7 Mayıs 2018 Pazartesi

İnce ve bir momentum fırsatı - ERGİN YILDIZOĞLU

CHP bu kez, ortaya, “yapışkan statüko” dışına taşan bir cumhurbaşkanı adayı koydu. Muharrem İnce, öncelikle CHP tabanının Laik Cumhuriyetçi duyarlıklarına hitap ediyor; “hayır” oylarını konsolide etmeyi amaçlayan bir hat izleyecek gibi görünüyor. Ancak, İnce’nin burada durmak istemediği, kapsayıcı olmayı arzuladığı da anlaşılıyor. İnce, kampanya boyunca kendisine yönelecek simgesel şiddete, fazlasıyla cevap vermeye kararlı olduğunu da hemen gösterdi. Bu duruş, güçlü bir iradenin varlığına işaret ediyor.
 
Bunlar, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın liderliği açısından beklenmedik bir durumdur. Gül’ün adaylığını önledikleri için şimdi ne kadar dövünseler azdır. Korku işte böyle vahim hatalar yaptırıyor. İnce’nin, adaylığının, bu korkuyu derinleştirdiğini adeta bir özgüven sorunu yarattığını daha şimdiden görebiliyoruz. 
 
İndirilme korkusu 
Bu korkunun, akılda yarattığı istikrarsızlığı, AKP liderliğinin açıklamalarından, yandaş basının yorumcularından izlemek olanaklı. 16 yılda kurdukları statükoyu zorlayan bir muhalefetle karşılaşmak, AKP liderliğinde, yandaş basında adeta yaşamsal bir risk olarak algılanıyor. İttifak pratiğini önce kendileri başlatanlar, şimdi muhalefet partileri arasındaki sınırlı ittifakı, dış mihrakların “proje ittifakı” olarak niteliyor, daha dün “parantezi kapatmaktan” söz edenler, muhalefeti geriye doğru bakmakla, intikamcılıkla suçluyor. 

Kendileri, daha baştan yola, Türkiye partisi olarak değil, Sünni, erkek ve Türk olmayan herkesi dışlayan, ötekileştiren dar bir “ideoloji partisi” olarak çıkmıştı. Şimdi, en azından din, mezhep ve kadın-erkek ayrımı yapmayan CHP’yi Türkiye partisi olmaktan çıkıp dar bir ideolojinin partisi olmakla suçluyorlar. 

Bu sırada, liderleri, OHAL altında gidilen, mühürsüz oylarla seçim kazanılan, Meclis’i işlevsizleşmiş bir Türkiye’de, bir parlamenter demokrasiymiş gibi yapma çabasını bir kenara bırakarak “indirilmekten” söz ediyor. 

Parlamenter demokrasilerde kimse bir yere çıkmaz, kimse bir yerden indirilmez. Bütün vatandaşlar eşittir varsayımıyla yapılan seçimlerde, kaybedenler görevi, kazananlara devreder, muhalefete geçerler. Ancak kendini, toplumda herkesten yüksek bir yere çıkmış, özel bir konuma sahip, hep konumda kalmayı kutsal hak, adeta Allah’ın lütfettiği bir kimlik (Şef, Reis, Sezar, Tiran vb.) gibi gören birileri ‘indirilmekten’ söz edebilir. Besbelli ki iktidarın söylemi dağılmaya başlamıştır! 
 
Tükenme ve momentum 
İktidarın aklına, demokratik seçimlerde dile getirilen haklara, özgürlüklere, refaha, ekonomik büyümeye, istihdama, sosyal güvenliğe ilişkin vaatlerin yerine, öncelikle “Yavuz Sultan Selim Köprüsü mü, Marmaray mı, Avrasya Tüneli mi, Kanal İstanbul’mu, 3. havalimanı mı?” gibi şeylerin gelmesi, halka ideolojik gevezeliklerden başka vaat edecek bir şeylerin kalmadığının, bir siyasi tükenmenin kanıtıdır.

 Bu tükenmişlik, özgüven sorunu, gerek “dörtlü ittifak”, gerek Demirtaş’ın adaylığı, CHP’nin başkan adayının güçlü çıkışları, siyasal İslamın liderliğinin, kendince kurduğu oyunun bozulmakta olduğunu, bir karşıt momentum yaratma olasılığının, çok uzun bir zamandır ilk kez gündeme geldiğini düşündürüyor. 

Şimdi muhalefetin birinci çabası bu momentumu, özellikle halka açık toplantılarda, sokaklarda, meydanlarda, sosyal medya platformlarında, partililerin ve taraftarların tabandaki çabalarıyla korumak ve güçlendirmek olmalıdır. 

Başarılı olunduğu ölçüde diyalektik bir ilişki şekillenecektir. Söz konusu, momentum güçlendikçe, iktidarın seçimleri kazanmak için yapmaya hazırlandığı hilelerin getireceği riskler de artacaktır. Belki de AKP, kimi riskleri artık alamayacaktır. O zaman bu seçimlerde normalleşmeye bir az olsun yakınlaşma şansı yakalanabilir. O zaman da AKP’de temsil edilen siyasal İslamın iktidarının sonuna giden yolun başlangıç noktasına gelinebilir. İktidarını ilahi iradenin lütfu olarak görmeye alışmış bir aklın, bu durumda, maraza çıkarması yüksek bir olasılıktır. Böyle olasılıklara da şimdiden hazırlanmaya başlamak gerekir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Eşeğe kurban olun! - TAYFUN ATAY

Eşekle ilgili, herkes gibi benim de hafızamda ve dil haznemde insan- merkezci bir kültürel kirlenmenin sonucu olarak yerleşmiş haksız, acımasız ve insan olmaktan hicap duymaya yol açacak mahiyette ahlâksız bir dolu söz de var; sözde atasözü/deyim de var. Bir parçası olduğunuz insan türünün bozulmalarından isteseniz de istemeseniz de nasibinizi alıyorsunuz çünkü... 

Eşek, 5000 yıl öncesinden başlayarak bizim yükümüzü sabırla ve sadakatle çeken bir hayvan. Ama aynı ağırlıkta insan yaşamı içerisinde en çok aşağılanmış da bir hayvan (“cinsel istismar” konusuna, midelerinizi kaldırmamak için hiç girmiyorum!). Ona yaklaşımımız, insanlığımızın yüz karasını, nankörlüğünü işaret eder. Daha üzücü olan, hemen hiçbir kültür, hiçbir uygarlık, hiçbir din, sanat, edebiyat (kısmi istisnalar hariç) bundan azade gibi görünmüyor. 

En avamından en edebisine kadar açılan yelpazede böyle bu... Memleketin şu yaygın, rutin ve sıradan küfrü “Eşşoleşşek” mesela... Aslında bu sözün, muhatabı kılınan “insan”ı değil, böyle bir küfre “malzeme” edilen eşeği hakarete uğrattığını düşünmek gerekir!.. 

Ve işte bizde Ziya Paşa’ya atfen kullanılan “Eşeğe altın semer de vursan eşek yine eşektir” sözü. (“Bizde” diyorum, çünkü aynısı değilse de benzeri, başka kültürlerde de var; işte “Amerikan” sürümü: “A donkey is but a donkey though laden with gold”; yani, altın yüklü de olsa eşek eşektir.) 

Ziya Paşa’nın sözü önceki gün Cumhurbaşkanı’nca muhalif cumhurbaşkanı adayını ima ile telaffuz edildi. 

Dindar bir cumhurbaşkanı ağzından hakaretamiz mahiyette (elbette yine doğrudan insana yönelik, ama eşek alet edilerek) çıkan bu sözün ötesinde, eşeği daha itibarlı, hatta “kutsi” yere oturtan anlatılar (hikâyeler/kıssalar) da hiç yok değil... Bunlardan biri, eşek ile ilgili benim de aşina olduğum o “kirli” söylemi bile yıkamıştır. Doktora araştırmam sırasında tasavvufi bir sohbette dinlediğim, sonrasında başka dinsel geleneklerde de benzer karşılıkları olduğunu fark ettiğim “folklorik” bir dinî-İslami kıssa bu. 
Tabii anti-semitik bir vurgu var içeriğinde, ama onu sorunsallaştırmayı bir başka yazıya bırakarak aktaralım: 
“İsrailoğulları Allah’ı görmek istemiştir ve peygamberleri Musa, Rabbe onların isteğini iletir. Allah geleceğini söyler. Yahudiler, zenginliği, lüksü, ihtişamı öne çıkaran hummalı bir hazırlığa koyulurlar. Buluşma günü gelir ve Musa kapıda hazır bekliyor, bir dolu zengin, itibarlı, yüksek statülü insanı içeri buyur ediyordur. Derken bir eşeğin üzerinde yoksul ve yaşlı bir Yahudi belirir kapıda. Musa onu durdurur ve sorar,  ‘Nereye’ diye... Yaşlı adam, ‘Ya Musa, Allah’ı görmeye geldim, izin ver gireyim’ der. Musa, ‘Olmaz içeride bir dolu zengin ve önemli insan var; senin durumun münasip değil girmeye’ diye karşılık verir.Yaşlı adam ısrar etse de Musa kabul etmez ve adam üzgün şekilde ağlayarak ayrılır. Sonra beklerler ama Allah gelmez ve Musa’ya dönüp hışımla sorarlar,‘Allah’ın nerede kaldı’ diye... Musa tekrar huzura çıkar, Allah’a niye gelmediğini sorar. Allah, ‘Ya Musa, edepten çıkma! Bilmez misin sözümü tutarım. Geldim, fakat sen girmeme izin vermedin’ der. Musa Peygamber, şaşkın, sorar ne zaman ve nasıl geldiğini... Allah, ‘Eşeğin sırtındaki yoksul- yaşlı adamın kalbinde oturuyordum. Onu geri çevirdiğin zaman beni de çevirdin’ der.” 

Kıssanın hissesi çok da biri de eşek ile ilgili olsa gerektir! Evet, bir taraftan “Eşeğe altın semer de vursan eşek eşektir” anlayışı var; hatta daha beteri, “Mekke’ye de gitse eşek eşektir” diyen “dindarlar” var. Ama işte öbür tarafta da eşek, yoksulun, “Bir lokma bir hırka” diyenin, “tevekkeltü ale’llah” çekenin can yoldaşı bir hayvan!.. 

Dinsel söylemin alanından çıkalım: Eşek, eza ile, cefa ile, vefa ile binlerce yıl insanın yükünü omuzlamış, aşını bulmasına yardım etmiş, kahrını çekmiş, dolayısıyla baş tacı edilecek, alnından ve o güzel gözlerinden “tazim” ile (yüceltilerek) öpülecek hayvan. 
Yani altın semer vursanız da vurmasanız da eşek muhteşem, özenilesi, örnek alınası bir hayvan. 

Dolayısıyla saraylarda mum olmaktansa yoksula, fakir fukaraya eşek olmak bize şereftir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

6 Mayıs 2018 Pazar

İktidarın 24 Haziran telaşı... Ya sonrası? - Selin Sayek Böke / BİRGÜN

Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...

Yaşamak değil
Beni bu telaş öldürecek
Özdemir Asaf

Türkiye’nin ilerici güçleri için, Hayır iradesinde buluşmuş olanlar için Türkiye’nin diktatörlükten demokrasiye doğru yön değiştirebilmesi için 24 Haziran sandığı bir fırsat. Oysa iktidar için bir telaş sandığı bu. Telaşları iktidarda kalma, kurdukları tek adam rejimini sürdürme telaşı. Bunun bir telaş olduğunu kendileri attıkları her adımla adeta haykırıyorlar dünyaya.

İttifak yasasında ve seçim takviminde telaş
Telaşı önce ittifak yasasında gördük. Artık kendi yapısal sınırlarına geldiklerinden, iktidara tutunmak için yancılara ihtiyaç duydukları için çıkarttılar yasayı. Demokratik bir sandıktan iktidar olarak çıkabilme ihtimallerinin zayıflığını gördükleri için telaşlılar. O yüzden de seçimin adil ve güvenli olmasının önünde engel oluşturacak her tür adımı yasalaştırmaya çekinmediler. Sandıkları mobil hale getiren, sandık başlarını güvensizleştiren, sandık çevrelerini partizanca atanan kamu görevlilerinin himayesine terk eden, mühürsüz oyları yasallaştıran ittifak yasası işte bu telaşın bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ülkeyi demokratik işleyiş içinde yönetme becerisini tamamen yitiren, kendi yarattığı siyasi - ekonomik kriz nedeniyle de sıkışan bu neo-milliyetçi cephe, Türkiye’yi 24 Haziran’da panik seçime götürme kararı ile de telaşını dışa vurdu. Bir telaş seçimi bu sandık.

OHAL’in kalıcı hale geldiği bir gündemde, ‘’ittifak yasası’’nın gölgesinde baskın bir şekilde dayatılan seçimin asgari demokratik koşulları sağlamadığı aşikar. Bu baskın seçimin salt yasal zemininin değil, ahlaki zemininin de olmadığını gösteren bir başka kuvvetli emare de iktidarın partileri seçime sokmama yönünde attığı adımlar.

Sandık iktidarın telaşıyla adil ve güvenli olmaktan çıkartıldıysa bize düşen demokrasiyi yaşatma iddia ve irademizle adil ve güvenli yapılması için uğraşmaktır. ‘’İttifak yasası’’ adı altında adil ve güvenli seçim koşullarının ortadan kalkmasına karşı muhalefetin geniş katılımı ile örgütlenebilecek bir boykotun tartışılmasının dahi etkin bir demokratik mücadele aracı olacağı açıktı. Bu nedenle de bu düzenlemeler TBMM’den geçer geçmez tüm demokratik güçlerin geniş katılımı ile etkin kılınabilecek aktif boykotu tartışmaya davet eden bir tartışma çağrısı yapılmıştı. Ancak, dayatılan bu baskın seçim takviminde, aktif boykot veya seçim boykotunun kitlesel olarak örgütlenmesinin mümkün olmadığı da artık açık.

O zaman gelinen noktada 24 Haziran sandığını, uzun süredir Saray tarafından yok sayılan ve değeri zayıflatılan TBMM’ne hak ettiği değeri yeniden kazandırmak, parlamentoyu güçlendirmek için önemli bir fırsat ve araç olarak görmek gerekiyor. Demokratik bir Türkiye geleceğinin inşası için demokratik ve güçlü bir parlamentonun oluşması en az Cumhurbaşkanlığı seçimi kadar önemli. Seçim kararı alınmadan önce, parlamentonun Saray’ın dayatmasıyla siyaseti parmak sayısıyla onaylayan bir kuruma indirgendiği ve değişimi sandıktan yapmanın mümkün olmadığı dönemde Meclis’i halkla buluşturacak, Meclis dışı araçları da kullanacak olağanüstü bir siyasetin çağrısı önemliydi. Bugün artık seçim sürecine girilmiş olmasıyla parlamentoya yeniden gücünü kazandırmak ve egemenliği Saray’dan halka vermek için sandık bir fırsata dönüştü. Bugün aktif boykotla değil, sandıkta verilecek demokrasi mücadelesi ile Meclis’in gücünü yeniden halka teslim etmek için mücadele etme zamanı.

Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim. 

Dolayısıyla artık 50 günlük bir baskın seçim takvimi başladı ise, bu hedef doğrultusunda, bu sıkışık takvim de gözetilerek seçimde en geniş katılımın sağlanması gerekiyor. Toplumsal dinamiklerin ortaklaşmasıyla ve katılımcılıkla 24 Haziran’a giderken neo-milliyetçi cephe karşısında var olan bütün imkânlarımızı kullanarak emekten ve demokrasiden yana siyaseti büyütmek gerekiyor. Üstelik salt sandıkta oy vererek değil; katılımcılığın aynı zamanda sandık öncesi adil ve güvenli seçim mücadelesini ortaya koyan sivil toplum kuruluşlarına ve siyasi partilere katılmak; sandık çevresinde aktif görev almak olduğu bilinciyle.

Seçim vaatlerinde telaş…
Son olarak da bu panik ve baskın seçimin Saray vaatleri aynı aymazlığı, aynı telaşı, aynı kısa vadeci yaklaşımı ortaya koydu. Saray rejiminin seçim vaatleri, sandığın ötesinde bir Türkiye düşünmediklerini, tek dertlerinin sandıktan iktidar çıkmak olduğunu bir kez daha gösterdi. Saray rejimi, sandıkları demokrasinin tek gerekliliği olarak görüyor. Ne seçim sürecinin sandık öncesi döneminin demokratik değerlerle yaşatılması gerekliliğine, ne de sandık sonrası iddianın bir Türkiye hayali ve hikâyesi üzerine inşa edilmesi gerektiğine inanıyor.

Oysa seçimler siyasi partilerin ülkenin ihtiyaçlarına dönük alternatif politikalarının tartışıldığı demokratik süreçlerdir. Bu bağlamda, demokrasiyi sandıktan ibaret gören Saray’ın seçim vaatlerinin de bir bütün Türkiye hikâyesinin parçası olmaması kendi siyasi anlayışları ile uyumlu. Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...

Nitekim bu yüzden de bir bütüncül ekonomi programının parçaları olan CHP’nin 2015 seçimlerinde beyan ettiği ekonomik programın ancak kötü bir kopyası olabiliyor.

O bütünü uygulayabilmek emekten yana bir toplam siyasi anlayışı gerektiriyor. Oysa Saray rejimi emek karşıtı ranttan yana bir sınıfsal tercihin üzerinde yükseliyor.

O bütünü uygulayabilmek üretken güçlerden, kurallara uyan, istihdam yaratan, primini ve vergisini ödeyenlerin gücü üzerine kurulan halkçı ve dürüst bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi vergisini ödeyeni cezalandıran, vergi aflarını rantçı düzenin yandaş şirketlerine hak gören, vergiyi bir siyasi araç olarak kullanan bir anlayışla kendini var ediyor.

O bütünü uygulayabilmek hak temelli bir sosyal devleti kuracak özgürlük, eşitlik, laiklik değerleri üzerinde büyüyen bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi toplumu tek tipleştiren siyasal İslam’la neoliberalizmin birlikteliği üzerine kurduğu otoriter devlet kapitalizminde liyakatle değil sadakatle işleyen bir anlayışla kendini var ediyor.

O bütünü uygulayabilmek talep temelli politikaları oluşturabilecek sosyal politikaların ve kamu harcamalarının üretim reformu ile birleştirilmesini, kaynağını yaratan arz temelli politikalarla tamamlayıcı şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa Saray rejimi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu üretimde dönüşümün gerektirdiği reformları yapmaktan yıllardır kendi tercihi ile sakınmış, var olan kurumları satıp, har vurup harman savurarak ülkenin kapasitesini yok eden bir neoliberal anlayışın ta kendisi. Ve biliyoruz ki üretim kapasitesini arttıracak reformlarla tamamlanmadığı takdirde bu tarz harcama temelli seçim vaatleri enflasyona yol açar, artan vergi ve zamlar olarak halkın omzuna seçim sonrası yüklenir.

Yarım yamalak taklit edilmiş olan CHP’nin 2015 ekonomi programı işte bu bütüncül anlayışa sahipti, Türkiye’nin aydınlık yarınları için bugün de aynı bütüncüllüğe ihtiyaç var. Bu bütüncül çerçeve ile sağlanacak dönüşüm kapsamlı bir siyasi çerçevenin ve yeni bir sınıfsal tercihin yanı sıra, bunlar ışığında şekillenecek yeni bir halkçı ekonomi programından oluşacaktır. Bu halkçı ekonomi, eşitliği gözeten emekten yana bir düzeni güvence altına alacak sosyal devletle, borçla değil üretimle zenginleşmeye imkân verecek ve aynı zamanda çağın gerekleriyle uyumlu, ucuz işgücüyle değil nitelikli üretimi ile rekabet eden bir ekonomi çerçevesiyle kurulacak. Bu halkçı ekonomi, verimliliği arttıran bir üretim reformuyla, cumhuriyetin ve demokrasinin temeli olan kurumları yeniden ayağa kaldıran bir anlayışı birleştirerek kurulacak. Bugün için yarınları feda etmeyen, gelecek için, sürdürülebilir kalkınma için çevreyi ve doğayı gözeten kapsayıcı bir kalkınma anlayışı bu halkçı ekonominin vazgeçilmez temeli olacak.

Bu halkçı kalkınma çerçevesini ortaya koyabilmek için, ekonomi ve demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur. Demokrasinin sağlıklı işlemesinin öncelikli koşulu hiç kuşkusuz, özgür yurttaşın varlığıdır. Oysa Saray rejiminin borç düzeni ve üretimi hiçe sayan tüketim temelli ekonomisi, “tüketici” kimliğini “yurttaş” kimliğinin önüne taşıyor. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında hayatını sürdürmek zorunda kalan milyonlar, otoriter Saray rejiminin “kırılganlık” tehdidi altında bırakılınca, aktif yurttaş ve buna bağlı olarak demokratik katılımcılık ve hesap verilebilirlik yok oluyor. Bunun da ötesinde, “hak temelli” bir sosyal devletin yokluğunda emekçi sınıflar en temel demokratik yurttaşlık haklarını özgürce kullanmaktan da pratikte alıkonuluyor. O zaman demokrasiyi ve aktif yurttaşlığı var etmenin de anahtarı her şeyden önce borca ve üretmeden tüketime dayalı bu ekonomik düzenin, üreten, üretici güçleri merkezine alan, ürettiğini hakça bölüşen bir düzenle değiştirilmesinde.

Saray’ın attığı her telaşlı adım, aynı zamanda Türkiye’nin kurumsal yapısını, demokrasisini, ekonomisini, toplumsal barışını ve yarınlarını da daha da çok yıkıyor. Bu yıkıma dur demek, telaşlı yıkımdan bir ortak yaşam çıkartmak için yeni bir siyasete, yeni bir kalkınma hamlesine, yeni bir ortak gelecek hayaline ihtiyacımız var.

24 Haziran kuşkusuz, bir son değil. Çünkü her şeyden önce bu panik seçimle dahi rejimin kendi içinde bulunduğu yapısal krizi aşması mümkün değil. 24 Haziran bu umutlu geleceğin başlangıcı olabilir.

Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim.

Ve hep birlikte bu özgür, eşit, demokratik ve barışçıl yarınları bugünden kuralım.

Selin Sayek Böke - Doç. Dr., CHP PM Üyesi ve İzmir Mv.
BİRGÜN PAZAR

Sakallı - TOLGA BİNBAY

Tarihin cilvesi mi desek! Şimdilerde herkes sakallı. Hâlbuki sakal önceden pek öyle moda değildi. Hatta bazı tehlikeler taşıyordu. Ve nadiren kurtarıcı oluyordu.

Bilirsiniz; şehir efsanelerine bile girmiştir. Bazı öğrenci evlerinin duvarlarını süsleyen bir sakallı vardır. Ve bu sakallı, duruma göre o öğrencilerin dedesi olmuştur, mesela. Evdeki memurların “Çok da nur yüzlüymüş” dediği de anlatılır bu efsanelerde.

Sakal bu. Kimi zaman korkutucu, kimi zaman koruyucu.

Şimdilerde pek revaçta sakal. Güç, kudret, erkeklik göstergesi. Muhteşem Yüzyıl’dan beri, herkes sultan olmak istiyor, elinde kılıcı ve de yüzünde sakalıyla. Ve bir sakal uğruna ya rab ne losyonlar tüketiliyor. Gençlik, vücut geliştirme salonları ile unisex bakım salonları arasında gidip geliyor.

Ama bizim sakal, uğruna losyonlar tüketilen o sakal değil. Bizim sakallı da o sakallılardan değil.

Hem zaten kendisi pek sevilmezdi. Bakmayın siz şimdilerde 200. yaş günü için herkesin övgüler düzdüğüne ve gardırobundaki eski eşya kutularının içinden kitaplarını çıkarıp karıştırdığına. Bizim sakallının çoktan unutulmuş olmasını isterlerdi. Hem de çok.
Ama olmadı.

Kim bilir kaç sakallı unutuldu gitti de bizim sakallı bir türlü unutulmadı, kaldı. Neler, neler yaptılar da Karl Marx bitmedi.

Bitmedi ama herkesin de kendine göre bir Marx’ı var.

Kimisi, kültür eleştirmeni olarak seviyor Marx’ı. Ve yaşasaydı eğer, mesela geçtiğimiz on yılları Radikal gazetesinde albüm tanıtımları yaparak geçirmiş olacağını hayal ediyor.
Kimisi iktisatçı olarak seviyor. Ve yaşasaydı bizim sakallı, mesela Dünya Bankası’ndan emekli olduktan sonra yazacağını düşünüyor Das Kapital’i.

Kimisi düşünür olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, şu yaklaşan seçimler hakkında ince ince düşündükten sonra elindeki mührü en yakışıklıya basacağını düşünüyor.

Kimisi acıların solcusu olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, mesela Yunanistan’da Çipras’ı, İngiltere’de Corbyn’i, Amerika’da Sanders’ı, Rusya’da ise elbette ki Putin’i destekleyeceğini düşünüyor.

Kimisi bir kimlik olarak seviyor. Ve yaşasaydı sakallı, onlarca yıl aynı satırları yeniden ve de yeniden yazdığı cicili bicili bir dergisinin olacağını düşlüyor.

Kimisi falcı olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, hangi fallarda yanılmış olacağını merak ediyor.

Kimisi bestseller yazarı olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı, Komünist Parti Manifestosu yerine mesela “hocam parti devri çoktan geride kaldı; önemli olan toplumun demokratik çerçevede radikal çoğulcu sorgulanmasıdır” diye yazacağını düşünüyor.
Böyle böyle gidiyor işte. Herkes kendisine göre seviyor Marx’ı ve kendisine göre hatırlamayı tercih ediyor. 1844 El Yazmaları’ndan sonrasını boş gören çok. Marx’ın bütün hayatının içinde gömülü olan siyasi coşkuyu, adanmışlığı, arayışı, uzlaşmazlığı ve ısrarı görmek istemeyen çok. Ellerinden gelse bir sivil toplum örgütünün başına geçirecekler ve öylece geçecek günler.

Tabii ki başka türlü sevenleri de var. Onlar da bizim sakallıyı, Yahudi kavminin dünyaya hâkim olmak için yetiştirdiği bir isim olarak görmeyi seviyorlar. Hem zaten kafaları karıştırmak, insanları ayartmak, yoldan çıkarmak, saptırmak ve bozmak için ortaya atılmış iki düşünce akımı yok mu şu koca dünyada! Birisi Marksizm ve öbürü psikanaliz. 

Birisinin kurucusu 5 Mayıs doğumlu, ötekisinin kurucusu ise 6 Mayıs. Duyuyorsunuz değil mi, “Eh yani, bu da mı tesadüf, bu da mı tesadüf! Haydi açıklayın bakalım!” diye inliyor birileri.

Şimdilerde yüzüne bakan pek yok ama Türkiye'de bir kuşak bu tür bilgilerle büyüdü. Anglo-Sakson paralarıyla bastırılan ve kentlerin meydanlarında tırlarla dağıtılan kitaplarda böyle anılıyordu bizim sakallı.

Mason olduğu masalları da anlatılıyordu ki kimileri masallarla seviyor bizim sakallıyı. Zamanında koca koca devlet kurumlarımızın da hiç tereddüt etmeksizin parayı basıp sakallının “işçilerimizi nasıl kandırdığına” dair broşür bastırmışlığı da olduğu düşünülürse Marx konusundaki masalların değeri daha iyi anlaşılabilir.
Tarih böyle ilerliyor işte. Eşitsiz. Kimilerine sakal yolduruyor, kimilerine sakal bıraktırıyor.
Ne diyelim!
200 yıl geçmiş dünyaya gelişinin üstünden, kurtulamamışlar.
Yazık.
Ama isterseniz bir sır verelim. Basit, açık ve net. Marksist bir sır.
Kurtulmak mı istiyorsunuz bizim sakallıdan?
Çekinmeyin, hızlandırın tarihi.

Aklınızdaki zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok, inanın.

Tolga Binbay / SOL

Ortodoks Akşener ve seküler pelte - BARIŞ ZEREN

Devr-i Erdoğan’ın en önemli sonucu bu belki de: Bu ülke ilericisine fikirlerinin ertelenebilir, ideolojilerinin önemsiz olduğunu sopa sopa, seçim seçim öğretti. Türkiye ilericisini, Atsızları İskiliplilere tercih edecek kadar düşürdü. İstibdattan çıkışı, pelteleşmede gören bir ilerici, moda deyimle 'seküler' üretti.

Meral Akşener 3 Mayıs Türkçüler gününü kutlamış. Birden, ittifak mühendislerinin bakkal hesaplarıyla istila ettiği gündemimize hiç yakışmayan bir soru uyandı zihnimde. Fikirler ve tarih bu kadar önemsiz mi? 3 Mayıs’ı kutlamak bu kadar kolay mı? 
 
NEDEN 3 MAYIS?
Önce biraz bellek: Neden 3 Mayıs? 
3 Mayıs 1944, ırkçı olduğunu hiç saklamayan, Nazizmi, faşizmi övünçle savunan Nihal Atsız'ın siyasal manifesto günüdür. Hem de ne manifesto! Atsız, İçişleri Bakanı'na mektuplar yazarak Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav gibi kıymetleri "devlete sızan komünist vatan hainleri" diye ihbar etmiş, dünyanın karanlığa boğulduğu o yıllarda ülkenin en parlak kurumu olan Milli Eğitim Bakanlığı'nı (Hasan Ali Yücel adı yeterlidir sanırım) buna çanak tutmakla suçlamıştı. Sabahattin Ali, Atsız’a dava açtı, Atsız da işte o davanın 3 Mayıs gününü, kendisine bağlı faşist gençlikle "Ankara Nümayişi"ne çevirdi. Atsız’a destek için gelen faşist kalabalık Ankara’da yürüyüşe geçti ve kolluk güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtıldı.

Atsız ve Nazi sempatizanlarının müdahale karşısındaki şaşkınlığı, aslında devletin kanatları altında semirme ufkunun aniden kapanmasındandı. Dünya Savaşı sırasında faşist cephe ile müttefik cephe arasında salınarak savaş dışında durmaya çalışan İnönü, tam da Nazi ordusunun beli kırılmışken müttefiklere göz kırpacak hamleler yapmayı uygun görmüş, içimizdeki Nazileri güzelce hırpalamak istemişti. İnönü’nün bu hamlesi ırkçıların “tabutluklarda” tezgahtan geçirilmesine kadar vardı, ama asıl olarak faşist Atsız’ın talepleri yerini buldu. Beş yıla kalmadan Sabahattin Ali devletçe öldürüldü ve Boratav’lar üniversiteden, ülkeden kovuldu. (Halkbilimci Pertev Naili Boratav, Korkut Boratav’ın babasıydı, uzun yıllar Fransa’da yaşamak zorunda kaldı ve yaşamını ülkesinden uzakta yitirdi.) Faşist hareketin pek sevdiği, “Biz içerideyiz, fikirlerimiz iktidarda” serzenişinin ilk versiyonu bu örnektir. (Devlet kanatları altında semirenler, mağduriyet konusunda daha nazik oluyor, artık herkesin malumu.)
Türk milliyetçileri, koca Türk tarihinde "gün" belirlemek için daha büyük bir zafer ya da trajedi bulamadılar ve bir açık faşistin bu ülkenin eli kalem tutan insanlarına saldırı tarihini bayram diye sahiplendiler. İşte Akşener’in kutladığı 3 Mayıs budur ve bu belleği canlandırmaktadır. Başka deyişle, Akşener rüzgarından etkilenip “3 Mayıs'ta n'olmuş?” diye gugıl'layacak her genç, ilk önce Sabahattin Ali, Pertev Naili düşmanlığını öğrenecektir. Sandık mühendisliğiyle fikirlerin ve tarihin rolünü küçümseyebilirsiniz, ama ikisinin de şakası olmadığını acı şekilde öğrenirsiniz.

SAĞ İLERİCİLERE SALDIRI TARİHİNİ ANARKEN İLERİCİLİK ADINA NE YAPILIYOR?
O 3 Mayıs’tan beri elbet derenin altından çok sular aktı. Ama hangi yönde? Atsızcılık, 1970’lerde Türk-İslam Sentezciliğiyle değiştirildi, ama 3 Mayıs terk edilmedi. Çünkü “tabutluk” edebiyatı, İnönü düşmanlığı aracılığıyla cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlığına, dolayısıyla İslamcılığa köprü oluşturuyordu. Nitekim, ülkücülük, İslamcılıkla birlikte devlet içinde uyum içinde yükseldi. Akşener’in bakanlık yaptığı 1990’larda bir emniyet ve mafya fikriyatı haline gelmişken AKP iktidarı boyunca yargıya da sızdırıldı. Bu, Fethullahçıların etkin olduğu dönem kadar bugün de geçerlidir. Okuyoruz: Öğrenciliğimizden tanıdığımız, ellerinden Sızıntı dergisi düşürmeyip laik öğretim üyelerini tehdit eden, bu arada her 3 Mayıs’ta okul duvarlarına sola küfürler yazmayı ihmal etmeyen ülkücü gençler, şimdi türlü türlü sabıkalarına rağmen Erdoğan rejiminde hakimliklere atanıyorlar. Başkaları AKP, MHP ve bu arada İYİP koridorlarında geçmiş fikirlerini savunuyorlar. 

Akşener’in 3 Mayıs kutlaması, piyasadaki muhalefetin kimsenin söz etmekten hazzetmediği genel samimiyetsizliğini ortaya koyuyor: 15 yıllık bir iktidara muhalefet yapıyor, ama o iktidarı hazırlayan, destekleyen fikirlerle. İslamcılığı silik bir Türkçülükle hareketin imajını tazeleyebileceğini düşünüyor. Partinin adını koyarken bile bugün özel timlerin takmayı pek sevdiği IYI armasında, 1990’lardaki ülkücülük yerine yeni bir güvenlikçi ideolojisi geçirebileceğini düşündüğü kesin. Oysa işte tam da 3 Mayıs tarihi, bu tür Türkçülüğün altındaki faşizmi, üstelik, cumhuriyet ve aydın düşmanlığıyla İslamcılığa soluk borusu açmaktan başka bir işlevi olmadığını gösteriyor.
3 Mayıs 1944’te “sızması önlenen” sola karşı Sızıntılarla beslenen Türkçülerin ve İslamcılar’ın “sızdıkları” devletin hali 2018 yılı itibarıyla ortada. Akşener, şimdi kendi ideolojisinin cumhuriyeti çökerten sicilini çok da dışavurmadan, ekonomisi, kurumları, hukuku darmadağın bir devleti diktatörün elinden kurtarma vaadiyle solculardan oy bekliyor. 

Akşener’in hesapları bir yana, bizi daha ziyade ilgilendiren nokta da bu: Sağ, Sabahattin Ali’lere saldırı tarihini anarken ilericilerin kendi tarih ve fikirlerini vazgeçilebilir görmelerine güveniyor. Kuşkusuz, Erdoğan karşısında Akşener tezahüratı yapan Kemalist yazar-çizer sayısı bu güveni köpürtüyor. AKP, yükselirken eski Milli Görüş gömleğini çıkardığını ana tema olarak sunmak zorunda kalmıştı. Akşener ise ortodoksisini gizlemiyor, kendi tarih ve fikirlerini muhasebe konusu bile etmeye gerek duymuyor. 
Devr-i Erdoğan’ın en önemli sonucu bu belki de: Bu ülke ilericisine fikirlerinin ertelenebilir, ideolojilerinin önemsiz olduğunu sopa sopa, seçim seçim öğretti. Türkiye ilericisini, Atsızları İskiliplilere tercih edecek kadar düşürdü. İstibdattan çıkışı, pelteleşmede gören bir ilerici, moda deyimle “seküler” üretti. Ama fikirleri soyut, tarihi de geçmiş gitmiş sananlara gene en güzel yanıtı 3 Mayıs’ı anan Akşener verdi. 

Barış Zeren / SOL

Cumhurbaşkanı adayım neler yapmalı? - Işıl Özgentürk

CHP cumhurbaşkanı adayını açıkladı. Ülkenin en güçlü muhalefet partisine ikinci bir Ekmeleddin olayı yaşatacak Abdüllatif Şener’in, şimdiye kadar ne yapmış olduğunu pek bir öğrenemediğim İlhan Kesici’nin ve artık yaşını başını almış  Büyükerşen’in aday olmaması beni sevindirdi. 

Partinin en savaşkan milletvekillerinden biri “varım” diye ortaya çıktı. Ben de bir yurttaş olarak yeni cumhurbaşkanı adayının neler yapmasını istiyorum, bunları tek tek sıralayacağım: 
Aday; mutlaka yanında tek bir koruma olmadan, herhangi bir ildeki bir çocuk tiyatrosunun kapısından girmeli ve dayanamayıp çocukça bir heyecanla oyunun bir bölümünde doğaçlama yapmalı. 

Aday; asla ve asla eşi olmadan hiçbir yere gitmemeli. Eşlerin en az yüzde 5 puan artırdığı bilinmektedir. Bu konuda Tayyip Erdoğan’ı takdir ediyorum. 

Aday; herhangi bir ilde, örneğin Diyarbakır’da önceden planlanmamış bir sokak düğününe gitmeli ve önce halay çekenlere katılmalı, ardından çok iyi bildiği zeybek havasıyla tek başına değil, eşini de kaldırarak zeybek oynamalı. Aday aynı eylemi bir Karadeniz ilinde de yinelemeli ve bölgenin kaybettiği ağaçların, kurumuş derelerin, yok pahasına İtalya fındık devine giden fındıktan ve el konulmaya çalışılan çaydan ve yapılmaya çalışılan Sinop Nükleer Santralı’ndan söz etmeli. Büyük sözlere gerek yok, bir sokak tiyatrosu oyuncuları ona eşlik ederse, Karadenizli usul usul nasıl öldüğünü görür. 

Aday; 76 yaşında, işini isteyen KHK mağdurları için eylem yaparken adeta ölümüne dayak yiyen eski Sayıştay hâkimi Perihan Pulat’ın yanında bir gün Yüksel’de nöbet tutmalı. 

Aday; iktidarın bile baskılara dayanamayıp cezasını iptal ettiği Ayşe Öğretmen ve Deran Bebeği mutlaka ziyaret etmeli. 

Aday; asla ve asla Tayyip Erdoğan’la ağız dalaşına girmemeli, sanki o yokmuş gibi kendi programını sürdürmeli! 

Aday; Tunceli’nde Düzgün Baba türbesini ziyaret ettikten sonra Konya’ya uçup Mevlana’yı ziyaret etmeli, ardından Hacı Bektaş Veli’nin türbesinde saygılarını sunmalı. Oradan Çorum Hattuşa’ya geçip, Atatürk’ün başlattığı ilk milli kazı alanında insanlara, bu topraklarda 42 uygarlığın yaşadığını ve bu uygarlıkların bizim ve dünyanın kültür mirası olduğunu anlatmalı. 

Aday; benim bir rastlantı sonucu İzmir’de Genel-İş Sendikası’nın kapısında gördüğüm, sarıldığım İzmir Belediyesi’nin taşeron işçi politikasına karşı çıktığı için işten atılan ve açlık grevinin 170. gününde bulunan işçi Mahir Kılıç’ı mutlaka ziyaret edip, işe alınmasını sağlamalı. 

Aday; cuma namazını kıldıktan sonra bir cemevinde semah izlemeli. 


Aday; Sivas’ta, Çorum’da, Maraş’ta hunharca öldürülen yurttaşların mezarlarına kırmızı gül bırakmalı, Suruç ve Ankara katliamlarında ölenlerin aileleriyle buluşmalı ve ardından şehit analarının türkülerini dinlemeli. 


Aday; içerde bulunan 70 bin öğrencinin aileleriyle buluşmalı ve ilk işlerinden birinin bu çocukları dışarı çıkartıp, öğrenimlerine devam etmelerini sağlamak olacağına söz vermelidir. 

Aday; cumhurbaşkanı olursa önüne gelecek milletvekili maaş zamlarını anında iade edeceğine söz vermelidir. 


Aday; atanmayı bekleyen öğretmenlerin, doktorların atanma işlemlerini hızlandıracağına dair söz vermelidir, çünkü gencecik insanlar umutsuzluk içinde kendilerini öldürüyorlar. Kimsenin bu genç insanlara bu acı sonu reva görmesi mümkün değildir. 

Aday; GDO’lu ürünlerde zehirlenen yurttaşlarını bir cengâver gibi korumalıdır. Ve herkes öğrenmeli; yıkılan inşaatlardan havaya karışan zehirli gazlar, kontrolsüz gıdalar, sınırlardan içeri giren ve önem alınamayan Suriyeli ve Afgan mültecilerin yaydığı yeni tür hastalıklar en çok da çocukları tehdit etmektedir.Ülkenin her yanını cehenneme çeviren iktidar, artan kanser vakalarının birinci dereceden sorumlusudur ve pek çok ilaç, yükselen dolar nedeniyle eczane raflarında görülmemektedir. 

Adayın yapması gereken o kadar çok iş var ki, hepsini saymaya sayfam yetmez ama en çok kadınlardan ve çocuklardan yana olduğunu söylemelidir. Kadınların birer obje değil, insan olduğunu öyle çok söylemelidir ki, kadınlar 15 yıldır bir ölümcül bir veba gibi üstlerine gelen iktidarın değişmesini istesinler! Kadınlar istedi mi her şey değişir; adayın işi zor ama bir başlasın, arkasından gelenlere o bile şaşıracaktır. 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Yarış başladı... - L. DOĞAN TILIÇ

CHP’nin cumhurbaşkanı adayının kim olduğunu tartışa tartışa, ibrenin günbegün saat be saat bir isimden diğerine dönüşünü izleye izleye geçirdiğimiz günlerden ve “kesin şu” diyen köşecilerin ters köşe olduklarını da gördükten sonra, nihayet dün Muharrem İnce’nin adaylığı ilan edildi. O da, Mustafa Kemal’in izlediği yolu yürüyerek; Hacı Bayram’da Cuma namazı kıldıktan sonra I. Meclis’e giderek kampanyasını fiilen başlattı.

Şimdi yarış başladı!

Gönül isterdi ki, bu yarışta bir sosyalist aday da olsun. Kapitalizmin; insanlığı, dünyayı ve ülkeyi bir uçuruma sürüklediğini gösterip; herkesin işinin ve aşının olduğu, derelerin özgür aktığı bir başka dünyada yurttaşların yaşamalarının mümkün olduğunu anlatabilseydi.
Bunu başaramadık, yazık!

Ancak, ülkenin olağanüstü karanlık bir tek adam rejimine sürüklendiğini gördükten sonra, o gidişe HAYIR demek, o gidişi engellemek de görev.
İnsanların bir işaretle gözaltına alındığı, öğrencilerin bir sözle mahkemelere çıkarılıp tutuklandığı, manşetlerin bir ağıza bakılarak atıldığı, fabrikaların satılıp üniversitelerin bölündüğü, olağanüstü halin olağanlaştırıldığı, insanlarımızın birbirlerini boğazlayacak derecede kutuplaştırıldığı bir ülkeye ve savaşa HAYIR demek birinci görev.

Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri, devrimcileri şimdi başlayan yarışa “bu yarış bizim yarışımız değil”, “biz bu yarışta yokuz” demeden olanca güçleriyle katılacaktır.

Katılmamanın, boş vermenin, boykot etmenin şimdi dayatılan olağanüstü halin olağan ve sürekli hale getirilmesine katkı vermekten başka bir anlama gelmediğini bildikleri için katılacaklar.

Seçim sonuçları ne olursa olsun, bu süreçte olabildiğince geniş kitlelerle buluşmak ve seçim sonrasına daha güçlü girmek için katılacaklar.
Halkın oylarının çalınıp çırpılmasına izin vermemek için katılacaklar.
Aday olanlara seçim sonrası kazanırlarsa ne yapacakları konusunda söz verdirmek, o sözlerin takipçisi olmak için katılacaklar.

Dün İnce’nin adaylığının resmileşmesiyle başlayan yarış, olağanüstü adaletsizlikler ve eşitsizlikler içinde sürdürülecek. Hep tek adamın sesi duyulacak, devletin bütün imkânları o tek adam için seferber edilecek, ekonomi çırpınırken devletin kasaları açılıp içindekiler saçılacak…

Ancak, bunların hiçbirisi tek adamın kazanmasının garantisi değil. Yenilgiye uğratılması gereken ilk şey “nasılsa kazanacaklar” ruh halidir.

Şimdi yine hepimiz Demirtaş’ı tekrar edeceğiz: Seni başkan yaptırmayacağız!
Türkiye’nin sosyo-politik gerçeklileri içinde bu seçimi kazanmak gerçekten ince hesaplar yapmayı, son derece dikkatli adımlar atmayı gerektiriyor.

Biliyorum; CHP içinde “İnce zinhar olmaz” diyenler oldu. İnce’nin parti içi mücadelede belli bir yeri vardı, genel başkanlığı aday olmuş ve o süreçte yanına çekebildiklerinden çoğunu karşısına aldığı için kaybetmişti.

Ancak, aday gösterildikten sonra bunların önemi kalmadı. İnce, parti örgütlerini ateşleyip mobilize edebilecek, CHP oylarını konsolide edebilecek ve yarışı ikinci tura taşıyabilecek bir aday.

Aday olmasında “Ekmeleddin” vakasının da bir payı var! O seçime gösterilen güçlü tepki, bu kez ona benzer bir hamlenin yapılmasını, akıllara gelse ve belki denense bile, olanaksız kıldı.

Bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmek gerek. Mevcut parti yapıları ve işleyişi içinde, İnce’nin adaylığını rahatlıkla engelleyebilirdi. Ancak yapmadı. İnce’nin de teslim ettiği gibi, iki kez kendisine rakip olan ve en ağır eleştirileri yapan birini aday gösterebildi.

İkinci tura taşınan bir seçimde, İnce’nin dindar, milliyetçi kesimlerden olduğu kadar Kürt seçmenden de oy alabilmesi gerek. Politik bilinci son derece yüksek olan Kürt seçmen için yalnızca dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır demiş olmak ve Ahmet Arif’ten şiirler okumak yetmeyecektir. 
İkinci tura kalmadan o seçmene dönük güçlü mesajlar vermesi gerekecek.

İnce, 24 Haziran’a kadar gidilecek olan kısa yolu ipince bir çizgi üzerinde yürüyecek. Hata yapıp düşmezse, ipi göğüslemesi uzak bir ihtimal değil.

 L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Olmak ya da oyuna dahil olmak - UĞUR KUTAY

Sinema seyircisinin aklını oyunlar üzerinden şekillendirme konusundaki eğilimlerine bakılırsa Hollywood’un hiç de sağlam bir pedagojik formasyonu yok; koca sektör oyunları hep korkutmak için kullanıyor. Daha fenası, bu korkutma eğlence amaçlı değil, ahlakçılık üzerinden işleyen derin bir ideolojisi var.

Kendisi başlı başına bir korkutma etkinliği olan Halloween ya da kamp ateşi etrafında -’medeniyet’ten uzakta- korku hikayeleri anlatmak gibi toplumsal oyunlar ile saklambaç, körebe ve hazine avı gibi karanlık köşeler barındıran çocuk oyunları zaten Hollywood korku sinemasının vazgeçilmez malzemeleridir. 

Ama Hollywood’un korku oyunundaki asıl gücü, oyuncak bebeklerin dehşet nesnesine dönüştüğü -katil bebek Chucky, lanetli bebek Annabelle- ya da korkuyla ilişkisi kurulamayacak en masum çocuk oyununun bile kâbus kılığına büründüğü hikayelerde ortaya çıkar -Elm Sokağı serisinde ağır çekimle ip atlayan kız çocuklarının tekerlemesini hatırlayın: “Bir iki, Freddy geldi / Üç dört, kapını ört / Beş altı, kurtaramaz seni tanrı / Yedi sekiz, uykudan uzak gezeriz / Dokuz on, uyursan bu olur son…” Oyunlar korku filmlerinde otoriteye karşı her türden girişimin cezalandırılması için bir araç olarak kullanılır. Pasif seyirci, özdeşleşme mekanizması sayesinde ister istemez kuralları otorite tarafından belirlenen bu oyunun katılımcısı haline gelir.

Bu hafta, bir korku filminin içerebileceği ideolojik manipülasyonların sınırsızlığını çok net gösteren bir örnek gösterime girdi: Truth or Dare?/Doğruluk mu Cesaret mi? ABD’de ergenlerin ve gençlerin özellikle cinsel yakınlaşma için araç olarak kullandığı bir oyun olan ‘doğruluk mu cesaret mi?’, korku sinemasında genellikle erotik güdülerin otorite tarafından baskılanmasını meşrulaştırmak için kullanılır. Oysa bu filmdeki oyun, Trump politikalarının çok bariz bir savunusuna aracılık ediyor.

Seçim çalışmaları sırasında Trump’ın sıkça değindiği konulardan biri ‘politik doğruculuk’tu. Trump sağ politik söylemlerin artık politik doğruluk kaygısı taşımaması gerektiğini söylüyor, bunu bizzat kendi konuşmalarıyla somutlaştırıyordu. ‘Politik doğruculuk’ bir ‘söylem ideolojisi’ olarak tartışılabilir elbette, ama burada bahsi geçen haliyle, yani Trump’ın nefret ettiği haliyle politik doğruculuğun reddedemeyeceğimiz kadar basit ve insani bir tanımı var: “farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, özenle kullanılan ifade, düşünce ve uygulamaları tanımlamak amacıyla kullanılan bir terim.” (tr.wikipedia.org)

Kadınlar hakkında, siyahlar hakkında, Meksikalı göçmenler hakkında, engelliler hakkında, kısaca kendisi gibi olmayan herkes hakkında aklına gelen her türden ayrıştırıcı ve aşağılayıcı şeyi söyleyerek oluşturduğu nefret dilini ‘dürüstlük’ olarak pazarlayan bu en kapitalist başkanın -evet, tanım bire bir uyuyor, ama hayır, ‘başgan’dan söz etmiyorum- tavrı filmde aynen ortaya çıkıyor: İnsanları incitme ve ilişkileri bozma korkusuyla söylemediğiniz şeyler var ya, sonucu ne olursa olsun, kim ne kadar incinirse incinsin, kendi varlığınız için bunları açıkça söylemelisiniz, yoksa ölürsünüz!

Politik doğruculuk yaptıkları zaman başlarına gelmedik kalmayan gençlerin oyunu oynamaya başladıkları yerin Meksika olması, ABD-Meksika sınırının bir kez doğrudan, üç kez de büyük tabelalarla özellikle vurgulanması, Meksika’dayken oyunun lanetini filmin esas karakterlerine bulaştıran gencin adının Carter olması -1976’da iki ülkenin ilişkileri limonîyken Meksika’da petrol kaynakları keşfediliyor, birkaç yıl içinde rezervlerin durumu belirginleşiyor ve Şubat 1979’da Başkan Jimmy Carter Meksika’ya resmi bir dostluk ve iş birliği ziyaretinde bulunuyor. Şu cümleler Carter’ın Meksika’da yaptığı konuşmadan: “Meksika’nın gelişme hedefleri doğrultusunda alacağı üretim kararlarına saygı duyuyoruz. Satmak isteyeceğiniz gaz ve petrole karşılık iyi bir müşteri olarak uygun fiyatla hızlı ödemeler yapmaya hazırız. ...Gelecekte ülkelerimiz arasındaki ticaret akışı daha da özgürleşecek, her iki yöne daha çok yasal göçmenlik mümkün olacak, ekonomistlerimiz, planlamacılarımız ve bilim insanlarımız arasında daha çok iş birliği yapılacak. Ve gelecekte, halklarımız hızla iki dili de konuşmaya başlarken her iki ülkenin de kültürünü geliştirecek ve koruyacağız.”- gibi birçok unsur, Trump politikalarının üzerimize düşen gölgesini fazlasıyla hissettiriyor.

Dahası da var; oyunun ilk sorusu şöyle: “Uzaylılar dünyayı işgal etti ve sana bir seçenek sunuyorlar: Ya bu odadaki herkes ölecek ama diğer herkes kurtulacak, ya da Meksika’daki herkes ölecek ama bu odadakiler kurtulacak. Hangisini seçersin?” Filmin baş karakteri Olivia milyonlarca insan yerine odada bulunan yedi kişinin ölmesini tercih edeceğini söyleyince Carter soruyor: “Söylediğin gerçek mi?” Film ilerlerken de tahmin edebileceğiniz gibi bu tür politik doğrucu yaklaşımların sadece felaket getirdiğini görüyoruz.

Tabii bu dürüstlük de değil, cesaret de! Ama Hollywood oyunu böyle kuruyor. 

Bu durumda belki de soruyu değiştirmek lazım: Oyuna dahil miyiz değil miyiz?

Uğur Kutay / BİRGÜN

Yanıtı hâlâ verilmeyen soru - MUSTAFA K. ERDEMOL

Iraklıların, Somalililerin, içişlerine sık sık karışılan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin, ABD nefretinin nedeni aklı başında herkesin malumu, tamam da 1787 yılının Fransa’sı ne diye, keşfedileli henüz üç yüz kusur yıl olmuş ABD’yi tehlikeli görüyordu? Feodalizmi yaşamamış olmanın nimetlerinden, ilerleyen yüzyıllarda birçok ülkeyi perişan ederek yararlanmış olan ABD’den, İspanya dururken Fransa niye yakınıyordu? İspanya’nın ticari çıkarları için keşif gezilerine çıkan Colomb adlı maceraperestin keşfettiği, (kimi tarihçi ya da coğrafyacılara göre bu zattan çok daha önce başkalarınca bulunmuş olduğu belirtilen) ABD’den asıl yakınması gereken, sömürge alanlarını bu ülkeyle paylaşmaya niyeti olmayan İspanya olmalıydı. Tabii, ABD keşfedilir edilmez bölge ülkeleri için sorun olmuş değil. Kendi ticaret sınıfının palazlanması, dış pazar araması gibi aşamalardan sonra baş gösteren bir Amerikan tehlikesinden söz ediyorum.

Sözünü ettiğim 1787 yılında, Fransız Akademisi, öğrencilerine tartışma konusu olarak şu soruyu sorar: “Amerika’nın Keşfi İnsanlığa Yararlı Olmuş Mudur?” 

Bu soruya Fransız öğrencilerin yanıtlarının ne olduğunu bilmiyorum.
Bize sorulsaydı ne cevap verirdik? 


En azından kendi adıma, dünyanın başına ördüğü bu kadar çoraba bakıp, keşfedilmemesi keşfedilmesinden daha iyi olurdu diye yanıtlardım soruyu. Buna kimi itirazlar da gelirdi elbette. Örneğin ABD’nin iki yüzü olduğu, bu yüzlerden birinin sivil toplumculuğa, özgürlüklere açık olduğu ileri sürülebilirdi. Aynı kanıda olmamı gerektirecek mantıklı bir neden göremiyorum ben. ABD bugün neyse dün de pek farklı değildi. ABD’de köleliği kaldıran Başkan Lincoln’ün su katılmamış bir ırkçı olduğunu herkes bilir. Siyahlara da kimi hakların verilmesi gerektiğini söyleyenlere, “Ne yani, bu yaratıklarla aynı haklara sahip mi olacağız?” diye hayretle karşılık verdiği kayıtlıdır.

Bir dönem aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin “aydın” çevrelerinde çokça dile getirilen bir görüş vardı. ABD’de Clinton’un, İngiltere’de Blair’in varlığını esas alarak “Dünyaya ABD-İngiltere eksenli sol bir dalga yayılıyor” teranesine inanmıştı bu çevreler. “Sol dalga”nın yayılacağı ülkelerden biri olan İngiltere’de, etrafındaki Danışmanlar’ın Blair yönetimine “İngiltere 1800’lü yıllardaki emperyalist politikalarına geri dönmelidir” önerisinde bulunduğu ortaya çıktığında bile, hala o “sol dalga”dan umutlu şaşkın insan kümeleriydi bunlar.

Ardından, tarihin, dolayısıyla ideolojinin bittiği, kesin zaferin liberalizmin olduğunu iddia eden Francis Fukuyama’nın tezleri geldi. Fukuyama, ulus devletlerin sonunu ilan ediyor, küreselleşmeye engel bu tür devlet biçiminin yok olması gerektiğini vurguluyordu. Beklenen “sol dalga”ya önemli bir teorik dayanaktı bu. Utanma duygusu vicdanla beraber var olan bir duygudur. Küreselleşmeyi, sermayenin değil de halkların buluşması gibi anlayan köksüz “aydın”, Fukuyama’nın, en son yazdığı kitapta, bir önceki kitabı olan Tarihin Sonu ve Son İnsan’da dile getirdiği görüşleri reddettiğini duymak istemedi. Fukuyama, yanıldığını kabul etmekle kalmadı, ABD Başkanı danışmanlığı dahil Amerikan resmi kurumlarındaki tüm görevlerinden ayrıldı.

William Allen White, Albert J. Beveridge, David Starr Jordan gibi 1800’lü yılların sonunda doğup, 1900’lü yıllarda ölmüş kimi Amerikan düşünür ya da politikacıları ülkelerinde ırkçılığın teorisini yaptılar. Bunlardan White adını taşıyanı “Dünyada, dünya fatihleri olarak ilerlemek Anglosaksonların kaderidir” deyişiyle bilinir. Bulun bu adamın fotoğrafını, dikkatlice bakın, Bush’un, Trump’ın yüzünü görürsünüz. Jordan adlı olanı ise, sanki övünülecek bir şeymişçesine ırkçılığa akademik saygınlık kazandırmış adam olarak değerlendirilir. Amerikan kültürünün melezleşmesine karşı olduğu da bilinmez değildir. O bunu dün dile getiriyordu. Günümüzde bunu tekrarlayan Huntington değil midir? Kitaplarından birinde “bir Amerikan kültürünün oluşmasına siyahların ve Koreli göçmenlerin engel olduğunu” açıkça söylemek gibi Bush/Trump çağına uygun bir tutumu vardır. Dünü ile bugünü aynı olan ender ülkelerden biridir ABD.

Aynı soruya Sovyetler’den arta kalan ülke halkları ne yanıt verirlerdi sizce? Ziyaret ettiği Gürcistan’da bir zamanlar Bush’u görülmemiş biçimde karşılayan Gürcistan halkı örneğin? Sovyet sonrası devletlerin, bir zamanlar “dinsiz Sovyetler’e karşı – aynen böyle diyorlardı- imanın kalesi olan ABD’nin yanındayız” diyen gerici Arap devletlerinden bir farkı yoktur bugün. Gürcistanlının hayranlıkla bağrına bastığı Bush’un ülkesinde 10 milyon kişi yoksulluk sınırın altında yaşıyor halen. Gürcistan yoksulu, sınıfdaşı Amerikan yoksulunu elbette düşünecek değil. Yeraltı, yerüstü zenginlikleri elinden gitmeye başladığı an, belki Amerikan yoksulunun farkına varabilir.

Ezip geçen, kendi çıkarlarına göre biçimlendirilmiş bir demokrasiyi (!) başka ülkelere dayatma hakkını kendinde gören; insan olsaydı, ancak “küstah” sıfatıyla değerlendirilebilecek; kendi sınırlarını gümrük duvarlarıyla korumaya çalışan bir ülkedir ABD.

Fransız Akademisi’nin sorusunun üzerinden 200 yıldan biraz fazla zaman geçti. İnsanlığın, yanıtı bu kadar uzun süren bir sorusu olmuş muydu daha önce?

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İnce popülizm - TARIK ŞENGÜL

Türkiye’de siyaset bir kez daha kırılma noktasına geldi. Kırılmanın nereden olduğu önemli. Bu tespiti yapabilmek içinse saflara bakmak gerekiyor. Saflarsa evlere şenlik; bir tarafta AKP, MHP ve biraz da BBP var, diğer tarafta ise CHP, İYİ Parti, Saadet, HDP ve Sosyalist Partiler yer alıyor.

Evlere şenlik diyorum çünkü önceki dönemlerin saflaşmalarında muhafazakârlık, milliyetçilik gibi fay hatları belirleyiciydi ve sınıfsal/ekonomik boyut zaman zaman kendine yer bulabiliyordu. Geldiğimiz noktada muhafazakârlık ve milliyetçilik etrafında oluşan fay hatları hâlâ önemli ama işler eskisi gibi değil! Muhafazakârlık önemli bir fay hattı lakin bir tarafta AKP varsa öbür tarafta şimdi Saadet Partisi var. Milliyetçilik açısından da durum aynı; bir tarafta MHP, diğer tarafta İYİ Parti var.

Peki, ne değişti de böyle oldu? 
Değişen şu; AKP toplumu önce muhafazakârlık sonra ona milliyetçiliği ekleyerek bölerken, pastayı dar bir kesim için kesmeye ve dağıtmaya yöneldi. Yolsuzluk ve kayırmacılık bölüşüm ilişkilerinin belirleyici mekanizmaları haline geldi. Toplumun muhafazakâr ve milliyetçi kesimleri her gün biraz daha kendilerine gaz verip, ekmek vermeyen bu stratejiyi ister istemez fark etmeye başladı. Hoşnutsuzluklar büyüdüğü ölçüde de, siyasal alan için demokrasi bir imkânsızlık, olağanüstü siyaset ise kaçınılmazlık haline geldi. Geldiğimiz noktada, bir yandan adalet, diğer yanda demokrasi sorunu, milliyetçileri olduğu kadar muhafazakârları da bölmüş bulunuyor.

Bu değerlendirmeyi biraz daha somut hale getirelim. 
Geçtiğimiz dönemde, Erdoğan muhafazakârlık üzerinden toplumsal desteğinin sınırlarına geldiğinde, Kürt hareketiyle müzakereyi bir yana bırakıp, milliyetçi kesime yöneldi. Ancak her gün biraz daha açık hale geliyor ki bu strateji işlemiyor. MHP ve Bahçeli artık milliyetçi seçmenin çok sınırlı bir kesimini temsil ediyor. İYİ Parti milliyetçi kimliği bir yana bırakmadan, Erdoğan ve AKP’nin kurduğu ekonomik ve siyasal düzeni sorguladığı ölçüde, MHP tabanı İYİ Parti’ye kayıyor.

Muhafazakâr kesim için aynı işlevi Saadet Partisi görüyor. Geçmişte neyi temsil ediyordu tartışabilirsiniz ama geldiğimiz noktada, muhafazakâr kesimin bölüşümünden pay alamayan ve dışlananlarının Saadet Partisi’ne yöneldiği tartışmasız. Karamollaoğlu’nun belki de istem dışı sıktığı yumrukla sınıfsal bir selam çakması ironik değil mi?

Ortaya çıkan yeni denge CHP’nin de elini rahatlatmış görünüyor. Cumhurbaşkanlığı için önceki dönemden farklı olarak muhafazakâr bir aday yerine Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi bu rahatlamanın bir sonucu olarak görülebilir.

Bir bütün olarak bakıldığında; AKP karşıtı cephenin AKP ve MHP karşısında moral üstünlüğü ele geçirişine şahit oluyoruz. İlk turda muhalif cephedeki tüm partiler kendi tabanlarını en iyi biçimde harekete geçirecek adaylarla girecekler. CHP’de Muharrem İnce partili bir aday olarak heyecan yarattı. Akşener bir gün içinde 100 bin imza topladı. Karamollaoğlu da muhtemelen gerekli imzayı toplayacak. HDP’nin tartışmasız lideri Demirtaş’ın seçime cezaevinden girmesi HDP’ye olan desteği, siyasi bir gerçekliğin ötesinde ahlaki bir duruşla yükseltecek. Bu tablo ilk turda, adil bir seçim gerçekleşirse, Erdoğan’ın sandıktan çıkmasını imkansız hale getiriyor.

Ne var ki; ne bu siyasi tablo ne de ekonomik ve siyasi alanda yaşanan sıkıntılar AKP karşıtı cephenin özellikle ikinci turda temel bir sorunu olacağı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Birinci turda ne sonuç alırlarsa alsınlar Kürtler ikinci tura ittifaka dahil edilmemeleri nedeniyle kırgın girecekler. Oysa biliyoruz ki, Erdoğan’ın karşısında kim çıkarsa çıksın, Kürt seçmenlerin desteğini almadan seçimi kazanması mümkün değil!


Bu gerçek dikkate alındığında; Kürtlerle ittifakı bloke eden Akşener’in ikinci tura kalması Erdoğan’ın işini kolaylaştıracaktır. Aynı şey Muharrem İnce için söylenemez. Kürtlerin ittifak dışında bırakılmaktan doğan kırgınlıklarını İnce’nin, dokunulmazlık konusundaki tavrı bir miktar giderebilir. Ama Kürt seçmeni ikinci turda sandığa taşımak için daha fazlası gerekiyor. Kabul etmek gerekir ki, Muharrem İnce’nin işi kolay değil; bir yanda muhafazakâr-milliyetçi seçmenler, diğer yanda Kürt seçmenler; yürünmesi gereken ince ve hassas bir çizgi var! Var ama şu da bir gerçek ki, Kürt sorunu, hem Türkiye hem de CHP açısından artık es geçilemeyecek kadar belirleyici hale geldi.

Şimdi samimi ve İnce popülizme ihtiyaç var.

Tarık Şengül / BİRGÜN