8 Nisan 2018 Pazar

24 kurşuna bakar!’ - Işıl Özgentürk

Volkan Bayar, kısaca şöyle biri: Birlikte çalıştığı akademik personeli, sürekli FETÖ’cü diye ihbar etmiş. Bir yıl önce de sürekli tehdit ettiği 24 akademi üyesi tarafından rektöre şikâyet edilmiş ve o kısaca şöyle yanıt vermiş: “24 kurşuna bakar!” Sözünde durmuş, sürekli kendisini koruyan, şikâyet dilekçelerini hasır altı eden rektörün kendisi hakkında soruşturma başlattığını öğrendiği gün de fakülteyi basarak 4 akademi personelini öldürmüş. Silahı tutukluluk yapmasaymış sayının kaça çıkacağı bilinmiyor. 
OHAL ve KHK ile yüzlerce insanın işinden olduğu, emeklilik haklarını yitirdiği bir ortamda doğrusu Volkan Bayar gibi birinin, elinde silah fakülteyi basması hiç şaşırtıcı değil. Çünkü iktidar yaşadığımız ortamı öyle bir cehenneme çevirdi ki, Volkan’ların sayısı inanılmayacak kadar hızla arttı. Kimseler Volkan Bayar için, bu işi bir çılgınlık anında yaptı demesin. Volkan Bayar son derece aklı başında biri, o 15 yıldır başımızda ülkedeki her iyi şeyi yok etmeye var gücüyle çalışan, her şeyi allak bullak eden, cehaleti ve muhbirliği kutsayan iktidarın parlak bir ürünü.
 
Volkan’ı her yerde görmek mümkün: Trafikte, esnaf kahvelerinde, sokaklarda, barlarda, minibüslerde, taksilerde aklınıza gelen her yerde. Çünkü artık bu ülkenin sağlıklı yaşaması için gerekli olan adalet duygusu yok edildi ve herkes kendine göre bir adalet anlayışında. Ve herkes kendini her an güçlü ve en haklı görme alışkanlığı edindi. Bunu her yerde test etmeniz mümkün, örneğin bizim mahallede bir kadın arkadaşımıza şiddetle çarpan ve bir an bile durmadan geçip giden bir arabanın kadın şoförü, plakası alınmasına, tanıklara rağmen, “ben böyle bir kaza yapmadım” diye yalan söyleyebiliyor. Benim başıma geldi, sıradaki bir taksiye binip kısa bir mesafe söyledim. Sürücü anında yüzünü ekşitip, “Yürüseydin ya, sabahtan beri sıra bekliyorum” diye yakınmaya başladı. Bende de akıl işte, “Madem öyle sıraya girmeseydiniz” demek gafletinde bulundum, sürücü arkadaş anında benim Uberci olduğuma karar verdi ve Uberci’lerin bir Hollanda firmasına bağlı olduklarını söyleyerek onlara binenleri vatan haini ilan etti. Çünkü Uber’in parası PKK’ye gidiyormuş ve ben birden vatan haini oldum. Adam öyle kızgındı ki, hemen arabayı durdurup indim.

Açıkça söylemek gerekirse, sürekli yalanlanan ekonomik kriz, adalet duygusunun yok olması, insanların emniyet güçlerine güveninin sarsılması, ülkenin her yerinde çalışanın değil, işini iyi yapanın değil, muhbirlerin, yalakaların önemli yerlere getirilmesi bu ülke insanında büyük bir tedirginlik ve güvensizlik yarattı. Baba oğluna güvenmiyor artık, üniversite hocası ellerinde sürekli cep telefonlarıyla dersi izleyen öğrencilerine kuşkuyla bakıyor, işlerin iyi zamanlarında can ciğer olan iş ortakları birbirlerine kazık atmak için her sabah çeşitli planlar yapıyorlar. Anneler kızları için öyle endişeliler ki, her dakika başı kızlarını telefonla arayıp “neredesin” diye soruyorlar. Her meslek grubunda bir yozlaşma alıp başını gittiğinden kimse yarın ne olacağından emin değil. Bir muhbir sizi işinizden edebilir. Cehaletin baş tacı yapılması, vasatın el üstünde tutulması insanı her güzel şeyden soğutabilir. 


Bütün bunlara rağmen, ayakta durmaya çalışan, işini iyi yapmaya çalışan binlerce insan da var. Örneğin bu hafta bir filme gittim ve acayip bir sevinç yaşadım. Kültür Bakanlığı’nın projesini reddettiği Tolga Karaçevik’in Kelebekler filmi, doğrusu bu karanlık günlerde binlerce kelebeği benimle birlikte uçurdu. Arkadaş dayanışmasıyla çekilen filmden çıktığımda şöyle düşündüm: Türkiye coğrafi ve insan yapısı olarak öyle bir zengin ülke ki, her bölgesi ayrı bir insan profili, her bölgesi ayrı bir hikâyeler yumağı. Böyle olduğu için de ne olacağı, ne yapacağı belli olmayan bir ülke! İşte ben en çok bu özelliğimize güveniyorum. 

Bütün olumsuzluklara karşı, ülkede kadınlar “biz varız!” diye haykırıyorsa, tüm tutuklanmalara karşı hâlâ hukukçular, gazeteciler, yazarlar gerçeğin peşindeyse, öğrenciler kendi hayatları için iyiden ve doğrudan yanaysa, şeker fabrikaları, kıyılar, nehirler için direnenler varsa, hâlâ köylerde mucizeler yaratan öğretmenler işlerinden vazgeçmedilerse, korku artık ülkeyi usul usul terk ediyorsa, 15 yıldır ülkeye giydirilmeye çalışılan düzen elbette bir yerlerinden yıkılmaya başlayacak. Ben bize güveniyorum, bu ülkeye güveniyorum! 

Ütopya mı, öyle olsun, ütopya varsa hayat var demektir. Ve iktidar mensuplarına Ülkü Tamer’in dizeleriyle sesleniyorum: “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten!”

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

7 Nisan 2018 Cumartesi

Muhalefet “İslam’da güncelleme” için ne yapmalı- AYDIN TONGA / ODATV

Din adına hareket ettiğini söyleyen örgütlenmeler, hayata dair iddialarda bulunmaya ve bunun da ötesine geçerek siyasal iktidara talip olmaya ya da iktidara örtük veya açık destek vermeye başladıklarında kendiliğinden siyasetin içerisine girmiş olurlar. Zira siyasi bir özne olarak yaşamın içerisinde yer almak için özel olarak örgütlenmenizin başında “parti” adının yer alması gerekmiyor. Çünkü sanattan, bilime, hukuktan, sağlığa, felsefeye ve hatta spora karşı takınmış olduğunuz söylemler, açıklamalar doğrudan sizin siyasal duruşunuzu ve öznelliğinizi ortaya koyar. Bu noktada din adına hareket ettiğini söyleyen bir örgütlenme de siyasallaşmıştır ve dolayısıyla siyasal muhatap olmayı kabul etmiş demektir.
SİZİ BEKLEYEN BÜYÜK BİR TEHLİKE MEVCUT
Dini örgütlenmelerin sözünü ettiğimiz politik tutumlarına karşı verilecek mücadele ve eylem pratiği ise tahmin edileceği üzere hiçte kolay bir konu değildir. Çünkü bu noktada sizi bekleyen büyük bir tehlike mevcuttur. Şöyle ki, dini örgütlenmelerin siyasal söylemlerine, mücadele pratiklerine ve iktidar alanlarının meşruiyetine dair eleştirel tutum takındığınızda, başta o örgütler ve akabinde de onu destekleyen siyasal iktidar anında sizi “din düşmanı”  olarak kodlayabilecek ve buradan oldukça gerilimli bir fay hattı yaratarak, sizi o hattın beri tarafına izole etmek isteyebileceklerdir. Nitekim ifade ettiğimiz bu durum tarihte sıkça başvurulmuş bir yöntemdir. Burada amaçlanan dini/siyasal örgütler karşısında, muhatapları  “dinsizlik” yaftasıyla korkutarak adeta linç etmek ve akabinde de susturmaktır. Nitekim tarih bu durumun ibretlik örnekleri ile doludur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin dini örgütlenmeler ve iktidarın din siyaseti karşısında takındığı ürkek ve düşük profilli muhalif tavrı da bu noktada oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır. Çünkü bir yandan ülkenin ana muhalefetini temsil edip, öte yandan dini/siyasal örgütlenmeler karşısında layıkıyla eleştirel bir siyaset izleyememek, neticesi ağır olan sonuçlara yol açabilecektir.  Anladığımız kadarıyla CHP Genel Merkezi, bu ürkek muhalif tutumunu din karşıtı görünmemek ya da dinin toplumdaki hassasiyetini gözetmek gerekçeleriyle açıklamakta. Bu çekinceler önemli ve elbette üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir muhteviyata sahip. Nitekim dinin toplum içerisinde psikolojik, sosyolojik ve değer odaklı bir ilişkiler ağıyla yaşam bulduğu, insanın mana dünyasında önemli bir öge olarak var olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda gerek dinin bu öznel kimliğini gerekse de insanın din ile kurduğu ilişki biçimini elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Lakin din adına hareket ettiğini söyleyen, dini/siyasi yapılar için aynı durum geçerli değildir. Onlar ellerindeki imkan ve kabiliyetleri, öncelikle iktidarını savundukları din yorumu lehine değiştirmek için ve sonrasında da yaşamın dönüşümü için harekete geçirmektedirler. Yaşam ve iktidar dönüştürülüyorsa, burada artık siyasal bir muhataplık ilişkisi zorunlu hale gelmiştir. Tam da bu nedenden dolayı, siyasal/dini örgütlere karşı daha canlı, dinamik ve cesur siyaset izlenmesi gerekmektedir.
SONUÇ TAM BİR YIKIM OLABİLECEK
Peki ya aksi olursa? Yani siyasal din söyleminin saldırılarına ve dini örgütlenmelerin yarattığı tahribata karşı, CHP gibi laik ve seküler örgütler de “hassasiyet siyasetini” gerekçe göstererek harekete geçmez; bu zihniyete aktif, akılcı, dinamik, zinde bir muhalefet geliştirmezse ne olur? Kelimen tam anlamıyla, tarihsel süreç içerisinde, sonuç tam bir yıkım olabilecektir. Çünkü bu aşamada “bireyler ve toplum; korkutularak, sindirilerek, kandırılarak adeta kendi korkuları ile hipnotize edilerek, yanlış doğru kavramlarının yer değiştirmesi sağlanır. Değer yargısı kaybı ve kavram anarşisi içerisine itilen toplumlar sürekli olarak değişen düşman hedefler, art arda verilen sloganlarla şaşırtılır ve sonuçta pasif, aldırmaz, tepki vermeyen bireylere ulaşılır. Bu bireylerden oluşan toplumlar içine itildikleri düşünsel kaosta, telkin edilmek istenilen yeni düşünceleri, zararlı da, önceden tümüyle reddettiği fikirler olsa da pasif bir itaatkârlık duygusu içerisinde kabul etmeye başlarlar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu algılamayacak konuma indirgenen toplumlar, içine itildikleri kavram kargaşasında daha önce savunduğu değerler sisteminin tümüyle aksi değerleri sessizce kabul etmeye, sebep sonuç ilişkilerini irdelemez hale gelerek kendilerine empoze edilen her şeyi kendi düşünceleri gibi kabul etmeye başlarlarBu durum ise öğrenilmiş ya da öğretilmiş çaresizliktir”[1]
HZ. MUHAMMED ÖLDÜKTEN SONRA NELER OLMUŞTU
Öte yandan dini siyasal söylemlerin tarihi ve yarattığı kaosta yeni değildir. Örneğin İslam peygamberinin ölümünün ardından yüzyıl geçmeden yüz bini aşkın Müslüman savaşlarda öldürülmüştür. Üstelik savaşın iki tarafı da Müslüman’dır. Üçüncü halife Osman’ın evini günlerce kuşatıp sonra da onu döve döve öldürenler Müslüman’dır. Yine dördüncü halifeye suikast düzenleyip katledenler, oğlu Hüseyin’i çocukları ve yakınlarıyla öldürenler Müslüman’dır. Mekke’yi iki defa kuşatıp, kabeyi yakılma tehlikesiyle baş başa bırakanlar, Harre vakası sonrasında Medine’de üç gün sürecek yağmayı başlatanlar, Müslüman halkın malını bile ganimet diyerek talan edenler Müslümanlardır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Diyeceğimiz Cumhuriyet Halk Partisi yaşanılan sorunun yalnızca güncel değil, tarihsel ve teorik boyutları da olan bir sorun olduğunu görmelidir.  
Ve tam da bu sebeplerden dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “dinde güncelleme”  açıklamasına, CHP liderinin “dinde güncelleme olmaz” demesi ya da CHP Grup başkan vekili Engin Altay’ın “ayetleri sorgulamak işi değil” diye cevap vermesi oldukça önemli bir tartışmayı güncelin içinde “boğmak”,hadiseleri şimdi ve an üzerinden okuyarak, olayın  “politik kimliğini” hiçleştirmek anlamına gelmektedir. Oysaki bu noktada CHP, iktidarın din siyasetini teşhir etmeli, dini örgütlerle kurduğu ilişkiyi gözler önüne sermeli ve bugün pek revaçta olan “fetvacıların” arkasındaki güç üzerinden bir cevap vermeliydi. Buna karşın ana muhalefet tartışmaya, konuyu bağlamında okumak yerine -muhtemeldir ki yine o “hassasiyet” siyasetinden yola çıkarak- dini “savunma” yöntemiyle dâhil oldu. Hâlbuki korkunun ecele faydası yoktu. CHP burada iktidarın sorumluluğunu açığa çıkarmalı, Osmanlı’da Kadızadelileri,[2]  Günümüzde Fethullahçı Örgütü bir kez daha hatırlatmalıydı.
Geldiğimiz noktada şunu ifade etmemiz gerekir ki, siyasetin merkezine dinin yerleştirilmesi kadar dinin siyasete alet edilmesi de kabul edilemez. Tarih, bu kabulün sonrasında kurulan darağaçlarının, engizisyon mahkemelerinin, bedenleri ateşe verilen insanların,   “kutsallık”  iddiası ile yakıp yok edilen hayatların utanç verici örnekleriyle doludur. Elbette bugün, dün yaşanan aynı örneklerle karşılaşmayabiliriz. Fakat bilimden, sanattan, doğadan yüzünü çeviren; kadını bir biçimde “saklama kabına” hapseden, kendinden olmayanı düşman ilan edip, dinsiz diye linç etmeye çalışan zihniyetin inşa ettiği hayat, adeta kolu kanadı kırılmış, kötürümleştirilmiş bir hayattır. Bu hayatın ruhumuzdaki tesirini ve acısını görmek için onu yaşamamız gerekmiyor. Ana muhalefet olup bitenleri ısrarla bir “korku” sığınağından yorumlamak istiyorsa, gözünü biraz da giyotine, diri diri yakmak için insan kovalayan Engizisyon mahkemelerine, idam fetvalarına, dili kesilen, sürgün edilen, katledilen bilim insanlarına çevirmelidir.[3]
Aydın Tonga / Odatv.com
[1] Halis Çetin, Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu,İletişim yay.
[2] Aydın Tonga, Osmanlı’nın Paralel Devleti Kadızadeliler, Doğu Kitabevi.
[3] John Bury, düşünce Özgürlüğünün Tarihi

Tanrının gözü - ORHAN GÖKDEMİR

Amerikalı astronom Edwin Hubble 1920'lerde tüm zamanların en şaşırtıcı keşiflerinden birini yaptı; Evren durağan değildi. Gökyüzünde asılı duran yıldızlardan oluşan bir evren algısı yanılsamadan ibaretti. Hubble, o güne dek nebula zannedilen çok uzaklardaki pek çok gök cisminin her birinin yüz milyarlarca yıldız barındıran birer gökada olduğunu fark etmişti. Üstelik bu gökadalar büyük bir hızla birbirlerinden uzaklaşıyordu. Evrendeki her şey, sürekli büyüyen, genişleyen sonsuz bir balonun içindeydi. Haliyle bilinen evren de bildiğimizden çok büyük olmalıydı. Samanyolu galaksisinden ibaret sandığımız evrenin anlamını değiştiren keşif bu oldu. Onun bu keşfiyle insanlık ailesinin evren algısı birden bire milyarlarca kat büyüyüvermişti.


Şimdi onun adını taşıyan bir teleskop dolaşıyor Dünyanın yörüngesinde. 24 Nisan 1990’da Uzay Mekiği Discovery tarafından taşınmış Dünya dışına. 28 yıldır görevde. Hubble Uzay Teleskobundan (HUT) söz ediyorum. HUT, NASA ve Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) ortak çalışmasının ürünü. Bu tür bir teleskopun inşası 1923'ten beri gündemdeydi. Ancak gereken fon 1970’li yıllarda bulunabildi. Yapımına girişildiğinde plan teleskobun 1983'te uzaya gönderilmesiydi. Teknik aksaklıklar, bütçe sorunları ve Challenger faciası nedeniyle plan hedefleri tutturulamadı. Nihayet 1990'da yörüngeye yerleştirildikten sonra da ana aynanın teleskobun çalışmalarını kısıtlayacak şekilde yanlış yerleştirildiği fark edildi. Sorun üç yıl sonra bir uzay mekiği yolculuğunda giderilebildi.
HUT, Dünya atmosferinin dışında konumlanması sayesinde, yeryüzündeki teleskoplara kıyasla pek çok avantaja sahip. Mesela atmosferin olumsuz etkilerinden azade. Bu sayede yüksek çözünürlüğe sahip kamerasıyla görünür ışık ile en uzak mesafeden detaylı görüntüler alıyor. Bu görüntüler, evrenin genişleme oranı gibi çözümü zor alanlarda devrimsel sonuçlar yaratıyor. Onun sayesinde şimdiye kadar gözlemlenebilmesi mümkün olmayan, milyarlarca yıl yaşında binlerce galaksiye meraklı bakışlar atıyoruz. Evrenin bugünkü halini almak üzere yola çıktığı o ilk anlara onun merceği sayesinde bakıyoruz ve var oluşumuzun köklerini görüyoruz.

***

Yardımıyla elde edilen verilere göre gözlemlenebilir evren 13,8 milyar yıl yaşında. HUT büyük patlamadan hemen sonra oluşan ve “havai fişek” patlamasını andıran yıldızların görüntüsünü yakaladı mesela. Büyük patlamadan sadece 2,7 milyar yıl sonra oluşmuş bir galaksideki yeni doğan yıldızları oluşturan kümelerin çok net görüntülerini ortaya çıkardı. Bu galaksi güneşten 11 milyar ışık yılı uzakta. Fotoğraflara bakan astronomlar zaman ve mesafe arasındaki bağlantıdan dolayı 11 milyar yıl önceki halini gördüler haliyle. Geçmişe, bildiğimiz evrenin yola koyulduğu 13,8 milyar yıl öncesinin sadece birkaç milyar yıl sonrasına bakıyorlar demek ki. Tanrı olsa başka ne görebilir ki?

HUT’un görüş açımızda yaptığı radikal değişikliği şöyle özetleyeyim. Daha yakın zamana kadar evren insanlık için Samanyolu gökadasından ibaretti. Şimdi Samanyolu’nun evrende bir kum tanesinden ibaret olduğunu biliyoruz. Gözlemlenebilir evrende yapılan incelemeler gökadaların yüzlercesinin bir araya gelerek kümeler oluşturduğunu gösteriyor. Bizim gökadamız olan Samanyolu’nun yerel kümesinde 40’tan fazla irili ufaklı gökadanın bulunduğu tahmin ediliyor. Kümenin en büyük elemanları Samanyolu, Andromeda ve Triangulum gökadası. Evrenin kısmen seyrek nüfuslu bir bölgesindeyiz yani. Bu kümeler de belli sayılarda bir araya gelerek çok daha büyük yapılar olan “Süper Kümeleri” meydana getiriyorlar.

Samanyolu gökadasının kıyısında önemsiz küçük bir yıldız olan Güneş galaksideki 200 milyonu aşkın yıldızdan biri. Yine de çapı Dünyanın çapının 110 katı büyüklüğünde. Kendi ekseni etrafında saatte 70 bin km hızla dönüyor ve bu hıza rağmen bir turunu 25 günde tamamlıyor. Yaşının 8 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor.

O Güneşin etrafından dönen mütevazı gezegenlerden biri olan genç Dünyamız kaç yaşında peki? Kutsal kitapların birkaç bin yıl ömür biçtiği Dünyanın yaşının da yaklaşık 4-5 milyar yıl olduğu kabul ediliyor. Delili kayaçlar. Dünyadaki en eski kayaçlar, Grönland’ın batısında bulundu ve yaşları yaklaşık 4,1 milyar yıl olarak saptandı.

***

Demek ki HUT’u evrenin uzak bir köşesine çevirdiğimizde aşağı yukarı 10 milyar ışık yılı derinliğinde bir alana bakıyoruz ve muazzam bir sonsuzluğun ortasında buluyoruz kendimizi. Kaba hesap, saniyede 300 bin kilometre hızla 10 milyar yıl yol almak demek bu. Düşünün, HUT’un camına çarpan en uzak galaksinin ışığı yola çıktığında daha Güneş oluşmamıştır, Dünyadan en ufak bir iz yoktur. Belli ki bu muazzam sonsuzluğun ne yaratılmaya ne de bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Her şey her an o muazzam sonsuzluğun içinde olup bitmektedir. Evrenin milyarlarca ışık yılı ötesinde bir yerde yeni bir hayat filizleniyor, milyarlarca ışık yılı berisinde var olan bir başkası kendi üzerine çöküp yok oluyor. Var olan yok olmayı, yok olan var olmayı hak ediyor. Eskiyen, çürüyen düşüyor, taze olan, yenilenen yükseliyor.

***

Ama çok şükür HUT’un kışkırtıcı ve yıkıcı bakışlarından uzakta, inancın korunaklı alanında huzur içinde yaşayıp gidiyoruz biz. Mesela AKP’li Metin Külünk Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikenin Deizm olduğunu söyledi. Deizm ise onun tarifine göre, “Kuransız İslam, peygambersiz Kuran, daha da ötesi Allah’ın yeryüzünde hiçbir şeye karışmayacağının iddia edilmesi”ydi. Hâlbuki Külünk’ün “din elden gidiyor” diye dövündüğü sırada haksızlıktan, hukuksuzluktan boğuluyordu ülke. OHAL sopası 80 milyonun başında sallanıp duruyordu. Yoksuldan alıp zenginin cebine doldurmuşlardı. Her sokağa bir imam hatip projesi yetmemişti ve imamları evlere göndermeyi planlıyorlardı. Ama sıkıntılıydılar hâlâ. Çünkü ne zulmü, ne hırsızlığı, ne tecavüzü, ne yalanı, ne dolanı, ne yağmayı, ne sömürüyü önleyebilmiş değildi bunlar. Tam tersine toplum bir ahlaksız deryasında debelenip duruyordu ve kendi üzerine çökmek üzereydi.
Zamanın akışı Deizme mi yoksa dine doğru mu bilmem. Ustanın dediği gibi din bunalmış yaratığın iç çekişi, merhametsiz dünyanın ruhu ve akılsız bir çağın aklıdır. Ağrı kesici böyle toplumlarda elzemdir.

Ama Hubble’ın aynası var bir de. Aydınlanmanın ışığıdır yansıttığı. Ve neye, kime inanırsa inansın o aynada gördüğünden ibarettir insanlık.

Orhan Gökdemir / SOL

Lula cezaevine girerken: Brezilya'da sivil darbe - KORKUT BORATAV

Brezilya burjuvazisi, finans kapital ve ABD’nin üç yıldır tezgahladığı “sivil darbe”nin son aşaması tamamlandı.

İlk aşamada, 2014’te ikinci kez Başkanlığa seçilmiş olan Dilma Roussef iki yıl geçmeden görevden alınmştı. Suçu neydi? Seçim kampanyasında devlet imkânlarını kullanmış olması…

İkinci aşamada da bir önceki başkan Lula, “düzmece” bir yolsuzluk davası sonunda dokuz yıl ceza yedi; ilk aşama itirazı reddedildi; mahkumiyeti 12 yıla çıkarıldı. Suçlama neydi? “Pişmanlık affı”ndan yararlanmak isteyen bir yolsuzluk sanığının iddiası: Lula’ya OAS şirketinden rüşvet olarak verilen bir villa… Ama bir sorun var: Konutun mülkiyeti hâlâ aynı şirketin üzerindedir; Lula ve ailesi de burada hiçbir zaman oturmadı.


Temyiz başvurusunun sonuçlanması vakit alacaktı; Ekim 2018 Başkanlık seçimlerinde Lula aday olacağını açıklamıştı ve anketlere göre açık-ara öndedir. Seçilince Lula dokunulmazlığa kavuşacak; Başkanlık Sarayı’na geçebilecekti. Bu felaket senaryosunu önleyecek tek seçenek kalıyordu: Hızla cezaevine atmak… Lula’nın, “temyiz aşamasının sonlanmasına kadar tutuksuzluk” başvurusu 4 Nisan’da Yüksek Mahkeme tarafından 6 / 5’lik oylama ile reddedildi. (Brezilya’da tutukluluk halinin seçilme hakkını önlediği anlaşılıyor.)

Lula bugünlerde cezaevine girecek; Başkanlık seçimi bu tehditten arındırılacak; Brezilya da on altı yıl önce başlayan “solcu Başkanlar kâbusunu” temelli arkada bırakacaktır. Veya öyle umuluyor…

Ben de bu vesileyle, Dilma Rousseff’in görevden alınması sırasında kaleme aldığım (sendika.org sitesinde yayımlanmış) bir yazıdan bazı bölümler aktarmayı düşündüm.

ADALET SERMAYENİN EMRİNDE
Brezilya İşçi Partisi on dört yıldan beri, yani Lula da Silva’nın (2003-2010) ve Dilma Rousseff’in (2011 ve sonrası) başkanlıkları döneminde iktidardadır. Sermaye “artık yeter” demektedir.

Rousseff’in başkanlık süresinin bitimine 33 ay var. Acele ediliyor; erkenden görevden alınması isteniyor. İlaveten, tekrar aday olduğunda seçimi kazanma olasılığı yüksek olan Lula’nın siyasete dönmesi de önlenmeli; İşçi Partisi iktidardan (mümkünse temelli) uzaklaştırılmalıdır. Bu nedenle, Rousseff’in parlamento tarafından azledilmesi; Lula’nın da tutuklu olarak yargılanıp hüküm giymesi gerekiyor.

İşçi Partisi parlamentoda azınlıktadır. Sağcı partiler, görevden alma çoğunluğunu oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sürecin polis ve yargı ayağı da belirleyicidir. Brezilya’da federal yargının tutucu-sağcı çevrelerin kontrolünde olduğu ileri sürülüyor. Federal polisin ise FBI ile işbirlikleri biliniyor.

Federal savcılar tarafından yürütülmekte olan kapsamlı bir yolsuzluk soruşturması söz konusudur. Soruşturmanın siyaset ayağında, kamu mülkiyetindeki enerji şirketi Petrobras’tan on yıl boyunca İşçi Partisi’ne 150-200 milyon dolar aktarıldığı iddiası yer alıyor. Madalyonun diğer yüzü de var: Lula’nın, Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetlerini kösteklediği biliniyor.

Federal polis, sabahın 6’sında Lula’yı gözaltına alıyor; dört saat sorguya çekiyor; militan bir savcının tutuklama isteğiyle mahkemeye sevk ediyor. (Başkan Rousseff’in Lula’yı hükümete atayacağı öğrenilince tutukluluk kararı verilmiyor.)

BURJUVAZİ ILIMLI SOLA DA KARŞI
Bu noktada, Brezilya’da on dört yıllık İşçi Partisi iktidarına dönük soldan gelen eleştirileri hatırlatalım.

Programı sosyalist öğeler içeren İşçi Partisi, zamanla sınıf mücadelesini siyasete yansıtan bir örgüt olmaktan çıkmış; seçimlere öncelik veren geleneksel bir partiye dönüşmüştür. 

Daha da kötüsü, yöneticiler, iktidarın maddi nimetlerinden kişisel olarak veya İşçi Partisi lehine yararlanma yöntemlerinde ustalaşmıştır. Yolsuzluk suçlamalarından bireysel olarak arınsalar dahi, Lula ve Rousseff bu yozlaşmadan sorumludur.

İktisat politikaları da “uzlaşmacı” olmuştur: 2003-2014 arasında neoliberal reçetelerin enflasyon hedeflemesi, sıkı para ve maliye politikaları gibi) öğeleri ısrarla izlendi. Devlet bankaları, sermayenin bazı katmanlarına cömert teşvikler sundu.

Ancak, madalyonun diğer yüzü de var: Bu iki siyasetçi, neoliberalizmin bölüşüm reçetelerine itibar etmedi. 2014’e gelindiğinde, Brezilya toplumunun sınıflar arası güç dengesinde emekçiler lehine önemli değişiklikler gerçekleşmişti. İşsizlik oranı çarpıcı boyutlarda düşmüştü. Sosyal harcamaları hızla yükselmiş; finansmanı, burjuvazinin artan vergi yüküyle sağlanmaktaydı.

Dahası, Lula ve Rousseff, ABD’yi dışlayan iki işbirliği örgütünün (Unasur ve Mecrosur’un) liderliğini üstlendi. Başta Venezuela, diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verdi.

Emek lehine etkili yeniden dağıtım öğeleri ve emperyalizmden bağımsız bir dış politika izleyen siyasi iktidar ile Brezilya burjuvazisi arasındaki gerilimler 2014’te kopma noktasına geldi. “Neoliberal teknokrat” Neves’in seçimleri kazanması bekleniyordu. Rousseff, yoksul Kuzeydoğu eyaletlerinin ve kent varoşlarının desteğiyle seçimleri kazandı.

Dört yıl beklenemezdi. Sermayenin karşı saldırısı hızla başlatıldı.

EKONOMİK KRİZ AĞIRLAŞTIRILIYOR
2009’da uluslararası krizi en hafif (aşağı yukarı sıfır büyüme ile) atlatan çevre ekonomilerinden biri Brezilya’dır.
Brezilya nasıl başardı? 
Lula, kamu harcamalarını yukarı çekti; bütçe açığı biraz yükseldi; iç talep kamçılandı; dış talepteki gerilemeyi telafi etti. Ekonominin dış dengesi bu önlemlere imkân veriyordu.
2014’te Rousseff ikinci defa iktidara geldiğinde Brezilya 2009’u andıran bir dış şokla karşılaştı. Ana ihracat kalemlerini oluşturan ham madde fiyatları ve dış talep gerilemekteydi. Ekonomi durgunlaşmıştı. Rousseff de 2009’daki genişleyici politikalara başvurmayı hedefliyordu. Ne var ki, uluslararası sermaye, seçimlerden hemen sonra sert bir kemer sıkma reçetesi önerecekti: Faizler yükseltilecek; kamunun harcamaları hızla daraltılacak, borç yükü aşağı çekilecek… Aksi halde sermaye kaçışı hızlanacak; döviz fiyatları tırmanacak; Brezilya uluslararası piyasalardan dışlanacaktı. 2009’daki dış denge kaybolmuştu. 
Rousseff hızla teslim oldu. Merkez Bankası, politika faizlerini %14,25’e yükseltti. Maliye Bakanlığı kaskatı bir neoliberal olan Joaquim Levy’ye verildi. Bu zat, sosyal harcamalardan başlayarak bütçeyi tırpanlamaya başladı. Önceki dönemde neredeyse tam çalışma sağlanmış; işsizlik %4,9’a inmişti. Levy, bu duruma hayıflanıyor; sınıfsal pozisyonunu açıkça ortaya koyuyordu: “Emek arzını (yani işsizliği) artırmadan büyüyemeyiz.”

Son darbeyi Standard & Poors (S&P) vurdu: Brezilya’nın uzun dönemli dövizli borçlarının puanını hurda (“junk”) düzeyine indirdi. Bu karar bir skandaldır. Zira, son üç yılın ortalaması alınırsa Brezilya’da dış borçlarının milli gelire oranı %22’dir.

Durgunlaşan bir ekonomiye daraltıcı maliye ve para politikaları uygulanırsa ve sermaye kaçışı tezgâhlanırsa, sonuç bellidir: 2015’te milli gelir %3 düştü; küçülme 2016’ya da taşındı.

BURJUVAZİ MEYDANLARI ELE GEÇİRİRSE...
Ne var ki burjuvazinin asıl önceliği neoliberal program değil, Rousseff’in iktidardan uzaklaştırılmasıydı.

“Kanbersiz düğün olmaz”; sokak desteği (“turuncu”) olmayan silahsız bir darbe eksik kalır. Rousseff’in yeniden başkanlığa seçilmesinden iki ay sonra “beyaz Brezilyalılar”, küçük burjuvalar, profesyonel, eğitimli, diplomalı katmanlar, burjuva çocukları özellikle Güney eyaletlerinde meydanları işgal etti; “Rousseff istifa”, “görevden alınsın” sloganlarıyla sokak gösterilerini başlattı. Orkestra şefliğini büyük medya üstlendi; dış basına “milyonlar yolsuzluklara ve Rousseff’e karşı ayaklanıyor” mesajları aktarıldı.
Gerçekçi gözlemciler gösterileri, “zengin, iyi bakımlı Brezilyalıların protestoları” olarak betimliyor. Yaşam koşullarından yakınma var; ama bunlar özel okul harçlarının, özel sağlık sigorta primlerinin yükselmesi gibi sınıfsal şikayetler içeriyor; sosyal politika talepleri değil…

Aşırı sağın anti-komünist, ırkçı sloganları benimseniyor, hatta askeri darbe çağrıları yaygınlaşıyor. Bazı yorumlara göre, bu hareketleri sürükleyen etken, ayak takımının, yoksulların kazanımları karşısında Brezilya seçkinlerinin hazımsızlıkları, ürküntüleridir.

İşçi Partisi, meydanları burjuvaziye nasıl teslim etti? Yanıt, bir boyutuyla bu partinin militan sınıf mücadelesinden uzaklaşan ılımlı solculuğunda aranabilir. Bir diğer boyutuyla da, kriz yönetiminde neoliberal reçetelerden, sermayenin programından, tamamen kopmayı göze alamamasıyla ilgilidir.

2018'DEN GÖZLEMLER
İki yıl önce bunları yazmıştım. Dilma bir ay sonra parlamento tarafından azledildi. “Sivil darbe” tezgâhçılarından biri olan Başkan Yardımcısı Temer, görevi devraldı. Sağ siyasetten gelen bu zat, katı bir “kemer sıkma” programını hayata geçirdi; özellikle sosyal harcamaları kıstı; emeklilik haklarını tırpanladı. Ekonomi, finans kapitalin vaat ettiği canlanma yerine durgunluğa saplandı. Temer, “Brezilya’nın en sevimsiz, hatta en çok nefret edilen Başkanı” olarak tarihe geçti.

Brezilya’dan bir iktisatçı, Matias Vernengo, “tarihsel olarak oligarşinin siyasî kolu olarak kullanılmış olan yargının” Lula’nın hüküm giymesinde oynadığı rolü hatırlatıyor ve Ekim’deki seçimlere bakarak şunları yazıyor: “Asıl tehlike, Brezilya’nın [yeniden] durgun, ihracata dayalı bir ekonomide rantların az sayıda güçlü aile arasında paylaşıldığı, büyük çoğunluğun dışlandığı oligarşik bir devlete dönüşmesidir.” (NACLA, 30 Mart)

Bu yorum, bence eksiktir; zira, Rousseff ve Lula’ya karşı yapılan “silahsız darbe”nin daha kapsamlı bir saldırının parçası olduğunu göz ardı etmektedir. ABD emperyalizmi, finans kapital ve yerel burjuvazilerin oluşturduğu bir ittifak, son dört yılda Latin Amerika’daki pembe-kırmızı dalgayı topluca ve kalıcı olarak tasfiye etme operasyonuna girişmiştir: 

“Yumuşak” yöntemlerle Arjantin, Şili, belki de Ekvator’da; silahlı darbe ile Honduras’ta, belki Venezuela’da; sivil darbelerle Paraguay ve Brezilya’da…

Kapitalizmin ve emperyalizmin dünya çapında meşruiyet krizine saplandığı dönemin Latin Amerika örnekleri… Her yerde olduğu gibi inşayı, yenilenmeyi, dinamizmi değil; yıkımı, karanlığı, gericiliği, giderek faşizmi besleyen dönüşümler.

Tabii ki Orta Doğu’yu ve artık orada yer alan Türkiye’yi kapsayan bir çürüme dönemi…

Korkut Boratav / SOL

Bayar: ‘Enkaza’ dikilen tüy - ERK ACARER

Akademi dünyası Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi'ndeki (ESOGÜ) katliamla sarsıldı. Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı Dr. Mikail Yalçın, Fakülte Sekreteri Fatih Özmutlu, Dr. Serdar Çağlak ve Araştırma Görevlisi Yasir Armağan'ın otopsi işlemleri tamamlandı. Aileler cenazeleri aldı.”
‘Nerede?’ şartında ’eğitim kurumu’ yazan bir haberin içeriği için gerçek üstüymüş gibi duran ağır ifadeler. Fakültede işlenen cinayet, gerçekte her yönüyle AKP iktidarının 16 yılda Türkiye’yi nereye getirip, bıraktığını gösteren, büyük ve acı verici bir örnek. “Ne alakası var?” diye itiraz edenler olacaktır. Maddeler halinde anlatmaya çalışalım.

Katili ve suçluyu koruma geleneği
Hedeflerden biri olduğunu söyleyen ve dışarıda bulunduğu için katliamdan kurtulan Doç. Dr. Ayşe Aypay, “Bırakın, konuşacağım” diyerek olayın perde arkasını aktardı. Aypay, "Rektörlük, Volkan Bayar hakkında dilekçelerimizin sisteme girmemesi için memurlara talimat verdi. Kavga dövüş işleme soktuk dilekçeleri. Hiçbirine yanıt alamadık” dedi ve sordu: “Dokundurtmadılar. Şimdi açıklasın Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Başkanı, rektör. Eşim, Bayar’ın ifadeleri yüzünden işinden atıldı, 5 buçuk ay hapis yattı. Bir çok arkadaşım mağdur oldu. Kim verecek bunların ve 4 canın hesabını? ”


Hrant Dink cinayetinden, IŞİD bombacılarından, istismar edilen kadın ve çocuklardan alışık olduğumuz bir tablo bu. Görmezden gelinen, ‘dahası yol verilen’ örgütlü bir suçun yolu. “Bir tuğla çekilirse, duvar yıkılır” sözleri AKP iktidarında adeta kurumsallaştı. 4 akademisyen cinayeti, 'duvar yıkılırsa altında kalırım’ korkusuyla katili ve suçluyu koruma geleneğinin, en uç noktaya geldiğinin kısa izahı.

Şiddetin meşrulaştırılması
Üniversitedeki katliam, 15 Temmuz darbesinden sonraki idam tartışmaları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan ölüm güzellemeleri ve ölüm vaatlerinin temize çekilmesi gibi. Bunlardan kopuk değil! Araştırma Görevlisi Bayar’ın silahından çıkan kurşun, İstanbul Başakşehir Osmangazi İlköğretim Okulu’nda görev yapan Aydın Erekmen adlı öğretmenin sınıf öğrencilerinin elllerine tutuşturduğu idam ipi bit nevi!

Suçun yeni tanımı
Volkan Bayar, gerçekleştirdiği katliamın ardından “Pişman değilim” dedi. Durum, ’suçun’ yeniden tanımlanması, failin kendini konumlandırması ve ‘gerçekte hissettikleri’ ile ilgili. Belki de yine, 15 Temmuz’dan ve hemen sonrasından bir örnek vermek mümkün. Bayar vakası, AKP polisinin, darbe sabahı işkence altındaki binbaşıyı 10 aylık kızına tecavüzle tehdit etmesine beniyor. “Pişman değilim” dedi Volkan Bayar. Takip edin; mahkemeye çıktığı ilk gün “Erdoğan’a selam gönderip ‘vatan ve teferruat’ vurgusu yapacak. 'O gün’, “Her türlü günahınıza, ruhsal çarpıklıklarınıza, huysuzluklarınıza, yolsuzluklarınıza, çıkarlarınıza ‘vatanla’ kılıf buluyorsunuz” denmemişti. Yine denmeyecek! Suçun ‘yeniden tanımı' karşısındaki sessizlik sürecek.

Kutuplaşma dili ve ‘görevlendirme’
Öncelikli olarak oy kaygısına dönük, ayrıştırma ve kutuplaşma dili toplumu dört bir yandan sardı. “Öteki” algısı yaygınlaştırıldı. ‘Erdoğan’ın kişisel beka projesinde’ iki tür kurban yaratıldı. ‘Kullanışlılar’ ve ‘geri kalanlar.’ Bayar’ın gerçekleştirdiği katliam, bu ayrışma ve derin kırılmanın sonuçlarından biri. Türkiye’ye tutulan ‘Bizdensen, her yol mübahtır’ çanağı! Görevlendirmenin, sırt sıvazlamanın, ‘benim esnafım’, ‘benim polisim’, ‘benim vatandaşım’ sözlerinin bir tezahürü. Bayar, ‘makul şüpheli yasası’nın, ‘muhbir vatandaş’ konseptinin kağıt üzerinden uygulamaya geçmiş temsilcisi.

696 sayılı KHK
Üniversitedeki cinayet, aynı zamanda 4 ay önce yayımlanan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) öne çıkan 121'inci maddesi. Bu madde, darbe girişimi ve sonrasındaki eylemlere müdahale eden sivillerin cezai sorumluluğunu ortadan kaldırıyor. Bayar, bu madde kapsamında, “Terörle mücadele ediyorum” diyen herkesin ‘başkasını boğazlayabilme’ potansiyeli taşıdığı endişesinin gerçeğe dönüşmesi.

Silahlanmadaki artışın göstergesi
Bireysel silahlanmaya karşı mücadele veren Umut Vakfı verilerine göre 2017 yılında, bireysel silahla 3494 olay yaşandı. Vakaların, yüzde 40.7’si tüfek, yüzde 35.37’si tabanca, yüzde 20.58’i kesici aletler, yüzde 3.32’si beylik silah ve ‘sıkı durun’ oran düşük olsa da; 0.03’ü dinamitle gerçekleşti. 2017 yılındaki vakalar, bir önceki yıla göre yüzde 28 oranında arttı. Üstelik, bunlar sadece medyaya yansıyanlar. Üniversiteye ceket cebinde dolmakalemle girmesi gerekirken, belinde tabanca ile girip, meslektaşlarına 23 kurşun sıkan Bayar, silahlama boyutunu deşifre eden önemli bir istatistik.

Bilimin, kurumların çöküşü
Olayın ardından, Eskişehir Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Cemil Yücel; “Saldırganın akli dengesi yerinde değildi” deyince ‘o tuhaf soru’ öylece ortada kaldı: “O halde, akli dengesi bozuk birini neden bir bilim kurununda istihdam ettiniz?”

Bayar, Memur-Sen’in ‘Eğitim ve İnsani Bilimler Dergisi’nde makale yazıyordu.“Erdemli İnsan Yetiştirme Modeli: Hacı Bektâş-ı Velî Felsefesinden Çağcıl Eğitim Sistemleri İçin Bazı Çıkarımlar” başlığıyla bir makalesi yayımlandı. Volkan Bayar kimdir sorusunun karşılığıdır bunlar. ‘Gerçekte ve aslen’ iktidara yakın olan yapıların bir şer odağına dönüşümü, riyakarlığın ürkütücü boyuta ulaşması, kurumların çöküşü, bilimin bitişidir.

Bayar, büyük bir ‘Yeni Türkiye’ fotoğrafıdır. 14 yıllık yıkıntılar üzerine son iki yılda dikilen tüydür. Her şeyi aynı anda gösteren korkunç bir enkazın anafikri, sonuç kısmı, anlama kılavuzudur!

Erk Acarer / BİRGÜN

Kamera babaların elindeyken... - UĞUR KUTAY

Başını Guillermo Del Toro’nun çektiği bir İspanyol sinemacılar ekibi var, kamerayı İspanya İç Savaşı ve Franco faşizmiyle hesaplaşabilmek için bir araç olarak kullanıyorlar. Filmleri belki faşizmin kökeni ve nedenlerinden ziyade sonuçlarıyla ilgileniyor, ama ‘buna da şükür’ dedirten bir çağda, buna da şükür…

Bu ekipten Sergio Sanchez adını 7337 (2000) adlı kısa filmle duyurmuştu. Bu filmde 1973 yılında İspanya’da bir köy okuluna atanan genç öğretmenin hikâyesini izleriz. Genç kadının geldiği okul binası yıllardır boş ve bakımsız haldedir. Öğretmen büyük bir temizlik ve onarım işine girişir, bu sırada hüzünlü çocuk hayaletleriyle karşılaşmaya başlar. Görünürde doğaüstüyle ama aslında okulun/ülkenin geçmişiyle yaşadığı bu karşılaşmalar sonucu öğretmen 1937’de -İç Savaş’ın en korkunç zamanlarında- okuldaki çocukların nasıl bir zulümle karşılaştığını öğrenir. ‘37’nin karanlığı ‘73’te ortaya çıkar.

İç Savaş yetimlerinin yaşadığı dehşeti anlatan El Espinazo del Diablo/Şeytanın Belkemiği (2001) ve hasta annesiyle üvey babası olan faşist komutanın evinde yaşamak zorunda kalan küçük kızın dramını paylaşan El Laberinto del Fauno/Pan’ın Labirenti (2006) gibi filmleri yapan bu sinemacılar işte bu yüzden çok önemli: Faşizmi unutturmuyorlar.

Daha da önemlisi, meseleyi Franco faşizmine indirgemeden anlatmak gibi bir dertleri var. Del Toro’nun son filmi The Shape of Water/Suyun Şekli 1960lar ABD’sinin Soğuk Savaş faşizmini gösteriyordu. Sergio Sanchez’in bu hafta gösterime giren filmi Marrowbone/Karanlık Sır ise faşizmin karanlığını bir özgürleşme momentinin ortasına yerleştirerek anlatıyor.

Sanchez bu sefer 7337’de yaptığı gibi açık göstergeler kullanmak yerine öyküsünü sosyo-psikolojik bir temele oturtuyor, metafor ve sembolleri de kullanarak 1969’da geçen bir ‘zalim baba’ hikâyesini zamanlarüstü bir ‘zalim devlet faşizmi’yle örtüştürüyor -müzik ve oyunu zulme karşı hem korunma hem de başkaldırı yöntemi olarak kullanan dört kardeşin hüzünlü öyküsünü öyle bir mizansen ve sanat yönetimi çevreliyor ki, filmin 1969’da değil de 2. Savaş sonrası McCarthy ABD’sinde geçtiğini düşünebilirsiniz. Eski İngiliz dramalarını andıran bu filmin güzelliği de burada zaten; zalim baba figürü sadece belli bir tarihsel döneme ait değil. Bugünkü baba/iktidar/devletin kendi çocuklarını yiyen Uranus’tan, Uranus’u yok etmeyi başardıktan sonra iktidarını sağlamlaştırmak için aynı şeyi tekrarlayıp kendi çocuklarını yiyen Kronos’tan ne farkı var ki?!

Türkiye sinemasında hiç bu tür ‘babayla hesaplaşma’ hikayeleri yoktur. Tersine, bizim filmlerimizde baba sürekli yüceltilir, finalde de nihayet babanın yasası kabul edilerek arınmaya (katharsis) ulaşılır. Birçok filmde esas kız veya esas oğlanın babası olan kötü bir zengin/ağa tipiyle karşılaşırız ama bu anlatılarda ya kötü baba sonunda gençlerin haklı olduğunu anlayıp iyi babaya dönüşür, böylece babalık farklı bir boyutta devam eder ya da babanın düzeni kazanır, gençler ölerek arınmaya (katharsis) ulaşır. Bu filmlerde babanın yasası hem sorgulanamaz hem de kaçılamaz bir iktidar odağıdır. Münir Özkul’un müşfik babayı oynadığı Aile Şerefi, Neşeli Günler, Bizim Aile gibi Yeşilçam filmlerindeki zengin ve kötü baba figürünü hatırlayın: Bu aslında aileye (toplum) ve babalığa (iktidar) eleştirel yaklaşmaktan ziyade protagonisti (filmin verili düzenindeki baba/iktidar) yüceltmek için kullanılan bir araçtır; bir yandan babayı kayıtsız şartsız evin/ülkenin direği ilan edip diğer yandan bilinçdışında ‘babalara gelmek’ gibi deyimler üreten toplumun açmazı...
Şimdi aileyi olabildiğince eşitlikçi ve paylaşımcı biçimde yeniden yapılandırabilmek için babaya ve genel olarak aile kurumuna eleştirel yaklaşmak gerek. İspanyol sinemacıların aksine bizimki gibi toplumlarda ‘sıradan faşizm’le, yani 1915’le, Dersim ‘38’le, 6-7 Eylül’le, Maraş’la, Çorum’la, beyaz berelilerle hesaplaşmanın yolu önce baba kültüyle hesaplaşmaktan geçiyor.

Uğur Kutay / BİRGÜN

YÖK, Rektörlük, göz göre göre katliamın neresinde? - Şükran Soner

Lamı cimi yok, göz göre göre gelmiş, göz yumulmuş bir katliamın sayısız görev suçunu, en hafifi ile sorumsuzluklarını kimseler üstlenmeyecektir. Akademisyenler katliamında henüz işin boyutlarının algılanmasının söz konusu olamayacağı saatlerde, ilk gelen resmi açıklamalar dikkat çekiciydi. Rektör, dekanlık ilk açıklamalarında suç ehliyeti olamayabilecek bir tetikçi imajı verilmesi düşündürücüydü.. 50 yılı aşkın gazetecilik, habercilik yaşamımda ağırlıklı yeri olan üniversiteler üzerindeki oyunlar, çatışmalar, faili meçhul, tetikçisi yakalanabilmiş cinayetler, katliamlarda en başından “akli dengesi yerinde olmayan” tanımını görmüşsem, haksız, hukuksuz desteklenmiş kirli siyasetlerin parmağı olduğunu bilirim..

En hafifi ile gizlisi, özeli, resmi polis, güvenlikçi, istihbaratçıların kol gezdiği, güvenlik sorunu çok yüksek eğitim ortamında, günümüzde üniversel ortamın en doğalı olan demokratik protesto eylemlerinde akıl almaz bir şiddet uygulanırken.. Bildiriye imza atan öğretim üyesi, sesini çıkaran öğrenci.. kaba gücün en şiddetlilerine hedef olup, ağır suç yargılamaları, cezaevlerinde süründürülürlerken.. En yüksek oyla seçilmiş rektör, yönetici adayları tasviye edilip “Tak-şak” ilişkisi içinde Saray’a bağımlı kılınmışlarken. Üniversel, bilim ortamı, koşullarının olması gerekenlerine yüz çevrilip bilimsel gelişmenin kuralları yok sayılarak İktidarlarının istedikleri ortama uygun yapılanmaya sadakat ölçümlemeleri ile her kademede görevlendirmeler öncelik almışken.. 

Tehdit ettiği kişiler, yaşam, güvenlik kaygıları ile Bakanlık, YÖK, Üniversite, Dekanlık içinde tüm eğitim katlarında imzalı dilekçelerle şikâyetçi olmuşlarken. İsmi ortaya çıktığı anda, adı geçen tetikçiye dönük haksız, hukuksuz, idari kayırmacılık, kollamaların bilgileri ortalığa saçılabiliyor. Kimi, giriş sınavlarını bile kazandığı tartışmalı, bilimsel sorumlulukları için her türden kayırmacılık yapılmış, kendisinin idari görevlerine yönelik haksız, hukuksuzluklara ilişkin sayısız şikâyetlerin gerekleri yapılmamış, şikâyet edenlere dönük, imza sahiplerini tehdit ederken “24 kurşuna bakar” diyebilmiş. Tam da öyle olmuş, soruşturmaların kapatılamadığı noktada, ifadeye çağrıldığı kâğıdını alınca, arabasındaki silahı alıp, bulabildiklerini bir bir vurma eylemini gerçekleştirmiş. Gerçek çıkmayan suçlamaları ile görevlerinden olanlar çok...

***

Bizi ilgilendirdiği için dün takır takır vurularak öldürülmüş öğretim üyelerinin cenazelerine ilişkin yüzde 95’lere ulaşmış anaakım medyadaki yaklaşımlardan daha çok ürktüm. İlk günü olayın rengi tam bilinemiyorken dehşet boyutlarını yansıtan haberleri verememezlik yapamamışlardı. Habercilik ölçeklerinde hafif geçiştirenleri ağırlıklı olsa da dehşetin kokusunu alabiliyordunuz. Dünün kuşkusuz iç dünyası içinde öğretim üyeleri, öğrencileri ile birlikte dehşetin yaşandığı ortamda yapılan cenaze törenleri, habercilik boyutları ile sansürleyen, gerçek oluşumları ile yok sayan medyanın en ağırından gerçekleri saklama, karartma, toplumu çarpık güdüleme vizyonunda almış olduğu yolun ağırlığını yaşadık.
 
Hani ekonomi tıkırında, Türkiye dünyada en yüksek ölçeklerle büyüyen ülke konumunda güdümlü haberlerinde, bile hiç değilse arada bir işsiz işçiler, pazarda alışverişte kıvranan halka da kamera uzatılır ya. Acı, dehşet içindeki üniversitenin öğretim üyeleri, öğrenci kitlelerinin yüksek katılımlı cenaze törenlerindeki “göz göre göre” katliama göz yumulması nedenleriyle protestoları bir-iki cümle ile çok az canlı yayında gösterildi. Göz göre göre katliamın gelişine yönelik isyanda anlatılanlar, ortaya konulan suç sorumsuzlukların kanıtları verilmeyerek, karartmaların en ağır örneklerinden bir yandaş dayanışma sergilendi. 

Bundan sonrasını yargı süreçlerinde görebilme umudu ile, kimi öğretim üyelerinin, “Adalete güveniyoruz. Umarız yaşadığımız dehşet, tehdit, baskı ortamlarında yok sayılan seslerimiz, 4 arkadaşımızın akan kanından sonra duyulabilir..” türünden cümlelerine ancak yer verilebildi.. Biliyorsunuz kimi tetikçilerin gözü kara eylemleri, ister terör örgütü, isterse bireysel suçlar kapsamında olsunlar kirli ilişkiler ağının apaçık kanıtlarını oluştururlar. Tam da bu türden cinayetlerde hak-hukuk-adaletin işletilmesi çok daha büyük anlam kazanır. Her türden kollama şemsiyesinde, kasıtlı olmasa bile, suç ortaklıklarının siyaseten ayıplı halleri, suç üstülerin ortaya çıkarılmaması nedenleriyle yaşanan karartmalar çok tehlikelidir. Yaşanmış bütün tetikçisi yakalanmış, asıl suçluları ortaya çıkarılmamış faili meçhuller ilişkilerinin ağır siyasal suç ortaklıklarının sırları işte böyle saklanır...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Betona 551 milyar dolar - ERİNÇ YELDAN

Türkiye son yedi yılda yarım trilyonu aşan inşaat yatırımı yaptı. Alınan dış borç betona gömüldü.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılına ait “büyüme” istatistiklerini yayınladı. Milli gelirimizin 2017’de yüzde 7.4 ile yeni bir rekor kırdığını ve dünya ekonomisinin önemli başarı öykülerinden birisi olduğunu öğrendik. 

2017’nin “göz kamaştırıcı” büyüme olgusunun ardındaki etkenleri kamuoyundaki tartışmalardan biliyoruz: hanehalkı ve devletin tüketim harcamalarındaki hızlı artış; “net” ihracatın olumlu katkısı; sabit sermaye yatırım harcamalarındaki sıçrama, ... Ancak bu değerlendirmeler daha çok milli geliri oluşturan parçaların incelenmesiyle sınırlı kaldığından, büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmamıza yeterli olmuyor. Bunun için, TÜİK’in veri eksikliklerine rağmen, daha derine inmemiz gerekiyor. 

Üstteki tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde milli gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor. 

Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, milli geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın yüzde 6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lı yıllar boyunca Türkiye’de konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisini uygulamaya konuldu. Milli gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı yüzde 8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar dolar). 

Yani söz konusu yedi yıl içerisinde inşaat sektöründeki büyüme, milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık milli gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi! 

Şimdi bu harcamaların kaynağına bakalım. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği itibarıyla 437 milyara ulaşmış. Bu rakama göre dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı yüzde 5.8’e ulaşıyor. Halbuki dolar bazında milli gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!

İnşaat YUTTU
Yedi yılda milli gelirde toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçtaki artış bunun neredeyse iki katı, 146 milyar dolar. Türkiye her bir dolarlık milli gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş. Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış”. İnşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor. Tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapılmış. Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz. Türkiye, yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı. “Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

6 Nisan 2018 Cuma

Kutlanacak ne kaldı ki? - ALİ RIZA AYDIN

Başlık, 5 Nisan Avukatlar Günü nedeniyle Hukukta Sol Tavır Derneği olarak 2015 yılında yaptığımız açıklamadan devir.

“2015 yılı 5 Nisanına avukatların hukuksuz ve onur kırıcı şekilde adliye içerisinde yerlerde sürüklendiği, tartaklandığı, hakarete ve tacizlere uğradığı, kelepçelendiği, gözaltına alındığı AKP'nin yeni Türkiye'sinde girdik” diye başlamış açıklama.

Baro başkan ve yöneticilerinin adliyeden polis kalkanlarıyla süpürüldüğünden, meslek örgütlerinin ortadan kaldırılması gerektiğinin dillendirildiğinden, avukatların mümkün olan tüm haklarının ellerinden alınıp, siyasetten kopuk, örgütsüz ve güçsüz bırakılmasının amaçlandığından, hukuk ve yargının iktidar elinde silaha dönüştürüldüğünden söz etmişiz.
AKP'nin yıllardır süren baskı ve sindirme politikalarıyla avukatlık mesleğinin onur ve saygınlığının zedelenmesi ve itibarsızlaştırma artarak devam ediyor. Adaletten kovulmak istenilenler, avukatlar değil, topyekün avukatlık mesleği ve savunma hakkı.

Artık OHAL dönemindeyiz, yasalaşan KHK’leriyle kalıcı hale gelen OHAL döneminde…
Sorumsuzluk ve cezasızlık döneminde, davaların şartlara bağlandığı dönemdeyiz.
Aslında hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının “varmış” gibi gösterilip yalnızca sermayenin ve gericiliğin hizmetine girdiği dönemdeyiz.
Uluslararası sözleşmelerle “bağımsız” diye ilan edilen ama “silahların eşitliği” yerine “sermayenin üstünlüğü” esasına dayanan avukatlık dönemindeyiz.
Artık sermaye ve gericilikle özdeşleşen avukatlık makbul…
Artık sermayeye amade zorunlu arabuluculuk dönemindeyiz.
Arabuluculuk daire başkanı patronlarla özdeşleşen arabuluculuğun ilk üç ayını ballandıra ballandıra anlatıyor: İyi gidiyormuş, şikayet yokmuş, iş yargıçları sürece inanmış ve destekliyormuş, bu başarının sürmesi için kurumlarla eğitim devam edecekmiş, işveren dünyasıyla el ele çalışarak seminerler devam ediyormuş, piyasa oyuncuları ile sahneye çıkacaklarmış, çünkü en çok onların bu alana ihtiyacı varmış, ticari uyuşmazlıklara da el atacaklarmış, harici anlaşmalar işverene ve ücretsizlik nedeniyle arabuluculara zarar veriyormuş, önlem alacaklarmış, anlaşmamak üzere gelen işçi veya işveren taraf olmamalı buna izin verilmemeliymiş, müzakere ortamı mutlaka yaratılmalıymış, anlaşmama halinin artması sistemi çökertirmiş, arabuluculuk kurumu için ayrı bir yer ayarlamak avukatlık ofisinden çıkmak bu mesleğin olmazsa olmazıymış…

Dahası var. Büyük arabuluculuk merkezleri kurulmalıymış ki sistem daha iyi işlemeliymiş, “işçilerin hakları yenecek, ayaklanacaklar” iddiaları boşa çıkmış; arabuluculuk toplumsal barışa, iyiliğe, anlaşmaya, iş barışına, toplumun iletişim kurmasına, helalleşmesine katkı sağlıyormuş; bunlar için herhangi bir çıkar, para, mal, peşinde değillermiş…

Okurken bile sıkıldınız değil mi? Bir de işçileri düşünün nasıl bir vahşi planın parçası haline getirilmek isteniyorlar, haklarına nasıl el konuluyor?

Çoğalan hukuk fakülteleri ve mezunlarıyla birlikte, hukukçu emek arzındaki artışın sermayenin hizmetine sokulması için her şey yapılıyor. Büyük hukuk şirketleriyle avukatlık ve arabuluculuk bütünleşmesi içinde stajyer avukatlar, genç avukatlar, serbest çalışma altında köşeye sıkıştırılan ve boğulmaya mahkum edilen avukatlar hem ücretli işgücü hem de esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıyla sermayeye hizmete koşturulmaya çalışılıyor.

Nezaketten (!) “bağlı avukat” denilse de özünde “işçi avukat”larla yürütülmek isteniyor düzen. Onların hakkı mı? “Ne hakkı, ne işçisi… onlar avukat” deniliyor, onlar robot der gibi…

Sermaye ve gericilik, para ve dini kullanarak her şeyi kendilerinin planlayıp yapacağını sanıyorlar. Avukatların sermaye sınıfının hizmetlileri, işçi avukatların da ucuz ve güvencesiz işgücü olmasını istiyorlar. Yanılıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü kendilerinden başka egemen, kendi dünyalarından başka dünya olmadığını, sınıfsallığı unutturduklarını sanıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü hukuk emekçileri bu saldırılara boyun eğmiyor; hukuk dışı, zorba uygulamalara karşı hem kendilerinin hem de toplumun haklarını savunmaya, sınıfsal mücadeleye devam ediyorlar.

Bir yanıyla hoş gözüküyor, hukuku toplumun refah ve mutluluğu için araç olarak görmek; toplumla, felsefeyle ve tarihle birlikte okumak; mücadeleyle kazanılmış hakların güvencesi saymak… Yadsınamaz ama sınıflı toplum gerçeği ve hukukun sınıfsallığı da yadsınamaz.

Fidel Castro, 1953’teki tarihi davada gerçeklerle hukuk ve hukukçu arasındaki ilişkinin hiç abartılmadan savunmaya nasıl dönüştürülebileceğini, davaya nasıl sınıfsal karakter yüklenebileceğini hem sanık hem avukat olarak gösterir ve “Beni tarih aklayacaktır” diye bitirir savunmasını (Yazılama Yayınevi, 2017).

Hem avukat hem de sanık Castro savunmasının başında: “İki nedenle kendi savunmamı üstlenmek zorunda kaldım. Birinci neden, savunmamı üstlenecek herhangi bir merciye ulaşma olanağından tümüyle yoksun bırakılmış olmamdır. Diğeriyse, böylesine bir savunmayı ancak ve ancak ülkesinin ne denli hak ve hukuktan uzaklaşmakta olduğunu ve bu durum karşısındaki çaresizliğini görüp kavrayan, bunu derin bir sızı olarak ta içinde duyan biri üstlenebilir, yüreğinin sesine kulak vererek, cesaretle bu gerçekleri bu savunmada dile getirebilirdi” diyor.

Castro’nun “özgürlük savaşı neferleri” dediği avukatların haklarının ellerinden alınması, emekçi halkın haklarının ellerinden alınmasına karşı yapılacak savunmanın ve mücadelenin köreltilmesini amaçlar.

Yasaklamalar ve baskılar ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, sınıfsal mücadeleyi, devrimci fikir ve eylemleri engelleyemez; adaletsizliğin kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomi politiğinden kaynaklandığı gerçeğinin üstü örtülemez. 
Para ve dinin zifiri karanlığının içinde kutlanacak bir şey kalmadı.

Kutlama değil, mücadele etme zamanındayız. Avukatlığın sınıfsal mücadelenin ayrılmaz parçası olduğu kavrandıktan sonra geriye kalıyor “emekçi avukatlar günü”nü kutlamak.

Ali Rıza Aydın / SOL