31 Mart 2018 Cumartesi

Çekilse de terk etmez - MUSTAFA K. ERDEMOL

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “bizim haberimiz yok” diyorsa doğrudur. Başkan Donald Trump’ın seçim vaatleri arasında Suriye’den asker çekmek de vardı. Herhalde onu hatırladı ki, kimseye danışmadan “asker çekeceğiz” deyiverdi. Var böyle tutumları. Esince alıyor kendi kendine böyle kararlar.
Ama kendisi gibi düşünenlerle beraber almış da olsa, çekilme kararı öyle kolayca yaşama geçirilecek bir karar değil tabii. Örnekleri var; oğul Bush Irak’tan asker çekemedi bir türlü, hem oğul Bush hem de Barack Obama Afganistan’dan da asker çekemediler. Öyle kolay olmuyor bu işler. Birçok nedeni var. Gerçi Suriye’den asker çekmek Irak ile Afganistan’dan çekmekten daha kolay olabilir, çünkü özellikle Suriye’nin kuzeyinde, Irak ya da Afganistan’daki gibi bir etnik, mezhebi karışıklık yok.


Varsayalım ki ABD askeri varlığını Suriye’den tamamen çekti, yerine, çıkarlarını koruyacak bir gücü bırakacağı malum. Bu Trump’ın başından beri söylediği “yerel güçlerle çıkarlarımızı koruyacağız” politikasına uygun bir çekilme olur. Bu gücün de ne olduğu belli. ABD, IŞİD’e karşı mücadele adı altında PYD/YPGY’yi bölgedeki en önemli müttefik olarak görüyor. PYD/YPG’ye mali/silah yardımı yaptığını da saklamıyor. O bölgede PYD/YPG hakimiyetinin ABD çıkarları açısından yararlı olduğuna da inanmış durumda. Bu nedenle şartlar oluştuğunda (Türkiye’nin ikna edilmesi, Rusya’nın, İran’ın karşısına uğraşacakları başka sorunlar çıkarılması gibi) askerini elbette çekecek. Bana sorarsanız şu anda ya da yakın bir zamanda ABD’nin oradan asker çekmesi kolay görünmüyor. En fazla Irak’ta yaptığı gibi bir miktar asker çekip çekirdek bir askeri varlığını orada tutar.

Bir başka durum da şu; Trump’ın, içe dönük (asla barışçı olduğu sanılmasın) politikasına karşı olan “şahinler”in Suriye’den asker çekilmesine karşı olduğunu anımsayalım. Bu şahinlere göre oradan asker çekmek “bölgeyi tamamen Rus hegemonyasına bırakmak” demek. Bu argüman çok işe yarar ABD’de. O nedenle de kolay değil ABD askeri varlığının bölgeden çekilmesi.
Ama yine var sayalım ki çekildi. Bu durumda Fransa’nın Suriye’ye asker göndereceği açıklamasına bakıp da, ABD ile Fransa’nın bu konuda anlaştığı düşünülmesin. Yani ABD’nin “ben çıkıyorum sen gel” dediğini sanmam. ABD’nin bölgede Fransa’dan daha güvenilir müttefikleri var her şeyden önce. Fransa’nın yaptığı, daha önce Libya’da Kaddafi’ye yaptığı gibi, zamanı kollama faydacılığı. Bölgede müdahaleci bir geçmişi de var. Suriye’nin yeniden “tasarlanacağı” hesaplarının yapıldığı bir dönemde burada etkili olma çabası var Fransa’nın. Etkili olursa aynı anda ABD’nin çıkarlarını da savunur olacak değil. Kuşkusuz ABD’nin de işine gelecek bir durum olabilir Fransa’nın orada bulunması, ancak ABD ile Fransa’nın çatışan çıkarları da var. AB ile Fransa’nın çatışan çıkarları olduğu gibi. ABD, Suriye’yi tamamen Fransa’ya bırakır diye düşünmek gerçekten saf dillilik olur.

Fransa, Suriye’ye asker gönderecekse, oradan asla asker çekmeyecek olan ABD’nin yanında destekçi olacaktır sadece. Suriye’den koparılacak parçalar üzerinde pay alma çabasıdır bu. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Irak’ta ABD işgalinden sonra binlerce batılı büyük firmanın iş kaptığını anımsayalım. Suriye’de Fransa’nın karı olsa olsa bu olacaktır. ABD, oradaki varlığından Fransa’ya güvenerek vaz geçmez. Müttefikleri, iş tuttuğu güçler bellidir.
Fransa bunu gayet iyi bildiği için, ABD’nin desteklediği güçlere, örneğin Kürtlere verdiği desteği hatırlattı bir kez daha. Özellikle François Mitterand döneminde verilen yoğun desteğin şimdi kendi döneminde de süreceğini açıkladı Macron. PYD’ye kesin destek vereceklerini de söyledi. Oraya asker yollayacağını açıkladıktan sonra, oradaki en önemli güce onunla işbirliği yapacağı niyetini açık açık söylemiş oldu Macron. Anlaşılıyor ki Fransa’da Suriye’de her ne yapacaksa oradaki Kürt güçleriyle yapacak.

Tabii, Macron’un PYD’ye destek açıklamasını, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un “Suriye’de Kürtlersiz çözüm olmaz” değerlendirmesiyle birlikte ele almak zorundayız. Yani denklemin bir ucunda ciddi anlamda bir Kürt olgusu/gerçeği var.

Trump’ın asker çekip çekmeyeceği kesin mi değil mi bilmiyoruz ama, kesin olanın Kürt faktörü olduğunu biliyoruz.

Bilmeyenler de herhalde öğrenecekler.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

On’ları anmak ülkenin durumuna razı olmamaktır - YAŞAR AYDIN

Kızıldere, 60’larda başlayan toplumsal uyanış dalgasının en uç ifadesiydi. Bu toplumsal uyanış dalgası, Türkiye’nin emperyalizmden ve onun tahakkümü altında şekillenen gerici-sömürücü düzenden kurtarılması düşüncesine dayanıyordu. 12 Mart’tan 12 Eylül darbesine yok edilmek istenen de bu düşünceydi.


•••

Türkiye tarihine baktığımızda 50’lerden günümüze kadar uzanan süreç, Kızıldere’nin arkasındaki bu devrimci düşünce ile onu yok etmek isteyenler arasındaki bir mücadeleden ibarettir. 6.Filo’laya secdeye duran, Kanlı Pazar’lara imza atan siyasal İslamcılar, ABD güdümünde (NATO-CIA marifetiyle) eğitilerek devrimcilerin, halkın karşısına çıkarıldılar. 12 Mart’tan 12 Eylül’e darbeler ve darbelere giden süreçteki katliamlar bu güçler eliyle gerçekleştirildi. Türkiye’de, özellikle de 50’lerden itibaren derinleştirilen bağımlılık ilişkilerinin sonucu olarak iktidar sahipleri Amerikan iradesine tabi oldular. Amerika, ülkenin idaresini kendi istikametinden çıkartabilecek olan devrimci gelişmeleri, kontrgerilla ile yetmediğinde darbelerle önlemek için çalıştı. Türkiye, bunun sonucunda bugünkü dinci, cihatçı bir ekibin idaresine sokuldu.

•••

Türkiye’nin bugün Ortadoğu’da Amerika güdümünde kanlı bir parçalanma dalgasının içine sokulması bu şekilde sağlandı. Şimdi bu ülkenin nasıl bu hale getirildiğini bazen şaşırarak soranlar dönüp bu tarihe bakabilirler. Kızıldere’ler...12 Mart’lar...12 Eylül’ler hepsi bunun için yapıldı! Bugün yerli ve milli olduğunu söyleyen (hem de bir yandan emperyalist tekellerin emriyle ülkenin fabrikalarını satmaya devam edenler) iktidar sahipleri, Amerika’nın açtığı yoldan iktidara geldiler.

•••

Bugün Kızıldere’ye sahip çıkmak, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumuna razı olmamaktır. Mahir’ler her şeyden önce o günün koşullarını değiştirmeyi öne alan, bunun mümkün kılmak için mücadele eden bir iradeyi temsil ettiler. Bugün kimi zaman insanların sürecin ağırlığı karşısında umutsuzluğa düştüğünü, yapılabilecek bir şey kalmadığını düşündüğünü görüyoruz. Bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi bireyciliğin ön plana çıkarak, insanlar arasında dayanışmanın, örgütlü mücadelenin ortadan kaldırılmış olması. Milyonlarca insan buna hayır derken bu karanlığın ülkemizde hâkim hale gelmesinin başka bir açıklaması da yok. Mahir’lerin mücadelesine bakınca pek çok güzel değerle birlikte sevginin, dayanışmanın, omuz omuza yürümenin güzelliklerini buluyoruz. Bugün solun, muhalefet hareketlerinin sorumluluğu, geleceğimizi gericiliğin pençesinden kurtarmak için birleşik mücadele zeminlerini geliştirmekten başka bir şey değil. Kızıldere’nin bugün çağrısı, Türkiye’yi emperyalizmin tahakkümden kurtaracak bir yolu açmak için, siyasal İslamcı rejimi yenmek için birleşmeye, kararlılığa, inada ve cesarete çağrıdır!

Yaşar Aydın / BİRGÜN

30 Mart 2018 Cuma

2017’de millî gelir: TÜİK’in bulguları - KORKUT BORATAV

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 milli gelir (GSYH) tahminlerini dün (29 Mart’ta) yayımladı. Ayrıntılı bir değerlendirmeyi ileride yaparız. Şimdilik, bulguları hızla, kuşbakışı gözden geçirmekle yetinelim.

İş işten geçmeden TÜİK’ten asgarî beklentilerimizi açıklayarak başlayalım.

TÜİK’ten Asgarî Beklentiler
2016’nin ikinci yarısında TÜİK, millî gelir serilerini tamamen yeniledi; yeni hesapları 1998’e kadar taşıdı. Önemli değişiklik, 2009 sonrasının ortalama büyüme oranlarının yükseltilmesi oldu. Bu “yenileme”, ekonominin yapısını ve makro dengelerini de büyük ölçüde değiştirdi: İnşaat sektörünün payı ve büyüme hızı yükseltildi; yatırımların ve yurt-içi tasarrufun GSYH’deki payları da (kabaca) onar puan yukarı çekildi.

TÜİK, bu revizyonlara, Birleşmiş Milletler’in 2008’de, AB’nin 2010’da millî gelir hesapları için önerdiği yöntem değişiklikleri vesilesiyle kalkıştı. Ama, bu önerilerin çok ötesine gitti; geçmiş verilerin daima ana kaynağını oluşturan üretime dayalı tahmin ve anketleri terk etti; “idarî kayıtlara” (örneğin Maliye Bakanlığı’ndaki şirket bilançolarına) geçti. Bu “kayıtlar”dan, millî gelir kalemlerinin nasıl türetildiği ise açıklanmadı.  
Yeni kaynakların güvenilirliği eleştirildi; GSYH serilerinin reel ekonomiye ait istatistiklerle tutarsızlığı ortaya kondu. Ben de kervana katıldım.

Artık çok sayıda iktisatçı AKP’nin 2009 sonrasındaki ekonomik bilançosunu “parlatmak” amacıyla  millî gelir istatistiklerine TÜİK’in politik bir müdahalede bulunduğunu düşünmektedir. Ben de aynı görüşteyim. Bu nedenle de 2016 öncesinin ekonomik değerlendirmesini, bir önceki millî gelir verileriyle yapmayı sürdürüyorum.

Ne var ki TÜİK’ten vazgeçilemez. 2016 ve sonrası millî gelir hesaplarını tahmin etme, eski serileri sürdürme, güncelleme imkânından yoksunuz. TÜİK’in bilgilerine muhtacız. Aynı gereksinim, Türkiye’yi izleyen uluslararası kuruluşlar için de geçerlidir. Örneğin IMF’nin veri bankası, millî gelir revizyonunu izleyen bir kaç ay boyunca eski serileri kullanmayı sürdürdü; sonunda TÜİK’in yeni GSYH istatistiklerini yerleştirdi.

Dolayısıyla 2016 ve sonrası için TÜİK’ten beklentilerimiz şu olmalıdır: 2016 öncesini sizle tartışmayı bırakıyoruz. Ama, en azından saygın bir meslek olan istatistikçiliği hatırlayın. Bulgularınızı politikadan soyutlayın; temizleyin; reel ekonomiyle ilgili diğer istatistiklerle denetledikten, düzelttikten  sonra kamuoyuna sunun. Böylece en azından 2016 ile başlayan; sonrasına uzanan anlamlı, tutarlı millî gelir serilerine ulaşabilelim.

Süregelen Arızalar
TÜİK 2017’de millî gelirin yüzde 7,4 oranında büyüdüğünü tahmin etmiş. Bu oran, 2016’daki yüzde 3,2’lik büyümeyi izliyor.

Ekonominin geçen yıl büyüme temposunu yükslttiğini üç önemli göstergeden esasen belirleyebiliyorduk. TÜİK bulgularını bu göstergelerle karşılaştıralım. İkisi, doğrudan doğruya reel ekonomiyle, üretimle bağlantılıdır. Ne yazık ki arızalar sürmektedir.
Birinci arıza sanayi üretim anketlerinden kaynaklanıyor. 2010 tabanlı anket bulgularına göre, sanayi üretimi 2017’de yüzde 6,3 oranında artmıştır. Millî gelirin sanayi sektörü katma değerinin de bu tempoda artmış olduğu öngörülebilir. Sanayi, ihracatın da üretim tabanıdır. İleri ve geri bağlantılarla millî gelir düzeyini etkileyen en önemli sektördür; büyüme hızının ön-habercisidir.

Ne var ki, TÜİK’in 2017 GSYH tablosunda sanayi sektörünün büyüme oranı yüzde 9,2 olarak verilmektedir. Brüt sanayi üretimi ile GSYH’deki sanayi katma değeri arasındaki bu kopukluk (%6,3 → %9,2) nasıl açıklanabilir? İthal girdiler yoluyla yurt dışına aktarılan katma değer payında hızlı bir düşme (“ithal ikamesi”) mi? Girdi tasarrufu saplayan teknolojik bir yenilik mi? Sanayi sektörü içinde yüksek katma değerli üretim kolları lehine hızlı bir yapısal değişme mi?  Yanıt, çok daha basit. TÜİK, 2010 tabanlı üretim verilerini terk etmiş; 2005 tabanlı yeni bir üretim endeksine geçmiş. Yeni endeks ise 2017’de sanayi üretimini yüzde 8,9 oranında artırıyor.

Üretim tahminlerinde iki endeks arasında açılan makas (%6,3 → %8,9) nereden, örnekleme farklarından mı kaynaklanıyor? 
Anket yenilenmişse, nasıl oluyor da bulgular 2005’e uzanıyor?
TÜİK’in üretim anketlerine ilişkin yakın geçmişteki sicili iyimser yorumu güçleştiriyor. 2016’da inşaat sektörü üretim anket sonuçları yüzde 2, millî gelirde sektörün büyüme hızı yüzde 5,4 çıkınca, TÜİK aradaki makası açıklamak veya GSYH’yi düzeltmek yerine inşaat üretim anketlerine son verdi. Sanayi anketleri için de, “işletmelerden doğru bilgi alamıyoruz; anketleri yenileyeceğiz” açıklaması yapılmıştı.  Polisiye yöntemlerle mi “doğru bilgi” elde edildi; bilemeyiz. Ama, yeni üretim anketlerini millî gelir tahminlerine uyarlama kuşkusu ağır basıyor.


Millî gelirle bağlantılı ikinci öncü gösterge istihdamdır. 2017’de toplam istihdamda yüzde 3,5’lik artış belirlenmiştir. Geçmiş yılların millî gelir / istihdam hareketlerinin verdiği ortalama esnekliğe göre bu veri, ekonominin yüzde 6,6’lık bir büyüme temposuyla tutarlıdır. İstihdam kökenli bu öngörü ile TÜİK’in GSYH büyüme verisi arasındaki makas (%6,6 → %7,4), aşırı değildir. Ne var ki, 2016’dan bu yana büyüme verileri, ekonominin tümüne ilişkin emek veriminde açıklanması güç artışlar içerince, sistematik şişirme kuşkuları giderilemiyor.

Dış Ticaret: Yoksullaştırıcı Büyüme
Ekonominin 2017’de bir genişleme ivmesine geçtiğini gösteren üçüncü (ve dolaylı) gösterge iç talepteki hızlı canlanmanın (ödemeler dengesi verilerine göre ve dolar olarak) %17,6’lık bir ithalat artışına yansımasıdır. Madalyonun bir de ters yüzü var. Gelirlerin artmasını ithalata yansımasıyla da doğruluyoruz; ama  bu olgu, aynı zamanda Türkiye’ye ihracat yapan ülkelerin katma değerini (büyümesini) beslemek anlamındadır. Türkiye’nin ihracatı geride kaldığı için bir yılda mal ve hizmetlerde dış ticaret açığı dolarla yüzde 51 oranında yükselmiştir. Dolar pahalılaştığı için TL’ye göre dış ticaret açığı daha da hızlı artmıştır. TÜİK hesabına göre (“cari fiyatlarla harcamalar yoluyla GSYH” tablosunda) 139 milyar TL ithalat, 75 milyar TL ihracat… Demek ki 2017’deki (cari) fiyatlara göre dış ticaret,Türkiye ekonomisini küçültücü bir katkı yapmıştır.
Ne var ki, büyüme hızını sabit fiyatlar (2016 fiyatları) ile ölçüyoruz. TÜİK’in (“hacim” yollu) hesaplamalarına göre dış ticaret geçen yıl ekonomiyi büyütmüştür. İhraç ve ithal ettiğimiz mal ve hizmetlerde 2016 fiyatları 2017’de de geçerli olsaydı, bir yıl içinde Türkiye’nin ihracatı yüzde 12, ithalatı ise sadece yüzde 10 artmış olacaktı. Bu artışlar dış ticaret açığını kapatmaya yetmeyecekti; ama daraltacaktı. 2016 fiyatlarına (“hacim” hesabına) göre dış ticaret millî geliri  yükseltecekti.

Dikkat ediniz “…fiyatlar değişmemiş olsaydı, GSYH artacaktı…” diye bir hesaptan söz ediyoruz. Bu “farazi durum”, ekonomiyi de büyütmüş oluyor. “İhraç ve ithal fiyatlarının değişmediği varsayılan” bir büyüme hızı hesaplanıyor.  İyi ama, fiyatlar değişmiş ve Türkiye’nin aleyhine bozulmuştur. İnsanlar TÜİK’in ve AKP’li siyasetçilerin ileri sürdükleri büyümenin nimetlerinden yararlanmak bir yana, bugünkü fiyatlarla yaşamaktadırlar ve aslında dış ticaret nedeniyle yoksullaşmışlardır.

Bu son konuda üç sorun var. 
Birincisi, TÜİK’in cari ve sabit fiyatlarla dış ticaret verilerine göre, 2017’de dış ticaret hadlerinin önemli boyutlarda Türkiye’nin aleyhine bozulmuş olmalıdır. Bu bilgi sadece mal ticaretini kapsayan dış ticaret hadleri istatistikleriyle ne kadar tutarlıdır? Bir başka hesap hatası mı var? İleride tartışmak gerekiyor.

İkincisi, TÜİK’in GSYH hesabındaki dış ticaret verileri doğruysa ne gam? Türkiye dış ticaret nedeniyle yoksullaşıyor; ama 2016 fiyatları (“…mış gibi”) sayesinde G20’de büyüme rekoru kırıyoruz… Vatandaş malûm ikilemde: “Türkiye iyiye gidiyor; ben kötüye…

Üçüncüsü bir sorudur: Fiyatlar 2018’de tersine dönerse ne olur? Millî gelir (belki de) düşecek; ama ucuzlayan ithalat, değerlenen ihracat sayesinde (istatistiklerle ve TÜİK’le ilgilenmeyen) milletin yüzü gülecek…

Dış tıkanıklıklar ortaya koyuyor ki 2018’de Türkiye (TÜİK gayret etse bile) en azından ciddi bir durgunluğun eşiğindedir.
                                                                  ***

Bütün arızalarına, sorunlarına rağmen TÜİK’in millî gelir verilerini ciddiye almak; tartışmak; diğer istatistiklerle birlikte değerlendirmek durumundayız.

Korkut Boratav / SOL

Varna farsı - CEYDA KARAN

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki Varna ‘zirvesi’, oynanan ‘berbat farsın’ vardığı noktayı göstermesi açısından ibretlik. Zirvede bekleneceği üzere tarafların ‘endişe duyulan meselelerde mutabakata varamadıkları’ açıklandı. Asıl dikkat çeken kullanılan yumuşak üslup ve AB tarafının Türkiye ile ilişkileri ‘stratejik ortaklık’ diye telaffuz etmesiydi. Şu konjonktürde, zaten raftaki üyelik müzakerelerinin çözülmesinin imkânı yokken, olup biteni ‘Varna farsı’ diye nitelemek mümkün.

***
Zirvede AB Konseyi’nin Başkanı Donald Tusk ile Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Jean-Claude Juncker’in mesajları basitti. Tusk’ın ağzından, AB üyesi ülkelere sığınmacı akışına tampon olmuş Türkiye’yle yapılan anlaşmadan duyulan memnuniyet, 2016’daki darbe girişiminin verdiği zararın ‘anlaşılmış olunduğu’,Afrin harekâtından hazzedilmese de sadece çekince dile getirildiği, Kıbrıs ve Ege Denizi’ndeki anlaşmazlıklara dair de (her zamanki gibi) üyeleri Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin desteklendiği işitildi. Juncker de benzeri övgü ve tespitler yaptı. Ama ‘Türkiye’nin AB’nin gerçek bir ortağı olmasını istedikleri” süslü cümlesinin ardından baklayı ağzından çıkardı:“Stratejik ortaklıkta bizi bir araya getirenler etrafında toplanmak ve bizi bölen konulara çözüm bulabilmek için samimi ve açık bir işbirliği ve diyaloğu sürdürmemiz lazım.” 


İki üst düzey bürokrat, AB’nin en ilkeli ülkesi Avusturya’nın müzakerelerin manasının kalmadığı ve bitmesi gerektiği çağrılarını dışladı.HattaJunckerbizzat“Müzakerelerin devamının garantörü olduğunu” söyledi.
***
Genelde Avrupa’ya esip savuran Erdoğan ise AB’nin oyalama taktiklerine sadece ‘serzenişte’ bulundu. Sığınmacı anlaşması gereği ikinci 3 milyar Avro’yu istedi. Türk vatandaşlarına vize serbestisi ile gümrük birliği güncellenmesinin ötelenmesini ise ‘teknik konuların siyasetin meselesi haline getirilmesi’ diye niteledi. ‘Teknik’ dediği süreklileşmiş OHAL ile oluşan ve on binlerce mağduriyet yaratan ortam. Muktedirlerin dilediklerini ‘terörist’ ilan etmelerine yarayan meşhur ‘terörle mücadele tanımı’. AB tarafı adil yargılanma hakkı, basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ile uyumluluk istiyor, terörle mücadelede ‘orantılılık’ ilkesinin gözetilmemesini eleştiriyor. AİHM’nin çok sayıda ihlal kararı var. Ama KHK’ler için verilmiş ibretlik kararlar da var.

***
AB ile müzakere başlıkları zaten bloke ediliyor. Müzakere yolu yok, sonunda üyelik de. Varna zirvesi de demokrasi değil, ekonomik çıkarlar ve bağımlılık ilişkisi ile jeopolitik hesapların tezahürü. Suriye yangınının sığınmacılarının toplatıldığı Türkiye’yle anlaşabilen AB, belirli koşullar ve sınırlamalar eşliğinde ‘vize serbestisi’ de sunabilir pekâlâ. Aynı şekilde Kıbrıs’ta uluslararası hukuka aykırı siyasi bir kararla barışı reddetmiş Rumları AB’ye nasıl üye yapılabilmişlerse, barış anlaşması olmadan şirketler âleminin teşvikiyle Kıbrıs etrafındaki enerji meselesine de çözüm getirebilirler. Ucunda ‘stratejik ortaklık’ varsa... 
AB, yüce ‘demokrasi’ değerlerini en iyi Doğu Avrupa’da sergiliyor. İlla soru sorulacaksa, ‘bugün sağ popülizmle hukuk devleti ve demokrasiyi rafa kaldırıp Brüksel’e posta koyabilen Polonya ve Macaristan nasıl ve niçin AB üyesi kalabiliyor da, Türkiye’ye bunlar reva görülüyor?’ denilebilir. Onlara Rusya sınırında ihtiyaç varsa, Türkiye’ye yok mu diye sorulabilir.
***
İktisatçı Doç. Dr. Ümit Akçay, çalışmalarında sermayenin kendisine cazip imkânlar sunan ve demokratik olmayan ülkelerden gayet hoşnut olabildiğini verileriyle ortaya koyuyor. Anlaşılmaz olan AB’yi hâlâ ‘yüce insanlık değerleri projesi’ görenler. Yarattığı neoliberal dünyada demokrasinin şart olmadığını, jeopolitik hesapların geçer akçe olduğunu göz ardı edenler. Yoksa Türkiye’nin AB ile ilişkileri zaten ‘stratejik ortaklık’. O yüzden Türkiye ahalisi için asıl sorun ‘AB gelecek, bizi kurtaracak’ diyenler.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

‘Zirve’ - Meriç Velidedeoğlu

Günlerdir, “26 Mart”ta, Bulgaristan’ın “Varna” kentinde, “AB”nin iki kurumu, “AB Konseyi” ile “AB Komisyonu”nun başkanları, Donald Tusk ve Jean-Claude Juncker ile yapılacak, “Türkiye-AB zirvesi”nden söz edip duruyorduk. 
Oysa durum böyle değilmiş; “Türkiye- AB zirvesi” diye bir toplantı yapılmamış, böyle bir düzenleme yokmuş.


Erdoğan, bu iki Başkan ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ile Varna’da bir “Çalışma Yemeği”nde buluşup, sohbet” etmişler... 
Ne ki, içeriği basında yer alan bu görüşmenin pek de öyle bir “sohbet” sıcaklığı içinde geçmediği anlaşılıyor. 

“AB Konseyi” Başkanı Tusk, “Bazı alanlarda ilişkilerimizde zorluklar var!” demiş; ardından da sıralamış: “Türkiye’de basın özgürlüğühukukun üstünlüğü konuları var!” 
Oldukça “ciddi konular” derken, “AB Komisyonu” Başkanı Jean-Claude Juncker: “İki Yunan askerinin tutuklanmasına değinmek istiyorum!” diye atılarak, sınırımızı geçen bu askerlerin, Türkiye tarafından tutuklanması konusunageçivermiş...BununüzerineErdoğan, “Türkiye, insan haklarına, hak ve özgürlüklere saygılı ‘demokratik bir hukuk devletidir!’ ” yanıtını verip, “Sonucu bir bekleyin!” demiş, “Biraz sabırlı olun yaa!” der gibi... 
Böylece yolu açınca, ilerlemeyi sürdürmüş; bir ara, “Rabia” da yapıvermiş. 
Ne var ki, Erdoğan’ın ne diyeceğini, ne yapacağını artık çok iki bilen “AB”, daha bir gün önce kendi “Rabia”sını, “Kopenhag Kriterleri”ni ortaya koyuvermişti, “AB” üyesi “Avusturya”nın Başbakanı “Sebastian Kurz” aracılığıyle... 
Peki neydi, “22 Haziran”da “25” yaşına girecek olan ve aday ülkelerin uyması gereken -temel-“uyum kriteleri”ni içeren “Kopenhag Kriteleri”
Kısaca şöyle: 
1) Demokrasi’yi 
2) Hukukun üstünlüğü’nü 
3) İnsan hakları’nı 
4) Azınlık haklarına saygı’yı, 
güvence altına alıp kararlılıkla sürdürecek kurumların varlığı.
 
Ve değerli dostlar, bu sayılanlar, “Kriterler”in, “Siyasal” bağlamda yer alanları; ayrıca “Ekonomik” ve “Toplumsal” konulardaki düzenlemelerin de benimsenmesi gerekmektedir; şimdilik siyasal boyutu belirleyen bu“dört kriter”e, ülkemizin şu son “16 yıllık”AKP iktidarı dönemine değinerek bir bakalım. 
Bunların ilkini oluşturan “demokrasi”den söz edildiğinde karşımıza çıkan neydi? 
“Demokrasi amaç değil, araçtır!” 
Nasıl mı? 
“İstediğin yerde binip, istediğin yerde inilebilinen bir taşıma aracı gibi...” 
Yıl “1996”“Kopenhag Kriterleri”nin açıklanmasından, “üç yıl” sonra... 
İstanbul gibi dünyaca ünlü bir kenti yöneten birinin, “demokrasi” anlayışı böyle... 
Peki biz ne yaptık? Çok beğendik, Belediye Başkanımızın bu eşsiz söylemini öyle ki, “olabilir!” demenin de ötesine geçtik; çünkü, biricik dostumuz “ABD”nin, Türkiye Büyük Elçisi de çok beğenmişti bu “söylemi”; zaten tanışıp, “dost” olmuşlardı; birlikte ABD’ye uçtular, art arda birkaç kez... 

Şimdi bunları anımsatmanın sırası mı?” diye sorup, eleştirenlere, çok taze bir örnek, İsrail Cumhurbaşkanı Netanyahu’nun, “Kudüs”ü, İsrail’in başkenti olarak ilan ettiklerini tüm dünyaya duyurduğunda, ortalık arapsaçına dönmüşken, kendisinin, “yolsuzluk” dolaysiyle, saatlerce sorgulanması. 

Ayrıca, İsrail halkının da büyük bir yoğunlukla, Kudüs sokaklarını doldurarak, Netanyahu’dan hesap sorulmasını istemesidir... 

Bize dönersek, “demokrasi” üzerine bu konuşmanın “şimdi sırası değil” diye, yersiz bulunması, “Demokrasi Kriteri”nin ardından gelen, “Hukukun Üstünlüğü”nün de değerini yitirmesine neden olur ki, bunun ne anlama geldiği, pek çok kez -türlü acılarla-yaşandı ülkemizde... 

Ve ne yazık ki bu durum artarak; inanılmaz boyutlarda “hukuk” çiğnenerek, utanılacak acılar yaratarak, acımasızca sürdürülüyor ülkemizde... 

Böyle değil mi?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Susmak ya da susmamak, işte bütün sorun bu - MİNE SÖĞÜT

Mesele Meclis’teki bir temsilde kadın oyuncuların sahneye çıkıp çıkamayacağının tartışıldığı noktaya geldiğine göre... 
Ve o kadınlar olan biteni anlatırken isimlerini vermekten bile korktuklarına göre... 
Artık ya ülkeyi hep birlikte terk etmemiz gerekiyor ya da susmaktan artık vazgeçmemiz. 
Ne zaman kaçtığı deliklerden geri çıkar insan? 
Öleceğini anladığında mı? Başka şansı kalmadığını fark ettiğinde mi? Bıçak kemiğe dayandığında mı? 
Ne zaman? Ne zaman başına geleni anlar insan? 
Yıllarca “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” sloganını duyduğu halde; 
Alman Rahip Pastör Nie Moeller’in yazdığı:
“Önce Yahudiler için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben Yahudi değildim 
Sonra komünistler için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben komünist değildim 
Sonra sendikacılar için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben sendikacı değildim 
Sonra benim için geldiler 
Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı...” dizelerini bıkana kadar, defalarca okuduğu halde; 
Herkesin kaderinin iktidarın iki dudağı arasında olduğuna açıkça tanıklık ettiği halde; 
Nasıl hâlâ böyle bir uysallıkla susar insan?


Cezaevlerini gazetecilerle dolduran... 
Akademisyenleri üniversitelerden kovan... 
Meclis’teki muhaliflerini tek tek hapse tıkan... 
Halkı birbirini ihbar etmeye azmettiren... 
Kendi yolunu açmak için sivilleri sokağa dökmekten çekinmeyen... 
Ortadan kaldırılmasını istediği kim varsa hepsini parmağıyla işaret eden... 
Sansürlerle her şeyi denetleyen... 
Yasaklarla herkesin ağzına fermuar çeken... 
Muhalifleri susturmak için her yolu deneyen... 
Göz göre göre seçim hilelerini meşrulaştıran... 
Hukuku avucunun içine alarak... 
Ana akım medyayı yandaşlarıyla doldurarak... 
Cumhuriyete, devrimlere, ilkelere meydan okuyarak... 
2023’te 1923’ün rövanşına hazırlandığını artık saklamayan bir iktidar... 
Bu ülkenin aydınlarını tek tek işaretledi. 
Çocuklarını, gençlerini, kadınlarını çaldı. 
Her gün yeni bir cadı avıyla coşuyor; elinde bir tabanca yoluna çıkanı vuruyor. 
Tetiği her çekişte demokrasiye ait bir değer daha yere düşüyor. 
Ve bu ülke hâlâ susuyor.
***

Ses çıkaracak kimse kalmayınca kadar susmaya devam etmekse niyetiniz.... 
Oturun kendi şiirinizi şimdiden ufak ufak yazmaya başlayın. 
Belki sizin başkalarının başına gelenlerden alamadığınız dersi, bir gün başkaları sizin başınıza gelenlerden alır. 
Sizin yazacağınız şiir... 
Kim bilir... 
Nasıl bir dizeyle başlar, nasıl bir dizeye varır?

***
İşte hâlâ susuyorsunuz. 
Çünkü yine kaybedeceğiniz şeylerin hesabını yapıyorsunuz. 
Kaybettiğiniz şeylerin hesabını doğru tutmadığınız için... 
Bu hesapta her seferinde çok fena yanılıyorsunuz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

2017 yılı büyümesi: Madalyonun öteki yüzü - HAYRİ KOZANOĞLU

Büyümenin öncelikle işsizliği aşağı çekmesi, iş bekleyen yurttaşları işgücüne dahil etmesi beklenir. Ne yazık ki, böyle bir yılda dahi işsizlik oranı tek haneli rakamları görememiş. Neredeyse ‘istihdamsız bir büyüme’ yaşanmış.

Bugün yandaş mecralardan Türkiye ekonomisinin parlak büyüme performansına ilişkin çokça methiye duyacaksınız. Biz de madalyonun öteki yüzünü bir tartışalım bakalım dedik. Yüzde 7,4 olarak açıklanan büyüme rakamının çağrıştırdığı soruları, hangi maliyetlerle sağlandığını ve kimlere yaradığını madde madde tartışalım istedik.

1-Yıllarca, küresel likidite koşullarının elverişliliği nedeniyle Türkiye ve benzer ülkelere hızlı sermaye akımları gerçekleşti. Bu sayede TL reel olarak değerlenirken, hükümet yetkilileri dolar bazında artan GSYH ve kişi başına gelirle böbürlenip durdular. Şimdi süreç tersine dönmüş durumda. Ekonominin doludizgin büyüdüğü bir yılda dahi, 2016 sonunda 10 bin 883 dolar olan kişi başına gelir, 2017’de 10 bin 597 dolara geriledi. Toplam GSYH de 863 milyar dolardan 851 milyar dolara düştü.
2- TÜİK’in dünkü bültenine göre, işgücü ödemeleri 2017 yılında yüzde 12,9 artmış. Ekonomide emek-sermaye arasında zaten bozuk olan bölüşüm ilişkilerinin devamı için bile, işgücü ödemelerinin (büyüme+enflasyon) kadar artması gerekirdi. Bu da yüzde 19.3 bir ücret ayarlamasina denk gelirdi. 2017’de ortalama tüketici enflasyonu yüzde 11,1 iken, işgücü ödemeleri sadece bunun yüzde 1,8 üzerine çıkabilmiş. Diğer bir ifadeyle büyümenin aslan payı sermayeye gitmiş. Nitekim net işletme artığı, yani kârlar yüzde 26,2 sıçramış. Tüketici kredileri 2017’de yüzde 17,7 arttığına göre, nihai tüketim harcamalarındaki sıçrama gelirlerin yükselmesinden değil, borçlanmanın artışından kaynaklanmış. Emegin 2016 sonunda yüzde 36,5 olan katma değerdeki payı yüzde 34,5’e inmiş.
3- Büyümenin öncelikle işsizliği aşağı çekmesi, iş bekleyen yurttaşları işgücüne dahil etmesi beklenir. Ne yazık ki, böyle bir yılda dahi işsizlik oranı tek haneli rakamları görememiş. 2016’da yüzde 12,7 olan ortalama işsizlik yüzde 10,4’e düşmüş. Üstelik, işgücündeki artışların yaklaşık yüzde 42’sinin, “çırak, stajyer ve kursiyerlerden” oluştuğunu DİSK-AR’ın araştırmalarından biliyoruz. Neredeyse “istihdamsız bir büyüme” yaşanmış.
2017-yili-buyumesi-madalyonun-oteki-yuzu-445014-1.4- 2017 yılı büyümesinin büyük ölçüde Kredi Garanti Fonu’ndan verilen 200 milyar TL’nin üzerinde hazine garantili krediden ve tüketime yönelik KDV ve ÖTV indirimlerinden kaynaklandığını biliyoruz. Merkez Bankası Kasım 2017 Finansal İstikrar Raporu’ndan KGF kredilerinin ortalama vadesinin 35 ay olduğunu öğreniyoruz. KGF uygulaması 2017 başında hızlandığına göre, 2019 Başkanlık seçimlerine endeksli bir programla karşı karşıyayız. Aynı raporda, döviz mevduat hesaplarındaki artışla KGF’nin “iltisaklı”olduğu da itiraf ediliyor. Yani şirket bankadan TL kredi alıyor, gidip dövize yatırıyor… Tüm teşvik vaatlerine karşın, 2018’de benzer bir hormonlama için ne Türkiye’deki tasarruflar, ne de yurtdışı borçlanma olanakları uygun.
5- 2017 yılında yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatları 20 milyar dolar artmış. 2016 sonundaki 145.5 milyar dolardan 2017 sonunda 165.5 milyar dolara yükselmiş. Yani, büyümeden istifade eden hane, halkları ve şirketler yükselen refahlarını dövize istiflemeyi tercih etmişler. Ekonomiyi her an pimi çekilebilecek bir bombayla karşı karşıya bırakmışlar.
6- 2017 yılındaki büyüme dış bağımlılığı artırma pahasına sağlanmış görünüyor. 2016 yılına göre 2017’de dış yükümlülükler tam 132 milyar dolar arttı. Döviz varlıkları ile döviz yükümlülükleri arasındaki farkı yansıtan net pozisyon ise 115 milyar dolar kötüleşti. Türkiye’nin dış borçları da, 2016 sonundaki 405 milyar dolardan, 2017’nin üçüncü çeyreğinde 437 milyar dolara fırladı.
7- 2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm “yerlilik ve millilik” iddialarına karşın, yurtdışı finans çevrelerinin himmetine muhtaç bir ekonomi yarattı. Merkez Bankası’nın rakamlarına göre 2017 yılında ödenmesi gereken 185 milyar dolar yükümlülüğümüz bulunuyor. Bunun üzerine 50 milyar dolarlık tahmini cari açığı ekleyince, 2018’de 235 milyar dolar taze paraya ihtiyaç var. Uluslararası piyasaların bir ekonomiye ne denli sıcak baktığını, döviz kurlarından ve piyasa faiz oranlarından izlemek olanaklı. Doların 4 TL’den salındığı, 2 yıllık Hazine kâğıtlarının faizinin yüzde 14’ün üzerinde dalgalandığı göz önüne alınırsa, piyasanın yüzde 7,4’lük büyüme verisinden fazla etkilenmediği söylenebilir. Bu da 2018 için gerekli finansmanı sağlamanın kolay olmayacağını gösteriyor. Haliyle benzer bir büyüme temposu tutturmanın güçlüğünü de…

Kısaca, tüm yaldızlı söylemlere karşın; sade yurttaşın yüzünü fazla güldüremeyen; ona tatminkâr alım gücü sağlayamayan, istihdam kapıları açmayan bir büyüme söz konusu… Üstelik bu büyüme, ekonominin kırılganlıklarını, dışa bağımlılığını artırma pahasına sağlandı.

                                                          *****
Halka faydası DOKUNMADI
CHP Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, büyümenin Türkiye’de ne geçime ne de istihdama olumlu bir katkısı olmadığını belirterek, “2017’de yüzde 7,4 olduğu iddia edilen büyüme vatandaşın ne aşına ne de işine yansımadı. Çift haneli enflasyon, çift haneli işsizlik aynen sürüyor. Dolar cinsinden baktığımızda ise büyüme bir yana yüzde 1,35’lik bir küçülme söz konusu” dedi.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Boğaziçili komünistler - GÖZDE BEDELOĞLU

İdeolojisi, dünya görüşü ne olursa olsun herkesin öğrenim hakkı vardır. İlk ve temel safhalar mecburi ve parasızdır. Yüksek eğitim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır ve bu öğretim insan şahsiyetinin gelişmesini, insan haklarıyla hürriyetlerine saygının kuvvetlendirilmesini hedef almalıdır. İnsanlar eşittir. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve barışın sürdürülmesi için çalışmalıdır. Dolayısıyla barış içinde, huzurlu bir ortamda yaşama talebi anayasal bir hak olduğu gibi; okulların, öğretmenlerin savunmak ve korumakla yükümlü oldukları bir meseledir. Elbette bunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etmiş, “kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz” diye yazan kendi anayasasını rafa kaldırmamış ülkelerde geçerli. Aksi halde öğretmenler dava edilip tutuklanabilir; öğrenciler dövülüp okuldan atılabilir. İnsanın, bizatihi sahibi olduğu hakların herhangi biri tarafından geri alınabildiği yerler de, geçmişte olduğu gibi, ‘demokratik hukuk devleti’ gibi bir titrle anılmaz.

•••

TSK ve ÖSO’nun Afrin kent merkezine girmesinin ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde lokum dağıtan bir grup öğrenciye itiraz eden başka bir grup öğrencinin “işgalin, katliamın lokumu olmaz” yazılı pankart açmasıyla olaylar gelişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, lokum dağıtanlarla pankart açanları ikiye ayırdı: ‘yerli ve milli olanlar’, ‘vatan haini ve ‘komünist’ olanlar... “Komünist olanlara bu üniversitelerde okuma hakkını vermeyeceğiz!” Emri alan ‘bağımsız yargı’ harekete geçti ve 11 öğrenci, “kafanıza vurursak daha az zeki olursunuz” diyen polislerce gözaltına alındı. Zira zeki olmak sıkıntılı. Şüphe oluşturuyor. İtiraz ettiriyor. Sorumluluk aldırıyor. Kampüste, iki grup arasında sözlü dalaşmayla sınırlı kalmış bir olay böylece öğrencilerin ev ve yurtlarından darp edilerek gözaltına alınmasıyla çığırından çıktı; çünkü iktidarın ülkeyi hainler ve yerliler olarak ikiye ayırışından kimse azade değil. Eğitimli gençlerine umutlu bir gelecek sunamayan, kızlı erkekli oturmasından internetine kadar her şeyine karışan, bilgi çağından bir haber tutumuyla zamanın çok çok gerisine düşen iktidar, işi yetişemediği/algılayamadığı gençleri okutmamaya kadar vardırdı; çünkü tepeden konduruluş rektörlere sırtlarını döndüler, ihraç edilen öğretmenlerine sahip çıktılar, ifade ve özgür düşünce hürriyetini savundular ve ülkenin en iyi üniversitelerine, af edersiniz, çöreklenip kaldılar.

•••

İktidar istediği rektörü, istediği öğretmeni atadı ancak ‘dinine ve kinine’ sahip çıkan ‘yerli ve milli’ gençlerin başarıları eğitim ve kültür alanında arzu edilen ilerlemenin kaydedilmesine yetmedi. Bundan sonra da yetmeyeceğine inanılmış olacak ki, rekabetten yok etme safhasına geçildi. Her ne kadar akademik özerkliği baltalayan pek çok olumsuz şey yapılmış olsa da ODTÜ ve Boğaziçi gibi akademik başarının ön şartının özgür düşünce olduğunu bilen ve öğrencilerine bu alanda destek olan üniversiteler nicedir iktidarın hedefinde. Zira oralardan çok ‘komünist’ çıkıyor, iktidarın kamusal alanda görünmesini istemediği şeyleri göze sokuyorlar. Tek bir baskıcı yönetim yoktur ki gençlerden ve kadınlardan korkmasın! Dün olduğu gibi bugün de tarihin akışını değiştiren devrimsel süreçler hep onların isyan etmesiyle başladı. İktidara yaşam destek ünitesine bağlanır gibi tutunmuş; bunun için her türlü farklı sesi, itirazı nicedir varlığına tehdit sayan AKP’nin gençlerin bağırmasından, kadınların itirazından rahatsız oluşu klişe bir totaliter rejim refleksi. Nitelikli eğitimin bir ülkenin can damarı oluşu bir yana; kimsenin eğitim hakkı siyasi görüşleri neden gösterilerek elinden alınamaz. Ya da engellenir ve biz her şeyin ‘tek’ olmasının istendiği bir düzende, ‘çok’ olması gerektiğinin ne kadar hayati bir şey olduğunu yeniden idrak etmiş oluruz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Tablet, Kuran ve silah - ÜNAL ÖZMEN

12 Haziran 2011 genel, 30 Mart 2014 yerel, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın elinde tablet vardı. 15 Haziran 2015’te tabletin yerini Kuran aldı. Öyle görünüyor ki iktidarın seçmenine vaadini sembolize eden bu iki ikna aracı hükmünü yitirdi ve önümüzdeki seçimlerde ‘artık sizin için yapabileceğim bir şey yok’un sembolü silah kullanılacak. Seçim meydanlarında kalabalıklar üzerinde uçurulan yerli ve milli SİHA’lar görürseniz şaşırmayın.


FATİH projesi topluma eğitim hamlesi olarak sunuldu, tablet de sembolüydü. Projenin odağındaki imam hatip öğrencileri seçim meydanlarına getiriliyor Erdoğan’ın elindeki tableti izlemeleri sağlanıyordu. Tablet salladıkça alan dalgalanıyordu. Erdoğan için eğitim artık geleceği inşa etmenin değil, geçmişi yaşatmanın yolu. Bu nedenle seçim meydanlarında “AK Parti gençliğinin elinde tablet bilgisayar, kalem, kitap var; bu böyle biline!” diye haykırmayacak bundan sonra.

Tablet, sadece teknolojiye verilen önemi sembolize etmiyordu; internet, akıllı tahta ve tabletle yazılım dehaları çıkarıp, yazılım bağımlılığından kurtulacaktık. Projenin hayata geçmesi için seferberlik ilan edildi. Sürecin sorunsuz bir şekilde ilerlemesi için ihale yasası değiştirildi. 20 milyar dolarlık dijital altyapı iki yıl önce (2016’da) tamamlanmış olacaktı, olmadı! Çünkü bilgisayarın dili, eğitim dili yapılmaya çalışılan Arapça, bilgisayarın vaat ettiği hayat da böyle yaşamalısınız diye müfredata eklenen Peygamber’in hayatı değildi. Tabletle Kuran’ın aynı amaç için birlikte kullanılamayacağı kısa sürede anlaşıldı; sonunda olması gereken oldu ve FATİH projesi çöktü.

Tabletin vaat ettiği bu dünyaya ilişkin beklentinin gerçekleşme olasılığı ortadan kalkınca Erdoğan, Haziran 2015 seçimlerinde kürsüye elinde Kuran’la çıktı. Kuran, eğitimden umudunu kesen toplumun huysuzlanma ihtimaline karşı, sıfır maliyetli ve ancak ölümle ulaşılacak bir hayata şiddetsiz rıza üretecekti. Fakat ne yazık ki insanlar, öteki dünyayı bekleyecek kadar sabırlı değil. Rüyasında Peygamber’le konuştuğunu söyleyen din âlimi bile öte dünyaya cenneti buradan taşıma telaşı içinde terlik pazarlarken vatandaş neden sabretsin ki!
Umutlarını öte dünyaya erteleyenlerin gözünün önünde bu dünyanın talan edilmesini hoş gören kimi dindarların, sıra öte dünyanın pazarlanmasına gelince “Peygamber dinine dönelim” dediklerine tanık oluyoruz. Enflasyonun, işsizliğin, cari açığın, dövizin düşmesine; eşitsizliğe, adaletsizliğe çarenin dinde olamayacağı kanaati saf dindarlar arasında da yaygınlaşıyor. Bu da, haliyle kutsal kitabın seçim malzemesi olarak kullanılmasını zorlaştırıyor. Bu durumda İslamcı parti sadece muhaliflerini değil, çevresindekileri de ikna edecek başka ve etkili yeni bir araç bulmak durumunda.

Önümüzdeki üç seçimin sembolü silah olacak; olmak zorunda... Bir milyon olan tuvalet ücretinin altı sıfır atınca bir lira olarak okunması, geliri aynı oranda düşen adama milyon katlık refah artışı olarak anlatılmak zorunda kalınmışsa söz bitmiş demektir. Silah, sözün bittiği yerde girer devreye...

Seçim mitingi havasında gerçekleşen her il kongresinde, TSK’nin öldürdüğü düşman sayısının, günlük kazancını hesaplayan borsa yatırımcısı gibi anlatılmasından anlıyoruz ki önümüzdeki seçimlerin ilham kaynağı korku olacak! Yaratandan ötürü sevdiği insanların ölümünü bu denli şehvetle anlatan kişiden herkes korkar...

Tabletin yerini silaha bırakmış olması, şu kısacık sürede başka bir paradigma değişimine işaret ediyor. FATİH projesini ve sembolü tableti pedagoji içinde eleştirirdik. Savaşı, silahı, ölümü yücelten; çocukları savaşa hazırlayan bu yeni eğitim anlayışına pedagojiden yanıt bulmak mümkün değil. Ancak silah, kullanıcısının elinde bile patlama ihtimali olan iyi bir araç değil diyebiliriz.

Ünal Özmen / BİRGÜN

29 Mart 2018 Perşembe

Şimşek hangi çatıyı onarmaktan söz ediyor? - GÜLAY DİNÇEL

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in geçen hafta Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmadaki değerlendirmeleri heyecan yarattı. Şimşek, izleyen günlerde de benzer değerlendirmeler yapmaya devam etti. soL’un hafta başında yaptığı kısa değerlendirmeye Şimşek’in önceki günkü yeni açıklamaları ve Başbakan Binali Yıldırım yaptığı eklerle katkı yapmak yerinde olur.

Heyecanlananların bir bölümü Şimşek’in sözlerini krizin, ekonomik risklerin siyasi iktidar katında kabulü olarak değerlendiriyor. Buradan Şimşek’in her şeye rağmen doğruları söylediği, Bakan ile Saray arasında bir açı olduğu sonucuna ulaşmadan açıklamanın bütününü ele almak gerekiyor. Bir diğer heyecanlanan kesime bakmak yeterli aslında. Uludağ Ekonomi Zirvesi’ne katılan sermaye çevreleri, hem bankacılık hem de reel sektör temsilcileri yapılan konuşmayı büyük bir coşkuyla karşıladı.

“Hava güneşliyken çatıyı onarmak gerekir. Gelecek günler belirsiz. Özellikle reel sektör borçluluk düzeyi yüksek, döviz borçlarının yönetiminde zorlanıyor. Buna yönelik tedbirler alacağız” şeklinde özetlenebilecek konuşmanın doğrudan mesajı, geçen yıl Kredi Garanti Fonu üzerinden sağlanan desteğin, önümüzdeki dönem de yeni bir mekanizmayla devam edeceği, iflaslara izin verilmeyeceği olarak okunabilir. Yani Şimşek, sermayenin tepesindeki çatıyı onarmaktan, yeni bir “koruma şemsiyesi” açmaktan söz ediyor.
AKP iktidarı tekil sermayedarları tasfiye etmek konusunda bir kas geliştirmiş olsa da bir bütün olarak sermaye sınıfına hizmet konusunda eksiği olmadığı açık. Döviz borçlarını yönetemeyen bir reel sektörün bankacılık sistemiyle birlikte büyük bir çöküşü tetikleyeceği de. Şimşek’in alacaklarını söylediği tedbir, reel sektörün döviz bazındaki borcunun yüzde 84’ünü taşıyan 2 bin 184 şirketin verilerinin incelenmesi, dövizle borçlanmaya sınırlama getirilmesi. Nitekim, Merkez Bankası’nın bir çalışma yapmaya başladığı, daha önce KOBİ’lere getirilen sınırlama nedeniyle yasal altyapının da hazır olduğunu vurgulamış.

Bu tedbir konusunda ne bankaların ne de büyük sermaye gruplarının hoşnutsuzluk ifade etmediği, aksine memnun oldukları görülüyor. Bunu en açık ifade edenlerden biri Türkiye Ekonomi Bankası Ümit Leblebici oldu. Lebleci kurun stabilize edilmesinin gerekliliğinden, firmaların pozisyon alışlarına denetim getirilirse bunun mümkün olduğundan, yeniden finansmanların sorun olmayacağı, bankacılık sisteminin bugünkü batık kredi oranının yarım puan üzerini kaldırabileceğinden ve bankacılık sisteminin sendikasyonlarla daha fazla kaynak sağlayabileceğinden söz ettiği söyleşide Şimşek’in önerisine destek verdi. Normal koşullarda “serbest piyasa ekonomisine müdahale” değerlendirmesi yapacakların da sesi çıkmıyor. Çünkü herkes esasında yapılacak düzenlemenin toplam döviz borç stokunu değiştirmeyeceğini biliyor.

Yurtiçi döviz borçlanmalarının kaynağı, bankaların yurtdışı borçlanmaları. Bankalar döviz bazında borçlanıp daha fazla TL kredi verecekler. Bunun sonucu bankaların üstlenecekleri döviz riskini kredilere faiz olarak yansıtması olacak, yani faizler yükselecek. Reel sektör borcunun bir bölümü de doğrudan yurtdışından borçlanma. Sınırlamayla birlikte bu kanal da Türkiye’deki bankalara yönlenecek. Bankaların daha fazla sendikasyona çıkması, daha fazla kaynak bulması gerekecek. Ki bugünkü koşullarda daha fazla kaynak maliyetlerdeki artışla mümkün görünüyor. Daha pahalıya daha fazla kaynak getirip daha yüksek faizlerle borç verecekler.

Buradan da Şimşek’in faiz lobisinin yanına geçip açılandığı düşünülmesin. Buradaki hesap belli. Ekonomiyi 2019’a kadar ne yapıp edip yüzdürmek. Reel sektörün değil bankaların daha fazla borçlanmasında aslan payını kamu bankalarının alması olasıdır. Ki artan faizlerin bankaların tümü için daha fazla faiz marjı anlamına geleceği, üstelik doğrudan dış borçlanmanın yurtiçine kaymasının hacim artışı da sağlayacağı açık. Batıkların artmasının maliyetiyle karşılaştırıldığında bu tür düzenlemelerin maliyeti siyasi iktidar, bankalar, reel sektör, herkes tarafından kabul edilebilir oluyor neticede.

Son olarak dün Şimşek’in ithalat bağımlılığın azaltılması ve yerlileştirme çalışmaları hakkındaki sözleriyle Binali Yıldırım’ın 128 milyar liralık stratejik yatırımın teşvike bağlandığı ve bankaların kredilere erişimi kolaylaştırmaları için tedbir alınacağını yönelik sözleri de bu kapsamda değerlendirilmeli. Bugün ithalata bağımlılığın azaltılması, buna yönelik belirlenen alanlarda yerli üretimin artırılması, “süper projeler” belirlenmesi gibi politikalar da Türkiye sermaye sınıfının artık sürdürülemez hale gelen yapısına palyatif bir müdahale amacı taşıyor. Kısa vadede kamu kaynaklarından sermayeye stratejik yatırımların teşviki adı altında fon aktarılacak. Orta vadede, olur da bu yatırımlar hayata geçerse, uluslararası işbölümünden ek roller kapılacak. Toplam ithalatı 20 milyar dolar civarında olan 43 ürünü seçip bunları üreterek ithalat bağımlılığının azaltılacağını öne sürmek ayrıca ele alınması gereken bir tuhaflık. Temel endüstrilerdeki altyapı eksikliği, ileri-geri bağlantılar çok da fazla dikkate alınmadan politika oluşturmak uluslararası sermayeyle dengeleri kollamakla yakından ilgili.

Elbette aynı çatı altında da açılar mümkün. Ama Şimşek’in uç okumayla korumacılığa yorulabilecek sözlerinin sermayeyi koruma odaklı olduğu, Partisiyle bu konuda ayrı köşelere düşmesinin mümkün olmadığı da açık.

Gülay Dinçel /SOL

Benzin yandı vergisi yaktı - SEMİH GÜVEN

Enerjide dışa bağımlılık akaryakıt fiyatlarında her geçen gün yeni zamlarla güne uyanmamıza yol açıyor. Son 6 günde benzine 27 kuruş zam yapıldı. Benzinden alınan KDV ve ÖTV ise benzinin fiyatından 2 kat daha yüksek durumda.


Akaryakıt fiyatlarında yaşanan yükselişler yurttaşların yola çıkmasını adeta lüks haline getirdi. Benzine geçtiğimiz günlerde yapılan 15 kuruşluk zammın ardından şimdi de dün 12 kuruşluk zam yapıldı. Böylece son 6 günde benzine 27 kuruş zam yapılmış oldu. Zamla birlikte İstanbul’da benzinin ortalama litre fiyatı 5,93 liraya yükseldi. 2018 başından itibaren benzin yüzde 6,5, motorine ise yüzde 4,5 zamlandı.
Hükümet ise benzin ve motorine yapılan zamları ‘fiyat güncellemesi’ olarak duyuruyor ve yükselişi dış etkenlere bağlayarak akaryakıttan alınan rekor vergiyi gizliyor.

Akaryakıtta fiyatların nasıl oluştuğunu ve fiyatların neden yüksek olduğunu sizler için derledik:
Vergisi akaryakıtın kendisinden yüksek
Fosil yakıt rezervlerinin Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamada yetersiz kalması ve yenilenebilir temiz enerji politikalarının yetersizliği nedeniyle Türkiye enerjide dışa bağımlı durumda ve enerji açığını büyük ölçüde ithalatla karşılamak zorunda kalıyor. Buna karşın akaryakıt, hükümet için bütçe açıklarını kapatmakta en önemli silah haline gelmiş durumda. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından en son Aralık 2017 dönemine ait açıklanan ‘Petrol ve LPG Piyasası Fiyatlandırma Raporu’na göre, aralık ayı fiyatlarıyla 1 lira 77 kuruş olan 95 oktan kurşunsuz benzinin fiyatı toptancı marjı, gelir payı, dağıtımcı ve bayi marjı ve toplam vergilerle birlikte 5 lira 57 lirayı buluyor. Söz konusu oluşumda ezici bir üstünlüğü vergiler oluşturuyor. Aralık 2017 fiyatlarıyla 1 lira 77 kuruş olan benzinin fiyatından neredeyse 2 kat fazla olan 3 lira 23 kuruş vergi alınıyor. Oluşan nihai fiyatının yüzde 57,92’lik kısmını vergi, yüzde 31,81’lik kısmını ürün maliyeti ve yüzde 10,27’lik kısmını piyasada faaliyet gösteren şirketlerin brüt kâr marjı ve gelir payından oluşuyor.
Bir diğer önemli akaryakıt olan motorinde de tablo vergi yükünün oldukça ağır olduğunu gözler önüne seriyor. 1 lira 88 kuruş olan motorin üzerinden 2 lira 56 kuruş vergi alınıyor. Böylece nihai fiyatın yarısının vergilere gittiği sonucu ortaya çıkıyor.

Tüm şirketlerin vergisi akaryakıtın ÖTV’si kadar!
2018 yılı için hükümet 66 milyar lira bütçe açığı öngörürken, sadece petrol ve doğalgaz ürünlerinden alınması planlanan ÖTV geliri 68,5 milyar lira olarak belirlenmiş durumda. Yine 2018 bütçesine göre Kurumlar Vergisi tahsilatının 70,7 milyar lira olması bekleniyor. Rakamlar hükümet için halktan akaryakıt için aldığı ÖTV’nin ‘olmazsa olmaz’ hale geldiğini gösteriyor. Petrol ve doğalgazdan alınması planlanan ÖTV hem toplam bütçe açığı rakamından yüksek, hem de neredeyse Türkiye’deki tüm şirketlerin ödeyeceği toplam vergi kadar.

Dolar dünyada düşüyor, Türkiye’de yükseliyor
Akaryakıt fiyatları belirlenirken dolar kuru ve uluslararası piyasadaki ham petrol fiyatları iki temel belirleyici durumda. Dolayısıyla liranın dolar karşısındaki değer kaybı, ürünün fiyatının artmasına yol açıyor. Dolardaki yükselişe ise Türkiye’nin yıllık 50 milyar dolara ulaşan cari açığı, yüzde 10’un altına inmeyen yüksek enflasyon, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından 6 kez uzatılan OHAL’in yarattığı belirsiz ortam ile kredi kuruluşlarının Türkiye’ye dair açıkladıkları olumsuz kredi notları yol açıyor. Dünyada dolar birçok para birimine karşı değer kaybederken, Türkiye ekonomisinde yaşanan kriz durumu nedeniyle lira karşısında yükseliyor. Aynı anda dünyada da petrol fiyatlarının artış yaşaması, akaryakıtta yükselişin daha da fazla olmasına yol açıyor.

Fiyatlar daha da yükselir mi?
Dolarda lira karşısında yaşanan soluksuz yükselişin sürmesi akaryakıtta ceplerin daha da yanacağı yönünde endişeleri kuvvetlendiriyor. Yılbaşında 250 liraya dolan ortalama 45 litrelik benzinli otomobil, şimdi 266 liraya doluyor. Öte yandan, petrol üreticisi ülkeler tarafından fiyatı artırılmak için arzı kısılan Brent Petrol’ün varili 70 doları aşmış durumda ve 100 dolara kadar yükselebileceği uzmanlar tarafından dile getirilmeye başlandı. Dolar ve petrol fiyatında yaşanan çifte yükseliş eğiliminin sürmesi, akaryakıtta her geçen gün yeni zamlar görebileceğimizin kuvvetli bir işareti olarak görülebilir.

***
Vergiler enerji lobilerine gidiyor
Türkiye’nin yanlış politikalarla enerjide dışa bağımlı hale getirilmesini eleştiren CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, hakın vergilerinin enerji lobilerine gittiğini söyledi. Partisinin grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu hükümete şöyle seslendi: 2016’da ithal enerji için 27 milyar dolar, 2017 için 37 milyar dolar, 2018 en az 40-50 milyar dolar olacak. Niye enerji sorununu çözmedin? Bu ülkede fakirden vergi topladın, götürdün vergileri ödedin. Bu hırsızlığı da aşan bir şey. Hırsız dediğin açtır, bunların karnı tok. Badem sütü ile besleniyorlar. Uçağa biner, arabaya biner, her şey emrinde, ne hırsızı ya!”

Semih Güven / BİRGÜN