19 Mayıs 2018 Cumartesi

Gençlik Bayramı - ÖZGÜR MUMCU

Her 19 Mayıs’ta aklıma Can Yücel’in şiiri gelir: 

Bugün Ondokuz Mayıs, Mayısın ondokuzu! / 
 Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu, / 
 Sen ey ülkemizin geleceği / 
 Ulusumuzun gözbebeği / 
 Sen ey demir parmaklıklarda barfiks yapan / 
 Ranzalarda parende atan / 
 Sportmen ve kahraman Türk Gençliği / 
 Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık / 
 Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a / 
 Bu sabah da avluda volta atmağa çık!” 

Ülkemizin gençlik politikasını daha iyi anlatan bir çalışmaya henüz rast gelinmemiştir. “Geleceğimizsiniz” diye sırtı okşanan gençler, her zamankinden daha hızlı yaklaşan geleceğe hazırlıksız yakalansınlar diye sanki özel olarak tasarlanmış bir eğitim sistemine mahkûm bırakılmış. 


Yoksullukla baş edemeyenler, iktidarların desteklediği tarikatların yurt ve okullarına teslim edilmiş. Sınav sorularının çalınmasına göz yumulmuş, devlette iş bulmaları için belli tarikatlara girmeleri neredeyse şart koşulmuş. 

Biraz sesini çıkartan, nefes almaya çalışan mahkeme salonlarına, cezaevlerine alıştırılmış. 

İhtiyarların aldığı kararlarla, onlar nutuk atıp güç devşirirken savaşlara yollanmış. Memleketin ciğerlerine arsızca saplanan inşaatlarda, iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetmiş. 

Geleceğine iyi davranmayan bir ülke burası. Yeni kuşakları geleceğe hazırlamaya çalışan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in Köy Enstitülerini kapatan, eğitimi gericileştiren, “çağın en güzel gözlü maarif müfettişinin” oğlunu cezaevine tıkıp avluda volta atmaya mahkûm eden bir ülke. 

Bu durum, parti devleti günlerinde daha da ağır. Ülke bir cenderedeyken, sıkışmışlığı en çok hissedenin gençler olması da gayet doğal. Gezi’de ağırlıklı olarak onlar vardı. Seçimlerde genç seçmen AKP’ye ülke ortalamasının bir hayli altında destek veriyor. Anayasa referandumunda genç seçmenin tercihi net bir şekilde hayırdan yanaydı. 
Gençler, tek parti yönetiminde büyümelerine rağmen, doludizgin yaklaşan geleceğe kendilerini mesleksiz ve niteliksiz bırakan bu düzeni kuranlara karşı varlıklarını korumayı amaçlıyor. Referandumda sadece gençler oy kullansa “hayır” kazanacaktı. 24 Haziran’da sadece gençler oy kullansa aday Erdoğan’ın başkan olma ihtimali çok düşecek. 

Yani gençlerin bir bildiği var. Bu ülkenin de gençlerine büyük bir borcu var. Teknolojik gelişmenin ve eşitsizliğin mevcut sosyoekonomik düzeni sürdürülemez hale getireceği yeni bir dünya kuruluyor. Küresel ölçekte bunun sancıları çekilmekte. Gençleri zor bir dünya bekliyor. Ülkeyi ileride yönetecek kadrolar, bunu tespit eden ve genç kuşakların bu fırtınalı denizde seyredebilmelerini sağlayacak siyasi çözümleri getirenler olacak. 
Bugün değilse yarın. Yarın değilse öbür gün. Ama yakında. Bu karanlık devirden çıkacaksak bu büyük ölçüde gençlerin katkısıyla başarılacak. 

Bu 19 Mayıs, sürekli bir gençlik bayramının ilk günü olsun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Banka reklamlarında komedi - REMZİ ÖZDEMİR

Türkiye gerçekten çok komik bir ülke.
Bu nedenle birçok trajediyi bile komik olarak görüyoruz.
Mesela banka reklamları.
Farkında mısınız bankaların büyük bir bölümü reklamlarında hep komedyen oynatıyorlar. Komedyenler genelde hep müşteri rolünü oynuyor. Komedyenler aptal, bir şeyden anlamayan ve dahası sersem bir müşteri profili çiziyor. İnsanlar bu reklam filmlerini beğeniyor mu bilemem ama ben şahsen beğenmiyorum ve hep tepki gösterdim.
Reklamlarında komedyen oynatmayan bankalar da var.
Mesela geçen hafta anneler günüydü. Özel ve Avrupa sermayeli bir banka anneler günü sebebiyle reklam filmi hazırlatmış. Kendi personelinin annelerini reklam filminde oynatmak çok akıllıca bir şey. Gerçekten başarılı bir PR çalışması. Ancak gelin görün ki, bu reklam filmini hazırlayan bankanın bir de farklı bir yüzü var.
Bu banka en çok anneleri işten kovmakla ünlü. Özellikle süt izninde olan anneyi işten attığı için günlerce basının gündeminde olan banka, anneler günü sebebiyle reklam filmi hazırlatıyor.
Güler misin ağlar mısın?
Üstüne üstlük bu banka daha geçen yılın son bir haftasında birçok anneyi de işten çıkarttı. Bu sebeple de birçok bankacının anasını ağlattı.
Sen gel Türk halkına şirin görünmek için anneler günü reklam filmi hazırlat.
Yersen!
Ama artık insanlar yemiyor!
Mesela bu reklam filmini Twitter'da paylaşan bayan genel müdüre işten atılan anneler adeta ders verdi. Twitter'da çok sayıda tepki mesajı geldi.
Bir tanesi şahsen beni çok etkiledi:
"Lütfen samimi olun! Son bir yılda en fazla şube kapatan, en fazla personel çıkartan bankasınız. Kaç tane anneyi yavrusundan dolayı ağlattınız. Lütfen yapmayın komik oluyorsunuz. Türkiye sizi artık sahte gülüşünüzle tanıyor."
Dedim ya artık insanlar öyle PR çalışmalarını yemiyor.
Süt izninde olan bir anneyi işten at sonra anneler gününde reklam filmi hazırla Türk halkına şirin görünmeye çalış.
Siz önce o sahte ve zoraki gülüşünüzden vazgeçerek samimi olun. Özeleştiri yapın. Canını yaktığınız personellerden ve onların annelerinden özür dileyin.
Samimiyseniz bunu yapın. Yoksa PR çalışması için bir iki tane gazeteciye şirin görünüp haber yaptırmayın.
Bu bayan genel müdür yazılarımdan o kadar rahatsız olmuş ki, beni Twitter'da engellemek zorunda kalmış. Bundan gurur duydum! Demek ki, saçmalıklarını ve ikiyüzlülüklerini sadece kendisine yalakalık eden gazetecilerin görmesini istiyor. Benim gibi yıllardır haksızlığa ve ikiyüzlülüklere karşı mücadele veren bir gazetecinin twittlerini görmesini istemiyor. 200 bin bankacının hakkını savunuyorum.

Türkiye hiçbir ülkenin ve sermayenin sömürgesi değildir.
Bu tür ikiyüzlülüklere hep itiraz edilmeli ve bunu yapanların yüzlerine vurulmalı. Bir avuç plaza çalışanı tarafından kurulan Plaza Eylem Platformu işte bunu yapıyor. Haksızlıklara ve ikiyüzlülüklere karşı mücadele veriyor. Süt izninde anneleri işten çıkartan sonra hiçbir şey yokmuş gibi şubelere süt odaları yaptırdıklarını açıklayan bankanın önünde eylem yaptı. Plaza Eylem Platformu bu kez bankanın Avrupa'daki merkezinin önünde eylem yapmaya hazırlanıyor.
Reklam filmlerinde komedyen oynatan ya da tertemiz analarımızı ikiyüzlülüklerine alet eden bankalara buradan sesleniyorum:
Yapmayın! Komik oluyorsunuz.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

18 Mayıs 2018 Cuma

Finansal krizin ayak sesleri - KORKUT BORATAV

Bozulan piyasa sinyalleri          
Finansal bir gerilim önce günlük piyasalarda algılanır.  Doların veya döviz sepetinin fiyatı, borsa endeksi, iki veya on yıllık tahvillerin piyasa faiz oranları…


Dalgalanmalar olağandır; “her çıkışın bir inişi vardır.”  Gerilim, olumsuz hareketlerin sertliği, fazla sürmesi ile ortaya çıkar. Belli bir eşiğin ötesi, finansal kriz olasılıklarını düşündürür.

Türkiye’de “gerilim eşiği” Mayıs’ta aşılmış görünüyor. Piyasa faiz oranlarında belirgin bir tırmanma var: İki yıllık tahvil faizleri  Şubat sonu ile 15 Mayıs arasında yüzde 13’ten yüzde 17 eşiğine yükseldi.

Günü gününe izlenen, en kestirme sinyal dolardır. TCMB’nin “gösterge dolar alım fiyatları”nı izleyelim: 2018’in  ilk iki ayında ılımlı bir artış: 3,77 → 3,80 TL; Mart’ta hızlı (yüzde 4’lük) yükseliş: 3,95 TL; Nisan sonunda dokuz kuruş daha artış; Mayıs 16’da 4,46 TL ile tarihsel rekor…  2018’in beş buçuk ayında yüzde 18,2’lik tırmanma…
Dolar fiyatı arttıkça borsa düşer. BIST 100 endeksine bakalım: Gerileme eğilimi Şubat sonunda başlamış;  Mayıs’ta hızlanmıştır. 16 Mayıs’ta endeks değeri 2018 zirvesinin yüzde 15,5 oranında gerisindedir.

Geçmiş krizlerden hatırlatmalar
Piyasa bilgilerinin ötesine bakalım. Son çeyrek yüzyılda finansal gerilimler dört kez krizlere, Türkiye ekonomisinin küçülmesine  yol açtı: 1994, 1998-99, 2001 ve 2008-2009…
Arka planda ekonominin yapısal ve dış kırılganlıkları belirleyicidir; ama bunalımı öncelikle tetikleyen sermaye hareketlerinin tersine dönmesidir.

“Tersine dönme” nasıl tespit edilir? Dış kaynak hareketleri 12 ay öncesiyle karşılaştırılır. Gerilemeler kısa sürerse ekonomi durgunlaşır; on aya ulaşır veya aşarsa ekonominin küçülmesine yol açar. Sermaye girişleri, yavaşlamanın da ötesinde net çıkış gösterirse finansal kriz ve  kapsamlı bir ekonomik bunalım gündeme gelir.

Son istatistikler, bu tür bir olumsuzluğun Mart 2018’de başladığını gösteriyor.
Mart’tan önceki iki ayı, Türkiye ekonomisinin balonlaşması  olarak nitelendirmiş ve bu köşede gözden geçirmiştim (“Ekonomide Balonlaşma ve ‘Hava Kaçırma’, Sol Portal, 20 Nisan 2018). O yazıda açıklamıştım ki, AKP iç talebi kamu harcamaları ve destekleriyle beslerken dış açık genişlemiştir.  Ocak-Şubat 2018’de yabancı sermaye girişleri de on iki ay öncesine göre yüzde 78 oranında artmıştır. Dış açık bu sayede fazlasıyla kapatılmış; hatta döviz rezervleri artmıştır.  

Aşağıdaki tablo, Mart 2017- 2018’in istatistiklerini karşılaştırıyor ve gösteriyor ki “sermaye hareketlerinde tersine dönüş” bu yılın Martında başlamıştır.

Mart 2018: Krizin ön-göstergeleri
Tablodan gözlemleri yabancı sermaye hareketlerinden başlatalım. Bu ana kalem Mart 2018’de “net sermaye çıkışı” göstermektedir (satır 2). 2017-2018 değerlerini (milyar dolar olarak) karşılaştırın: +3,0 → -2,4.  
Sermaye hareketlerinin (tabloda yer almayan)  alt öğelerine bakalım: Mart  2017’de yabancı sıcak para girişleri söz konusuydu; 12 ay sonra bu akım da 1,4 milyar dolarlık “net çıkış” gösteriyor.  Daha da kritik ve   olumsuz bir gelişme borç yaratan sermaye akımlarında gözleniyor. Mart 2018’de 3,1 milyar dolarlık net dış borç ödemesi yapılmıştır.  “Dış borçlarımız hafifliyor” diye sevinmeyiniz; bu durum vadesi gelen dış kredilerin “döndürülemediğini” gösterir ve ekonominin daralmasına katkı yapar.

Cari işlem açığındaki artışın (satır 1) dış kaynak girişlerinin daralması ile birleşmesi durumu vahimleştirmiştir. Genişleyici maliye politikaları iç talebi, oradan da ithalatı (cari açığı)  pompalamaktadır; dış açık bir önceki yıla göre yüzde 54 artmıştır. Üstelik dış kaynaklardaki  bolluk aniden son bulmuş; kriz olasılığı gündeme gelmiştir.  

Türkiyeli şirket, banka ve rantiyelerin yurt dışına sermaye aktarımları (satır 3) sürmektedir; ama üçte iki oranında düşmüştür. Bankaların, dış dünyadaki rezervlerini (mevduatı) Türkiye’ye taşımaları bu olguya katkı yapmıştır. Artan finansal gerilimin dolaylı bir yansıması olarak görülebilir.

“Esrarengiz” belki de “mafyatik”  kayıt-dışı sermaye hareketleri Mart 2018’de 2,9 milyar dolar net giriş (satır 4) olarak belirlenmiştir. Ekonominin dış kaynak sıkıntısına sürüklendiği her konjonktürde ortaya çıkan bu “karanlık dış kaynak” şimdi de tek “can kurtaran simidi” olarak sahnededir.

Ne var ki bu “esrarengiz can simidi” yeterli değildir. Cari açığın, yerli ve (Mart’ta “net çıkış” gösteren) yabancı sermayenin döviz taleplerinin karşılanması için TCMB rezervlerinin  de 4,8 milyar dolar eritilmesi gerekecektir (satır 5).     

Yabancı, yerli ve kayıt dışı sermaye akımları, toplam sermaye hareketlerini oluşturur. Türkiye ile dış dünya  arasındaki sermaye akımlarının bu bütüncül hesabı Mart 2017’de ılımlı bir pozitif düzeyde (600 milyon dolarda) idi; bir yıl sonra sıfıra inmiştir (satır 6).

“Aşırı ısınma”: Nereye Kadar?
Yukarıda sözünü ettiğim (1994, 1998, 2000, 2008’deki) dört bunalımın başlangıçları  Mart 2018’deki görünüme uymaktadır. Piyasa göstergelerinin Nisan-Mayıs’ta da olumsuz seyrettiğine yukarıda değindim. Dış kaynak hareketlerindeki “tersine dönme” (en azından portföy akımlarında),  sonraki iki ayda da devam etmiş gibidir. 

Geçen hafta bu köşede IMF’nin Türkiye ekonomisine dönük “aşırı ısınma” teşhisini tartışmıştım (“2018’de Ekonomiye IMF Programı”). Hükümet Nisan ve Mayıs’ta artan kamu harcamalarını içeren iki ayrı paketi yürürlüğe koydu. Son istihdam ve sanayi istatistikleri   iç talebin tırmanmakta olduğunu gösteriyor.

Daha da yükselen aşırı ısınma ile daralan dış kaynakların birleşmesi… Ne kadar sürdürülebilir? Gerilimler bir finansal çöküntüye yol açıncaya kadar… Veya Arjantin’in Mayıs başında yaptığı gibi erkenden IMF’ye başvuruluncaya kadar…

Bir Londra gezisinin izleri
IMF’nin, Moody’s’in, S&P’nin Türkiye raporları, uyarıları… Bizimkiler ne yapıyor?
Hükümetten iki-üç kişi, “seçimlere kadar ısınmaya devam; inceldiği yerden kopar; sonrası Allah kerim” anlayışı içinde.

Cumhurbaşkanı ise faiz kavgasındadır; bakanlara, TCMB başkanına yükleniyor; ülke dışına para kaçıranları tehdit ediyor. Piyasalardan olumsuz tepkiler gelince de  9 Mayıs’ta Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nu topluyor ve finans kapitali sakinleştirecek bir açıklamaya (en azından) ses çıkarmıyor: “Açık piyasa ekonomisi politikalarına sıkı sıkıya sahip çıkılacaktır. Kur rejimi, döviz tevdiat hesapları ve kambiyo rejimi başta olmak üzere hiçbir konuda, piyasa mekanizması dışında yöntemler asla söz konusu değildir.”
Arkasından Londra’ya gidiyor. Hava alanında yine eski telden çalıyor: “Faizi her türlü ekonomik alanda kötülüğün anası-babası olarak görüyorum.”  
Londra’da Kraliçe Elizabeth ve Başbakan May ile görüşüyor; ayrıca medyaya demeçler ve finans çevrelerine yemek veriyor.

Yatırımcılar, Erdoğan’ın Londra gezisinden, “Türk ekonomisinin aşırı ısınmasına ilişkin endişeleri hafifletmesini; çift haneli enflasyonu indirmek için merkez bankasının müdahalesine izin vermesini” beklemekteymiş. Birdenbire karşılarına “düşük faizlerin enflasyonu düşüreceği” söylemi çıkıyor. Aynı söylem, Cumhurbaşkanı’nın para politikasına ilişkin tercihlerinin merkez bankası özerkliğinden önce gelmesi gerektiğini de vurguluyor. (“Erdoğan’la Yemek Yiyen Yatırımcıların İştahı Kaçtı”, Financial Times, 16 Mayıs).

BBC, Bloomberg News ve Financial Times’ta 15 ve 16 Mayıs 2017’de yayımlanan yatırımcı tespitlerinden hızlı bir derleme ile yetineceğim:
“Erdoğan artık piyasalara kulak vermemektedir; röportajından sonra yabancı yatırımcının yüzünü tekrar Türkiye'ye dönmesi zordur.”

“Temel faiz teorisine inanmayan birisinin yönettiği bir ülkeye nasıl yatırım yaparsınız?”
“Artık ümit yok; anlaşılan kimseyi dinlemiyor.”

“Türkiye’nin ağır kırılganlıklarının olduğu bir dönemde enflasyon yükselirken fiili faiz oranı yüzde 13,5 ve çok düşüktür;  Merkez bankası derhal harekete geçmelidir; ama Erdoğan  burada yangına benzin döktü.”

“Piyasalar TL’yi cezalandıracaktır. TL en azından seçimlere kadar, hatta Erdoğan sermaye kontrolleri gibi işler yapmaya kalkarsa daha sonra bile değer yitirecektir.”
Türkiye’de ise Mehmet Şimşek çaresiz kalmış; “piyasa ekonomisi” teranesini karnından konuşarak tekrarlıyor.

AKP’nin teslimiyet bilançosu
Ey bugün faiz lobisine kafa tutanlar: Arjantin 2002’de dış borçlarının çoğunu faiz ödemeleriyle birlikte sildikten bir yıl sonra Kemal Derviş ve IMF’nin programını olduğu gibi, tartışmasız benimserken aklınız neredeydi? 

IMF’nin enflasyon hedeflemesi programını, yani sıkı para (yüksek faiz) ve dalgalı kur (ucuz döviz) ikilisini kesintisiz ve coşkuyla uygulayan siz değil miydiniz?

2005’te IMF ile üç yıllık 10 milyar dolarlık yeni bir kredi anlaşmasını imzalayan siz değil misiniz?

Doğu Asya ülkeleri 1998-2002 krizlerinde ders alarak cari işlem açıklarını sıfıra indirirken faizci sıcak para girişlerinin rehavetine ekonomiyi teslim eden; on yıl içinde dış kırılganlık ölçütleri bakımından Türkiye’yi ilk sıraya oturtan siz değil misiniz?


Bugün ağlaşıyorsunuz; ama geç kaldınız. Üstelik, Türkiye ekonomisini sizden sonra yönetecekleri de çok ağır bir açmaza mahkum kılarak…

Korkut Boratav / SOL

Bir milletvekili adaylığı öyküsü* - Alpaslan Savaş

2007 yılı genel seçimleriydi. Milletvekili adayları arasında tersane işçisi Orhan da vardı. 
Arkadaşları, “Komünist Orhan” diye bilir onu. Şimdilerde kırk beşlerindedir. Usta kaynakçıdır. Tuzla’nın ardından Yalova kıyıları tersanelerle dolunca orada bir işyerinde çalışmaya başladı. Nicedir işe gitmek için Eskihisar-Topçular arasındaki vapurla sabahın kör ışığında yola koyulup durur.

O zamanlar, Tuzla’daki Torlak Tersanesi’ndeydi. Ölümlü kazalarıyla nam salmış bir tersanedir Torlak. Diğer namı ise patronun tescilli faşist olmasıydı. O seçimlerde tersanenin patronu da milletvekili adayı oldu.

Bir tarafta kaynak ustası Orhan, diğer tarafta Orhan’ın çalıştığı tersanenin patronu Durmuş Ali Torlak. 2007 seçimlerinde biri TKP’den, diğeri MHP’den milletvekili adayı oldular.
Torlak seçildi.

Orhan ise seçim çalışmasını işyerinde büyük bir gururla yürüttü.

Mesai arkadaşları “Senden milletvekili mi olur Orhan” diye takıldılar başlarda. Çok net anlattı onlara: “Bu gemiyi kim yapıyor? Ben yapıyorum, sen yapıyorsun. Üstüne kurulup gemisini yüzdüren milletvekili oluyor da, gemiyi yapan niye olamıyor? Koca koca gemileri yapabiliyorsak ülkeyi de yönetebiliriz evelallah…” Arkadaşlarından “İşçiyiz biz. İşçi dediğin patronlara da patronların partilerine de oy vermez!” diye oy istedi.

                                                                ***

24 Haziran’da yapılacak baskın seçimin takvimi işliyor. Olası bir seçimde meclise kapağı atma hayalini kuranlar aynı hızla partilere milletvekili aday adaylığı için başvuruda bulunuyorlar. Onların arasında CHP’den adaylık başvurusu yapan DİSK Genel Başkanı Kani Beko da var.

Beko’nun adaylık başvurusu tartışılıyor. DİSK başkanlığının başka hiçbir görevle değiştirilemeyeceğini söyleyen de var, aday olurken yönetim kuruluna sormamakla eleştiren de. DİSK üyesi işçiler en çok konfederasyon başkanlığının milletvekilliği için basamak haline getirilmesinden şikayet ediyor.

Bu tartışmalar süredursun Kani Başkan milletvekilliği koltuğuna sıçrama fırsatını kaçırmamakta kararlı görünüyor. 

Bilenler bilir, başkan namı diğer Lastikçi Kani’dir. Ama sendikacılık kariyeri, lastikçilik mesleğini fazlaca eskide bırakmış, belli ki şimdi de sıra vekilliğe gelmiş durumdadır.
Galiba DİSK başkanlığı böyle böyle bir protokol makamına dönüşüyor. O makam işçileşmedikçe “Lastikçi Kani”nin önce “Başkan”, sonra terfi edip “Sayın Vekil” olması kaçınılmaz oluyor.

Peki sendika başkanı vekil olunca otomatik olarak işçi sınıfının siyasi temsilcisi mi oluyor? İşte bu, DİSK başkanlığından meclis koltuğuna sıçramak kadar kolay olmuyor. İşçi sınıfının siyasi temsiliyetinin koşulu var. Bir avuç para babasının emekçi halkı sömürmesini ve bu sömürücülerin düzen partileri eliyle ülkeyi yönetmesini reddetmek. Yani mevcut düzenden kopmak!

Düzenden kopmadan işçi sınıfının siyasi temsilcisi olunmaz ama “sayın vekilim” olunur.
Biz bu nedenle Kani Beko CHP’den milletvekili adayı olunca kaynak ustası Orhan’ı hatırladık. “Koca koca gemileri yapabiliyorsak ülkeyi de yönetebiliriz” diyen Orhan, kendi sınıfının güncel olduğu kadar tarihsel çıkarlarını da temsil ediyordu. Seçimlerde patron sınıfının karşına dikilmişti.

Kani Beko aday olarak hangi patronun karşısına dikilmiş oldu sizce?

Alpaslan Savaş / SOL







* soL Dergi'nin 10. sayısında yayımlanan "Bir milletvekili adaylığı öyküsü: Lastikçi Kani'nin Kaynakçı Orhan'la imtihanı" başlıklı yazıdan alınmıştır.

Sandık kurulları için seferberlik - ÇİĞDEM TOKER

Ne adayların miting performansı, ne vaatler ne başka bir şey. İçinde bulunduğumuz şu günlerde, 24 Haziran sabahı için, altı kişilik sandık kurullarında boş koltuk kalmamasını sağlamaktan daha öncelikli konu yok. 

Üstelik bunu yapmak için zaman çok dar. 1 Haziran’a kadar. 
Zaman baş döndürücü hızda akarken gözden kaçıyor: 
Bu seçim sadece OHAL altında değil, AKP lehine işleyecek/işletilecek  “yeni”  kurallarla yapılacak. Ve eğer -MHP dışındaki- muhalefet partileri, bu sisteme yönelik güçlü bir hazırlık yapmazsa, seçim günü Türkiye genelindeki bütün sandık kurullarının AKP etki ve gölgesinde görev yapma olasılığı yüksek.

***

Bu işe kafa yoran, çabalayan gönüllü yurttaş grubuyla görüştüm. Seslerinin duyulmasını istiyorlar. Konu biraz teknik görünse de anlatmak gerekiyor. 

Adım adım gidelim: 
- Sandık kurullarının nasıl oluşacağı, görev ve yetkileri 135 sayılı YSK genelgesiyle ilan edildi. Buna göre sandık kurulları 1 başkan, 6 asil, 6 yedek üyeden oluşacak. 5 üyeyi siyasi partiler verecek. 

- Burada kriter son seçime katılmak üzerinden belirlendi. İYİ Parti’nin sandık kurullarına üye verme hakkı bulunmuyor. Ve bu temel bilgi az biliniyor.
 
- Gelelim düğüm noktasına: Bazı siyasi partiler sandık kurulu için üye bildirmez, ya da bildiremezse İlçe Seçim Kurulu o partinin üyesinin yerine, enyüksek oyu alan partiden birini atayabilecek.

- Seçim günü, her sandıkta seçimin başlamış sayılması için dört kişinin varlığı yetiyor.

Bir başkan üç üye. Ve sandık kurulu başkanları ilk kez atanmış kişilerden oluşacak. İlk kez.

Kim oturacak?
135 sayılı genelge ile ilk kez ortaya çıkan iki soru işareti:
- Sabah erkenden, diyelim ki başkan, atanmış üye, AKP üyesi ve MHP üyesi ile dört kişi toplandı. Sandık kurulu başkanı, “Dört kişi olduk, yemin edipbaşlayalım” diyecek mi? 
- Veya dört kişiden kalan iki boş koltuğu kendisi mi dolduracak? 

Üsküdarlı okurlarımız, 135 sayılı genelgenin kuralları üzerinden örneği ilçelerinden veriyor: 
1 Kasım 2015 seçim sonuçları: AKP yüzde 47.9, CHP yüzde 33.7, MHP yüzde 9.5, HDP yüzde 6.5, SP yüzde 0.8
Bu sonuçlara göre sandık kuruluna üye vermeye hakkı olan 5 parti AKP, MHP, CHP, HDP ve SP. Referandumda Üsküdar’da toplam 1019 sandık vardı. Bu sayının aynı kalacağı varsayımı altında ittifak yapan AKP ve MHP 1019 sandık için üye verecektir. 
CHP’nin de 1019 sandık için asil ve yedek üye bildirme sorunu olmayacak. 
Şimdi geliyoruz en kritik yere. Düğüm noktasına: 
Üsküdar örneği üzerinden HDP ve SP’nin 1019 sandık kurulu üyeliğinin tamamına yetecek gönüllü sayısını bulması kuşkulu görünüyor. Diyelim ki sadece 519 sandık için ilçe seçim kuruluna üye bildirirse, işte bu genelgeye göre Üsküdar İlçe Seçim Kurulu 600 sandığa AKP’den üye atayabilecek.

Böyle bir kompozisyonun güvenli bir sayım döküm işlemi yapacağına itimatı yüzde 100 mü?

Gönüllü olmak şart
Peki çare ne? 
Çare, hafızalarda taze iki örnekteki “demokrasi” yaklaşımını benimsemek.
CHP’den 15 milletvekilinin demokrasi için İYİ Parti’ye geçişi, 100 bin imzayla cumhurbaşkanı adayı olmak isteyene ayrım gözetmeden imza vermek gibi. 
Parti ayrımı gözetmeden. Burada da gücü olan muhalefet partisinin kimlik ve ideoloji ayrımı yapmaksızın sandık kurullarında boş koltuk kalmamasını sağlamak üzere görevlendirme yapması.

“Bir CHP’linin, kurul üyesi bildiremeyen HDP ya da SP yerine sandık kurulu üyesi olması, onu HDP’li, SP’li yapmaz” diyor okurlar ve şöyle izah ediyorlar: 
“Önceki seçimlerde müşahitlik yaparken, hangi partinin müşahit kartını taşıdığımızı  önemsemedik. Tek önemsediğimiz oyumuzu korumaktı. 24Haziran’da boş kalabilecek sandık kurulu üyelikleri için, parti, kimlik ayrımı yapmadan gönüllü olmamız gerekiyor. Aksi halde boş kalacak binlerce sandık koltuğuna AKP’lilerin atanması kuvvetle muhtemeldir.” 

Seçim günü sandık kurullarında, ülke genelinde AKP’li görevlilerin çoğunlukta olduğu bir kompozisyon teorik olarak mümkün.
 
Bu olasılığı daha adil bir denkleme oturtmak içinse 14 gün var.  

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Geleceği geri almak mı? - ÖZLEM YÜZAK

Bir meslek lisesi... Devletin... 1000’i aşkın öğrenci meslek öğretimi görüyor. Bir ara Anadolu lisesi imiş, sonra süper liseye dönüşmüş, ardından meslek lisesine.. İnsan takip bile edemiyor 16 yılda eğitim sisteminde 14 kez değişiklik yapılan bu ülkede. 
Yüzlerce hatta binlerce benzerinden sadece biri... “Nasıl öğrenci kitleniz” diye soruyorum öğretmenlerine. “Geleceği olmayan ve bunun da farkında olan gençler çoğu” diyor. “Emekçi ailelerin çocukları, eğitim sistemi yüzünden üniversite şanslarının fazla olmadığını biliyorlar.” Peki, ya dersler? Aldıkları eğitim onları mezun olduklarında yapacakları mesleğe hazırlıyor mu? Gelen yanıt olumsuz... “Yıllar içinde müfredat giderek zayıfladı, daha doğrusu bilinçli şekilde zayıflatıldı. Çünkü sistem vasıflı işgücü istemiyor.” 

Evet, kilit nokta burada: Sistem, vasıflı işgücü istemiyor... 16 yıllık AKP iktidarı bunu “istiyormuş gibi” söylemi ile bugüne kadar getirdi. 

Bahsettiğim okul, elektrik-elektronik, tesisat, klimalar vs. üzerine eğitim veren bir kurum. Kent yaşamının her anında ihtiyaç olan makine ve gereçlerin üretimi, bakımları, tamirleri mezun olduklarında onlara emanet edilecek. Ya da edilemeyecek? Laboratuvarlar yetersiz, kullanacakları malzemeler bittiğinde yenilerini almak çok uzun süre alıyor. Ama buna karşın her sınıfta şu meşhur FATİH projesinin “akıllı tahtaları” bulunuyor. 

Çalışmayan ya da hemen donan akıllı tahtalar bunlar. Çünkü RAM’leri 4 GB. Geçici bellek ekran büyüklüğüne ve kullanılan programlara göre çok zayıf kalıyor. Yani çöp çoğu. Diğer tahtaların yanında konu mankeni olarak duruyorlar sınıfta. Kimi zaman derslerde kullanım için bir tesisat kablosuna bile para bulunamazken her bir tahtanın maliyetinin 15 bin TL olduğunu da belirtelim bu arada. 

Peki, ya bu çocukların hayalleri? Öğretmen “zengin olmak” diye yanıt veriyor. “Nasıl zengin olacağını bilemiyor ama zengin olmak istiyorlar...” 
Ama yine tüm bunlara karşın umut verici en önemli şey, aydınlık düşünceli bir avuç öğretmenin, özveri ile bu çocuklara ellerinden gelenin en iyisini aktarmak için canla başla çalışıyor olmaları. O da ne yazık ki, sahilden birkaç denizyıldızını kurtarıp denize atma misali, binlerce öğrenci arasından sıyrılmayı başarabilen birkaçı ile sınırlı kalıyor... 

Yarın 19 Mayıs. 15-24 yaş arasında 13 milyon gencin “bayram”ı. Eurostat’ın gençlik tanımı 15-29 yaş arası gençler. Bu aralıktaki sayı ise 20 milyon genç. Atatürk’ün “bütün ümidim gençliktedir” diyerek ülkeyi emanet ettiği gençlik...TÜİK 2 gün önce açıkladı: Gençlerin beşte birinden fazlası işsiz (yüzde 20.8). Hem eğitimde hem de istihdamda yer almayan gençlerin oranı ise yüzde 22.8.Üniversiteyi bitirip iş bulamayanların oranı yüzde 11.4. Bu tabloyla mı yüksek teknolojili ürünler üretecek ve ihracatımızda bu ürünlerin payını artırır hale geleceğiz? Bu tabloyla mı kişi başına gelirimizi Avrupa ülkeleri düzeyine çıkaracağız? Bu tabloyla mı Cumhuriyetin 100’üncü yılında 500 milyar dolarlık ihracat yapacağız? 

Muharrem İnce “Biz geleceğimizi kaybettik. Önce geleceğimizi geri almamız lazım” diyor. Karşımızda eğitimsiz, işsiz, gelecek hayali bile olamayan bir gençlik duruyor. Her zaman dediğimiz gibi işin başı eğitim, doğru, çağdaş, kaliteli eğitim. Gençlerin de, ülkenin de geleceği burada yatıyor. Bunun tek yolu da 24 Haziran seçimleri...

Eğitime destek için sahnedeler...
Bir dernek var yıllardır faaliyetini sürdüren. Adı BEDES (Beykoz Eğitime Destek Derneği). Beykoz’da oturan bir grup kadının oluşturduğu... İstanbul’un zenginini de yoksulunu da barındıran bir semt Beykoz. BEDES de olanakları kısıtlı öğrencilere burs veriyor, yaz kampları yapıyor, bu çocukların annelerine kitap kulüpleri düzenliyor, bölgedeki park ve okullara kütüphaneler kuruyor. Şimdi BEDES gönüllüleri farklı bir projeye soyundular. Bir tiyatro grubu oluşturdular. 22 Mayıs Salı akşamı Beykoz’da Acarkent TED Koleji’nde oynayacakları oyunun adı ise “Efsane Kurufasulyeci”. Kadın şiddeti üzerine ama komedi. Oyuncuların kimi çalışıyor, kimi ev hanımı, ama hepsi kadın. Oyunun müziklerini Gökhan Şeşen besteledi. Ve gelirin tamamı yine eğitime destek için kullanılacak. BEDES hakkında ayrıntılı bilgiyi internet sitesinde bulabilirsiniz. Keşke BEDES ve benzerlerinin sayısı daha da artsa...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Transatlantik’te İran çatlağı - CEYDA KARAN

Neoliberalizmin yasalarının hâkim olduğu dünyada İngilizce “It’s the economy, stupid” derler. “Mesele ekonomidir, ey ahmak” diye çevrilebilecek bu cümle, şu sıralar ‘kuralına göre oynamayı’ da beceremeyip Türkiye ekonomisini çökertenlere yaraşır doğrusu. Fakat mevzumuz bu değil. 

ABD Başkanı Trump, seçilir seçilmez komşu Kanada ve Meksika’ya kafa tutmuş, Trans Pasifik Ortaklık Anlaşması’ndan çekilip AB’yi ‘ticari hasmı’ ilan etmiş, Almanya’ya ayar vermeye kalkışmıştı. Son hamleleriyle Transatlantik hattını iyice gerdi. Ortak iktisadi-siyasi nizama alenen çomak sokuyor.
***

Elbette Trump dilediğinde Avrupalı ortakları Britanya ve Fransa’yı yanına alıp Suriye’yi vurabiliyor ve nedenleri ‘uyduruluyor’. Ortakları ise küresel nizamı zorlayan saldırgan tutumu kendilerine dokununca ‘tırnak çıkartıyor’. Bu bağlamda Trump’ın Avrupa’yı da etkileyecek gümrük duvarları üzerinden Çin’e açtığı ‘ticaret savaşı’ henüz Pekin’in ‘sakin müzakereciliği’ ve Kore’ler üzerinden dönen ama şimdiden darbe almış barış umutlarının gölgesinde, muallakta. Fakat Trump’ın İran ile 2015 tarihli nükleer anlaşmadan çekilip yaptırımları devreye sokarak açtığı ‘İran cephesi’ dış politikada ‘etkisiz ve yetkisiz’ AB’nin sabrını zorluyor.

***

Geçen hafta ABD’nin Almanya Büyükelçisi Richard Grenell, işi Twitter üzerinden “İran’da iş yapan Alman şirketleri derhal operasyonlarını kesmeli” talimatına dökünce Almanlar ayaklandı. Tepkiler Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ağzında bir kez daha “Avrupa artık ABD’ye güvenemez, kendi kaderini ellerine almalı” çıkışına döküldü. Alman Der Spiegel dergisi durumu, bir elin orta parmağıyla malum ‘işareti çekerken’ Trump’ı ucunda karikatürize edip ‘Hoşçakal, Avrupa’ yazılı kapağıyla resmetti.

***

Avrupalılar mevzuyu nasıl toparlayacakları derdinde. AB Dış Politika Şefi Federika Mogherini, Britanya, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları eşliğinde İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’i ağırladı. Nükleer anlaşmayı Rusya ve Çin dahil 4+1 formatında ‘koruma’ müzakereleri yürüttü. 

Mogherini, resmi ismiyle Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) BMGK onaylı mühim bir diplomatik başarı olduğunu belirtip ABD’ye ‘İçişlerimize karışmayın’ mesajı verdi. İran’la ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi, bankacılık işlemleri, ulaştırma bağları, AB şirketlerinin iş bağlantılarını korumak ve yatırıma odaklanma kararı çıktı. İran’la füze programı, Suriye ve Yemen ayrıca nükleer anlaşmadan bağımsız konuşulacak. Ancak bu durum Trump’ın yeni ‘kankası’ Fransa lideri Macron’un ‘KOEP’in İran’ın füze programını kapsayacak şekilde tadili gerektiği’ mesajını engellemiyor. 

Avrupa’nın çokuluslu şirketleri ABD muafiyeti olmadan İran’da kalamıyorlar. Birer birer çekilip, milyarlarca dolarlık kontratlarını bitiriyorlar. Airbus’ın ardından Fransız devi Total, ABD’nin ikincil ekonomik yaptırımlarını karşılayamayacağını belirterek Güney Pars11 gaz projesinden çekileceğini duyurdu. Danimarka’nın Maersk’i, İtalyan çelik üreticisi Danieli aynı şekilde.
***

Sonunda Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, Twitter’dan ‘patladı’. Trump’ın hesabını iliştirerek şöyle yazdı: “Trump’ın son kararlarına bakınca kimse düşünmeden edemez: Böyle dostlar varken kim düşmana ihtiyaç duyar. Ama dürüst davranmak gerekirse AB minnettar olmalı. Sayesinde hayallerden kurtulduk. Anladık ki eğer bir yardım eline ihtiyaç olursa, bunu uzaklarda aramayacaksın.” 

Merkel bugün 2014’ten sonra ilk kez Rusya’da. Soçi’de Rusya lideri Putin ile görüşüyor. Almanya yardımı ‘yakında’ arayacak mı, göreceğiz. ABD öncülüğündeki ‘ortak liberal demokratik nizamın’ İran sınavından kolay geçemeyeceği aşikâr. 


Ondan sonrası tufan.

Ceyda Karan / CUMHURİYET



Vatandaşlık görevi: 24 Haziran seçimleri yaklaşırken sandıkta manipülasyona geçit vermemek için ‘Sandık Gücü’ 1 milyon kişilik gönüllü müşahit organizasyonu kurdu. İlgilenen yurttaşlar www. sandikgucu.com adresinden üye olup, online eğitimler alıp, sınava girebilir, tespit edilen 30 bin kritik sandıkta görev alabilirler. Twitter’dan @sandikgucu hesabından gelişmeler takip edilebilir. 

Bir umut ışığıdır ‘Nutuk’ - ALİ SİRMEN

Yarın Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışının 99. yıldönümü. 
Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri Nutuk, Samsun’a çıkışıyla başlar. 

Nutuk, başta Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun unutulmaz “Söylev”i olmak üzere pek çok araştırmacı yazar tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. 

Bu yıl da Emre Kongar bu büyük eserin çarpıcı bölümlerini almak, konuşulan Türkçeye aktarmak, metinlerin başına ve sonuna kendi yorumlarını koyarak, tarih içindeki yerlerine oturtmak suretiyle bize Nutuk’un kendi yorumunu sunmuş. 

Emre Kongar’ın bilim adamlığı kadar aileden tevarüs ettiği hocalık yanı da gelişmiş olduğundan, yazılarıyla ve kitaplarıyla okurlarını düşündürür, onlara sorular sordurur, insanda daha fazla okumak ve tartışmak isteği yaratırken, yeni de ufuklar açar. 
Nutuk’ta da öyle oluyor. Kitabın girişinde “Türk Devrimi’nin Tarihte Eşi Yoktur”  bölümünde uzun uzun düşündürüyor.

***

Türk Devrimi’ni özellikle Fransız Devrimi’nden ayıran birinci farklılığının Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’nin teknolojik ve ideolojik yeniliklerini kaçırmış olması olduğunu söyleyen Emre Hoca şöyle devam ediyor: 
“Toplum sadece Batı’nın izlediği ekonomik ve teknik gelişmelerin gerisinde kalmamıştı. 
Ayrıca siyasal, toplumsal, ideolojik ve sınıfsal olarak ağalığı yıkan ve demokrasiyi kuran sermaye sınıfı ile işçi sınıfını geliştirememiş, bu nedenle de İmparatorluk kendi iç dinamiğiyle evrimleşememiş, ilerleyememişti. 
Atatürk İstiklal Savaşı’nı temelde toprak ağalarından ve köylülerden oluşan tarım toplumunun feodal sınıflarıyla gerçekleştirme mucizesini göstermiştir. 
1920’ler, 30’lar Türkiyesi’nde Batı’daki Fransız İhtilali’ni ve Endüstri Devrimi’ni yaratan toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal koşullar yoktu.” 


Nutuk’un sadece Türkiye için değil, bütün Doğu (İslam) ülkeleri için de bir İslam (Doğu) toplumunun emperyalizmin boyunduruğundan nasıl kurtulduğunu ve nasıl bir çağdaş devlete dönüştüğünü anlatması bakımından bütün bu ülkeler açısından da çok önemli bir belge olduğunu söyleyen Emre Hoca’nın bu görüşlerine, aynı zamanda Rönesans’ın, laikliğin, Fransız Devrimi’nin kazanımlarını ilk kez Batı (Hıristiyan) bir toplum dışında yaşama geçiren Türk Devrimi’nin çağdaş değerlerin evrenselliğini kanıtlaması açısından tüm dünya için önemli olduğu düşüncesini ekleyebiliriz sanırım.
***
Bütün bu noktalarda Emre Kongar’a katılırken, birden kitabının yayımlandığı, Türk Devrimi’nin iktidar tarafından sorgulandığı, kötülendiği, horlandığı, evrensel laiklik ilkesinin ayaklar altına alındığı, köylü tarım toplumu kültürünün, herkese dayatılarak egemen hale getirildiği 2018 yılı Türkiyesi’nin durumunu düşünüyor ve ister istemez soruyorsunuz: 
-Peki nasıl oldu da böylesine eşsiz bir devrimi gerçekleştiren toplum yeniden bu duruma düştü? 
Bu soru ile birlikte Fransız Devrimi’nin 200. yılı olan 1989’u anımsadım. 
O yıl bütün Fransa devrimi tartışıyor, karşıtları devrimin çok kötü olduğunu, götürdüklerinin ve şiddetinin getirdiklerinden daha fazla olduğunu söylüyorlardı. 
Olay sanki üç gün önce olmuş gibi canlıydı ve heyecanla ele alınıyordu. 

Normaldi. 

Devrimler bir kez olup iz bırakmadan geçip giden olaylar değillerdi. 
Onlar devam eden canlı süreçlerdi. 1989’da hâlâ tutkuyla tartışılması da Fransız Devrimi’nin canlılığının kanıtıydı. 
Kazanımlar için de aynı şey söz konusuydu.

Hiçbir devrimin hiçbir kazanımı bir kez elde edildikten sonra kulağının üzerine yatarak korunamıyordu. Onları değişen toplumsal koşullara göre geliştirmek, sürekli beslemek, korumaya çalışmak gerekiyordu. 

Fransa 1789 Devrimi’nin eşitlik ilkesini, toplumun yarısı kadınların hakları konusunda 1950’lerde çıkardığı yasalarla tam olarak yaşama geçirebilmişti. 

Ama sonunda Fransız Devrimi’nin kazanımları artık tartışmasız olarak evrenselleşmişti. 
“Emre Kongar seçkisiyle Nutuk”u bu gözle okudum. Çok ihtiyacım olan umut ışığını buldum bir kez daha.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Lübnan’ın denge unsuru: Nasrallah - MUSTAFA K. ERDEMOL

Lübnan’da dokuz yıl aradan sonra yapılan seçimlerden Hizbullah’ın müttefikleriyle oluşturduğu Direniş’e Vefa bloğunun büyük bir zaferle çıkmasından ABD’nin, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni blokun da memnun kalmadığı biliniyordu. O nedenle seçimlerden kısa bir süre sonra ABD’nin Hizbullah ile lideri Hüseyin Nasrallah’a yönelik yaptırım kararı alması şaşırtıcı olmadı. Daha önce de, 1995 ile 2012’de ABD yine “Suriye Krizi”nde rolü var olduğu gerekçesiyle benzeri kararları almıştı ABD.

Bu kez, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Körfez ülkeleri de Hizbullah ile Nasrallah’a, Hizbullah ile bağı olan kişi, ya da kurumlara yönelik yaptırım kararları aldılar.
Telaşın nedeni belli. Hizbullah, Lübnan’da oyun kurucu olduğu kadar adı geçen ülkenin siyasetinde bir denge unsuru. Yıllardır ülkede, zaman zaman aksasa da, uzun süreli olarak bozulmayan politik istikrar Hizbullah sayesinde mümkün olabildi. Bunda Nasrallah’ın kişiliğinin de büyük etkisi var. Hüseyin Nasrallah Lübnan’da her kesim tarafından sevilen, sayılan bir isim çünkü. Sadece Müslümanların değil ülkede yaşayan Hıristiyanların, Yahudilerin de sorunlarının çözümü konusunda ciddi gayret sarfeden biri. Hizbullah militanlarının, çoğu zaman kiliselerin, sinagogların önlerinde koruma amacıyla nöbet bekledikleri biliniyor. Hizbullah’ın hiç ayrım gözetmeden herkesin yararlandığı aş evleri, hastaneleri var. Lübnan devletinin yapamadığı sosyal yardımlaşmayı bu devasa örgüt yapar durumda. Ülkede siyasetin kilitlendiği durumlarda da “çözücü” güç olarak hep devrede.

Ölçü sayılır mı bilmem ama ülkenin en önde gelen şarkıcılarından Maronit Hıristiyan Julia Boutrouss fanatik denecek derecede bir Hizbullah taraftarı. Nasrallah’ın konuşmalarında sarf ettiği sözlerinden yola çıkarak yaptığı iki şarkı tüm Lübnan’ın dilinde yıllardır. Yani ABD’nin ya da payandası Suudi benzeri ülkelerin inanılmasını istedikleri gibi bir terör örgütü değil Hizbullah. Lübnan’da her dinden insanın desteğini toplamış, “sosyalleşmiş” bir yapı artık.
Nasrallah, r’leri söyleyemese de çok etkili bir hatip. Kolundaki saat gençlik yıllarından kalma. Ayakkabısını iki, üç yılda bir değiştiriyor. Aldığı maaş ayda 1300 dolar. Refik Hariri, başbakanken bir akşam yemeğine Nasrallah’ın konuğu olduğunda bir tabak süzme yoğurt, zeytin ve çaydan oluşan bir menü ile ağırlanmıştı diye anlatılır. Lüksten, gösterişten uzak, şiddete de mesafeli ama Lübnan’ı korumak söz konusu olduğunda tavizsiz biri Nasrallah. Bu nedenle Lübnan’da taraftarı, seveni çok.

İsrail’i hem de iki kez püskürten bir orduya da sahip olması onu hem Lübnan’da hem de bölgede vazgeçilmez biri yapıyor.

Lübnan’daki son seçimlerde, hakkındaki tüm ABD-İsrail-Suudi kaynaklı karalama kampanyasına rağmen başarı göstermesi düşmanlarının tahammül edemediği bir durum.

Yaptırımların tek ama tek nedeni işte bu; halk desteği ile elde ettiği bu başarı.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

“Harezmi Eğitim Modeli” - ÜNAL ÖZMEN

Eğitim modeli, otomobil modeli gibi bir şey değil! Otomobilin farıyla, kıyafetin düğme sayısıyla oynayarak yeni bir otomobil, yeni bir kıyafet modeli yaratabilirsiniz. Fakat bu tipik değişiklikler bile matematik, geometri ve hatta doğa bilimlerinden yararlanılarak tasarlanıyorken eğitimin orasıyla burasıyla oynayarak yeni bir eğitim modeli icat etmeye kalkışmak komiklik olur.

Son günlerde ‘Harezmi Eğitim Modeli’ diye bir eğitim modelinden bahsediliyor. Hiç duymamıştım; bunca yıldır eğitimle iştigal edip bu isimde bir eğitim modeli olduğunu ilk kez duymuş olmama içerlenmedim desem yalan olur. Bilmediğim bir modeli öğrenme umuduyla iki günümü Harezmi Eğitim Modeli ile ilgili makale aramakla geçirdim. Sonunda öğrendim ki STEM (fen, teknoloji, mühendislik, matematik) temelli öğrenme yaklaşımı çerçevesinde İstanbul’daki 5 okulda pilot uygulaması yapılan “Zihinden Makineye Bilgisayar Bilimleri Öğretimi “ adlı projenin değiştirilen adıymış “Harezmi Eğitim Modeli”. Fakat STEM projesinin adını değiştirirken projeyi de değiştirmişler; fen bilimlerine dini ilimleri de ekleyerek modeli millileştirmişler! Matematik, gökbilim, coğrafya, algoritma üzerine çalışmış Müslüman bilim insanı Ebû Ca’fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî’nin adını kullanarak da İslamileştirmişler!

Fakat önümüzdeki öğretim yılında 13 ilde daha uygulamaya sokularak yeni bir tartışmayı başlatacak olan model, bilim kavramlarıyla tanımlanıyor. “Bilgi işlemsel düşünme ve makinesiz bilgisayar bilimleri öğretimi bu modelin ana unsurlarından bir tanesi. Bu düşünme tarzı probleme ait çözüm yollarını ortaya koymak ve uygun olanla sorunu çözmek anlamını taşır. Bunun öncüsü ise algoritmik düşüncedir. Algoritmayı matematik bilimine hediye eden de Harezmi’dir. Dolayısıyla bizim eğitim modelimize bu ismin çok yakışacağını düşünerek verdik.”

Modelin uygulaması ise şöyle: Yer, eğitim modelini algoritmik düşünme tarzına dayandıran teorisyenin yönettiği İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü. Müdür, eş zamanlı olarak MEB-Diyanet işbirliği çerçevesinde Hafızlık Projesi’ni “dini tedrisat ile bilim birleştirilmeli” sloganıyla hayata geçiriyor. Muhabirimiz Mustafa Mert Bildircin’in haberinden öğreniyoruz ki imam hatip ortaokullarının hafızlık eğitimi artık camilerde yürütülecek. Yani ortaokul öğrencileri Kuran kurslarına giderek Kuran-ı Kerim, Surelerin Ezberi, İbadet, İtikat, Siyer, Ahlak, Arapça, Hüsn-i Hat, Dini Musiki dersleri alacak. Ve böylece çocuklarımız algoritmik, yani bir nevi soruları diyalektik mantık yöntemiyle çözecekler!


Köy Enstitüleri benzeri yeni ve özgün bir eğitim modeline kavuşuyoruz ümidi ile nerede, nasıl, hangi ihtiyaca karşılık, hangi bilimsel çalışmanın sonunda geliştirildiğini ararken Harezmi Eğitim Modeli’nin Batı modeline tepki olarak ortaya atılmış bir kavram karmaşası olduğunu öğrenmek hayal kırıklığım oldu! İsim babası olduğunu sandığım İstanbul milli eğitim müdürü Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada şöyle diyor “Dünyada ve Türkiye’de STEM yaklaşımı ve kodlama, endüstri 4.0 gibi konuların popüler şekilde konuşulmaya başlanmasına protest bir bakış açısı geliştirdik.” Bir islamcının model geliştiremeyeceğini, ancak protesto edebileceğini baştan anlamamış olmanın utancı içindeyim!

Ünal Özmen / BİRGÜN

Vurgun "helal", turizm haram mı?.. - Mehmet FARAÇ / YENİÇAĞ

Ülkenin siyasal ve ekonomik gidişatıyla ilgili kaygıların büyüdüğünü yalnızca toplumun ilk kez etkili biçimde artan heyecanı ve yükselen mücadele azmi göstermiyor...

Aynı zamanda iktidar çevrelerinde, son 16 yılda olmadığı kadar artan ve her yerden gözle görülür biçimde yansıyan bir "panik" havası var ki, "yeter artık" çığlıklarını da ülkenin neredeyse her sokağında yankılanır hale getiriyor!..

Bir zamanlar, siyasal ortamın sinsi baskıları yüzünden bastırılan tepkiler ve sessiz öfkeler artık bir muhalefet isyanının çığlıkları gibi duvarlara çarpıp duruyor...

Ve nihayet ki, "bıktık artık" çığlıkları en çok da halkın önüne getirilmeyi bekleyen küflü depolardaki "seçim" sandıklarının içinde yankılanıyor...

Ve diğer yandan, memleketteki siyaset gündeminin içine öylesine kirli, öylesine saçma sapan takiye örnekleri düşüyor ki, bu durum gericilikten nemalanan zihniyetin ikiyüzlülüğünü de bir güzel deşifre diyor...

İşte tam bu sarada; Bir yandan şaşırtıcı, bir yandan gülünç, diğer yandan hem tepki çeken hem de çok gereksiz bulunan "şov" içerikli zavallılıklar halkın dilinden hiç düşmeyen özdeyişleri de ısrarla akla getiriveriyor...

Yaşayınca, görünce, şaşırınca ve en önemlisi de iyice öfkelenince, bağıra bağıra, haykıra haykıra şöyle deyiveriyor insan;
"Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?..", "Neresinden tutsan elinde kalıyor" ve "Her rengi boyadık da, fıstıki yeşil mi kaldı?.."

                                                                           ***

Hak, hukuk, ahlak...
Türkiye; milyonlarca insanı din sömürüsüyle, üstelik yoksullaştır-köleleştir stratejisiyle peşinden sürükleyen zihniyetlerden yaka silkiyor...
Hem de yalnızca muhalifler değil, iktidarı yıllarca destekleyen kitleler bile siyasal açıdan "değişim" peşinde artık...

Çünkü siyasal dayatmacılığın, "seçenek"sizlik çıkmazında memleketi "Ali kıran baş kesen" zihniyetlere temsil ettiği koca Türkiye'de, yukarıdaki özdeyişleri milyonlarca kez ansımsatan olaylar bir türlü bitmiyor...

Hem de kimi olaylar öylesine tuhaf, öylesine komik ve öylesine çelişkili olarak yaşanıyor ki, duyanlara-görenlere-yaşayanlara tek kelimeyle "pes" dedirtiyor!.. İşte bu ortamda, soralım o halde;
Memleket, sanki başıboşmuşçasına, sanki hesap soran yokmuşçasına, iliklerine kadar ve de pervasızca- ahlaksızca soyuluyor mu?..

"Özelleştirme" adı altındaki yağma planı devletin en stratejik kurumlarını bile yandaş rantiye kesimine ardı ardına peşkeş çekiyor mu?..
Yolsuzluk ve rüşvet çarkının deşifre olması nedeniyle AKP ile eski ortağı cemaat arasında başlayan amansız savaş bir yandan ülkeyi "darbe" girişimine kadar götürürken, diğer yandan memleketin huzurunu iyice kaçırıyor mu?..

                                                                          ***

Asıl haram nerede?..
Memleketi neredeyse topyekûn çıkmazda tutan ve halkın zihnini insafsızca kemiren, sömürü-rant-yağma içeren sorular bitmedi henüz... Dahası da var;
Son 16 yılda, siyasetten beslenen sonradan görme zenginlerle yoksul halk arasındaki uçurum, öfke çekecek biçimde giderek daha çok büyürken, ülkenin neredeyse yarısından fazlası hızla yoksullaşıyor mu?..

Bürokrasinin neredeyse büyük bölümü yolsuzluklar ve rüşvet salgını nedeniyle halkın iyice tepkisini çekerken, kimilerinin yaptığı kanunsuzluklar yanlarına kazanç kalıyor mu?..
Siyasetin tepelerinden cesaret alan hırsız belediye başkanları, ezeli vurgunları rezidans gökdelenlerinin zirvesine kadar çıkartırken, yerel yönetimler halkın nefes aldığı yeşil alanları bile durmadan yağmalatıyor mu?..

Ülkede son 16 yıldır yoksulun, garibanın, fakir-fukaranın ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı yağmalanırken, yargı sanki eli kolu bağlıymış gibi, çaresiz kalabiliyor mu?..

Yoksulluk, açlık, pahalılık, kronikleşmiş "zam" terörü, artan işsizlik ve toplumun büyük bölümünde giderek büyüyen sefalet ülkede çok büyük sosyal çatışmaları da beraberinde getiriyor mu?..

Ve de bu topraklarda, ekmeğe muhtaç milyonlarca insanın bir bölümünün pazar yerlerinden ve çöplerden gıda maddesi topladığına ilişkin kahredici-utanç verici görüntüler sıklıkla medyaya yansırken, kan emicilerle taşeronları bu manzaraları yalnızca izlemekle yetiniyor mu?..

                                                                         ***

Bilim yuvasının gafleti!..
Yukarıdaki sorulara "hayır" yanıtı verebilecek bir vicdan sahibi yoktur herhalde?.. Hele de konu hak, hukuk, ahlak, dürüstlük ve yetim hakkı yememek ise bir kişi bile yukarıdaki sorulara "evet" demekten geri durmaz, duramaz herhalde?..

Çünkü yandaş medya ne kadar güllük gülistanlık manzaralar çizmek için çırpınsa da, siyasal rantiyeden beslenen güruh dahi, güneşin balçıkla sıvanamayacağını bal gibi biliyor...
Yukarıda, memleketin vahim ahval ve şeraitini, sosyo-ekonomik çıkmazlarıyla, bunlara sebep olan siyaset yıkımlarını anlatan örnekleri sıralayarak sorduk ya?.. Şimdi bir daha soralım;
Ülke, sosyo-ekonomik çöküş içinde, bir yandan dövizde diğer yandan yaşam maddelerinde ocakları kül eden enflasyon yangınıyla mücadele ederken, "helal-haram" meselesini cıvıklaştıran örneklere ne denir acaba?..

Örneğin; Kültür ve Turizm Bakanlığı ve MÜSİAD'ın girişimiyle Süleyman Demirel Üniversitesi'nde "Helal Turizm Uygulama ve Araştırma Merkezi" açabilen zihniyet ne yapmaya çalışıyor sizce?..
Ekonomi Bakanlığı'nın, "Müslüman nüfusun helal ürüne duyduğu ihtiyacı gidermek" amacıyla kurduğu "Helal Akreditasyon Kurumu"ndan esinlenen bu tuhaf merkez, sözde "Helal turizm(!) konusunda standartlar ve sertifika faaliyetleri"nde bulunacakmış!!!

Sormak lazım o halde; Ülkenin bu kadar önemli sosyal-siyasal çıkmazları ve toplumun sağlık, kentleşme, sanayileşme, istihdam sorunları varken, rüşvet ile yolsuzluk fakirin ekmeğini kemirirken, ezici çoğunluğu "Müslüman" olan bir ülkede, siyasal iktidarın sömürü takiyelerinin üzerine kaymak sürmek "eğitim" yuvalarına yakışıyor mu?..

Türkiye sanki "gurbetçi"lerin "domuz eti" kaygısı yaşadığı Almanya'ymış gibi; "Helal-haram" ikileminde -"haşeme" ile havuza girmeyi "helal", plaj kıyafetiyle dolaşmayı ise "haram"mış gibi- ayrıştırmak hangi bağnazlığın dayatmasıdır acaba?..

Söyler misiniz; Yargı ve bilim mensuplarının düğmesiz cüppelerini bile siyaset önünde iliklemeye başladıkları bir ülkede, "helal-haram" ayrımını "turizm"e kadar indirgeyen zihniyet "bilim"e, uygarlığa ve insanlığa katkı sunabilir mi?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ