27 Mart 2018 Salı

Avrupa Birliği, yeniden… - L. DOĞAN TILIÇ

Bu yazı yazılırken Erdoğan henüz AB Liderler Zirvesi için Varna’ya yolculuğuna çıkmamıştı. Siz okurken Varna’da neler konuşulduğu, rüzgârın nereden ve nasıl estiği netleşmiş olur.

Ancak, uzun zamandır ilk kez bu zirve nedeniyle AB ülke gündeminde biraz öne çıktı. Tarafların neler söyleyeceği, birbirlerinden beklenti ve talepleri de belli aslında. Belki de, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılar sonrasında, kamuoyu önünde deklare edilen o talep ve pozisyonlara karşın, bir yumuşama olup olmadığını göreceğiz.

Şunu tespit etmemiz gerek; AKP ve Erdoğan bugünkü “güçlü” pozisyonlarını önemli ölçüde AB’ye borçlu. Bir başka ifadeyle, AKP’yi bugünlere taşıyan dayanaklarından biri Cemaat bir diğeri de AB idi.

2002’de iktidara geldikten hemen sonra, bir tür meşruiyet krizi yaşayan AKP, kendisini kabul ettirmek, seçim kazanmış olmasına karşın mevcut düzenin ondan esirgediği ve gereksinim duyduğu meşruiyeti bulmak için AB’ye ve onun değerlerine yaslandı.

Reform üstüne reform yaparken, hem AB’nin hem de ülkedeki AB yanlısı liberal çevrelerin desteğini elde etti. Bu süreçte, devlette, sonradan terör örgütü ilan ettiği (FETÖ) Cemaat’e yaslanır ve kadro gereksinimini oradan karşılaşırken, ABüzerinden elde ettiği dış destek de “müesses nizam”ın güçleri karşısında kendisine bir tür koruma kalkanı sağladı.

Güpegündüz Kızılay meydanında havai fişeklerle kutlanan, aslında  AB’nin AKP’ye sağladığı desteğin ne kadar önemli olduğunun ve iktidarın bunun farkındalığının da işaretiydi.

AKP bu sayede iktidarını pekiştirip güçlendikçe AB’ye olan gereksinimi de azaldı. AB’ye ve AB üzerinden kendisine destek veren liberal çevrelerle arasına mesafe koyabilir hale geldi.

Böylece de, eski destekçilerinden reformlardan, AB’den uzaklaştığı eleştirileri yükselmeye başladı.

Dün AKP’yi reformcu, özgürlükçü, askeri vesayet karşıtı ve sivil görerek destekleyen AB; bugün AB değerlerinden uzaklaşan, özgürlükleri kısıtlayan, gazetecileri hapseden bir totaliter güç olarak eleştiriyor.

Bu eleştirilere karşın, ilişkileri koparması ve çıkarlarını riske etmesi mümkün değil.

Türkiye-AB ilişkileri Varna’dan ne sonuç çıkarsa çıksın mevcut gelgitleri ve iniş-çıkışları ile devam edecek.

Ancak, bugün AKP’nin AB’ye ihtiyacı dün olduğu kadar yaşamsal değil! Bir meşruiyet arayışının ve kendini güçsüz hissettiği noktada bir siyasal dayanak aramanın sonucu değil. Daha çok, gittikçe kırılganlaşan ve yüksek sesle çalan ekonomik alarm zilleri nedeniyle ve ekonomiye dayalı bir ihtiyaç.

Başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB’nin motor gücü durumundaki ülkeler de bu durumun farkındalar.

O yüzden, dün tam da destek verdikleri noktadan, özgürlükler – özellikle de ifade ve basın özgürlüğü – noktasından AKP’ye itiraz ve eleştirilerini yükseltirken, gümrük birliği anlaşmasının yenilenmesi, vize serbestisi ve mülteciler konusunda kendilerinden beklenenin en azını vermeye çalışacaklar.
Türkiye, terörle mücadele konusunda (Afrin’de de) destek beklediğini ifade ederken, tarafların terörist ve terör konusundaki pozisyon farklılıkları büyük olasılıkla giderilemeyecek.

Dış politikada sorun alanı olarak duran Afrin’in yanına Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki doğalgaz sahaları ve Ege’deki gerginlikleri de koyduğu koşullarda gerçekleşiyor Varna zirvesi.

Böylesi sorunlar yumağı ile karşı karşıyayken, AKP ve Erdoğan her dışarıya çıkışlarında, Batı’ya doğru her yolculukta ilk günlerindekinin tam tersi bir havayla karşılaşacak. İçeride, gazetecilerin cezaevine atılması, hemen tüm anaakım medyanın iktidarın sesine dönüştürülmesiyle yaratılan dikensiz gül bahçesi, dışarıda sadece dikene dönüşecek!

Batı’nın ve AB’nin iktidar çevreleri kendi ekonomik, ticari, politik çıkarlarında bir avantaj elde etmek için; demokrasi güçleri ise samimiyetle, ülkenin   OHAL’iyle ve medya düzeniyle özgürlüklerden uzaklaşışını her fırsatta iktidarın karşısına çıkaracaklar.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

26 Mart 2018 Pazartesi

Duyduk duymadık demeyin “metal yorgunluğu” bitmiş! - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

“Metal yorgunluğu” sona ermiş! İnanmayan AKP Genel Başkanına sorsun. Erdoğan, Gökçek ve Topbaş başta olmak üzere belediye başkanlarının zorla istifade ettirildiği, il ve ilçe başkanlarının görevden el çektirildiği sürecin bittiğini ima etti. Koltuğunda oturmaya şimdilik devam edenler ise derin bir oh çekti. Ama Saray’a güven olmaz; seçim sathı mailinde yeni hamlelere hazırlıklı olmak gerekir. Tesis edilmek istenen rejimde hanedan dışında kimsenin geleceği garanti değildir. 
Öyleyse soralım Erdoğan’ı “metal yorgunluğunun” sona erdiğine dair düşünceye sevk eden nedir? 
Ortada Genel Başkan’dan başka “racon kesenin” kalmaması mı? 
İstifanın sınırında duran Soylu’nun sessizliği mi? 
Saray danışmanlarının kabuklarına çekilmesi mi? 
Eğer bunlar yeterliyse mesele yorgunluk falan değil tek sesliliğin perçinlenmesiymiş!

Kastedilen salt “reisin adamları” değilse sorulara devam etmek gerekir. Mesela AKP ataleti aşma adına yerel yönetimlerde yeni bir vizyon mu geliştirmiştir? Hayır. Üstüne üstlük İBB Başkanı metroyu “bize oy verenlere götüreceğiz” diyecek kadar seviyeyi düşürmüştür. Topbaş dahil AKP’nin yıllardır üstü kapalı bir biçimde yaptığını açıktan vaat edecek kadar gemi azıya almıştır. Belediye ile yandaş sermaye bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle İstanbul’a ihanet etmeye devam etmektedir.

AKP il ve ilçe düzeyinde yeni bir “uyum” mu yakalamış, seçmene yeni taahhütlerde mi bulunmuştur? Hayır. Liste kavgaları, ayak kaydırma operasyonları başını almış gitmiştir. Daha yeni Ordu’nun bir ilçesinde kongre esnasında sandalyeler, tekmeler havada uçuşmuştur. Bir başka ilde, Aydın’da adaylık açıklamalarına kefen mizanseni eşlik etmiştir. Kendi içinde Saray’ın gözüne girme kavgası veren AKP teşkilatlarının AKP seçmenine de onun dışındakilere de vaat edeceği bir şey kalmamıştır.

Yerel yönetimde köşeye sıkıştılar anladık; ya ülkenin makro siyaseti? Son dönemde memleketin hangi yakıcı sorununa yanıt bulmuştur AKP kadroları? Şeker fabrikalarını bütçe açığı kapasın diye satmakta ısrar ederken yandaşlara vergi affını mesela halk unuttu mu sanıyorlar? Uluslararası tohum ve enerji tekellerine bağımlı hale gelirken, çiftçinin su kaynakları dahi özelleştirilirken “yerli” ve “milli” söylemine kimi inandıracaklarını düşünüyorlar? Sorunlar çığ gibi büyürken ikttidar Afrin’e girilmesiyle oluşan milliyetçi atmosferin “yeterli bir motivasyon” olduğunu düşünüyorsa yanlış hesap yapıyor. TSK’ya, militer kahramanlığa, şehitlik kültüne yapılan tüm methiyelerin kendi hanesine yazıldığını zannederek gündüz düşü görüyor.

Saray çevreleri erken seçim ihtimalinin rafa kalktığı mesajını veriyor. Olabilir ama zaten memleket 16 Nisan referandumundan bu yana fiilen seçim gündemiyle idare ediliyor. Eğer seçimler normal takviminde yapılacaksa bunun tek nedeni Erdoğan’ın baskın seçimden galip çıkacağını düşünmemesidir. “Cumhur ittifakında” aradığını bulamayan Erdoğan’ın seçimlere kadar olan süre zarfında kaybetme riskini ortadan kaldırmak için her türlü yöntemi deneyeceği bellidir. Seçim yasalarındaki mühendislik arayışı devam etmektedir. Doğan medyanın satışı, internete RTÜK “denetimi” ve benzeri uygulamalar iktidarın bilgiyi ve sözü mutlak kontrol hırsının bir parçasıdır. Ama bugünün dünyasında bunu “başarmak” hiç kolay değil!

Doğan Medya’nın el değiştirerek “havuza” dahil olması ve medyadaki iktidar tekelinin güçlenmesine bakıp önümüzdeki seçimleri şimdiden kaybettik havasına girenler var. İktidarın her saldırısını toplumsal mücadelenin değil karamsarlığın büyütülmesi için bahane kılan bir zihniyettir bu. Kendi özgücüne, yeni yöntemler bulma ve geliştirme potansiyeline, tarihsel birikimine inançsızlıktır. Evet ana akım medyanın doğru düzgün habercilik yapması geniş kitleler için önemlidir; ayrıca ana akımın maymuncuk işlevi görmesi muhalif medyadan daha kolaydır. Ancak medya patronluğunun değişen yapısı ilkeli yayıncılığın imkanlarını çoktan zedelemiştir. O nedenle ana akımın popüler yazarları tüm mesaisini çoktandır “zamanın ruhu”na ve güç dengeleri arasında “denge” arayışına adamış fakat nihayetinde kaybetmişlerdir.

Kimse umutsuzluğa kapılmasın. İktidarın, sermaye-ordu-parti hegemonyasına örtük destek vermek zorunda kalan anaakıma dahi tahammül edememesi onun gücünden değil güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Bu ülkede Haziran Direnişi başladığında, milyonlar sokaklara aktığında, kitleler penguen belgeselinden ilham almamıştı. Hayır dalgası büyütenler, sandığa gidip tek adam rejimine dur diyenler neden hayır demeleri gerektiğini anaakımdan öğrenmemişti. Hal böyleyken diz dövmenin bir anlamı yok. 

Gün patronsuz, sermayesiz, halktan yana habercilik mücadelesi veren yayınları destekleme günüdür. İşsiz bırakılacak dürüst gazetecilere alan açma günüdür. Yeni dağıtım mekanizmaları, yeni dayanışma biçimleri yaratma günüdür.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Sülükler SGK'dan - İLKER BELEK

“Alternatif tıp” dedikleri siyasi bir müdahale
Her siyasi iktidar toplumsal yaşama kendi rengini vermeye çalışır. İktidar ne kadar gericileşirse bilimin en temel doğruları bile sorgulanır hale gelir. Örneğin aşı karşıtlığı buradan çıkar. Sonuç aşıyla önlenebilir hastalıklarda bile salgınların patlaması olur.
Toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesinde cinsellik, kadın ve sağlığın büyük önemi vardır. Çünkü bu üçünün bağlantıları, etkileri geniş ve derindir. Her üçü de, gericilik tarafından, bireysel düşünce, tutum ve davranışları yeniden şekillendirmek, birey ölçeğinde getirilen düzenleme, kısıtlama ve yaptırımlarla, bireye salınan korkularla, toplumsal yapıyı, hareketleri kontrol etmek üzere kullanılır.


Hastalık zaten korku veren, tedirgin eden bir sorundur. Hastalık insanın en zayıf anlarından birisidir. O an manipülasyon için uygundur. Hasta insana korkularını kullanarak olmadık işler yaptırılabilir, örneğin ilaçtan bile kat kat pahalı ve içinde ne olduğu bilinmeyen homeopotik bir ürün kullandırılabilir. Aslında gerçek amaç bilimi gözden düşürmek, safsatayı, bilimle eş düzeye getirmektir.

AKP dini siyasallaştırmış, siyaseti dinselleştirmiş bir parti. Toplumsal yaşamı dini referanslarla şekillendiriyor. Tıbba el atması, “alternatif tıp” diye bir yalanı uydurması da bundan.

Tıbbın alternatifi olmaz
Tıbbın moderni, alternatifi olmaz. Tıp bir bilimdir. Aydınlanmanın, modernitenin ürünüdür. Tıp yaşamın sekülerleşmesinde büyük rol oynadı. Şimdi maruz kaldığı gerici saldırı bu yüzden.

Bilim bilgi üretmeye ve bu bilgiyi hayata geçirmeye yarar. Yöntemi vardır. Bilimsel yöntemle yapılmamış hiçbir “araştırma” gerçeği ortaya çıkaramaz, bu yöntemle ulaşılmamış hiçbir sonuç işe yaramaz.

“Alternatif tıp” toplumu gerici biçimde şeniden şekillendirmek isteyenlerin uydurmasıdır. “Alternatifçiler” “modern” kodlamasını da bilinçli şekilde kullanıyorlar. Böylece tıp biliminin içeriğini boşaltıyorlar, “modern” diyerek bilimin güven vermeyen, halka uzak, sorunlara çare üretemeyen, yetersiz olduğu bir bölme tanımlamaya çalışıyorlar ve işte o bölmeye “alternatif”i yerleştiriyorlar.

Bilim hep ilerler. İlerledikçe yeni bilinmeyenlere ulaşır. Bunları aydınlatacak olan da yine bilimin kendisidir. Bilinmeyenlerin varlığı bilim dışı idealist yöntemlerin değil, bilimin zorunluluğunu kanıtlar.

“Alternatif tıp” topyekun gerici saldırının bir ayağıdır. Hedef halkın aklını köreltmektir. Aklı kör halk geleceğini arayamaz. Gelecek için yol gösterici tek güç bilimdir. Dolayısıyla bilim karşıtlığının altında egemen sınıfın çıkarları vardır. ABD’li milyarder Samueli’nin bu iş için kendi adını taşıyan “enstitü”ye 200 milyon Dolar bağış yapmış olması da göstergesidir. 

“Alternatif tıp” kapitalist tıp ortamının bir sektörüdür
“Alternatif tıp” denilen alanın kendisi de bir sektördür. Kapitalist üretim ilişkilerinin içinde gelişmektedir. “Geleneksel, tamamlayıcı, milli ve yerli” denilen bu sektör de  piyasanın elindedir.

Değişik nedenlerle dünyanın her yerinde “alternatif” yöntemler çok yaygın kullanılmaktadır. Kullanım sıklığı Afrika’da %80, Kanada’da %70, Fransa’da %49’dur. Türkiye için oran %40-70 arasında verilmektedir. Dünya nüfusunun %80’i “bitkisel ilaç”ların esas tedavi yöntemi olduğuna inanmaktadır. Yalnızca ABD’de bitkisel ürünlere yapılan harcama yıllık 100 milyar Dolar civarında olup, dünya ilaç pazarının yaklaşık %20’sine denk gelmektedir. Türkiye’de yalnızca bitkisel ürünler için yapılan yıllık harcama 100 milyon Dolar olarak tahmin edilmektedir.

“Alternatif tıbbı” organize ederek, sağlık sistemlerinin içine yerleştiren politikalar işte bu piyasanın düzenlenmesini, merkezileştirilmesini hedefleyen siyasi müdahalelerdir.

AKP’nin “alternatif” atağı
AKP konuyla eskiden beri ilgileniyor. 2014 yılında özel bir yönetmelik yayımladı: Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği. Burada 15 tane yöntem tanımladı. Bunların uygulanması konusunda kamu ve özel sağlık kurumlarında eğitim ve uygulama merkezleri açılmasına olanak tanıdı: Akupunktur, apiterapi, fitoterapi, hipnoz, sülük, homeopati, kayropraktik, kupa, larva, mezoterapi, proloterapi, osteopati, ozon, refleksoloji, müzikterapi.

En son olarak da söz konusu yönetmeliğin kapsamının genişletilerek “alternatif tıp” yöntemlerinin ödemesinin SGK kapsamına alınmasının düşünüldüğü haberi basına yansıdı. Artık hekimler kanserde ilaç tedavisinin işe yaramadığı noktada “alternatif tıbbı” devreye sokacaklarmış. Ne demek: “Alternatif yöntem” en yeni nesil ilacın bile etkisiz kaldığı aşamada, ilaçtan da üstün en son çare olarak mı devreye sokulacak? Yoksa hastaya, hastalığının son aşamasında “milli değerler”den “umut” mu pompalanacak? Yoksa yine o son aşamada atalarımızın Fadime Ana’dan, el verenlerinden almış oldukları el mi şefkatle hastanın alnına dokunacak?

Sağlık Bakanlığı Nisan ayı içinde büyük bir kongre organize ediyor. Peygamber tıbbını, kanserin ateşle tedavisini, diş hekimliğinde hipnozu, çocuklarda kupayı, uyku bozukluklarında homeopatiyi tartışacaklar. Gerici çevrelerde şimdiden kızamık için aşı yerine kupa çektirin propagandası aldı başını gitti. Kongre’nin bilim kurulunda Diyanet İşleri başkan yardımcısı yer alıyor. Emine hanım kongreyi himaye ediyor. Üstelik bu kongreye Dünya Sağlık Örgütü’nün de teknik destek verdiğini kıvançla duyuruyorlar.

DSÖ’nün “alternatif tıp” hatası
DSÖ son 15 yıl içinde  konuyla ilgili iki temel doküman yayımladı. İlki 2002-2005, ikincisi ise 2014-2023 dönemi global stratejilerini belirlemek amacını taşıyor. DSÖ bu “alternatif, geleneksel, tamamlayıcı tıp” yöntemlerinin zaten çok yaygın olarak kullanılmakta olduklarını saptayarak, bu gerçek üzerinden, hem ilk hem de ikinci dokümanda “alternatif, geleneksel, tamamlayıcı” ürün, uygulama ve uygulayıcıların, araştırılmasını, “alternatif tıp” yöntemlerinin geliştirilmesi ve sağlık sistemlerine entegre edilmesi açısından çalışmalar yapılmasını öneriyor.

Araştırmaya, etkinliğe, güvenliğe, kaliteye özellikle vurgu yapıyor. Araştırmalar sonucunda etkinliği, güvenilirliği kanıtlananların sağlık sistemine entegrasyonları için gerekli çalışmaların yapılması gerektiğini saptıyor.

AKP ise süreci tersten işletiyor. O araştırma aşamasını toptan atlayıp, “gelenekseldir, atalarımızdandır, bizdendir, caizdir” diyerek, etkinlikleri, güvenilirlikleri, kaliteleri zaten kendindedir inancıyla 15 yöntemi hayata geçirmiş bulunuyor. DSÖ Kongre’ye sunacağı teknik destekle işte bu siyasi atağa arka çıkmış oluyor.

Tabi burada DSÖ’nün tutumundaki çok önemli hataya da dikkat çekmek gerekir. DSÖ bu alanda şimdiye dek yapılmış sayısız araştırmayı yok sayıyor. Oysa burada külliyatlı bir literatür mevcut. Öte yandan da DSÖ “alternatif tıbbın” özellikle yoksul gruplarda kullanımının artırılması hedefini belirleyerek, sağlıktaki eşitsizlikleri kabullenen, meşrulaştıran siyasi bir hatanın altına da imza atmış oluyor.

“Alternatif tıp” yöntemleri etkin ve güvenilir değil
“Alternatif” yöntemlerin iç yüzünü ortaya çıkarmış sayısız araştırma ve araştırmaların araştırması diyebileceğimiz çok sayıda meta analiz araştırması var. Bilimsel yöntemle yapılmış olan bu araştırmalar, bu yöntemlerin hiç birisinin söylendikleri türden olumlu etkilerinin olmadığını ortaya koyuyor. Örneğin sülük hakkında koparılan fırtına tam bir fiyasko. Homeopati bir tür büyücülük. Homeopatik ürünlerin ne içerdiği bile belli değil, etkinlikleri sıfır. Bu alana yapılan harcamaların toplum kaynaklarını boş yere tüketmek anlamına geldiği gerekçesiyle Avustralya ve İngiltere homeopatiyi sosyal güvenlik sisteminden çıkarma kararı aldılar. Avrupa Bilim Akademileri Kurumu homeopatiyi işe yaramaz bir yöntem olarak tanımladı. En iddialı “alternatif” yöntem olan akupunktur için bile durum aynı. 3000 kadar akupunktur araştırmasını meta analiz yöntemiyle birleştiren bir büyük araştırma (araştırmaların araştırması) akupunkturu deşifre etti.

AKP alternatif tıp diyerek açıkça toplumsal yaşama siyasi bir müdahalede bulunuyor. Bu müdahale hem insan sağlığını riske atmak hem de toplumsal kaynakları ziyan etmek anlamına geliyor.

İlker Belek / SOL

Kültür savaşları - ERGİN YILDIZOĞLU

“O komünist, vatan haini terörist gençler”... “Beyoğlu’ndaki marjinaller” ...  Seçimlere giderken kültür savaşları sertleşiyor.
 
Siyasi faaliyet yapabilmek (adalete ilişkin konuları konuşabilmek) için, toplumda sözlerin anlam kazanarak etki yapmasına olanak veren bir anlamlar/ değerler sistemi, iletişim alanı içinde olmak, uygun araçlara erişebilmek gerekir. Bu alanın dışında kalanların, uygun araçlardan yoksun olanların sözleri, etkinlikleri siyasi anlam kazanamaz. 

Siyasal İslamın liderliği, tüm çabalarına karşın ülkede siyasetin yapıldığı alanı, hâlâ tam olarak egemenliği altına alamadı; toplumun yarısı cumhuriyetçi, seküler, liberal, solcu değerleri kapsayan geniş bir kültürel alan içinde adalete ilişkin kaygılarını dile getirmeye, siyasal İslamın dayatmalarına direnmeye devam etti 
 
Kıramıyorsan dışla... 
Siyasal İslam, seçimlere giderken, direncini kıramadığı, susturamadığı kesimi siyaset yapılan alanın dışına itme, iradesinin sandığa yansımasını önleme çabalarını çeşitlendirerek hızlandırıyor. OHAL uygulamalarına, YSK’ye ek olarak, yeni seçim yasası kurumsal anlamda, savaş iklimi de konuşulabilir olanın sınırlarını Cihatçı-milliyetçi değerlerin parantezine alarak daraltıyor. 

Seküler Cumhuriyetçi liberal kesime yönelik büyük tirajlı gazeteleri, popüler haber, eğlence TV kanallarını, medya platformlarını bünyesinde toplayan Doğan Grubu da siyasal İslamın medya ağına eklendi. Böylece siyasal İslama muhalif olan, projesine direnen kesimlerin adalete ilişkin kaygılarını dile getirme (siyasi etkinlik) olanaklarının kısıtlanması, siyaset alanının dışına itilmeleri, siyaset alanının, siyasal İslamın söylemi ve değerleriyle doldurulma süreci esas olarak tamamlandı. 
 
Yalnızca yukarıdan aşağı değil 
Siyasal İslamın “öteki”nin sesini kısma, adalete ilişkin kaygılarını konuşma olanaklarını elinden alarak siyasetalanının dışına atma süreci, yalnızca yukarıdan aşağı (devlet politikaları ve medya kontrolü) ilerlemiyor. Karşımızda en azından 16 yıldır sürmekte olan bir toplumsal mühendislik süreci de var. Bu süreç içinde siyasal İslam, toplumsal ilişkileri aşağıdan yukarıya doğru şekillendiriyor, kendi “hakikat rejimine” uygun insanlar, iktidar noktaları üretiyor; “öteki”nin adalete ilişkin kaygılarının anlam kazanarak siyasi sonuçlar yaratabileceği alanı kişisel ilişkiler düzeyinde de yeniden yapılandırarak daraltıyor. 

Geçen yıllarda siyasal İslamın elindeki vakıfların, camilerin, Kuran kurslarının sayısındaki baş döndüren artış, eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, Diyanet’in bu alana doğrudan nüfuz etme süreci çok tartışıldı. Türkiye’de AKP iktidara geldiğinde 60 bin olan imam hatip öğrencisi sayısı 1.5 milyona tırmanırken, yüz binlerce öğrencinin, tarikat okullarının ve yurtlarının eline terk edildiği vurgulandı.
 
Geçen hafta medyaya yansıyan bir araştırmada (Prof. Dr. EsergülEğitimde tarikatların etkisi) siyasal İslamın en önemli taban örgütleri, tarikatlara ilişkin çarpıcı veriler vardı: Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu var. Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri, Şırnak, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800’ü aşkın medrese bulunuyor (aktaran Ali Sirmen). Türkiye’de 2.6 milyon kişinin bir tarikatla organik bağı bulunuyor. Sadece İstanbul’da 445 tarikat ve kolunun tekke, medrese ya da Kuran kursu adı altında binlerce çocuğa eğitim verdiği tespit edildi. 

Siyasal İslamın bu yapılanması, muhalefet güçleri açısından çok karanlık bir görüntü sunuyor. Örneğin: Son düzenlemelerden sonra, muhalefet, seçimlerde hile yapılmasını, hangi kurumlara, kadrolara dayanarak önleyecek; siyasal İslamın propaganda makinesiyle medyada, toplumun içinde hangi araçlarla, örgütlerle, yöntemlerle rekabet edecek; sesini halka nasıl duyurabilecek? 

Ne yazık ki, muhalefetin önünde, sesini duyurabilmek, siyaset yapabilmek için, siyasal alana, varlığını kitlesel olarak sergileyerek zorla girmekten başka bir seçenek kalmadı!

ERGİN YILDIZOĞLU / CUMHURİYET

Sanatın sorumluluğu - Ayşe Emel Mesci

Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) bu yıl kuruluşunun 70. yılını kutluyor. Tarihin gördüğü en kanlı ve acımasız boğazlaşma olan İkinci Dünya Savaşı sona erdikten üç yıl sonra, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) bünyesinde, tiyatro ve dans sanatlarından önemli isimlerin, uzmanların bir araya gelmesiyle kurulan ITI’nin en önemli amaçları, insanlık ailesinde uzlaşma ve barışı öne çıkarmak; her türlü kültürel ifadenin güneşin altında yerini korumasına yardım etmektir. 

Bu amaçları ve tiyatronun kültürler arası konumunu 70. yılında bir kez daha vurgulamak isteyen ITI, bu yılki uluslararası bildirinin bir tek sanatçı tarafından değil, beş farklı UNESCO bölgesinden birer temsilci tarafından kaleme alınmasına karar verdi. Sonuçta, Asya Pasifik Bölgesi’ni temsilen Hindistan’dan yönetmen, oyuncu, akademisyen Ram Gopal Bajaj; Arap ülkelerini temsilen Lübnan’dan yönetmen, oyuncu, yazar Maya Zbib; Avrupa’yı temsilen İngiltere’den oyuncu, yazar Simon Mc Burney; Amerika kıtalarını temsilen Meksika’dan oyun yazarı, gazeteci Sabina Berman ve Afrika’yı temsilen Fildişi Sahili’nden yazar, yönetmen, oyuncu, ressam Were Were Liking tarafından yazılmış beş uluslararası bildiri ortaya çıktı. 

ITI Türkiye Merkezi’nin Ulusal Bildirisi’ni ise bu yıl değerli yazar, eleştirmen ve akademisyen Zehra İpşiroğlu kaleme aldı.

Kaygı, umut ve güven
Tiyatronun ve genelde sanatın insanlığı bölen sınırları tanımayan, farklılıkları ise bir zenginlik olarak yaşayan birleştirici soluğuna çok uygun düşen bu bildirilere göz atıldığında, dünyanın çok farklı köşelerinden sanatçılarda üç ortak duygunun öne çıktığı görülüyor: Kaygı, umut ve sanatın, tiyatronun gücüne duyulan güven.
Sanatçılar gezegenimizin karşı karşıya olduğu çok yönlü tehditlerin; savaşın, ayrımcılığın, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, doğanın telafisi imkânsız bir biçimde tahrip edilmesinin, sanatı söyleyeceği sözden uzaklaştıran tüketim zihniyetinin karşısında kaygı duyuyorlar. 
Lübnan’dan Maya Zbib soruyor: “Geleceğimizi nasıl yeniden tahayyül edebiliriz? Güvenlik ve konfor hâkim söylemlerin başlıca kaygı ve önceliğini oluştururken, yine de rahatsız edici sohbetlere girebilir miyiz? Ayrıcalıklarımızı yitirmekten korkmadan tehlikeli bölgelere uzanabilir miyiz?” 
İngiltere’den Simon Mc Burney, “Duyarsızlığın geçer akçe, umudun kaçak kargo haline geldiği acımasız bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Ve bu zorbalığın bir bölümü de sadece mekânı değil, zamanı da kontrol etmeyi kapsıyor. İçinde yaşadığımız zaman, şimdiden kaçınıyor” diyor. Ama umudu da yitirmiyorlar; çünkü insan, 
Fildişi Sahili’nden Were Were Liking’in dediği gibi, “Kendi düşünceleriyle kurabileceği, kendi elleriyle şekillendirebileceği daha iyi bir var oluş, daha iyi bir dünya özlemi”nden vazgeçmiyor, vazgeçmemeli... 
Meksika’dan Sabina Berman’ın deyimiyle, “şimdinin içinde olmanın sanatı” olan tiyatro ise, bugünün dağılmış, bölünmüş, araya duvarlar çekilmiş dünyasında korkuları aşmayı, insanları hemen şimdi ve burada bir araya getirmeyi mümkün kılacak, bir “sığınak” olarak betimleniyor. 
Hindistan’dan Ram Gopal Bajaj tiyatronun pedagojik önemine vurgu yaparken, “Oyunculuk sanatının ve (canlı) gösteri sanatlarının ilköğretim içinde çocuklara sunulması”nı öneriyor: “Böyle yetişecek bir kuşağın, yaşamın ve doğanın doğrularına daha duyarlı olacağına inanıyorum.” 

Ve Arthur Miller’ın 1963’te kaleme aldığı Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nden şu satırlarla bitirelim: “Diplomasi ve politikanın son derece kısa ve güçsüz kollara sahip olduğu bir dönemde, sanatın o hassas ama bazen fazlasıyla uzaklara ulaşabilen kolları, insan topluluğunu bir arada tutma sorumluluğunu yüklenmelidir.” 

27 Mart Dünya Tiyatro Günü kutlu olsun; daha çok sanat, daha çok özgürlük, daha çok barış...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Üniversite ne yetiştirir? - TAYFUN ATAY

Bizde üniversite hiçbir zaman “5’inci kuvvet” olmadı. Yani yasama, yürütme, yargı ve medyadan sonra demokratik bir ülkenin sağlıklı işleyişinin gereği diye zikredilen bu dört güçle eşit, simetrik ve denk konumda bir eğitim, bilgi, düşünce “sitesi”…

Tabii bunların hangisi bu memlekette ne zaman bağımsız birer "güç" olabildi ki diye hemen yükleneceksiniz!..

Ötekileri geçelim! Tamam, üniversite de hiçbir dönemde “5’inci kuvvet” olamadı ama yine hiçbir dönemde bugünkü kadar doğrudan bir “5’inci kol” durumuna da gelmedi.

***

BAK imzacılarına yönelik cezai yaptırımlarla ivme kazanan süreçte hemen her vesile ile iktidar ve onun zirvesindeki Cumhurbaşkanı, üniversiteyi kendinde eritme yolunda ne gerekiyorsa yapmaya devam ediyor.

En son Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar: Afrin operasyonunda hayatını kaybeden askerler için lokum dağıtmak üzere bir grup öğrencinin açtığı standa başka bir öğrenci grubunca saldırıda bulunulmuş.
Ne, nasıl, hangi dinamikler ve kışkırtmalar sonucu oldu bilemiyoruz ama emniyet güçleri müdahale etmiş. Üniversite yönetimi de olayı kınayan bir açıklama yapmış; ifade özgürlüğünü engelleme kapsamında bir saldırı olarak değerlendirdiğini belirtmiş, sorumlular hakkında gerekli inceleme ve disiplin işlemlerini de başlattığını açıklamış.

Yetmez! Cumhurbaşkanı müdahil olacaktır ve olmuştur!..

Onca yıllık ve dünyaca ünlü, saygın (“prestijli”, “popüler”, “marka”) üniversite, durumun ciddiyeti karşısında gerekli girişimlerde bulunacağını bildirse de hayır, yetersizdir; Cumhurbaşkanı müdahil olacaktır, olmuştur.

Çünkü parti gibi, yargı gibi, medya gibi, devlet gibi, üniversite de tektir ve Cumhurbaşkanı’nındır!..
“O gençler komünisttir, o gençler vatan hainidir, o gençler teröristtir!..”

Komünist, artı vatan haini, artı terörist!.. İster böyle okuyun…

İster, komünist, eşittir vatan haini, eşittir terörist diye okuyun!.. 

Her iki okumadan da çıkarılacak sonuç, teröre destek ve vatan hainliği yaftası yemeksizin bu memleketin üniversitelerinde bilgiden, düşünceden, felsefeden, sosyolojiden, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerden bahsetmenin de, belli düşünürlere, ideolojilere referansla konuşmanın da artık imkânsızlaştığıdır.

***

Elbette üniversite terörist yetiştirmez. Tedris, tedhişi önlemek için var.

Ama elbette üniversite, iktidarların tam tekmil dümen suyuna girmiş bir gençlik de yetiştirmez. Bu, üniversitenin kendini inkâr etmesi olur.

Üniversitenin yetiştirdiği gençliğin “vatana millete hizmeti” de iktidar şakşakçılığından değil, iktidar tasarruflarını tartışma, eleştirme, sorgulama yetkinliğinden çıkar.

Üniversitenin siyasi iktidarın “5’inci kolu” olmaya itmek de en büyük zararı o iktidarın kendisine verir.

***

Meydanlarda verilen talimat doğrultusunda dün gözaltılar başladı öğrenci yurtlarına, evlerine düzenlenen operasyonlarla...

Ayrıca, “Bunların okuma haklarını da ellerinden alacağız” dedi Cumhurbaşkanı.
Asıl böyle terörün ekmeğine yağ sürülür!..

Yıllar önce çalıştığım üniversitede başıma gelmiş olayın da düşündürdüğü gibi…

Karşıt görüşlü öğrenci gruplarının kavgasının olmadığı gün yok. Her gruptan öğrencim var. 

İşin en hazin yanı şu ki bu öğrenciler ilk başladıkları yıl sınıfta can ciğer kuzu sarması. Anadolu’nun dört bir yanından, hatta kimisi aynı yöreden gelmişler. İlk yıl derste her şeyi güzel güzel tartışıyoruz. Fikirler farklı, karşıt ama konuşabiliyoruz ve hepsi sarmaş dolaş çıkıyor sınıftan…

Sonra ikinci dönemden itibaren bakıyorum sınıfta yerler ayrılmış, araya mesafe girmiş, karşılıklı keskin bakışlar belirmiş. Sınıf dışında da boğazlaşmalar başlamış.

Bu duruma “Hocalar” olarak çare bulalım diye dekanlık marifetiyle bir grup öğretim üyesi bir araya geldik. Tabii bizim de düşüncelerimiz, ideolojilerimiz, siyasi tercihlerimiz var ama hepimizin paylaştığı bir bilim insanlığı kimliği de var. Bu doğrultuda fikir tartışmasına evet ama ideolojik kavgaya kapışmaya son demek üzere buluştuk.

Ancak daha ilk anda anlaşıldı ki balık baştan kokuyor! Çünkü söz alıp, ilk yıl derste birbiriyle arkadaş olan öğrencilerimin sonra sınıf-dışı dinamiklerle kanlı-bıçaklı hale gelmesinden yakınarak dedim ki “Öğrencilerimi ya ‘ocak’lara ya da ‘dağlar’a kaybediyorum”!..
Bir meslektaştan zıpkın gibi soru geldi:
“Siz ocağa gidenle dağa gideni bir mi tutuyorsunuz!..”

Aslında soru olmaktan çok yargı yüklü bu ifade karşısında nasıl boşa kürek çektiğimizi de anlayarak şöyle bir cevap verebildim:
“Onların hepsi öğrencimiz! Böyle soruyorsanız, biz dağa daha çok öğrenci kaybetmeye devam ederiz!”

***

Aynen bu hesap, şimdi de “terörist” diye etiketlenen öğrencilere “okuma hakkı da vermeyeceğiz” deniyor ya işte…

Demek ki daha çok öğrenci kaybetmeye devam edeceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Vicdansız bankacılık - REMZİ ÖZDEMİR

Bu banka ile ilgili sigorta şikâyetleri ilk değil. İşte bir yenisi daha:
"Remzi Bey;
Ben sizin daha önce gündeme getirdiğiniz süt izni kullanan annelerin işten atıldığı bankada portföy olarak çalışıyorum. Size yazmamın nedeni vicdanen rahatsız olmam. Yabancı sermayeli bankamız yine yabancı bir sigorta şirketinin poliçelerini de pazarlıyor. Bu sigorta şirketi sürekli olarak yurt dışı kampanyası düzenleyip hiçbir zaman riske dönüşmeyecek poliçeleri bize zorla kestiriyor. Son kampanya Londra gezisi. Bankanın Ege Bölgesi'ndeyim. Bölge müdürü bu geziye gitmek istediği için bize anormal derecede baskı yapıyor. Kredi Kartım Güvencede diye saçma bir sigortayı kesmemiz zorunlu. Eskiden mail atarlardı şimdi size yollamayalım diye şube müdürlerine whatsapp ile grup baskı yapıyor. Dolayısıyla da şube müdürleri de bize. 2 bin lira bile kredi almaya gelen zor durumdaki vatandaşa 580 liralık bu kredi kart sigortası kesiyoruz. Hatta vatandaşın kredi kartı olmasa bile T.C. numarası ile kesiyoruz. BDDK, bankamızın sadece Ege Bölgesi'nde İzmir şubelerinde son 1 ayda kesilen sigortaları incelesin lütfen. Kaç vatandaşın bu sigortalardan haberi var bir araştırsın."

***

Daha önce de Amerika kampanyası için Boğaziçi Bölge Müdürü'nün baskılarını yine gündeme getirmiştim.
Bir kez daha buradan BDDK'ya suç duyurusu mahiyetinde yazıyorum:
Avrupa sermayeli bu bankaya neden bu kadar tolerans tanınıyor. Bu bankanın çalışanının da bana yazdığı gibi sadece İzmir bölgesi şubelerindeki son bir aydaki Kredi Kartım Güvencede sigorta poliçelerini lütfen inceleyiniz. Bu sigortaları yaptırdığı iddia edilen vatandaşları arayıp sorun.
Bu sigortadan haberi var mı?
Her gün bir bankacı bu kampanya için günlük toplam 1500 liralık Kredi Kartım Güvencede Sigorta Poliçesi kesmek zorunda. Bu bankanın şube sayısı ve portföy sayısını çarptığınızda ortaya korkunç bir soygun çıkıyor. Sigorta poliçesi ihtiyaç halinde talep edilmesi ile yapılır.
Gelin görün ki, genel müdürü bayan olan bu Avrupalı banka, bankacılığı bırakmış sigortacılık yapıyor. Bu bankanın KGF'deki yaptıkları da ortada.
Alınan dosya masrafları ve kesilen sigortalar can yakacak boyutta.
BDDK'dan bu banka ve poliçelerle ilgili kamuoyuna bir açıklama yapmasını bekliyorum. Özellikle bankanın kestiği poliçelerin haberli olup olmadığının mutlaka müşteri sondajı ile tespit edilmesi lazım.

Banka sigortacı mı?
Son dönemde bankalar özellikle yabancı sigorta şirketlerinin elinde oyuncak oldu. Hiçbir zaman riske dönüşmeyecek saçma sapan poliçeler üretip bankaya yüzde 40-50 kâr marjı ile kampanya adı altında sattırılıyor. Özellikle yabancı sigorta şirketleri birkaç bölge müdürünü yurt dışına götürme vaadi ile on binlerce poliçeyi bir ay gibi kısa sürede kestiriyor.
Bu konuda Hazine Müsteşarlığı'nın da harekete geçmesi lazım.
Bankaların bankacılık yapması için bazı sınırlamalar getirmeli. Özellikle sigorta acentesi gibi çalışmalarına sınır getirilmeden bu soygunun sonu gelmeyecektir. Vatandaş bankaya zorda olduğu için kredi almaya gidiyor. Burada kendisine ne imzalatıldığı veya ne kesildiğinin farkında bile değil. O bir an önce parayı alıp ihtiyacını gidermek istiyor.

Vicdan nerede?
Bu ahlaksız çarka sırf Londra'ya bedava gideceğim diye insanlara akıl almaz baskı yapan Ege Bölge Müdürü'ne de seslenmek istiyorum;
Elimde şube müdürlerine yazdığın whatsapp mesajları var. Sende hiç vicdan yok mu? Allah korkusu yok mu? Ayda yaklaşık asgari ücretin 20 katına yakın maaş alıyorsun, bir de üstüne üstlük yıl sonu binlerce dolar prim alıyorsun. Kendi paranla gitmeyip, insanları soyarak tatile gitmeye çalışıyorsun. Senin bin dolarlık tatilin için yabancı sigorta şirketine 300 bin dolar kazandırıyorsun. Buna kazanç bile denilemez. Çünkü senin yöntemlerinle yapılana ne ticaret ne de kazanç denir. Buna soygun denilir.
Zor durumda kaldığı için senin bankana kredi çekmeye giden o gariban insanlara 585 liralık sigortayı yalan ve dolanla zorla sattırıyorsun.
Unutma o gariban insanların sırtından yaptığın tatilin bedelini bu dünyada değilse bile ahirette ödeyeceksin...
Şube çalışanlarına benim tek tavsiyem; bu tür insanların ahlaksız baskılarına direnin ve çocuklarınızın kursağına haram lokma sokmayın. Unutmayın ki, bunun acısı sizden olmasa bile onlardan çıkar.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

25 Mart 2018 Pazar

Rusya’da devlet ve sermaye - GÖZDE KÖK

Rusya’nın en zengin adamlarından Oleg Deripaska 2006 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda bugünkü Rusya liderliği ile Rus sermaye sınıfının ilişkisini özlü biçimde açıklıyordu.


Deripaska ülkeyi yöneten kişinin iş dünyası tarafından kontrol edilebilecek ve ekonomik verimliliği güvence altına alan kararlar verebilecek biri olması gerektiğini söylüyordu.
Putin’i yetkilerinin sınırlarını kesinlikle aşmayan biri olarak tanımlıyordu. Devlette her şeyin yakın geçmişe göre çok daha fazla ekonomi ve iş hayatı lehine geliştiği izlenimini aktaran Deripaska sermayedarları üzecek hiçbir durum olmadığını bu nedenle de Putin’e destek verdiklerini ekliyordu.

Madencilik, metal, enerji, tarım ve finans sektörlerini kapsayan dev bir sermaye imparatorluğunun başında bulunan Deripaska başka sınıfdaşları gibi servetinin büyük bölümünü Putin'li yıllar sırasında edindi.

Kapitalist sınıf ve devlet oluşumunun özgün tarihsel gelişimi nedeniyle devlet-sermaye ilişkileri bakımından ülkeler arasında kimi farklılıklar olabilir. Ancak bugünkü Rusya’nın yalın gerçekliği Deripaska’nın özlü ifadelerinde yatıyor.

Rusya’da büyük bir nüfusun her şeye muktedir bir lider olduğuna inandığı, dış düşmanlarının “Sovyetik bir despot” olarak nitelendirdiği Putin’in gücü oligarkların ona verdiği destekle orantılı. Ve bu destek koşulsuz bir destek değil.

Batıdaki liberal koro Rusya siyasetini ve ekonomisini analiz ederken bugün hükmünü bir hayli yitirmiş ancak revize edilmesi pek mümkün görünmeyen neo-liberal tezlere başvuruyor. Buna göre bir yerlerde var olduğu ve tıkır tıkır işlediği varsayılan liberal demokrasi ve serbest piyasa ikilisinin karşısında Rusya’da otoriter rejim ve yolsuzlukla malul devletin kontrol ettiği bir ekonomi var. Bu ikiliyi tanımlayan sisteme çok farklı isimler yakıştırılıyor. İşte birkaçı: Hibrid otokrasi, ahbap-çavuş kapitalizmi, faşist kapitalizm, neo-feodal devlet, neo-KGB devleti.

Aslında meselenin özünü kavradıktan sonra siz de yeni kavramlar üretebilirsiniz, oldukça eğlenceli oluyor.

Buna göre Rusya Putin’in etrafında kümelenen ve dikkate değer bir kısmı Putin’in güvenlik bürokrasisinden arkadaşlarından oluşan bir grup etkili adam tarafından yönetiliyor. Suyun başını tutmuş olan bu adamlar arasında bir işbölümü var. Bir kısmı devlette siyasi görevlerde bulunurken bir kısmı Rosneft’in başındaki İgor Seçin gibi büyük enerji, savunma sanayi ve finans şirketlerinin yöneticiliğini yapıyor. Operasyonları devletle iç içe geçmiş Deripaska gibi bir grup oligark da aynı dar grubun parçası. Hep beraber kişisel ilişkilerin ve çıkarların belirleyici olduğu, şeffaflığın ve kurumsallığın olmadığı, kanunların kolayca baypas edilebildiği ya da keyfi uygulandığı, yolsuzluğun ve rüşvetin gırla gittiği baskıcı bir rejimin omurgasını oluşturuyorlar.

Aslında bu söylenenlerde hiçbir olağanüstülük yok. Günümüz koşullarında her kapitalist ülkede şu ya da bu ölçüde devletlerin çıkar grupları tarafından parsellenmesi, egemenlik mekanizmalarının çürümesi ve toplumu çürütmesi kural haline gelmiş durumda.
Ancak Rusya söz konusu olduğunda ortada bir olağanüstülük varmış izlenimi uyandırılıyor. Merkezinde devletin olduğu ve devlet görevlilerinin asıl gücü ve iktidarı temsil ettiği bir yapıdan söz ediyorlar.

Devlet-sermaye bağlantısı bilinçli bir biçimde kopartılıyor.

Oysa kapitalist devlet sermaye çıkarlarının kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı taşıyıcısı ve kendi başına bir gücü temsil etmiyor. Rusya’da kapitalist devletin ortaya çıktığı özgün koşullar hem Putin gibi siyasetçileri hem de Deripaska gibi oligarkları yarattı. Rusya’da egemen sınıf sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yükseldi. Çözülüş sırasında suyun başına yakın olanlar, devletteki halihazırdaki pozisyonları ya da bağlantıları sayesinde ilerleyen yıllarda siyasi ve ekonomik gücün merkezine yerleştiler.
Rusya’nın bir özgünlüğü varsa bununla sınırlı bir özgünlük.

Rusya’da egemen sınıfın sosyolojik özelliklerine bakarak ya da Rusya kapitalizmini ayakları üstüne oturtmak için başvurulan politikalara referansla bugünkü yönetime piyasa karşıtı, anti-liberal gibi sıfatlar yakıştırmak bütünüyle saçmalık.

Putin iktidara geldikten hemen sonra Hodorkovski, Berezovski gibi oligarkların tasfiyesinin mantığı ile, bugün ayyuka çıkmış kuralsızlığı ve keyfiliği sınırlandırmak için Putin’e çok yakın isimlerin de dahil olduğu bir dizi siyasetçi ve bürokratın tasfiye ediliyor olmasının mantığı aynı yere işaret ediyor: Rusya’da kapitalizmi sürdürülebilir kılmak.
2008 krizi sonrası devletin kilit sektörlerdeki ağırlığını artırması ile özelleştirme programlarını sürekli güncelleyip bu programları her fırsatta hayata geçirmesi arasında bir çelişki bulunmuyor.

Batıda koparılan yaygaraya rağmen Rusya devletinin pusulası şaşmaz biçimde sermaye çıkarlarını gösteriyor.

Gözde Kök / SOL

Medyanın rejimi, rejimin medyası - FATİH YAŞLI

Eskiden “medya” yoktu, “basın” vardı; “basın”ın “medya”ya dönüşümü aynı zamanda Türkiye’nin dönüşümüdür. 24 Ocak Kararları’yla ve 12 Eylül Darbesi’yle birlikte liberal talana açılan Türkiye topyekûn bir dönüşüme uğrarken, basın da kaçınılmaz olarak bundan nasibini almış ve “medyalaşmıştır.”

Ne demektir “medyalaşma” peki? Gazeteciliğin giderek bir sermaye faaliyeti halini alması, gazete sahipliğinin başka alanlardaki yatırımlarla iç içe geçmiş bir sermaye sahipliğine dönüşmesi nedeniyle gazeteciliğin kamusal niteliğini yitirerek özel çıkarların hizmetine sunulması, holdingleşme, tekelleşme ve gazetelerin sermaye-iktidar ilişkisinin temel araçlarından birine dönüşmesi…

“Basın”dan “medya”ya doğru yaşanan dönüşümün mimarı Aydın Doğan’dır; onun basın sektöründeki payının büyümesine ve tekelleşmesine paralel bir şekilde Türkiye’de kamu yararına gazetecilik giderek zayıflamış, o basın dışı alanlardaki yatırımlarını çoğalttıkça gazetecilik ve televizyonculuk da bu yatırımları korumanın bir aracı haline dönüşerek kamucu niteliğini yitirmiştir.

Sadece bu değil, 80’lerin ikinci yarısından itibaren ve özellikle 90’lar Türkiye’sinde, Dinç Bilgin’in Sabah’ıyla birlikte Aydın Doğan’ın Hürriyet ve Milliyet’i neoliberalizmin Türkiye versiyonu olan köşe dönmeci, tüketime dayalı, bireyci Özal ideolojisinin taşıyıcılığını üstlenmiş, toplumsal ahlaksızlık dalga dalga bu gazetelerin sayfalarından toplumun bilincine nakşedilmiş, medya ülkeyi çürütme operasyonunun merkezi olmuştur.

Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut, Hadi Uluengin ve diğerleri… Köşelerinde her gün kendi geçmişlerine ve dolayısıyla, sosyalizme, sola, solun değerlerine küfür etmeleri için beslenmiş, bol sıfırlı ve dolara endeksli maaşlarla semirtilmişlerdir. Doğan’ın ve Bilgin’in yarattığı medya rejiminin temel hedefi budur: Toplumsal aklı yok etmek, bireyi aptallaştırmak, ahlaki bir çürümenin parçası haline getirmek, kişiliksizleştirmek…

Türkiye’de medya sermaye sınıfına ait bir “aptallaştırma makinesi”dir ve bugünkü iktidar da bu makinenin ürünlerinden biridir; tam da bu nedenle iktidar partisi “Türkiye sermaye sınıfının kendine yakışanı giymesi”dir, kırk yıl arayıp nihayet bulduğudur, vazgeçilmezidir. Sol düşmanlığıyla açılan kapılardan girilmiş, akla, bilime, sola karşı kurulan ittifaklarla bugünlere gelinmiştir; beslenilip büyütülenin bu makineyi adım adım ele geçirip kendine tabi kılması ise tarihin muazzam bir ironisidir.

Aydın Doğan “dünün kahramanı” ise zamanımızın kahramanı da Doğan Medya’yı alan Demirören’dir. 2004’e kadar 8 şirketi olan Demirören’ler, 2004 sonrası mermer, gayrimenkul, liman, inşaat, petrol ve medya sektörüne girecekler ve 50 yıllık büyümelerinden daha fazlasını son 10 yılda gerçekleştireceklerdir. İktidarla cemaat arasındaki kavga kızıştığında ortaya saçılan ses kayıtlarından anladığımız kadarıyla medya sektörüne girmelerinin esas nedeni, iktidarı ve tepesindeki ismi memnun etmek ve diğer alanlarındaki yatırımlarının büyümesini bu memnuniyet aracılığıyla garanti altına almaktır.

İktidarın uzun zamandır bir “kum torbası” olarak kullandığı, yani “küçük adam”ın sınıfsal öfkesini “Bak bunlar seni ‘bidon kafalı’, ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye aşağılayan kalantorlar” diyerek manipüle etmek için bir araç olarak gördüğü Doğan Medya’ya artık bu anlamda ihtiyacı kalmamıştır. Doğan, artık kavga edilmesi gereken bir güç odağı değil, tarihin çöplüğüne atılması zafer nişanesi olarak sunulacak bir figürdür artık iktidar açısından. Bu da rejim inşasında geldiğimiz yeri göstermektedir ki, söz konusu satışın esas önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Evet artık rejim inşasında bir aşamayı daha geride bırakmış bulunuyoruz. Çünkü Türkiye tarihinde ilk kez tek bir kişinin gazetelerin ve televizyonların tamamına yakınını vekilleri aracılığıyla yönettiği, fiilen hepsinin gerçek sahibi haline geldiği bir medya rejimine geçmiş durumdayız ve bunu “rejim medyası” olarak adlandırmakta hiçbir sakınca yok. Bugünkü medya rejiminin kavuştuğu veçhe tam olarak budur: Medya artık “rejimin medyası”dır.

Bu dönüşümün tamamlanmasının tam da Türkiye bir seçim konjonktürüne girmişken ve o seçimin sonuçları rejimin kaderini belirleyecekken gerçekleşmesi ise elbette ki bir tesadüf değildir. Artık medyada tek bir çatlak sesin dahi çıkmasına izin verilmeyecek, medya “rejim medyası” olmanın hakkını vererek muazzam bir propaganda aygıtı olarak çalışacaktır. Dağıtım tekeli ise sayıları bir kaça inmiş muhalif medya üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacak ve tehdit arz ettikleri düşünüldüğü anda bu gazetelerin dağıtımı yapılmayacaktır.

Peki manzara buyken, rejim inşasının medyaya yansıması bu şekilde olmuşken, artık tek bir “patron” varken, seçime bunları görmeksizin, bunların sonuçlarıyla yüzleşme iradesini göstermeksizin, her şey normalmiş gibi girmek siyaseten ne anlama gelmektedir? Sanıyorum ki öncelikle sorulması ve yanıtının verilmesi gereken soru, esas olarak budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN