15 Nisan 2018 Pazar

Aşılar tartışılmalıdır! - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye’de ailelerin bebek ve çocuk aşılarına karşı giderek artan kuşkucu yaklaşımı ile birlikte aşısız çocuk sayısındaki tırmanış, başta sağlık uzmanları olmak üzere pozitif düşünceyi temsil eden aydınların çoğunu, aşı savunması cephesinde birleştirdi.
Oysa kuşkusuz iyi niyetli bu kişilerin, ‘aşı yararlıdır’ kesinliğinin arkasında cepheleşmesi; aşı karşıtlarının ‘zararlıdır’ fikrini sağlam gerekçelere dayandırmadan benimsemesi kadar abes.


Abes, çünkü herhangi bir konuda kuşkuyu elinin tersiyle itip sorgulamayı reddetmek rasyonel değildir, dolayısıyla bilimsel gerçekliği de olamaz. 

Bilimsel mantık her şeyi, yeni verilerin ışığında her zaman yeniden sorgulamayı gerektirir ve zaten böyle ilerler.

Türkiye’deki aşı karşıtlığı, dünyanın her yanında artıyor! 

Fransa’da, hükümetin Dünya Sağlık Örgütü ve AB’nin kararlarına uyarak çocuklara zorunlu yapılan 3 aşıyı 2018 başından beri 11’e çıkarması, halen grevlerden daha derin ve kalıcı bir muhalif hareket yarattı, giderek de yayılıyor. 

Le Point dergisinin yayımladığı bir kamuoyu yoklaması, Fransız halkının yüzde 41’inin aşı olgusuna tümden karşı olduğunu gösteriyor. 

Ama aşıya karşı olmayanlar bile, çocuğuna 11 zorunlu aşı yaptırmaya razı değil. Her gün bir olay var ve hükümetin aldığı karar, henüz uygulamaya konulamadı; bu gidişle de hiç kolay olmayacak gibi görünüyor.
***

Direnişçiler örgütleniyor, hükümet AB’deki ilaç lobilerine teslim olmakla suçlanıyor, parlamenterlere mektuplar yazılıyor, sağlık bakanlığına davalar açılıyor.
Zorunlu aşı sayısının arttırılmasına itiraz edenlerin başında, genel sağlık hekimleri var. Uzman hekimler ise ikiye ayrılmış durumda, kamusal alanda çok sert tartışmalar içine girdiler.

Ancak her geçen gün zorunlu aşıları savunanların işi zorlaşıyor, çünkü aşırı sayıda aşının zararını vurgulayan cephe, bugüne kadar adı geçtiğinde ayağa kalkıp selam durdukları, şimdiyse yerden yere vurdukları tıp otoritelerinin katılımıyla genişliyor.
Bunlardan biri, immün sistem virüsü keşfiyle Nobel ödülü alan virolog Prof. Dr. Luc Montaigner. Bir diğeri, kanserle mücadelede ulusal madalyalı Prof. Dr. Henri Joyeux.
İkili, ‘Aklıselime çağrı’ başlığı altında bir bildiri yayımladı. 

“Aşıya karşı değiliz. 2 yaşından küçük çocukların çok sayıda ve sistematik olarak aşılanmasına karşıyız” açıklamasıyla başlayan metinde, Hepatit B aşısının sadece ebeveynlerden birinin virüs taşıyıcı olması şartıyla ve ergenlik sonrası yaşadığı ya da çalıştığı ortam risk taşıyorsa, 15 yaşından sonra yapılması gerektiği vurgulanıyor.

***

Menengogok ile kızamık aşısı gibi bazı aşıların da ancak salgın durumunda uygulanması savunuluyor. 

Aşılardaki nörotoksik alüminyum katkısı yerine kalsiyum fosfat kullanılması öneriliyor.
İlaç sanayini rant iştahıyla suçlayan ve bazılarının yararsızlığı kanıtlanmış aşırı sayıda aşı yapmanın göz ardı edilemeyecek risklerini sıralayan bu çok ayrıntılı bildiriyi, yarıya yakını doktor olan, 8 bin kişi imzalamış bulunuyor.* 

Le Parisien gazetesi, Fransız Sağlık Bakanlığı’nın bir araştırma ekibine gizlice ısmarladığı aşılardaki alüminyum raporunu ele geçirip yayımladı. Sonuçlar dehşet verici: Evet, alüminyum böbrek, karaciğer, dalak ve pankreasta birikerek kana karışıyor, beyne gidiyor. Dolayısıyla çok vahim otoimmün ve nörolojik hastalıklara yol açabiliyor.
Sizin anlayacağınız, aşılar tartışma dışı bırakılamaz ve aşırı aşılamadan kaçınmak, ilk ihtiyat önlemi. Ama asıl yapılması gereken, alüminyumsuz aşı üretimi.

Bu ihtiyatın karşılığı, ‘aşıların sağladığı koruma taşıdıkları riskten çok daha fazla’ gerekçesi olamaz. 

Hayat piyango olabilir ama hiçbir çocuğa risk bileti kesilmemeli.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* https://www.11vaccinsobligatoires.com/appelmontagnier- joyeux/script/

Esir Şehrin İnsanları - Ayşe Şule Süzük

Kemal Tahir’in en sevdiğim romanının adıdır Esir Şehrin İnsanları. İstanbul’un işgali, Kasım 1918’den başlayarak 6 Ekim 1923’e dek sürüyor ve neredeyse 5 yılı bulan bu işgal süresince İstanbul’un çehresi kararıyor, soluyor, İstanbul nefessiz kalıyor. Az bir süre değil, bu kadar uzun bir işgal dönemini her boyutuyla anlatan, iz bırakan, derinden sarsan sanat yapıtları; romanlar, filmler, şiirler var mı? Var elbette, ama yeterince var mı? Bu soru burada dursun…

Bir ufak not niyetine Halide Edip’in Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı kitabından birkaç satıra yer vereceğim. İşgal altındaki İstanbul’un gündelik yaşamına, insanlarımızın alabildiğine panik içinde günlerini geçirirken korkunun nasıl türlü hikâyelerle yayıldığına dair bir minik dokunuş… Hayal ediniz…

Müttefik kuvvetlerin İstanbul’a gelişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bir aralık etrafta dolaşan dedikoduların en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabii bu bir söylentiden ibarettik. Yalnız şu var ki müttefik kuvvetleri küçük bahanelerde durmadan Türkleri tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de müttefik merkezlerinde fena halde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin ellerinden alınıyor, içeridekiler dışarı atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması tabii onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu.

Dönemin işgal altındaki İstanbul’unu anlatan en güzel romanlarından biri ise dediğim gibi Esir Şehrin İnsanları. Ara ara dönüp Kemal Tahir’in roman karakteri Kâmil Bey’i hatırlamak hoşuma gidiyor. Bazı roman karakterleri vardır. Ete kemiğe bürünürler, seversiniz onları, gelse de karşıma bir sohbet etsek, laf lafı, laf tütün kesesini açsa dersiniz, özlersiniz, göresiniz gelir. Benim için de Kâmil Bey öyle biri. Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki Galip Usta gibi. Bilirsiniz, konuşacak tonla şey vardır. Onun karanlık dönemdeki halleri, kararsızlıkları, açmazları, korkuları, olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya çalışması, sonra mücadelesi, kararlılığı size güç verir. Bugünle, kendinizle paralellikler kurarsınız, orada, işgal altındaki İstanbul’da karanlık bir mahzende Milli Mücadele’yi yazılarıyla destekleyen, umutsuzluğa karşı umudu örgütlemeye çalışan Karadayı Dergisi’nin loş, rutubetli bir handa bulunan odasında Ankara’dan gelen haberleri tasnif etmeye çalıştığınızı hayal edersiniz. Sonra Nedime girer kapıdan son havadisleri anlatır. İşgal kuvvetlerinin tutsak ettiği eşi İhsan’dan Kâmil Bey’e selam getirir. İhsan, Kuvvacı’dır. Kâmil’in Galatasaray’dan sınıf arkadaşıdır.
Dedim ya, ara ara Esir Şehrin İnsanları üzerine düşünmeden, hatta yazmadan edemiyorum. Benim bu gönül bağımın kadim Fethi Naci’de de olduğunu görünce pek mutlu oldum.  Türk Romanında Ölçüt Sorunu adlı kitabında, Eleştiri Günlükleri’nde yer vermiş 1981 yılının 1 Aralık’ında. Haliyle, eski bir dostla karşılaşmışız gibi yeniden sıkıca sarıldık Kâmil Bey’le. Ancak yeni bir şey öğrendim Fethi Naci’nin yazdıklarından, çok şaşırdım, merak ettim. Bakacağım.  Az çok nedenlerini tahmin etmekle birlikte Kemal Tahir’le yarattığı Kâmil Bey arasındaki husumeti öğrenmek bir yazarla yarattığı karakter arasındaki çekişmeye tanık olmak, hay Allah dedirtiyor… Hay Allah…

Fethi Naci’den dinleyelim:
"Her iki roman (Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu) Kâmil Bey’in belirgin niteliklerini vurgular: Kültürlü, sakin, kolay sinirlenmeyen, alçakgönüllü, yaptıklarıyla övünmeyen, hatta övünülecek davranışlarını bile saklayan, onurlu, kendinden çok başkalarını düşünen (Bu yüzden yedi yıla mahkûm olmuştur.), bileği güçlü biri.
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan 15 yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı’nda (Sander Yayınları, 1971) Üçüncü bölümün beşinci kısmında, Kâmil Bey’in eski karısı Nermin Hanım’ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birden bire bu iki romanda tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine “başka” bir Kâmil Bey gelir.  '…Bana hep… Ne kadar güçlü adam gibi görünmüştü. Ruhuyla aklıyla güçlü. Meğer ne kadar kolay yanılıyormuş insan, en yakınlarında bile… Pazı gücünden başka hiçbir gerçek gücü yokmuş… Gücü değil, güçlenme yeteneği bile yok… (…) Ayşe’nin babası, örneği az bulunur bencillerdendi (…) Ayşe’nin babası o kadar bencildi ki, haklı bir davaya inanmak, bunda direnmek, kazanmak bile onu güçlü kılamadı. Destan kahramanları yerine koydu kendisini. Bir çeşit Allahlık özentisidir bu… İnsanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmıştır. Kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada rahatça yerleşen bağışlamazlığı… En korkunç alçaklık… 1921’lerde ne yaptı Ayşe’nin babası? Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini… Kolayca yaptığını… Aslında kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Daha büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük, gündelik sorumluluklardan kaçınmak… Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim.'"


Ne korkunç bir nefret değil mi? Ayrıca ne kadar da tanıdık… Ama Nermin tüm bunları söyleyebilecek kadar derinlikli bir karakter mi olarak çizilmiştir romanlar boyunca? Pek değil…  Peki kimin sesidir bu? Fethi Naci daha detaylı ve kapsamlı tüm bu saldırıları anlatıyor. Ve şöyle bağlıyor yazıyı… Katılmamak mümkün değil.

Kemal Tahir, sanki Kâmil Bey’i bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. (Ben bu başkasının Nazım Hikmet olduğuna inanıyorum.) Ve bu arada, tabii, kendisiyle de. Bütün çabası Kâmil Bey’i suçlayarak huzura kavuşmak sanki.

Ne diyeyim, Kâmil Bey bizimdir. Dokundurtmayız…

 Ayşe Şule Süzük / SOL

OHAL'de Akkuyu Nükleer Santralı - SERPİL GÜVENÇ

OHAL olmasaydı bu kadar kolay imzalanıp yürürlüğe girebilir miydi Akkuyu Nükleer Santralı? Bu kadar abartılı bir gösteri ile atılabilir miydi temel? 
Yanıtı hepimiz biliyoruz.
TMMOB, sol siyasal partiler ve sol, sosyalist ve demokrat basın ve internet portallarının her konuda olduğu gibi bu konuda da sergiledikleri yürekli duruşun dışında önemli sayılabilecek bir toplu kamuoyu karşı çıkışından söz etmek mümkün değil. “Allahın lûtfu” ile gelen darbe girişimi ve onu izleyen OHAL, bölge ve dünya koşullarının da etkisiyle, birçok konuda olduğu gibi yine siyasal iktidarın önünü açtı. Bu kez Türkiye’nin hiç gereksinmediği bir malı, nükleer enerjiyi çok yüksek bedellerle ithal ettik.


70’li yıllarda MTA’da uranyum ve toryum çalışmalarının yürütüldüğü dairede işe başladığımda kurumun Köprübaşı tesislerindeki uranyum zenginleştirme ünitesinde pilot çalışmalar yapılmaktaydı. Türkiye’de yaklaşık 9-10 bin ton civarında yani oldukça düşük miktarda bir uranyum rezervinin bulunduğunu, bunun yanı sıra – teknik özellikleri nedeniyle uranyumun yerini tutamayacak olan - 400 bin tonluk bir toryum rezervinin olduğunu o yıllarda öğrendim.

Nükleere ilişkin tartışmalar o günlerde de yoğun olarak sürmekteydi. Söz konusu tartışmalar, uranyumun yakıt olarak kullanılacağı bir santralın büyük bir dış kaynak bağımlılığı yaratacağı, nükleer santral kazalarının bilinenden çok daha fazla ve yaygın olduğu, gelişmiş ülkelerin bu santrallerden kurtulmaya ve onları az gelişmiş ülkelere pazarlamaya çalıştıkları, santrallerin en ciddi sorunlarından birisi olan nükleer atık sorununun ise henüz çözümden çok uzak olduğu gibi konulara odaklanmaktaydı.  O tarihlerde enerji sorununun çözümü için ulusal kaynaklardan yararlanma bağlamında MTA’da geniş kapsamlı kömür arıtma, jeotermal kaynaklardan yararlanma vb. konularında çalışmaların yapıldığını da anımsıyorum.

2000’li yıllarda, ABD, Kanada şirketlerinin başını çektiği nükleer santral teklifleri gündeme geldi. Kamuoyunda günümüzden daha fazla ses getiren tepkilere tanık olduk. Türkiye’nin nükleere ihtiyacı olmadığı, var olan birçok enerji kaynağının henüz değerlendirilmediği, elektrik sistemindeki kayıp- kaçaklar önlendiği takdirde “4-5 adet Akkuyu Nükleer Santralı”nın üreteceği elektriğin sağlanmış olacağı, kurulması plânlanan nükleer santralın var olduğu iddia edilen elektrik açığının sadece yüzde 2’sini karşılayacağı, nükleer santralın normal çalışması sırasında yaydığı veya kaza sonucu ortaya çıkan kanserojen, hücre yapısını bozucu radyasyonun canlılara besin ya da solumayla geçtiği, dünyanın hiçbir bölgesinde nükleer atıkların saklanması ve imhası için “lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı” bulunmadığı bilimsel verlere dayanılarak yazıldı, çizildi. Yine, bütün bunların ötesinde, santralın kurulması düşünülen Akkuyu’nun Marmara’daki sanayi yük merkezlerine uzaklığı nedeniyle, elektrik taşınması sırasında kayıpların artacağı ve enerji kullanım veriminin düşeceği, saniyede yaklaşık 30 ton deniz suyuyla soğutulacak santralın, Akdeniz’in sıcak bir deniz olması nedeniyle, veriminin azalacağı, turizm açısından da bölgenin zarar göreceği anlatıldı[1].

Bugün Akkuyu’da bir Rus şirketine verilen ihaleyle yapımına başlanacak olan nükleer santralla ilgili olarak yukarıda değinilen tüm sakıncalar sürmektedir. Mevcut elektrik üretimi ile ilgili santrallerin tam verimle kullanılması ve yapım aşamasındaki diğerlerinin de devreye girmesi durumunda, elektrik açığı bir yana, gereksinimi aşan bir kapasitenin söz konusu olduğunu sayılarla kanıtlayan uzmanlar, kurulacak santralın ciddi bir dış bağımlılık yaratacağını ve ülkeye “çağ atlatma” ya da “stratejik” açıdan gerekli olma iddialarının da doğru olmadığını belirtmektedirler[2]. Akkuyu nükleer santralına  “stratejik yatırım” kimliği verilmesi ile yatırımcı Rus şirketten tahsil edilmeyecek kamu fonlarının miktarı ise bilinmemektedir[3]. Bunun yanı sıra, Akkuyu’da üretilecek elektriğin yarısı için devletin garanti ettiği fiyat ve bir çok uluslu şirket olan Rosatom’a tanınan diğer ayrıcalıkların tümü Türkiye halkının çıkarlarına ters düşmekte, bir başka ifadeyle halk kazıklanmakta, çok uluslu şirket inanılmaz ölçülerde bu işten nemalanmaktadır. Bir başka önemli sakınca ise, Akkuyu’daki başta olmak üzere yapımı plânlanan santrallerin henüz yeterince denenmemiş nükleer reaktörler olmalarıdır[4].

Yasal açıdan da bir dizi sorun yaşanmaktadır. Akkuyu Nükleer Güç Santralı ile ilgili  ÇED Raporu'nun iptali için TMMOB, TTB, TBB ve birçok yerel kuruluş tarafından açılan dava henüz sonuçlanmadığı halde santral ihalesi tamamlanmıştır. Dava sürecinde UAEA (Uluslararası Atom Enerji Kuruluşu)  tarafından Türkiye’ye yöneltilen sorular ve Türkiye yönetiminin yanıtları “gizlilik” gerekçesiyle ülke kamuoyundan saklanmaktadır. Üstüne üstlük, nükleer güç santral yatırımlarına izin vermek, izlemek, denetlemekle görevli bağımsız bir düzenleme kurumu kurulmamışken,  TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) yasal yetkisi olmadığı halde, nükleer santral kuruluşuna izin vermektedir[5]!  Yine, söz konusu santrallerle ilgili ticari sözleşmeler TBMM onayından geçirilmekte ve  uluslararası sözleşme niteliği kazanmaktadırlar. Sonuçta, bu sözleşmeler  ulusal iç hukukun denetimi dışına çıkarılmakta, bir bakıma “toplum ve ülke çıkarları doğrultusunda değiştirilmesini güçleştirmeye yönelik bir yasal hile”ye başvurulmaktadır.[6]

Görülen odur ki, birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da, sadece AKP iktidarının çıkarlarına dayanılarak, kamu çıkarları gözardı edilerek bir karar alınmıştır. Türkiye’nin siyasal koşulları gözönüne alındığında, ülkede yatırım kararları dahil, tüm alanlarda, kamu çıkarları, kamuoyunun bilgilendirilmesi, yargı süreçlerinin şeffaflığı ve benzeri uygulamaların bu iktidar tarafından yaşama geçirilmesi hayaldir. Ne var ki, önceki iktidarların da soruna yaklaşımları halkın çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Bunun nedeni, hepsinin birer sermaye yönetimi olmalarıdır. Sermaye iktidarları halkın çıkarları için değil, sermayenin çıkarları için çalışırlar. Emekçi halkın mücadelesinin ağır bastığı dönemlerde kamu yararına bazı kararların alınması bu gerçeği değiştirmez. Halkta yana çözümler ancak bir emekçi iktidarından beklenebilir.

Kurtuluşun sosyalizmde yani bir emek iktidarında olduğunu gözden kaçırmadan, AKP iktidarının her konudaki piyasacı, neoliberal yani sermaye yanlısı politikalarına karşı, kamu çıkarlarını öne çıkaran mücadeleler vermeliyiz.

Bıkmadan, usanmadan ve yılgınlığa düşmeden…

Serpil Güvenç / SOL

[1] Necdet Pamir “Enerjinin İktidarı” ve Tolga Yarman, “Nükleer Santral Mevkii olarak 'Akkuyu' üzerine Görüş” ve “Türkiye’de Nükleer Enerji Üretimne ilişkin Düşünceler”
[2] Oğuz Türkyılmaz, “Dışa Bağımlı Enerjide Çıkmaz Sokak”, 8.4.2018
[3] MMO’nun “Enerji Yönetimi Ciddiyet İster! Siyasi Güç Gösterileri ve Gösterişli Temel Atma Törenleri ile Nükleer Santral Yatırımlarının Daha da Yoğunlaştıracağı Dışa Bağımlılık ve Yaratacağı Devasa Sorunlar Gizlenebilir mi?” başlıklı açıklaması
[4] O. Türkyılmaz, agy
[5] MMO’nun “Enerji Yönetimi Ciddiyet İster! Siyasi Güç Gösterileri ve Gösterişli Temel Atma Törenleri ile Nükleer Santral Yatırımlarının Daha da Yoğunlaştıracağı Dışa Bağımlılık ve Yaratacağı Devasa Sorunlar Gizlenebilir mi?” başlıklı basın açıklaması
[6] agy

Kültürel iktidar - MELİH YEŞİLBAĞ

Seçim şarkıları ve 15 Temmuz afişleri çalıntı çıktı; heykelleri hiç Rönesans olmamış gibi; mizah dergileri insanlık adına üzüntü verici derecede sığ; restoratörleri yapsatçı müteahhitler gibi çalışıyor; kültür merkezleri düğün salonlarından farksız; mimarileri eklektik, tutarsız ve görgüsüz; tarihçileri tahrifatçı; gazetecileri yalaka, yalancı ve tetikçi; sosyologları yıllardır “Biz Batı'dan bambaşka bir dünyayız” teranesini geveleyip duruyor; felsefecileri Ortaçağ'da bir yerlerde takılmış kalmış, kanal kanal gezen stratejistleri ”algı operasyonu” ve “üst akıl” çorbası üzerine çeşitlemeleri analiz diye yutturmaya çalışıyor.   
Fazıl Say’ın karşısına Sagopa Kajmer’le, ODTÜ’nün karşısına Sabahatttin Zaim Üniversitesi’yle, Türk Tabipler Birliği’nin karşısına Hacamatçılar Derneği’yle çıkıyorlar.

Vaktiyle bu işlere görece daha rafine yaklaşıyorlardı. Bonservisi elinde “solcu” kültür bakanı transfer etmişlerdi, Gülencilerin alandaki bağlantıları daha gelişkindi ve iyi kötü sol liberaller vardı. Şimdi arkalarında beş on tane çaptan düşmüş Saray ünlüsü dışında kimse kalmadı. Onlar da ihale peşinde. Biraz mürekkep yalamış eski kadrolarını küstürdüler. Ortalık kifayetsiz muhterislere, şarlatanlara, amigolara kaldı.     

Hasılı, yandaş krallıkta bir şeyler fena halde çürümüş vaziyette.  AKP etrafında kümelenen çevre kendisine sunulan cömert kaynaklara rağmen entelektüel alanda tam bir fiyasko olmaya devam ediyor. Onca debdebe, tantana, fon ve teşviğin çıktısı kültürde, sanatta, bilimde dramatik bir başarısızlık. 15 yıldır iktidardalar. Koca bir devlet aygıtını ele geçirdiler ama kültürel iktidarı bir türlü ele geçiremiyorlar.

Bunu biz değil kendileri söylüyorlar.

Ordu, polis, YSK ellerindeyken kültürel iktidarın ne önemi var diyebilir miyiz? Yoksa belirli alanlara hala nüfuz edememeleri içimizi rahatlatmaya yetmeli mi? Yanıtlamaya çalışalım.

Öncelikle, her kapsamlı hegemonya projesi kurucu bir ideolojiye, bir “ruh”a, bir değerler sistemine yaslanmak zorundadır. Böyle bir ideolojik kapasite, uzun vadede en az iktisadi ve siyasi kaynaklar üzerindeki kontrol kadar hayatidir. Bu yönüyle bakıldığında AKP, uzun vadeli bir hegemonya için gereken ideolojik kapasiteden yoksun. Bu sayfalarda daha önce defalarca yazıldığı gibi kültür alanında da eski rejimi tasfiye etmeyi başardılar ancak yenisini kuramıyorlar.

Kentli, eğitimli nüfusu kendisine bu denli yabancılaştıran, nitelikli entelektüel üretim alanında bu denli becerkisiz bir gücün tökezlememesi imkansız. Kısacası, AKP’nin kültürel iktidarsızlığı sol için bir züğürt tesellisi olmadığı gibi hafifsenecek bir mesele de değil.

Dahası, sorunun bir kısmı yapısal. Fonla, ödenekle, kültür çıkarmasıyla çözülemeyecek bir boyutu var. Dün ak dediğine bugün kara diyen, her alanda günü kurtarmaya yönelik hareket eden bir iktidarın bu tür bir ideolojik çekim geliştirmesi mümkün değil. Nasıl mümkün olsun ki? Aylardır ABD karşıtlığı üzerine bina edilen sahte söylemin bir gecede yerle bir oluşuna daha dün hep birlikte tanık olmadık mı? Artık meşhur olmuş videoda“Müslüman Uyuma” diye başlayıp devamını getiremeyen kafası karışık küçük mücahide üzülmemek mümkün mü?

Ve fakat, AKP’nin kültür alanına müdahalelerinin bütünüyle yönsüz ve beyhude olduğunu iddia etmek mümkün değil. Bu konuda son yıllarda belirginleşen üçlü bir stratejiden bahsetmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, özellikle kültür endüstrisinin parçası olarak değerlendirebileceğimiz dizi sektöründe niteliksiz olsa da kendi amaçları açısından işlevsel bir alan tutmayı başardılar. Devasa bütçelere sahip Diriliş, Payitaht, Fatih gibi tarihsel diziler son derece lümpen, karikatür ve hamasi de olsa Yeni Türkiye için bir resmi tarih anlatısı kurgulayarak etkili bir endoktrinasyon görevi görüyor. Siyasal İslam’ın bir devr-i saadet olarak kurgulanan Osmanlı dönemine yönelik ilgisinin güncel siyaset belirlenimli kaba göndermelerle ve Holywoodvari aksiyon sahneleriyle buluştuğu bu pespaye eserler bir kesimi heyecanlandırmayı başarıyor.

İkincisi, özel olarak seçilmiş izlenimi veren bazı alanlarda kendi belirlenimlerinin dışındaki aktörlere karşı “yerli ve milli” alternatifler oluşturmaya çalışıyorlar. “Cumhurbaşkanlığı himayelerinde” düzenlenen bir dizi festival, yarışma vb. etkinlik bu kapsamda değerlendirilebilir. Geçtiğimiz günlerde kurdele kesme merasimiyle açılan Yeditepe Bienali’yle el yükseltmiş görünseler de, stratejinin en zayıf ayağını burası oluşturuyor. İktidarın var olan kültürel organizasyonlara alternatif yaratma hamleleri sıklıkla fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Üçüncü ve en şiddetli müdahele biçimi ise kapsayamadıkları, satın alamadıkları, biat ettiremedikleri ya da hizaya sokamadıkları prestijli alanlara/kurumlara karşı doğrudan saldırı politikası gütmeleri. Belirgin bir aşağılık kompleksiyle güdülendiği belli olan bu politikanın en çarpıcı ve güncel örneği Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı sistematik saldırı.
Gönüllerindeki rektör adayını seçtiremeyince aylarca beklediler, çözümü rektörlük seçimlerini bütünüyle kaldırıp kayyum rektör atamakta buldular, ardından üniversiteyle ilgisiz çakma bir dernek Erdoğan’ı üniversiteye davet etti. Erdoğan burada “Boğaziçi Üniversitesi bu ülke ve milletin değerlerine yaslanmadığı için uluslararası planda beklendiği yere gelememiştir” tespitini yaptı ve kısa bir süre sonra savaş karşıtı öğrencilerin yaka paça gözaltına alınmasıyla sonuçlanan provokasyon yaşandı.    

Solun kültürel hegemonya alanındaki bu üçlü stratejiyi nasıl karşılayabileceği üzerine bir fikir egzersizi ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik şöyle bir özet sonuçla yetinelim. 

Bir, AKP’nin kültürel iktidarsızlığı, “Yeni Türkiye” yolunda önemsiz sayılamayacak bir engel. 
İki, sol bu konudaki üstünlüğünü gerekirse ifade etmekten kaçınmamalı. 
Üç, iktidar tarafından kapsanamayan nitelikli entelektüel üretim alanının giderek radikalleşmesi düzen için ciddi bir ideolojik kriz dinamiği, sol içinse önemli bir fırsat oluşturuyor. 
Dört, farklı muhalefet dinamikleriyle buluşmayı önüne koymayan ve dar bir alan savunmasına yönelik ortalamacı çizgi kaybetmeye mahkum. 
Ve son olarak, gerçek ve devrimci bir sol kültürel atılım her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.

Melih Yeşilbağ / SOL

14 Nisan 2018 Cumartesi

Sınır - ORHAN GÖKDEMİR

1908 Hürriyet Devrimi ile 1923 Cumhuriyet Devrimi arasında 15 yıl var. 14 yılı iç savaştır. Savaş, 31 Mart gerici ayaklanması ile başladı. 1912’de Balkan Savaşları ile ülke sathına yayıldı ve göz açıp kapayıncaya kadar bütün Rumeli’nin kaybı ile sonuçlandı. Osmanlıyı yenip süpürenler Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ oldu. Ardından Dünya Savaşı başladı ve Osmanlıyı da girdabına sürükleyerek iç savaşını savaşa dönüştürdü. O girdapta da Ortadoğu ellerinin arasından kayıp gitti. 10 milyon insanın ölümüne, milyonlarcasının sakat kalmasına yol açan bu büyük savaş Osmanlının yanında, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorluklarının parçalanması ile sonuçlanmıştı. Şimdi üç kıtanın siyasi haritasının yeniden çizilmesi zamanıydı.


Osmanlının yıkılışı, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da büyük bir boşluk yaratmıştı. Görünüşe göre 19. yüzyılın “Doğu Sorunu” Batılıların öngördüğü gibi nihayete ermek üzereydi. 1916’da, büyük savaşın ikinci yılında İngiltere-Fransa ve Rusya arasındaki Sykes-Picot anlaşması ölüyü nasıl gömeceklerini ve mirasını nasıl paylaşacaklarını kararlaştırıyordu. Artık bir ceset olan “Hilafet”e karşı Ortadoğu’da ilk ayaklananlar Peygamberin soyundan gelen Haşimiler oldu. İngilizler, Şerif Hüseyin’i de yanına alarak yıkılan Osmanlıdan bakiye topraklarda büyük Arap krallığının altyapısını kurmaya girişmişti. Plan tutmadı, onun yerine küçük Arap devletçikleri kuruldu. Yakın zamanda ABD o başarısız planı BOP adı altında diriltmeye çalıştı. Malum, bizimkiler de “eş başkanlığına” soyunmuştu. O da çökmüştür.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour’un Yahudi sermayedar Rothschild’e bir mektup göndererek, savaştan sonra Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt kurulmasını desteklediğini bildirmesi de savaş sonrası Ortadoğu haritasının şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün tartıştığımız Ortadoğu haritası böylece kabataslak ortaya çıkmıştı.
1917’de Rusya’da Sovyet iktidarı kuruldu. Rusya masadan kalkınca çökmüş Osmanlının toprakları İngiltere ve Fransa’ya kaldı. Anadolu’yu paylaşmaya giriştiler. Bizim iç savaşımız ise sürüyordu ve 1920’de artık daha fazla gerilemeyeceğimiz belli olmuştu. Alacaklarını aldılar ve kalanı bıraktılar. Anadolu’dan ibaret coğrafyaya razı olduk. Hatay dışındaydı ve elde kalan bu sınırı korumayı, “misak-ı milli”, milli yemin kabul etmiştik. Küçülmüştük ancak Cumhuriyet olmuştuk. Büyük kazançtır.

***

Dünya savaşının ikinci safhasına 1939’da geçildi. Bu birinci savaşta belirlenen ve ihtilafa konu olan sınırlara son şeklini verme kavgasıydı. Almanya kendine düşen paya itiraz ediyordu ve Rusya oyunda artık sosyalizmin olduğunu hissettiriyordu. Savaşın sonunda Almanya yine yenildi. Fakat kazandığını sananlar da kısa süre sonra hayal kırıklığına uğradı. Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere ve İtalya’nın deniz aşırı sömürgelerinde ulusal kurtuluş hareketlerinin fitili ateşlenmişti. Asıl önemlisi birinci savaşta filiz veren sosyalizm ikincisinden de güçlenerek çıkmıştı. Sosyalizm yeryüzünü kasıp kavuruyordu. Böylece, Birinci Dünya Savaşının şapkasından çıkan küçük ülkelerin ve sosyalizmin sınırları belirlenmiş oldu.  

***

Bugünkü karmakarışık tablonun oluşmasına yol açan iki kırılma noktası var. 

İlki, Irak’ın Kuveyt’i işgali bahanesiyle başlatılan Körfez Savaşı’dır. Saddam Hüseyin 1990'ın Ağustos ayında, Batılı Devletlerin kışkırtmasıyla Kuveyt’i işgal etti. İşgal, petrol paylaşım savaşının bir uzantısıydı. Bunun üzerine Amerika’nın öncülüğündeki İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır’ında aralarında bulunduğu 28 koalisyon üyesi ülke Irak’a savaş açtı. Irak’ın bölünmesi ile sonuçlanan bu müdahaleden Irak’ın kuzeyinde Kürt özerk bölgesi çıktı. Sonrası malum. Irak’ın sınırsızlaştırılması ile başlayan projenin Ortadoğu’daki diğer devletlere yayılacağı anlaşıldı. Nitekim 10 yıl sonra Irak’ın tamamı işgal edildi ve milyonlarca Iraklının hayatı pahasına Saddam devrildi.

Körfez Savaşı ile yıkılan şey sadece Irak’ın değil bütün Ortadoğu’nun statükosuydu. Böylece Birinci Dünya Savaşı ile bu coğrafyada kurulan statüko parçalanmış oluyordu. Birinci savaşın sonudur. Ortadoğu şimdi de Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı dönemdeki halindedir. Sınırlar ortadan kalkmıştır ve yeni sınırlar için acımasız bir savaş sürmektedir.

İkincisi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. Bu çözülme de İkinci Dünya Savaşı ile kurulan statükoyu parçalamıştır. Çözülüşle Doğu-Batı Almanya sınırı ortadan kalktı ve bütün Doğu Avrupa’da sınırlarının yeniden çizilmesi imkanı doğdu. Polonya’dan Balkanlar’a kanlı bir işgal hareketi yürütüldü ve kırılma NATO’nun sınırlarını genişletmesi ile sonuçlandı. İkinci savaşın sonudur.

***

Şöyle toparlayalım: 19. yüzyıl Birinci Dünya Savaşı ile sona ermişti. 20. yüzyıl ise Körfez Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile kapandı. Kapanışın, 1917’de ve 1923’te kurulmuş iki cumhuriyetin sonu ile paralel gelişmesi rastlantı değildir. Yüzyıl kapanırken, Sovyetler çözülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti yıkılmıştır. Bunlarla birlikte, bu iki devrimci durumu yaratan ve ikincisi birincisinin devamı olan iki büyük savaşın sonuçları bütünüyle silinmiştir. Şimdi dünya bir arayış içinde. Üçüncü savaşın başlangıcıdır.

Arayış, sınırların yeniden çizilmesi arayışıdır. Demek ki sınırlar artık ortadan kalkmıştır. Suriye’ye emperyalist müdahale sırasında, bu saldırıya sınırlarımızı silerek katılmamız ne kadar manidar. Sildiğimiz sınırımızdan cihatçı katiller sınırsızca geçtiler ve Suriye sınırlarını düzlemeye giriştiler. Böylece kuruluşumuzdan bu yana, Hatay sorununu bir yana koyarsak, kıskançlıkla koruduğumuz sınırları kendi elimizle silmiş olduk. 

Ortadoğu’da sınırları belli olmayan İsrail’e Türkiye, Suriye ve Irak da katılmıştır ve hep birlikte sınırsız bir coğrafyaya dönüştük. Şimdi yeni bir sınır savaşının içindeyiz. Ancak bu arada eldeki Cumhuriyet de kayıp gitmiştir. Bölgede geleceği en karanlık görünen ülke, küçülmüş ve Cumhuriyetini yitirmiş Türkiye’dir.

***

21. yüzyılın başlama vuruşu bu karmaşanın içinde çoktan yapıldı. Liberal rüya bitti. Demokrasi denilen şeyin koca bir yalan olduğu ortaya çıktı. Kapitalizmin insanlığa yıkımdan başka hiçbir şey vermeyeceği anlaşıldı. Sosyalizmin üzerine soğuk savaşın örttüğü şal paramparça oldu. Eşit ve özgür bir dünya özlemi her zamankinden daha güçlü ve günceldir. Bize yeni bir dünya lazım…

Kapitalizme ise yeni bir yıkım ve yeni bir savaş lazım. Suriye krizinin açığa çıkardığı gerçek budur. Ancak emperyalizm dediğimiz şey, ördeklerden bir filo ve bir de kazdan amiralden ibarettir. Kaz Trump’la, ördek Macron’la, Mey’le, Putin’le, Erdoğan’la ne savaşı verecekseniz, ne zaferi kazanacaksınız? Birbirlerine tutunarak çöküyorlar. Savaş ve yıkım dışında çıkış yolları kalmadı.

Ama bu arada Suriye vesilesiyle başka bir şey daha görüyoruz. Bizlerin, dünyanın ezilen halkları ve emekçilerinin bu oyunu bozacak gücü ve yeteneği var. Tek eksik örgüt… Bu kadar basit.

Örgütleneceğiz demek ki. Sömürüye ve zulme karşı birleşerek aşılmaz bir sınır oluşturacağız. Ve yeryüzünde eşitlik ve özgürlük hükmünü ilan edinceye dek ayakta kalacak tek sınır bu olacak!

Orhan Gökdemir / SOL

Suriye’ye bakın…- L. DOĞAN TILIÇ

Geçen günkü yazısında, Guardian köşe yazarlarından Simon Jenkins, başlıktaki iki sözcüğün arkasını “ve dünya savaşlarına yol açmış olan bütün unsurları görebilirsiniz” diye getirmişti.

Kaç gündür dünya “Ne yapacağı kestirilemez” denilen bir adamın tweetleriyle hop oturup hop kalkıyor. Önce, “Hazır ol Rusya çünkü füzeler geliyor” diyen, daha o tweeti okuyacak kadar zaman geçmeden ikincisini sallayıp Rusya ile ilişkilerin kötü olmasına gerek olmadığına hükmederek “Birlikte çalışmalıyız. Silah yarışını bırakalım” diyen bir adam…

Ve onun ağzına bakan İngiltere, Fransa

2003’te Bush’la sidik yarışına girerek Irak’a saldıran “solcu” Tony Blair’in koltuğunda şimdi muhafazakâr May oturuyor. İktidarı bir çoğunluğa da dayanmayan May, kabinesinin tüm bakanlarını konuşturduğu bir toplantıdan, “Esad’ın Duma’daki kimyasal saldırısının cezasız kalmaması” kararını çıkarttı. O cezayı, Fransa ve ABD ile işbirliği içinde keseceklermiş!
Kanıtlar var, kanıtlar” diye bağıran Fransa’nın Macron’u da, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde Suriye’yi vuracak menzilde konuşlu  Cruise füzeleri yüklü uçaklarına yol vermek için sabırsızlanıyor.

Şu kanıtlar nelerdir? Dilinizden düşürmediğiniz kanıtları elinize alıp dünyaya da gösteremez misiniz? Hadi kimyasal silah izi buldunuz, onu Esad’ın kullandığı sonucuna nasıl vardınız? Tam da Duma’da kontrolü sağlamış ve oradaki son muhaliflerle de çekilmeleri konusunda anlaşmışken, Esad’ın kimyasal silah kullanmak için ne gibi bir gerekçesi olabilir? Neden uluslararası uzman kuruluşların araştırmalarını yapıp kanıtları toplamalarına zaman tanımıyorsunuz? Tut ki saldırıdan Esad sorumlu olsun, size ceza kesme yetkisini kim verdi? Ceza kesilecekse bunun uluslararası hukuk çerçevesinde olması gerekmez mi?

Emperyalist dünyanın gerçekleri karşısında bunlar naif sorular, biliyorum. Ama yine de yüksek sesle sorulması, dünya kamuoylarının gündemine taşınması gereken sorular.

Belli ki, şimdi savaş tamtamlarını çalan ABD, İngiltere ve Fransa’nın “sivil” liderleri dünya kamuoylarının “balık hafızalı” olmasına güveniyorlar. Irak işgali öncesi kanıt kanıt diye bağırmalarını, o “kanıtlara” dayanıp giriştikleri savaş sonucu milyonların ölümünü ve bugün hâlâ dünyanın o “kanıtların” yol açtığı savaşın acılarını çektiğini unuttuğumuzu varsaymasalar bu kadar cüretkâr olmazlardı!

Bu riyakâr ve cüretkâr “sivil” liderlere bakınca, dünyanın huzuru ve barışı adına sivillikten kuşku duymamak mümkün değil.

Trump’ın tweetleri peşine takılıp savaşa atlamaması için İngiltere’de May’i eski M16yöneticileri uyarıyor. ABD’de Trump’a “Yavaş ol, bak Cenevre süreci var savaşı sonlandırmak için” diyen Pentagon’un patronu Savunma Bakanı Mattis.

Onlar, şimdi Esad’a diye fırlatılacak füzelerin İran’a ve Rusya’ya da değebileceğini, savaşı yayabileceğini, bölgedeki en önemli müttefikleri İsrail’in güvenliği açısından da sorunlar çıkabileceğini öngörüyorlar.
İçeride sıkışmış liderler histerik dilleri ve tweetleri ile dünyayı geçmişte defalarca çekilen acıların batağına sürüklerken, şimdi halkların ve savaş karşıtlarının seslerini yükseltmeleri gerek.

Şimdi!

İş işten geçtikten sonra değil. Blair ve Bush’un Irak saldırganlığına karşı Londrasokaklarını dolduran 1,5 milyon insan bugün sesini yükseltse, Jeremy Corbyn İşçi Partisi’ni Blair’in günahlarından da arındırmak için harekete geçirse, Trump sadece tweet atmaya devam edebilir, füze değil!

Füzelerin bölgemizde ne diktatörlükleri devirebildiği, ne de demokrasi getirebildiği tecrübeyle sabit. Bölgeyi daha fazla kana bulayacak savaş hamleleri de en fazla Türkiye’nin canını yakacak.

Dünya savaşlarının dünyaya nelere mal olduğunu bilmek ve tarihten ders almak için onları yaşamış olmamız gerekmiyor.

Suriye’ye bakınca “dünya savaşlarına yol açmış olan bütün unsurları” görebiliyorsak, sadece ne yapacağı kestirilemeyen bir adamın tweetleriyle hop oturup hop kalkmakla kalmayıp, savaşa karşı ayağa kalkmamız gerek. 

Dünyanın her yerinde!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

“Korkunun” Yeni Sürümü: La Casa De Papel - Ayşenur Arslan

Bir yanım “boşver” diyor ama, söz konusu kişi neredeyse çeyrek yüzyıl bu ülkenin başkentini yönetmiş Melih Gökçek. Boşveremiyorum. Kaldı ki, tweetlerindeki görüşün iktidar cephesinde karşılığı olduğunu biliyorum.
Hangi görüş mü?

Bu yaz darbe olabilir.. Sonbaharda Geziciler ayaklanabilir.. Yılbaşına doğru iktidarın başına neler neler gelebilir..

Melih Gökçek, darbe senaryolarının son sürümünde, son günlerin çok konuşulan İspanyol dizisi La Casa De Papel’i “kanıt” gösteriyor. Dizinin Türkiye’deki seyirciler için çekilen tanıtımında (yine) subliminal mesajlar varmış. O mesajlar yine / yeni / yeniden darbeye çağrıymış.

Gökçek, sevgili Kaan Sezyum yazsa çok güleceğim gerekçeleri ciddi ciddi sıralamış. Sonunda da iyice coşmuş, dizi yapımcıları / yönetmenleri falan, artık kimi bulabilirsek, sorgulamamızı önermiş.

Ta Gabon’dan FETÖ’cü paketleyip getirttiklerine göre, bunu da yapabilirler.. De.. Merak ediyorum, dizi yapımcılarına, İtalya’da faşizme karşı direnişin sembolü olan “Ciao Bella” şarkısının “Gezicilerin marşı” olduğunu da itiraf ettirirler mi?

Olmaz olmaz demeyin. Melih Gökçek öyle zannediyor en azından. Öyle zannediyor ve dizide bu marşın söylendiği sahneye bakıp “Geziciler’in darbe sinyali” diyebiliyor.

Nerde Geziciler’de böyle bir güç, diyeceğim.. Ciddiye alırlar diye diyemiyorum.
Hakikaten nedir bu darbe senaryoları azizim? Son 15 yılda yeterince ekmeğini yemediniz mi bu korkunun? Ahaliyi korkuta korkuta.. Ergenekoncular.. Geziciler.. FETÖ’cüler diye diye.. Yalancı çobanın bile yüzünü kızarttınız. Yine de vazgeçmediniz.

• • •

Son günlerde sosyal medyada yeniden dolaşıma sokulan.. Bazılarının da “yeni” zannettiği bir yazı var.

LE Monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier, 2010 yılındaki referandum sonrasında bir Türkiye analizi yapmış. O sıralarda ne kadar liberal / liberal demokrat kalem varsa hepsinin inandığını.. Hatta AB’nin bile “sahi” zanne ttiğini kaleme almış.

Muhtemelen, memleketin liberal / liberal demokrat / yandaş kalemlerinin anlattıklarıyla vardığı sonucu şöyle anlatmış:
“Yaşam tarzı birbirinden kopuk, hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı hatta birbirine düşman iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü. Anadolu’da üretiyor, malını dış dünyaya satıyor.

Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, büyük burjuvazi ve entelektüel kesim ile bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.
Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında.
Ve bu ikinci grup; siyasetle, demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.”

Perrier, “ikinci grubun”, yani adını tam olarak böyle koymasa da “laik cephenin” demokrasi dışı bir çözüm peşinde olduğunu yazıyor. Yani iktidar / AKP karşıtları darbe yapabilir demeye getiriyor.

İktidarın kullanıp safra gibi attığı kalemleri hatırlayın. Benzer şeyler yazıyordu. Darbe paranoyası yayıyordu. Ergenekon / OdaTV / Balyoz kumpasları patlak verince de (elbette) hiçbiri şaşırmıyordu!!

• • •

Tarih, sadece 8-10 yılda bu senaryoyu çöpe attı.
Üstelik, tuhaf bir ironiyle!
Zira, Perrier’in “Türkiye analizi” şöyle bir öngörüyle bitiyordu:
“Peki, darbe olursa ne olur?
Türkiye’de darbe olursa Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak.
Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve İran’la ortaklık kurmak isteyecek.
Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Ama Rusya-Türkiye-İran bloku dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar. Eğer 3. Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.”

Ne diyordu Perrier ve analizinin kaynağı olan Türkiye’deki yandaş kalemler? Laik cephe AKP iktidarına darbe yapabilir ve bunun sonucunda Türkiye Batı’dan kopup Rusya - İran blokuna yanaşabilir.
Sonuçta ne oldu, biliyoruz.

İktidar önce laik / cumhuriyetçi / sol cepheyi tarumar etti. Ardından 15 Temmuz darbe girişimini bahane edip OHAL ile sivil darbe yaptı. Ve sürpriiiiiiiz! Rusya ve İran ile (bütün tarafların da dediği gibi) “tarihi bir yakınlaşma” yaşanmaya başladı.

Analizi tepetaklak olan Perrier ve fikirdaşları artık ortada yok tabii. Ama iktidarın eski / yeni destekçileri hala darbe masalları anlatıyor. Hala ahaliyi korkutarak oy devşirmeye çalışıyor.

Geçmişten farklı olarak, TSK’dan beklemiyorlar darbeyi.

Kimden mi bekliyorlar?

Erdoğan’ın, dolar 4 lira sınırını aşınca söylediği gibi şu malum dış mihraklardan..

Geziciler’den..

La Casa De Papel ekibinden..


Bir de muhtemelen BirGün kadrosu ve okurlarından!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

13 Nisan 2018 Cuma

Bir Şi Jinping portresi ve bir konuşma - KORKUT BORATAV

KEVIN RUDD'A GÖRE Şİ JİNPİNG
Kevin Rudd, 5 Mart 2018’de West Point’teki ABD Askerî Akademisi’nde “Şi Jinping’in liderliğinde Çin’in Yükselişini Anlamak” başlıklı bir konuşma yapmış. İlgilenenler konuşma metnine Sinocism China Newsletter’dan ulaşabilirler.

Kevin Rudd kimdir? 2007-2010 ve 2013’te Avustralya İşçi Partisi lideri olarak başbakanlık yapmış bir siyasetçidir. Sonrasında siyaseti terk etmiştir. Çince’yi (Mandarin’i) iyi bilen bir Çin uzmanı olarak Harvard ve Chicago üniversitelerinde görev almış; Asia Society enstitüsünün başkanlığına getirilmiştir.


Rudd, konuşmasına, Çin tarihine göz atarak başlıyor: 18’nci yüzyıl sonunda bu ülke, yükselişinin zirve noktasındadır. Dünya nüfusunun yüzde 30’u, dünya ekonomisinin üçte biri Çin’dedir. Sonra, Batı’nın, Japonya’nın emperyalist saldırılarını içeren yüzyıllık ulusal onursuzluk dönemi gelir. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ise, ülke tarihine yepyeni, onurlu bir sayfa açacaktır.

Kevin Rudd, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri Şi Jinping’i tanıtmak için Çin tarihine başvuruyor; çünkü Şi, ÇKP’nin “yeniden gençleşmeyi tarihsel misyon ve ulusal bir hedef olarak üstlendiğini” vurgulamıştır. “Yeniden gençleşme”, Çin’in dünyadaki konumunu tekrar zirveye yükseltmek anlamına gelmektedir. Kevin Rudd, bu milliyetçi özlemin, Şi Jinping’in düşüncesine ve siyasetine damgasını vurduğunu hatırlatıyor. Ancak, bir vurgulama daha yapıyor: Çin lideri, bu ulusal hedefe, ancak Marksist Leninist bir partinin öncülüğünde gidileceğini düşünmektedir ve bu özelliğiyle Batı dünyasını tedirgin etmektedir.

Rudd, ÇKP içinde 1990’lı yılların sonunda ülkenin geleceği üzerinde yapılan yoğun bir tartışmaya referans veriyor: Tartışma sonunda ÇKP’nin çok partili bir siyasî rejim içinde sosyal-demokrat bir partiye dönüşme seçeneği, SSCB ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerden ders alınarak açıkça reddedilmiştir ve 1949’da belirlenen ÇKP’nin öncü rolü kesinleşmiştir.

Kevin Rudd, 2013’te ÇKP liderliğine gelen Şi Jinping’in Parti ve ülke yönetimine üç doğrultuda değişiklikler getirdiğini belirliyor.

İlk olarak, Şi’nin diyalektik maddeciliği benimsemiş bir Marksist-Leninist olduğunu vurguluyor. 2013 ve 2015’te Politbüro’da diyalektik ve tarihsel maddecilik üzerinde iki kapsamlı semineri, ÇKP’nin yeni Genel Sekreteri olarak bizzat yönetmiştir. Rudd’a göre, “bir diyalektikçi olarak Şi, Çin’deki neo-liberal dönüşümün yarattığı ekonomik güçlerin zaman içinde ÇKP iktidarını tehdit edeceğini algılamıştır.” Batı çevrelerinde bu ekonomik etkenlerin Çin’i çok partili bir demokrasiye dönüştüreceği beklentisi, Şi tarafından kesinlikle önlenmesi gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Ve bu tehdir, Marksist-Leninist doktrine bağlı bir ÇKP tarafından önlenecektir.

İkinci değişim, bu algılamanın sonucudur: Çin toplumunun yönetiminde son yıllarda adım adım hükümet kurumlarına geçmekte olan rol, yeni baştan ve her aşamada ÇKP tarafından üstlenilecektir. Öyle ki, artık, özel sektörün, hatta bazı dev yabancı şirketlerin yönetimine, işyerlerindeki ÇKP temsilcileri katılmaya başlamıştır.

Son olarak, SSCB Komünist Partisi’nin hazin sonu ayrıntılı olarak incelenmiş; ders alınmış ve Parti-içi yozlaşmaya son vermeyi hedefleyen kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele kampanyası başlatılmıştır. 2013’ten beri sürdürülen bu kampanya, bu yıl yeni bir anayasal kurumlaşmanın da katkısıyla devlet ve ÇKP hayatının kalıcı bir öğesi olmaktadır. Rudd’a göre bu kampanya sayesinde üst-düzey Parti yönetimi tamamen Şi’nin güvendiği kadrolara geçmiştir.

Rudd, ABD’li kurmay adaylarına hitap eden konuşmasına şu sözlerle son veriyor: “Çin’in gerçeği budur ve bu olguyu anlayacak yeni kuşak liderlere gereksinimiz vardır. Bu iki büyük ulus arasında barışı, istikrarı koruyacak; savaş musibetini önleyecek; işbirliğini sağlayacak yolları bulmalıyız.”

ABD İLE TİCARET SAVAŞI MÜZAKERESİ Mİ?
10 Nisan 2018’de Şi Jinping, Hainan adasındaki Boao Asya Forumu’nda bir konuşma yaptı.
Konuşmanın iki örtülü muhatabı vardı. Birincisi, Çin’e ticaret savaşı açan ABD Başkanı Trump; ikincisi ise, kapitalist dünya sisteminin “âkil çevreleri”… Bu ikinci grupta kimler var? Listeyi oluşturma çabasını bu yazının okurlarına devrediyorum. Trump’ın küreselleşme karşıtı çizgisine ve bu bağlamda yer alan ticaret savaşlarına karşı çıkan ABD’nin güçlü sermaye gruplarının ve temsilcilerinin bu grupta yer aldığını herhalde dikkate alırlar.
Şi’nin konuşmasının Trump’a hitap eden öğeleri, “uzlaşma arayan bir müzakere platformu” özelliği taşıyor ve ABD Başkanı’nın Çin’den taleplerine ilişkin vaatler içeriyor.
Sıralayalım:
- Fikrî mülkiyet haklarının korunmasını güçlendirmek.
- Otomobillere uygulanan gümrük tarifelerini anlamlı boyutta indirmek; başka ürünlerde de tarife indirimleri başlatmak.
- Otomobil, gemi ve uçak sektörlerinde yabancı hissedarlık sınırlarını azaltmak, hatta yüzde yüz yabancı mülkiyetine imkân tanımak.
- DTÖ’nün devlet ihaleleriyle ilgili sözleşmesine katılmak.
- İthalatı artırmak ve cari işlem hesabının dengeye yaklaşmasına çaba göstermek. 
Bu “ödünler listesi”ne, Batı’dan talepler refakat etmektedir: Çinlilere ait fikrî mülkiyet haklarının da korunmasını sağlayınız; Çin’in yüksek teknolojili ithalatını kısıtlama uygulamalarına ve Çin yatırımcılarının ülke dışında yüksek teknolojili şirketleri satın alma girişimlerinin “güvenlik gerekçesi” engellenmesine son veriniz.
Bence, iki sonuç çıkıyor: Birincisi, Şi, ABD’nin taleplerinı müzakere etmeye hazırdır ve “vereceklerinin asgari listesini” peşinen açıklamıştır.
İkincisi, Çin’in gelişkinlik düzeyi, belli bir özgüven getirmiştir ve bu ima edilmektedir: Korumacılıkla ticaret açığınızı yok edemezsiniz; zira rekabet gücü açısından sizden üstünüz. Dahası, yenilikler (“innovation”) ve teknoloji açısından da sizden geri değiliz; yıllık patent sayısında ABD’yi dahi geçmiş durumdayız; fikrî mülkiyet haklarında bize de serbestlik talep ediyoruz…

KÜRESELLEŞMENİN SAHİBİ ÇİN'DİR...
Şi’nin konuşmasının diğer muhatabı olan “kapitalist dünya sisteminin âkil çevreleri”ne öncelikle şu mesaj aktarılıyor: Son kırk yılda küresel büyümenin yüzde 70’ini Çin gerçekleştirdi. Artık tüm dünyayı etkileyecek büyüklükte ve güçteyiz. Ancak, bu konumumuzu, çatışmaları, karşıtlıkları besleyerek kullanmıyoruz; ortak çıkarlarımızı gözeten işbirlikleri arıyoruz.

Boao konuşması, örtülü olarak Trump’ı hedefliyor; böylelikle de tüm korumacı, “kapanmacı” eğilimlere karşı çıkıyor.
Şi’nin sözleriyle sürdürelim:İnsanlık açılma ile tecrit (yalıtım) arasında, ilerleme ile geriye dönme arasında bir tercih yapma durumundadır. Kazançlı-kayıplı karşıtlıklarına dayanmayan; herkesin kazançlı çıkacağı, daha fazla açılmayı, işbirliğini içeren; tek-düzelilik aramayan; birbirimize saygıyla, eşitler olarak davranacağımız bir dünyayı istemeliyiz. Küresel eğilim, gelişme, işbirliği ve barış doğrultusundadır. Bunları reddedenler tarihin çöplüğüne mahkûm olacaktır.

Bu söylem, Şubat 2017’de Şi Jinping’in Davos ve Cenevre’de yaptığı; özünde Trump’ı hedef alan ve “artık küreselleşmenin sahibi, ABD değil, Çin’dir” mesajını içeren iki konuşma ile aynı doğrultudadır.

EMPERYALİZM VE KAPİTALİZM NEREDE?
Kevin Rudd’a göre Şi Jinping, ÇKP içinde Marksist-Leninist çizgiyi güçlendiren liderdir. Ne var ki, Şi’nin yukarıda aktardığım “küreselleşmeci söylemi”, Marksizm-Leninizm’in emperyalizm çözümlemelerinin ve Mao’nun Üç Dünya Kuramı’nın dışındadır; hatta karşıtıdır.

Bir “uyum” arayacaksak, olsa olsa, Mao’nun benimsediği Bandung doktrininin izlerine bakabiliriz: Şi de uluslararası ilişkilerde tedüzeliliği reddetmektedir; ulusal hükümranlıklara saygılıdır; Çin’in hegemonya aramadığını vurgulamaktadır. Ama, bugünkü emperyalizmin sömürücü, tahripkâr ve saldırgan özelliklerinin açıktan eleştirisi nerededir? Çin emperyalist sistemin kumanda merkezine kapitalist bir ülke olarak ulaştığında, bugünkü ABD’nin rolünü paylaşacak mıdır? Devralacak mıdır? 

Öngöremeyiz.

Kevin Rudd konuşmasının bir bölümünde Şi Jinping’in “kaynak tahsisinde piyasanın egemenliğini, özel sektörün artan ağırlığını” hedeflediğini belirliyor. Bu hedeflerle ile Marksizm-Leninizm arasında uyum var mıdır? Bir uyum arayacaksak, olsa olsa, Şi’nin “yüzyılın ortasında modern sosyalist bir toplum kurma” hedefini ortaya atmasında bulabiliriz. Peki, “modern bir sosyalist toplum”a ulaşılırken bugün gelişmekte olan kapitalizm nasıl aşılacaktır?

Belki de Şi Jinping tarihsel maddeci düşüncenin temel bir önermesine dayanmaktadır: Gelişmelerinin belli bir safhasında maddi üretim güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle (yani kapitalizmle) çatıştığında, toplumsal bir devrim kaçınılmaz olur. Önümüzdeki yıllar boyunca Çin’in teknolojik atılımlarına büyük öncelik veren Şi Jinping, belki de bu gelişimin kapitalizm ile uyumlu olamayacağı bir dönüm noktasına 2049’da ulaşılacağını öngörmektedir. ÇKP de, o tarihte “Çin’e özgü sosyalizme kendiliğinden ulaşıldığını” beyan edebilir.

Marksizm-Leninizm sosyalizme kendiliğinden geçileceğini kabul etmemektedir; ama, otuz yıl sonrası için “bu kadarlık” bir uyumsuzluğu hoş görenler olabilir.

Korkut Boratav / SOL