği Başkanı, ilahiyatçı Nurettin Yıldız diğerlerini gölgede bıraktı. 

Çocuk yaşta evliliği savunmaktan, kadınların dayak yedikleri için şükretmesi gerektiğine, karşı cinsle asansöre binmenin zararlarından yorganın şeklinin cinsel hisleri tahrik etmesi ihtimaline kadar değinmediği alan yok. 

Yıldız’ın açıklamaları toplumun bir kesiminin tepkisini çekince, seçimden önce geniş bir ittifaka ihtiyaç duyan sayın Erdoğan da devreye girdi. Nasıl girmesin? 
Devlet Bahçeli, Yıldız’ı isim vermeden meczup ve sapık diye nitelendirdi. Sayın Erdoğan’ın Bahçeli’yle işi seçimlerden sonra bitecek. Henüz gerekli biri. 
Ne yaptı sayın Erdoğan? Milliyet’ten Serpil Çevikcan’ın yazısına göre başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ’a talimat vermiş. Bozdağ, sorumlu olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı’na vaziyeti havale edecekmiş. 

Zaten Diyanet İşleri Başkanı da “Sahte bal satanlarla ilgilendiğimiz kadar sahte din tüccarları ile ilgilenmiyoruz” diyerek bir ölçüde rahatsızlığını belirtmişti. 

Farkındaysanız bütün bunlar dinin doğru yorumunun Diyanet İşleri Başkanlığı, sayın Erdoğan ve Bahçeli’nin tekelinde olduğu inancına dayanıyor. Dinin sahtesini gerçeğini ayırt etme yetki ve kabiliyetinin siyaset ve devlet kurumlarına ait olduğu kabul edilmiş. 
Gel gelelim Nurettin Yıldız da hem imam hatip lisesi mezunu hem de gitmiş ta Mekke’de ilahiyat tahsili görmüş. Neye dayanarak, onun dini yorumlayışının yanlış ya da sahte olduğu tespit edilecek? 

Bir dolu mezhep, sayısız tarikat, çeşit çeşit yorum var. Nurettin Yıldız’ın müritleri ona inanmaya devam edecektir. Mesela, sosyal medyada Yıldız’ın sözlerini paylaşan Adalet Bakanlığı müsteşarı Diyanet İşleri’nin çalışması üzerine hocasını terk mi edecektir? Ya da sayın Erdoğan’ın çıkışına rağmen yılmayıp hocasını “şeytanlar kudurdular” diye savunan bir ilçe eğitim müdürü “ha, bizim hocanınki sahte dinmiş hay Allah ya bak anlamamışım” diyerek uğruna insanları şeytan ilan edebilecek kadar tutkuyla bağlı olduğu dini yorumdan mı uzaklaşacaktır? 

Yıldız’ın açıklamalarının İslama uygun olup olmadığı ilahiyatçıların kendi aralarında tartışacakları bir konudur. Bunun hukuk düzenini ilgilendiren bir tarafı yoktur. Haliyle, Yıldız’ın ya da başka bir hocanın söylediklerinin dini değerlendirmesi başka ilahiyatçıların sübjektif değerlendirmelerinden ibarettir. Bir din devletinde yaşamadığımıza göre dinin hangi yorumunun diğerlerinden üstün olacağını objektif bir şekilde belirleyebilecek bir organ bulunmamakta. 

Dünyevileşmenin ve laikliğin iyi tarafı da budur. Sözlerin dine değil, hukuk kurallarına ve dolayısıyla insan haklarına uygunluğuna bakılır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Yıldız’ın kadınların dövülmesine ilişkin sözlerine başlattığı soruşturma bu kapsamdadır. Ancak bunun için de iktidarın talimatı beklenmiştir. Yıldız’ın bu talimata kadar yargı tarafından el üstünde tutulduğu da ortadadır. 

Hoşunuza gitmeyen açıklamalar yapan hocalar Diyanet’e havale edildi diye içiniz rahat etmesin. Bu laikliği güçlendirmez, aksine din devletine giden yolu meşrulaştırır. 
Asıl sorun liyakati değil bir hocaya biat etmeyi atama kriteri yapan hâkim siyasal İslamcı anlayıştır. 

Hoşunuza gitmeyen açıklamalar yapan hocalar Diyanet’e havale edildi diye içiniz rahat etmesin. Bu laikliği güçlendirmez aksine din devletine giden yolu meşrulaştırır. Hele dinin “doğru” yorumunun yürütmenin başının yetki ve görev alanına girdiği kabul edilmeye başlanırsa. 

Asıl sorun liyakati değil bir hocaya biat etmeyi atama kriteri yapan hâkim siyasal İslamcı anlayıştır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Lafa gelince... İşe gelince... - ALİ SİRMEN

Hani “Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü?” diye bir deyiş vardır, CHP’nin son tüzük kurultayı da öyle, neden yapıldığını anlayan varsa beri gelsin! 
Alelacele hazırlanıp, kurultaya sunulduğu izlenimi yaratan önerilerin ne yenilik getirdiğini kimse söyleyemiyor, olsa olsa tek milletvekili çıkarılan yerlerde merkez yoklaması yapılması geliyor akla ki o da üyelerin çoğunluğu tarafından eleştiriliyor. 
48 milletvekilinin imzaladığı sekiz maddelik istemi içeren önerilerin özeti de parti üyelerinin iradelerine saygı ve her kademede hizmete, göreve talip olanların seçimle gelmesi. 

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, milletvekilleri ve parti meclisi üyeleriyle yaptığı toplantıda bütün eleştirilerin dikkate alınacağını, yeni tüzüğün bunların ışığında biçimlendirileceğini söylemiş, ama 3 Mart tarihli Cumhuriyet’te arkadaşımız İklim Öncel’in haberinden anlaşıldığına göre, epeyce de sinirlenmiş. Kemal Bey’in şu sözlerine bakın: 
- Lafa gelince hepiniz konuşuyorsunuz, ama işe gelince aynı tavrı göstermiyorsunuz. Hepinizin karnesi elimde. 
Doğrusu ya Genel Başkan’ın bu sözlerine hazır bulunanlar alınsalar da yeridir. 
Ama kabul etmek gerekir ki Genel Başkan bu sözlerinde o kadar da haksız değildir.

***
Ne ki Kemal Bey’in hakkını teslim etmek sorunu çözmüyor ve şu soru geliyor akla: 
- Madem öyle, tüzüğe bu duruma karşı neden bir hüküm getirmediniz? 
Yıllardır, ısrarla yinelediğimiz husus, CHP’nin halen sahip olduğu örgütlenme modelinin kendisinden beklenen işlevi yerine getirmediğidir. Çeyrek yüzyılı aşkın süredir, partinin elde ettiği sonuçlar ve giderek azalan etkinliğinin de, doğruluğunu kanıtladığı bu görüş, özellikle oyunun kurallarını da çiğneyen yıkıcı görüşün iktidar olarak hak ve demokrasi ihlallerini artırdığı dönemde daha da önem kazanmıştır. 

Bu durumda CHP’nin tüm örgütü, tüm üyeleri siyaset oluşturulmasına daha aktif katkıda bulunacak, sorunları yerinde tabandan tartışacak ve özgün çözümler önerecek politikaları yaşama geçirmekte daha yaratıcı bir örgütlenme modelinin önünü açacak düzenlemeler yapılmalıydı. 
Şimdiye dek itibar edilmeyen bu girişim yolunda adım atılmasına vesile olur diye tüzük kurultayı fikri ortaya çıktığında ümitlenmiştik. 
Yanılmışız! 
O konu yalnız yöneticiler değil, iradesine saygı çağrısında bulunan taban da dahil kimse tarafından dile getirilmedi. 
Bu durum, yönetimiyle tabanıyla CHP’nin, tek tek üyeler olarak da, toplamda parti olarak da kendi muhalefet performansından da hoşnut olduğunu gösteriyor. 
Bence en üzücü, en ümit kırıcı olan da bu kendini yeterli görme durumudur.

***
CHP örgütlenme modeliyle, bütün üyelerinin tabandan katılımıyla politika üretme yaratıcılığını göstermekten uzaktır. 

Lafta kalan parti içi eğitim yetersizdir. Örgütlerin sorunları irdeler ve çözüm üretirken öğrendiği ve yaratıcı nitelik kazandığı eğitim söz konusu değildir. 
Parti, Genel Başkan’ın deyimiyle iş lafa gelince ortaya atılanlara karşı, iş üretmeye aday olan üyeleri yüreklendirecek öne çıkaracak, yükseltecek bir üye performans değerlendirme ölçütüne sahip değildir, böyle bir husus ne zamandır tartışma konusu bile olmamaktadır. 

Aktif üye, destekçi üye yapılanması ilk bakışta bu gereksinimi yanıtlamaya yönelik gibi görünüyorsa da, aslında yeterli değildir. 
Oysa, bu yaratıcılık yarışması ve devrimci dayanışması sol partilerin onsuz olmazıdırlar, örgütleri halkla, üreticilerle, emekçilerle bütünleştirecek olan da budur. 
Bu husus ıskalandığında, önemini yadsımadığımız ama artık günümüz koşullarında aşılmış olması gereken mahalle kahvesi politikasının ötesine geçmek mümkün olamayacaktır.

CHP bütün bunları konuşmayacak idiyse, tüzük kurultayını neden topladı ki anlayabilmiş değilim.

Ali Sirmen /CUMHURİYET

PTT'nin misyonu - REMZİ ÖZDEMİR

Bazı kurumlar vardır bunlar kamu hizmeti yapar.
Bunlardan öyle büyük kâr filan bekleyemezsin.
Amaç vatandaşa hizmettir. Tıpkı bir dönem kurulan YSE gibi. Yani Yol Su Elektrik. Bu kurum tüm ülkenin ilçelerine ve köylerine hizmet götürmek için kurulmuştur.
Bugün Türkiye'nin birçok köyünde elektrik, yol ve su varsa bu kurumun sayesindedir.
Siz bu kurumdan kâr etmesini bekleyemezsiniz.
Tıpkı TRT gibi.
Devleti temsil eder. Devletin görüşünü. Halkın eğitimini ve sağlıklı haber alma hakkına kavuşması için faaliyet gösterir. Gerçi TRT her dönem hükümetler tarafından kullanılmışsa da son 10 yıl öncesine kadar kısmen de olsa bu görevini yerine getiriyordu.
Kamu hizmeti vermesi gereken kurumlardan biri de PTT'dir.

PTT'nin T'si yani telefonu satıldı.
Şu anda sadece PT'si var ama biz halen PTT diyoruz.
İşte bu kurum maalesef AKP tarafından allak bullak edilmiştir.
Bir dönem TRT Genel Müdürlüğü de yapan dönemin PTT Genel Müdürü İbrahim Şahin, bu kurumu "adam edeceğim" diyerek kökünden dinamitlemiştir.
Türkiye'nin her köşesinde örgütlenmiş olan bu güzide kurum maalesef özel kargolara kurban verilmiştir.
Türkiye'de sayıları her geçen gün artan kargo şirketleri varsa, PTT'nin o dönemdeki yönetimin yanlış politikalarındandır.

Bu nasıl rekabet
PTT her şeye rağmen Türk halkı tarafından hep sevildi. Belirli bir kesim var ki, en ufak paketini evinin yanı başındaki kargo şirketine değil de devletin posta hizmetini veren PTT'ye götürdü.
PTT fiyat olarak da ekonomikti.
Mesela özel kargo şirketinin 10 liraya götürdüğü paketi PTT Kargo, 4 liraya bilemedin 6 liraya götürüyordu. Bir iki gün geç de olsa PTT'yi tercih edenlerin sayısı her geçen gün artmıştı. Özellikle e-ticaretin yaygınlaşması PTT Kargo'nun daha da popüler olmasına neden oldu.
PTT Kargo'ya olan talep ciddi anlamda özel kargo şirketlerini rahatsız etmeye başladı. Türkiye'nin her köşesine paketi güvenli bir şekilde götüren PTT karşısında rekabet edemez hale geldiler.
İşte bir gecede ne olduysa özel kargo şirketlerinin rahatsızlığı giderildi.
Yani bir gecede akıl almaz bir zam ile PTT Kargo müşterileri, özel kargo şirketlerinin önüne atıldı.
Küçücük bir paket özel kargo şirketinde 10 liraya giderken PTT Kargo 13 liraya taşımaya başladı. Yüzde 100'ün üzerindeki bu fiyat artışı resmen özel kargo şirketlerini ihya etti.

Misyonu ne olacak?
PTT bu ülkede yıllarca kitap ve gazeteleri Türkiye'nin her köşesine taşıdı.
PTT'nin kitap ve basılı evrak politikası ülkemizin kültür düzeyinin artmasında büyük katkı sağlamıştı. Şimdi ise adeta baltalar gibi.
Gazeteci Kadife Şahin, kendi şiir kitabından yaklaşık 3 bin tanesini yayınevinden anlaşmalı olarak alıp, Türkiye'nin tüm köşesindeki il halk kütüphanelerine göndermek istedi. Kitapları parça parça zarflayıp tek tek üstüne adresleri yazdı. Yaklaşık 200 tanesini gönderdi. Kitap gönderim ücreti olarak 1 lira 50 kuruş civarında bir ücret ödedi.
Kitabın kalan bölümlerini göndermek için PTT'ye giden Kadife Şahin'e gişe memuru akıl almaz bir fiyat çıkardı. Kitap başına 6 lira gibi bir fiyat talep etti. Kısa sürede bu kadar zamma anlam veremeyen Şahin gittiği her PTT'den aynı yanıtı alınca vazgeçti.
Böylece PTT, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürdürdüğü bir misyonu daha terk etmiş oluyor.
Kargo için çeşitli bahaneler öne sürülebilir. Maliyet ve benzeri iddialar. Ancak, kitap ve bu tür yayınlar için hiçbir bahane süremez. PTT Genel Müdürlüğü bu konuda geri adım atmak zorunda. En azından okullara ve kütüphanelere gidecek olan kitaplar için mutlaka cüzi bir fiyat politikası uygulamalı. Bu aynı zamanda ülkemizin en ücra illerimizdeki kütüphanelerin zenginleşmesine neden olacaktır.

Bu konuda PTT'den samimi bir girişim bekliyoruz. PTT elbette zarar eden bir KİT olmamalı ama misyonunu da unutmamalı.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

AKP'deki düşüş durdurulamıyor! - ARSLAN BULUT

Ulusal Kanal'daki programa yetişmeye çalışıyordum. Tünel'den Odakule'ye kadar yürümem gerekiyordu. Karşı yönden, bir insan seli geliyordu. Önce orta yaşlı kadınlar, sonra genç kadınlar ve nihayet genç kızlar, düdük veya ıslık çalarak, slogan atarak yürüyordu. Pankartlar arasında müstehcen olanlar da vardı. Aynı saatte dünya çapında benzer yürüyüşler yapılıyordu.

Yürüyüşü, hiçbir televizyon kanalı canlı olarak vermedi! Haberlerde de rastlamadım. Sadece BBC'nin yayın yaptığını sonradan öğrendim! Ciddi ve büyük bir organizasyondu, polis her sokak başını tutmuştu ama eyleme en küçük bir müdahalede bulunmadı.

Ne kadar örgütlü bir hareket olursa olsun, toplumsal bir ihtiyaçtan kaynaklanmasa, hiçbir güç, kadınları böyle yürütemez.
                                                                          ***

Tayyip Erdoğan ise o yürüyen kadınların da tepki gösterdiği akıl dışı fetvalarla ilgili konuşurken "İslâm güncellenmelidir" demişti.  O sözüyle ne demek istediğini açıklamak zorunda kaldı ve "Allah'ın yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de açıkça ifade ettiği hükümler asla değişmemiştir, değişmeyecektir. Bunların uygulamadaki karşılıkları elbette zamana, şartlara göre değişecektir." dedi.

Erdoğan, "Biz dinde reform aramıyoruz. Haddimize mi? Ama çıkıp da kadınlarla ilgili, yaşlılarla ilgili konuşmaların İslâm'a getirdiği lekeyi görmezden gelemeyiz. Bizim ilahiyatçılarımız, Diyanet İşleri Başkanlığımız, bunlar meydanı FETÖ gibi alçaklara bıraktılar, toplum bu hale geldi." diye konuştu.

Oysa şu saçma fetvaları verenlerin tamamı AKP destekçisidir! Hiçbiri FETÖ'yle anılmamıştır!

                                                                             ***
Medyada Allah adına veya İslâm adına konuştuğunu söyleyen düzenbazlar, kendiliğinden ortaya çıkmadı. Hepsi AKP ile aynı siyasi ve kültürel iklimin çocuğudur.

Gerek kadın cinayetleri gerekse tarikat yurtlarında veya okullarda çocuklara yönelik cinsel istismar olayları halkı korkutuyor. Üstelik, bu iklim, AKP iktidarının bir kadın bakanı tarafından "bir kereden bir şey olmaz" denilerek neredeyse meşrulaştırılmak istenmiştir. Dolayısıyla her geçen gün, vicdani fatura AKP'ye kesilmektedir.


Her ne kadar "anketleri üç ay durdurdum" dese de bu konudaki araştırma verilerinin Tayyip Erdoğan'a iletildiği anlaşılıyor.

AKP iktidarına kendi seçmeninden yönelen en büyük eleştiri, Suriyeli göçmenler meselesiydi. AKP'ye oy veren birçok vatandaş, sırf bu politika yüzünden desteğini çekeceğini söylerken, durum Tayyip Erdoğan'a iletildi. O da Suriyelilerin kendi ülkelerine döneceklerini söylemeye başladı. Oysa ölçümler kendisine ulaşmadan hemen önce, aynı konuyu dile getiren Kemal Kılıçdaroğlu'na "Sen ensar nedir bilmezsin." diyordu.

Hicret sırasındaki ensar ve muhacir ilişkisi Alevilikte musahiblik kurumuna dönüşmüştür. Kardeş aile seçmek ve ömür boyu birbirine destek olmak esasına dayanan bu kurum, Aleviler arasında hâlâ yaşamaktadır. Bugün ise Ensar Vakfı denilince aklınıza ne geliyor?

                                                                          ***

Erdoğan, çözüm sürecinden de 7 Haziran seçim sonuçlarını gördükten sonra vazgeçmiş ve beş ay sonra yapılacak 1 Kasım seçimlerine terörle mücadele başlatarak girmişti. Böyle olunca, şehirlerin etrafına hendek kazılmasına içine de yığınak yapılmasına nasıl izin verildiği, askerin, polisin elinin kolunun neden bağlandığı gibi sorular unutuldu! 15 Temmuz vakası, El Bab ve Afrin Harekâtı ile birlikte bu konularda soru sormak bile vatana ihanet gibi gösterildi. Buna rağmen, gerçekler ortaya çıkmaya başladı.

AKP'deki düşüşü, MHP de durduramadı. Zira MHP de düşüşteydi. Üstelik, kadınlara yönelik cinayetler ve çocuklara tecavüzlerden, artık iktidardan beslenen o iklim, sorumlu tutuluyordu.
İşin doğrusu, bu iklimi İslâm değil, İslâmı geçim ve seçim kapısı yapanlar oluşturdu!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

9 Mart 2018 Cuma

Semadan adalet düşse... - GÖZDE BEDELOĞLU

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ravza Kavakçı Kan, Almanya merkezli yayın kuruluşu Deutsche Welle’de yayınlanan Conflict Zone programında Michel Friedman’ın sorularını yanıtlarken bir hayli zorlanmıştı. 

Şubat ayında gerçekleşen röportajda Friedman, Die Welt’in Türkiye muhabiri olan Deniz Yücel’in nasıl oluyor da bir yıldır, suçlama yapılmadan, iddianame olmadan, mahkemeye çıkarılmadan hapiste tutulduğunu anlamaya, öğrenmeye çalışıyordu. Bu açık bir insan hakları ihlaliydi ve gazetecinin karşısında tam da konunun muhatabı bir hükümet yetkilisi oturuyordu. Kan’ın ise bu soruya cevabı, “Türkiye bir hukuk devletidir” demekten öteye geç(e)medi. “Kimse bir suçlama olmadan cezaevinde tutulamaz” diye eklese de, gazetecinin ısrarlı sorusu karşısında konuyu “elimde davanın detayları yok” diyerek kapatmaya çalıştı. Gergindi, çünkü bir gazetecinin karşısında, bir insan hakları savunucusu titriyle otururken konuyla ilgili verebileceği ikna edici bir cevabı yoktu. 

Başbakan Binali Yıldırım, yine şubat ayında gerçekleştirdiği Almanya ziyareti öncesi, “Ümit ederim kısa sürede serbest kalmış olur, bu konu da artık Türkiye Almanya arasında ilişkilerimizi bloke eden bir husus olmaktan çıkar” diye bahsettiği Deniz Yücel davasının bir yıldır yazılamayan iddianamesi bir günde yazıldı ve mahkeme Yücel’in tahliyesine karar verdi. Türkiye nasıl bir hukuk devletiymiş, yargı bağımsızlığı ne boyuttaymış bir kez daha hep birlikte idrak ettik.

•••

Dava tek başına; Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in ‘yargının bağımsız olmadığına dair eleştirilerin ispatlanması gerektiğine’ dair yaptığı açıklamaya güçlü bir cevap niteliğinde. Ancak yeterli bulmayanlara maalesef elimizde bunun gibi daha pek çok örnek de mevcut. Misal, bugün altıncı duruşması yapılacak olan Cumhuriyet gazetesi davası gibi... Ahmet Şık, Murat Sabuncu ve Akın Atalay yaklaşık 500 gündür tutuklu.

‘FETÖ/PYD ve PKK/KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek’ ile yargılanan gazetecilerin haklarında yazılan iddianame yaptıkları haber ve yazılardan oluşuyor. Ne karartacakları bir delil var ortada, ne de kaçma şüphesi söz konusu. 

Kaldı ki, hakkında yakalama kararı çıkarıldığında yurtdışında olan Akın Atalay, gözaltına alınacağını bilerek Türkiye’ye dönmüştü. Bütün bunlara rağmen delil karartma ve kaçma şüphesi gerekçesiyle bir buçuk yıldır hapiste tutuluyorlar. Gözaltı kararı veren savcı Murat İnam’ın aynı zamanda FETÖ üyeliği suçlamasıyla yargılanıyor oluşu da davanın ciddiyetten yoksun pek çok noktasından biri.

•••

Tıpkı Deniz Yücel davasında olduğu gibi gazetecilerin neden tutuklu yargılandıklarına dair verilecek “ama Türkiye bir hukuk devleti”, “kimse suçlanmadan hapse atılmaz”, “ama haklarında yazılmış dosyalar var” tekerlemeleri gibi verilecek bolca mantıksız cevap var, ama mantıklı tek bir neden yok. Cumhuriyet çalışanlarının tutuklulukları belki Almanya ile ilişkileri sabote etmiyor ama Türkiye’nin bizzat kendi saygınlığı ve güvenilirliğini dinamitliyor. Akıl dışı suçlamalar toplumsal öfkeyi büyütürken, ‘bunalan halk ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmiş.’ Yargı sisteminde sorun olduğunu söylemenin bile hafif kaldığı, artık yargının başlı başına sorunun kaynağına dönüştüğü zamanları yaşıyoruz. Yaptıkları haberler yüzünden yargılanan gazetecilerin davaları; sadece Ahmet’in, Murat’ın, Akın’ın davaları olarak ele alınamaz. 

Bu, görevi halka gerçeği sunmak olan gazetecilik mesleğine karşı yapılan bir tehdit ve toplumun haber alma hakkının engellenmesine yönelik açık bir saldırı.

•••

Bugün Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının gözaltına alındıktan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra, (Temmuz 2017) başlayan Cumhuriyet davasının altıncı duruşması görülecek. Yaklaşık 500 gündür tutsaklar; ve onlar gibi 122 gazeteci ve medya çalışanı daha... Her duruşma çalınmış özgürlüklerin iadesi için bir fırsat. 

Bugün Silivri’den çıkacak tahliye kararı -ki haklarında istenen cezayı yatmış bulunuyorlar- umarım ki bu haksız, hukuksuz, insanı ellerini semaya açtırıp adalet diye yakaracak hale getiren bu karanlığa bir mum yakılmasına vesile olur. Gazeteciliğin yargılandığı coğrafyalarda o karanlık en başta, kendini gerçeğin karşısında güçlü sayanı sarar.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN