27 Mayıs 2018 Pazar

Caligula ve Pompei’nin son günleri - ORHAN GÖKDEMİR

Milattan Sonra 12’de doğdu. Rheine lejyonlarında bulunduğu sıralarda askerler gibi çizme giymesi nedeniyle “çizmecik” anlamına gelen Caligula takma adıyla tanınmıştı. Babası Germanicus’un ölümü üzerine İmparator Tiberius tarafından evlatlık alındı. O ölünce imparator oldu. Saltanatının ilk yedi ayında vergileri indirdi, valilerin yetkilerini sınırlayan yasaları kaldırttı. Tiberius’un sürgüne gönderdiği suçluları bağışladı. Artık çok seviliyordu. Onunla aynı çağda yaşamış Gaius Suetonius Tranqullus’un “Oniki Caesar’ın Yaşamı” adlı kitabında, birkaç günlüğüne Campania kıyısındaki adalara gidince, halkın sağ salim dönmesi için adaklar adadığını not ediyor.

Fakat belki de fazla sevgiden, akıl hastalığına yakalandı. Yatağını paylaştığı kız kardeşi Drusilla’nın ölümü üzerine iyice zıvanadan çıktı. Artık kendinden önceki sezarlar hakkında konuşulmasına tahammül edemiyordu. Saygılarını sunmak üzere Roma’ya gelen kralların akşam yemeğinde atalarının soyluluğu üzerinde konuştuklarına duyunca “Bırakın da tek bir efendi, tek bir kral olsun” diye bağırdı. Cumhuriyeti yıkmıştı, Senatoyu her fırsatta aşağılıyordu. Görünüşe göre başına taç takmak ve krallığını ilan etmek istiyor, buna hazırlanıyordu.
İtiraz eden olmayınca tanrısal güçleri olduğunu vehmetmeye başladı. Ülkenin çeşitli yerlerindeki tanrı heykellerini sarayına taşıttı. Kafalarını koparıp, yerine kendi kafasının kopyalarını koydurttu. Sarayını birkaç kat büyüttü. Bazı dalkavuklar artık ona tanrı diye sesleniyorlardı. Bundan güç alarak özel rahipleri bulunan büyük bir tapınak yaptırdı. Girişine de heykelini diktirdi. Sanki canlıymış gibi bu heykele her gün başka bir giysi giydiriliyordu.

Yeni dönemin ilk işlerinden biri Roma’nın “milli” bayramlarını yasaklamak oldu. Devlet mülküydü artık. Hoşlanmadıklarını öldürttü, yan baktığını düşündüklerini sürgüne gönderdi. Tranqullus’un aktardığına göre, gördüğü her kadınla ve hoşlandığı her erkekle yatardı. Öylesine arsızlaşmıştı ki kalabalık bir şölende karısının yanında kız kardeşi ile ilişkiye girmişti. İşkence, eziyet, zulüm, cinayet, kuralsızlık onun zamanında kural oldu. Çizmecik, çok dindar fakat az ahlaklıydı. İşkence ve eziyetten derin bir haz alıyordu. “Öyle bir vur ki öldüğünü hissetsin” diyerek dolaşıyordu civarda. Bunu bazen emrederek yapıyor, bazen de bizzat elini kana buluyordu. Tranqullus şöyle anlatıyor: “Çoğu kez, öğle yemeği yerken ya da akşam yemeği ve sonrası eğlenceler sırasında, suçlulara onun gözü önünde işkence edilirdi, kafa kesmede usta bir asker hapishaneden kim getirilirse getirilsin kafasını kesiyordu.” Ne kendisinin ne de başkasının namusuna saygı gösterirdi. Önüne gelenle “doğa dışı cinsel ilişkiye girmesi” ile meşhurdu. Sağa sola para saçıyordu. Hazine tam takır olunca tuhaf vergiler koydu, vermeyenlerin mallarına el koydurdu. Davalara bizzat bakıyor, sıkılınca bütün davaları birleştirip toplu mahkûmiyetlere hükmediyordu. Bazen davalara almak istediği miktarı belirledikten sonra bakmaya başlıyor, istediği miktara ulaşınca oturumu kapatıyordu. “Paran kadar adalet” onun zamanında icat edilmişti.

Sonra orduya da el attı. Beğenmediği subayları terhis etti, çoğunu yaşı ileri diye kovdu. Ordunun başına geçip düzmece seferler yaptı. Buralarda büyük zaferler elde ettiğini propaganda etti. Ölçüsüzlük ölçü olmuştu. Çılgınlıkları atını konsül ilan edecek dereceye vardı. Saralıydı Çizmecik. Belki de bu yüzden onda kendine aşırı güven ve aşırı korkaklık iç içe, yan yana yaşıyordu. Bir gün tanrılara kafa tutuyor, ertesi gün gök gürültüsünden korkup yatağın altına saklanıyordu.

Böyle böyle öyle bir nefret biriktirdi ki etrafındaki dalkavuklar endişelenmeye başladı. Onların bu endişesini fark edince şöyle diyordu: “Korktukları sürece nefret etsinler.”

                                                                 ***

Birgün, nefret edenler korkularını yendiler. Caligula, 41 yılı başında tiyatrodan sarayına dönerken bıçak darbeleriyle can verdi. Vuranlar vurmaya doyamamıştı, birbirlerini vurmaya devam etmeleri için teşvik ediyorlardı. Bir asker onunla birlikte karısı Caesonia ve kızını da duvara çarpa çarpa öldürdü. İzleri o gün orada silinmişti.
Denildiğine göre dört yıla yaklaşan saltanatı Roma İmparatorluğu’nun hem içte hem dışta en parlak dönemlerinden biriydi. Hatta dönemini hatırlatacak bir afet olmadığından, sık sık olması için dua ederdi.

Çizmecik’in aşırılıklarına alışmış olan halk öldüğüne inanmadı. Çok dindar ve az ahlaklı bu dönem az zamanda kendi tiplerini yaratmayı başarmıştı. İşler yolundaydı nasıl olsa, hatta aralarından bazıları onun bir tanrı olduğuna inanmaya bile başlamıştı.

                                                                ***

Caligula’nın ölümünden 38 yıl sonra Pompei şehri Caligula’nın ektiklerini biçmekle meşguldü. Şehir zengin, denize yakın güzel bir yerdi. Eğlence ve kumara gömülmüştü sakinleri. Geceleri dövüşler düzenleniyordu, şarabın kızılı ile kan kırmızısı hâkim oluyordu geceye. Sokaklarda Caligula ahlakı hüküm sürüyordu. Kural yoktu, fuhuş kural haline gelmişti. Dolayısıyla zevk ve sefaya dalmış kendinden geçmiş şehir ahalisinin ufak tefek yer sarsıntılarını fark edecek hali yoktu.

Bir Eylül günü, kafalarının üzerindeki dağ gümbürtüyle patlamaya hazırlanırken şehir hiç ölmeyecekmiş, bu zevk-ü sefa hep sürecekmiş gibi hayatlarına devam ediyordu. Büyük bir ateş ve kül dalgası bir anda üzerlerine geldi. Şehrin muktedirleri yanında köleleriyle ve pahalı mücevherleriyle, meyve yerken, geneleve giderken ve paralarını sayarken yakalandılar fırtınaya. Kıpırdamaya, kaçmaya, korkmaya fırsat bulamadan bir anda taşa dönüştüler.
                                                                ***

Karakterler, olaylar, devlet işleri, eziyet ve işkenceler, azgın sömürü, vurdumduymazlık, adaletsizlik, eşitsizlik, ölçüsüzlük ve kuralsızlık, zıvanadan çıkmış bir dindarlık ve ahlaksızlık, görgüsüzlük, savurganlık, şaşaa, uçsuz bucaksız saraylar, sapkınlıklar çok fazla bugüne benziyor, biliyorum. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de muktedirlerin gerçeklikle bağı bütünüyle kopmuş durumda. Üstelik kölelerin çoğunu da alet ettiler suçlarına. Pompei kendinden geçmiş, her sabaha akşamdan kalmanın tanıdık tatlı ağrısıyla uyanacağını sanıyor. Ufak tefek sarsıntılar da hissedilmiyor değil ama çok şükür bizde patlayacak bir yanardağ yok.

Karışık duygular içindeyiz o yüzden. Düzenin işbirlikçileri “ilk birkaç yıl çok iyiydi her şey ama sonra sapıttılar” diye yakınıyor. Düzenin parçası olmuş olanlar, artık ışığı sönmekte olan parlak dönemin sonsuza kadar süreceği iddiasında. Sarsıntıları barbarların bir oyunu sanan ahmaklar da var aralarında.

Hâlbuki her şey düzenin çarpıklığına, sonunun yaklaştığına işaret. Tanrısı, iktidarı, inancı, refahı, hukuku, gücü, neyi varsa hepsi koca bir yalandan ibaret. Duyuyor musunuz küçük sarsıntıları? Yaklaşan korkunç bir fırtınanın ayak sesleridir onlar.

Ve Caligula işte orada, hiç ölmemiş gibi bize bakıyor. Nefretimize bakıp gülümsüyor. Çünkü biliyor, nefret etmek yetmez, korkuyu da yenmemiz gerekir.

Korkmayacağız öyleyse. Birbirimize cesaret bulaştıracağız. Taş olmayalım diyorsak ayağa kalkacağız.

Caligula mı? Ondan kurtulmak kolay. Zor olan arkasında bıraktığı düzenden kurtulmak…

Orhan Gökdemir / SOL

RTE, İÜ Rektörü’nü görevden alacak, veya..- ORHAN BURSALI

Kaç gram artış yapacaksınız demokraside, hukukta, adalette, özgürlüklerde?
RTE, eminim İstanbul Üniversitesi Rektörü’nü görevden almaya hazırlanıyor. Bugün yarın rektöre, tıpkı belediye başkanlarına olduğu gibi, birer mesaj gider koltuğu boşaltması için; dahası Cumhurbaşkanı bizzat, bu ne kepazelik, o koltukta nasıl oturabilirsin, diyecektir. 

Artık bu kadar kör kör parmağım gözüne böyle bir rezalete yol açabilir mi bir rektör? 
Hayır RTE buna izin veremez ve göz yumamaz. Mutlaka kulağından tutup bir kenara koyacaktır! 

Neden böyle diyorum? Daha önceki gün açıkladığı manifestosunda ve seçim bildirgesinde, bu ülkeye daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük vaat eden bizzat Cumhurbaşkanı değil miydi? 

Şimdi aynı Cumhurbaşkanı bizzat o koltuğa oturttuğu, üniversitenin seçmediği bir rektörün kalkıp da cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin tıp fakültesine sokulmaması için dekana talimat vermesine, üstelik YÖK’ün de alet edilerek tüm yardımcılarıyla birlikte görevden alınmasına nasıl göz yumar?

İÜ Rektörü, Cumhurbaşkanı’na YÖK ile birlikte kumpas mı kurdu yoksa?

‘Sen hangi dünyada yaşıyorsun?’
Evet eminim okurken böyle diyorsunuzdur bana.
Üstelik izah da ediyorsunuzdur: İÜ’nün seçtiği rektörü atamayıp siyasi mezhebinden seçip atadığı rektör, orada siyasi bir figür olarak durmuyor mu, üstelik Cumhurbaşkanı’nı da temsilen? Cumhurbaşkanı atamasaydı, o koca dünyanın başına geçeceğini rüyasında görse inanır mıydı? 

Diyorsunuz ki: Ne amaçla o koltuğa oturtulduğunu bilir. Saray’dan bir işaret almasına gerek yoktur. Önemli anlarda görevini yerine getirir, tıpkı İnce olayında olduğu gibi... 
Rektörün kendi mi inisiyatif kullanarak harekete geçti, yoksa Saray YÖK ile birlikte rektörü mü harekete geçirdi.. bütün bunlar önemsiz ayrıntılar.

Bu süreçte tek önemli bir nokta var: Cumhurbaşkanı’nın ne tutum aldığı. 
Bunca zaman geçtiği halde bu rezalete susulduğuna göre, Saray yönetiminde “rektörün görevini tıkır tıkır yerine getirdiği” konusunda bir fikir birliği var. 

Tamamen siyaseten atanmış rektörlerin görevlerini çok iyi yerine getirdiğine şüphe mi var?

‘Emrinize hazır ve nazırız efendim’ 
Mesela Ege Üniversitesi Rektörü, bakın sosyal medya hesabından neler yazdı: 
Ege Üniversitesi Ailesini temsilen 382 kişilik akademik ve idari kadromuz ile Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ı karşıladık. Kentimize hoş geldiniz Sn. Cumhurbaşkanımız @ RT_Erdogan onur verdiniz. https://twitter.com/ProfNecdetBudak/status/ 990215964150173696/photo/1pic.twitter.com/6nwWMOSWDO ” 

Olay bir ay önce gerçekleşti, yani 26 Nisan’da. Rektör bey, öğretim üyelerine çağrı yaptı, haydi Cumhurbaşkanı’nı karşılamaya geliyorsunuz diye. 382 kişi toplanmış. Kimi rektör istedi diye, kimi gitmezsek başıma ne gelir endişesiyle, kimi zaten RTE- iktidar hayranı olduğu için, kimi kendisine rektör tarafından kadro açılması minnettarlığıyla vb.. 
Sadece bu saydığım nedenler bile üniversitelerin ne hale sokulduğunu, akademik ve siyasi özgürlüklerin sıfırı tükettiğini gösterir. 

Şüphesiz çağrıya uymayan ve gitmeyen yüzlerce akademisyenin varlığını da anımsatalım.

Nesine inanacağız? 
Cumhurbaşkanı seçim manifestosunda adalet, özgürlük, hukuk, yargı konusunda vaatlerde bulunuyor. 

Hayır ucuz polemik yapmayacağım: Yahu 16 yıldır iktidardasınız, bu ülkedeadaletsizliği de, özgürlüksüzlüğü de, hukuksuzluğu da, yargı bağımlılığını dabugüne kadar görülmemiş bir ölçüde peydah eden sizlersiniz, demeyeceğim. 
“Şimdi 16 yıllık iktidarınızdan şikâyetçi olmak da neyin nesi? Yoksa onlar sizler değil miydiniz” cümlesini de kurmak istemiyorum. 

Sadece tek soru soracağım: Osman Kavala’yı hangi hukuki gerekçeyle, iddiasız ispatsız hâlâ hapiste tutuyorsunuz? 

Hangi vicdanla?

Kaç gram demokrasi ve hukuk? 
Seçim bildirgenizde demokrasi, hukuk, adalet, bağımsız yargı vaadinizi ciddiye alalım, peki? 

Bu kavramları gündeme getirirken, düşüncenizde bu kavramların evrensel içerikleri, ağırlıkları, değerleri mi var? 

Yoksa bugüne kadar hep söylediğiniz “hukuk devletiyiz, yargı bağımsız, demokrasi tüm kurallarıyla yürürlükte” gibi, gerçekle ilişkisiz söylemlerinizin özgül ağırlığında birkaç gram değişiklik mi yapmayı düşünüyorsunuz? 

Kaç gram? 

Veya kaç miligram?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Parmak kaldı! - Mine G. Kırıkkanat

Yeni doğmuş bebeklerin gözlerindeki süt buğusu açılır açılmaz gördükleri ilk uzuvları, elleridir. Tabii eski usulde küçükken kıpırdamasın, büyüdükçe ana baba, erişkin olunca da otorite karşısında hazır ola geçsin diye mumya gibi kundaklanan biçarelerden söz etmiyorum!

Kolları bacakları serbest, dolayısıyla beyinleri de özgür bırakılan bebekler, yumuk ellerini büyük bir merakla seyreder önce. Kendilerine aidiyetini hemen değil, zamanla keşfederler. Parmaklarının açılış kapanışını hayretle izler, ağızlarına götürüp emer, tadına bakarlar. Ellerini dış dünyayı tutmak için kullanmayı, yavaş yavaş öğrenirler. 
Sizin evde de öyle miydi, ben küçükken bizim evde bir ‘sol el’ sendromu vardı. Boyum henüz lavabo düzeyine erişirken, elimi yüzümü yıkamamı denetleyen babam: “Sol el” diye uyarırdı. “Burnunu sol elinle sümkür!” Annem ise taharet eğitiminde soldan yana ısrarlıydı. Ama her ikisi de sofra adabında aynı kefeye koyuyorlardı ağırlıklarını. Mama kaşığı illa ki sağ elle tutulacaktı. Biraz daha büyüyünce bıçak sağ elin otoritesi altına giriyor, sol ele daha az tehlikeli bir aletin, çatalın sorumluluğu veriliyordu ancak. Bütün bu zorlamalara çok kızdığımı, ancak açıktan karşı çıkamadığımı iyi anımsıyorum. Baskıya karşı çocuk aklımla üstü kapalı bir mücadele verdim ve anne babamın görmediği her yerde sol yerine sağ elimi kullandım; solak olamadığım için sağda da sağ elime abandım.
***

Bugün bile sol bileğim daha ince, sol elim daha atıldır ve sessiz zafiyeti, Orhan Veli’nin müthiş dizesini anımsatır: “Sol elim/Acemi elim/Zavallı elim!” 

Böyle bir sol elle büyüdükten sonra, 1968’li yılların Türkiye’sinde sol yumruklarını sıkıp havaya kaldırarak yürüyen gençliğe hem şaşırdım, hem de hayran kaldım. 
Şaşırdım, çünkü güçsüz ellerini yumruk yapmakla bu gençliğin kimseyi etkili biçimde dövemeyeceği kesindi! 

Hayran kaldım, çünkü ezilmişleri savunmakta hakkı yenen sol eli bile unutmamışlardı… 
Oysa sonradan gördüm ki, dünya solcuları sağ ellerini yumruk yapıp sallıyorlardı! 
Sonuç olarak sağ yumruğunu sıkan dünya solu, zaman içinde önemli haklar edindi. Sol elin ezilmişliğini savunan bizim solcular ise, hava almakla kalmayıp epeyce dayak yediler. 

Günümüz politikacıları, sağ ya da sol yumruk sıkmak yerine parmak işaretleri yapmayı tercih ediyorlar. Çeneleri yeterince düşük olmasına karşın, ellerine sağır dilsizlerin de anlayacağı dili konuşturuyorlar.
***

Sesli sohbette olduğu gibi bu sessiz sohbette de laf lafı açıyor, ama herkes her işaretten aynı şeyi anlamıyor! 

Muktedirin rabia işaretini gören seçmen, yandaş ise orta parmağıyla baş parmağını birbirine sürtüp para beklediği mesajıyla yanıt veriyor. 

Muhalif seçmen aynı rabiadan Amerikan Doları’nın fiyatını anlıyor ve muktedirin yanlışını düzeltmek üzere beş parmak gösteriyor. 

İktidarın küçük ortağı bozkurt işareti yapınca coşanların birbiriyle toslaşarak selamlaştığına bakılırsa, bozkurttan kurt mu yoksa keçi mi anladıkları biraz karışık… 
Yaklaşan erken seçimlerde iktidara rakip ve aday liderler, ya medya sansürlü ya da hapisanede oldukları için parmakla yetinmek lüksüne sahip değil. Onlar iki kollarını birden havaya kaldırarak görünmeye çalışıyor ve seçmeni imdada çağırıyorlar. 
Türkiye’nin siyasal arenasında kullanılmayan tek el işareti kaldı: sağ ya da sol, tüm eli yumruk yapıp orta parmağı havaya dikmek. 

Bir elini kalbine koyup öteki eliyle gözümüzü, cebimizi, dibimizi oyanlara; bakalım sandıklar nasıl bir el hareketiyle yanıt verecek. Alkış mı tutacak, avuç mu gösterecek, parmak mı dikecek… Pek yakında göreceğiz.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Otokratın akıllısı - Ayşenur Arslan

Küresel sistemin en önemli kaynaklarından biri, Financial Times gazetesi birkaç gün önce -son zamanlarda sıklaşan - Türkiye analizlerinden birine yer verdi. Konu, Türk lirasının hal-i pür melali ve dolayısıyla iktidarın akıbetiydi. Yazıda, Erdoğan’ın faiz konusundaki inadı anlatıldıktan sonra şu yorum yapılıyordu: “Akıllı bir otokrat neyi kontrol edemeyeceğini bilir.”
Yazıdan hemen sonra Merkez Bankası faizi üç puan artırınca “Erdoğan akıllandı galiba” (!) diye düşündüm.

Oysa, hazret daha ertesi gün, yeniden seçilirse faizin canına okuyacağını müjdelemez mi!!

Öte yandan, bu sözlerin yankısı dinmeden “dalgalı kur sisteminden ve piyasa kurallarından vazgeçmeyeceğiz” demez mi!

Elin gazetecisi haklı azizim!

Memleket, otokratın bile akıllısına hasret!

•••

Sadece dolar, avro konusunda falan mı yanlışlar ve en önemlisi yanlışlarda inatlaşmalar.

Sizce akıllı bir otokrat İÇERDEKİ Selahattin Demirtaş’ın DIŞARDAKİ Demirtaş’tan daha güçlü, kendisi açısından daha tehlikeli olduğunu anlamaz mı!

Ya da, akıllı bir otokrat Muharrem İnce’nin ziyaret ettiği Cerrahpaşa dekanını görevden almasının gençleri.. Yani -o çok korktuğu- YENİ SEÇMENİ nasıl etkileyeceğini görmez mi!

Eğer sarayına kapanıp toplumla ve gerçeklikle bağlarını kopartmışsa.. Eğer güç zehirlenmesi yüzünden bu ülkenin insanlarını hiçe saymaya başlamışsa.. “Medya nasılsa kontrolüm altında. Kimsenin haberi bile olmaz” deyip DİJİTAL HABERLEŞMENİN önemini fark etmiyorsa..

Evet! Görmez / anlamaz / fark etmez!

Amaaaaaa.. Kusura bakmasın.. Gerçekler er ya da geç kendisini gösterir.
Baksanıza TÜSİAD, yani Patronlar Kulübü bile artık “hukuk yoksa, yargıya güven kalmamışsa ekonomide de güven olmaz” diyor.

Krizin kapıya dayandığını, bu sözcüklerle olmasa bile, net biçimde söylüyor. 

Uyarıyor.

İşsizler ordusu.. Çalışan ama emeğinin karşılığını alamayan, zaten maaşı Türk parasıyla birlikte giderek eriyen milyonlar.. Hele hele GELECEĞİNDEN UMUTSUZ, yakında işsizler ordusuna katılacağını bilen gençler..

Akıllıya da akılsız; Otokrasi ile.. Tek adam saltanatı ile ancak uçurumdan aşağı gidilebileceği ortada değil mi!
•••

Üniversiteleri bölme yasası ve en son Cerrahpaşa Dekanı Prof. Alaattin Duran’ın “Muharrem İnce’nin ziyaretini önlemedi” diye görevden alınması aslında iktidarın uçuruma koştuğunu gösteriyor.

Bu adımlarla, uzun zamandır ilk kez her inançtan öğrenciyle her görüşten hocaları sokakta bir araya geldi. Birlikte aynı sloganı attı.

Dahasını söyleyeyim mi.. Aklınıza gelmeyecek sağ eğilimli insanlar, OYUNU HDP’YE VERECEĞİNİ söylemekten çekinmiyor. Sırf DEMİRTAŞ İÇERDEN ÇIKARTILMIYOR diye.. İlginçtir, sağdan ya da soldan, HDP’YE oy verenlerin bile cumhurbaşkanlığı seçiminde Muharrem İnce’ye yöneldiği görülüyor.
Zira seçmen / halk AKILLI..

Erdoğan’ın fark edemediğini ya da muhalefet blokunun yapamadığını TABANDA İTTİFAK ile yapıyor.

Erdoğan’a da “korkunun ecele faydası yok” mesajını gönderiyor..

Dedim ya: SEÇMEN AKILLI azizim!

                                                         •••

DEKAN’IN BU SÖZLERİNİ BİR KENARA YAZIN!
“Cerrahpaşa ailesi olarak bölünmeye karşı birlikte mücadele ettik. Siz bu süreçte harikalar yarattınız. Sizlerle gurur duyuyorum. Buna uğraşsaydık yapabilir miydik bilmiyorum ama ONLAR BİZİ BİRLEŞTİRDİLER. Her gruptan, her görüşten insan Cerrahpaşa için bir araya geldi. Bu birliktelikle biz çok daha iyi yerlere geleceğiz.”

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Beyanname değil, ‘Yalanname’ - ERK ACARER

AKP; yöneticisiyle, tabanıyla, gerçekten de sosyolojik ve psikolojik bir vaka olduğunu her seferinde kanıtlıyor. Seçim beyannamesi sanki bunun sağlaması. Siyasi iktidar, ‘yapmadığı-yapamadığı’ ne kadar şey varsa topluma seçenek olarak sunuyor. Tıpkı ‘yaptıklarını’ kendisine karşı konumlananların eylemleri şeklinde göstermeye çalıştığı gibi.

Yapamadıkları…
Karşımızda, Ankara Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nı 1 yıldır polis barikatında, ‘tutuklu’ bırakan bir iktidar var. Ancak 16 yılın acı tortusunun üzerine ‘daha çok demokrasi’ diyor.
Yaptıkları…
Seçim dönemlerinde patlayan bombalar, toplumun kutuplara bölünmesi, çetelerin halkı aleni olarak tehdidine yol verilmesi, görmezden gelinmesi. Neredeyse artık AKP dışındaki tüm seçmenlerin suçlu ilan edimesi… Yaratılan bu terörize ve terör ortamında; algıyı alttan alta veriyor: “Teröristler…”
Gerçekte ‘demokrasinin sağlanması’, ‘terör’ mücadelesi verenler halk ve AKP’nin karşısında yer alanlardır. Yeterince açıksa; geçelim.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Seçim Beyannamesi ve Milletvekili Aday Tanıtım Toplantısı’nda açıkladığı vaatler listesini daha çok “Yalandan kim ölmüş’ bildirisi olarak değerlendirmek mümkün. Beyanname toplantısında konuşan Erdoğan, İktidara gelirken verdikleri ‘3 Y’ sözünü anımsatıyor. Bunun hâlâ en önemli kriterleri olduğunu söylüyor. O ‘3 Y’ yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk.

Rakamlara, istatistiklerde boğulmak yerine, somut yansımalar ve hikâyelerden çelişkileri ortaya koyabilmek mümkün. 

Soralım:Erdoğan konuşurken; diğer partilerin yayınını kesip ‘derhal’ AKP grubuna bağlanan yüzde 96’sı Saray’ın borazanı olmuş medya bu yasakların kaldırılmasının hangi kısmında?

Amerika’da yargılanması devam eden, önce ‘yerli milli-tosunumuz’ ilan edilip, ardından satılan zavallı Reza ve 4 maskeli sabık bakan bu yolsuzlukla mücadele çekmecesinde saklanan kutuların neresinde?

Bu vaatlerin açıklanmasından 2 gün önce Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde tütününü satamadığı ve borçlarını ödeyemediği için Ziraat Bankası önünde kendini yakmaya kalkan çiftçi Metin Çelik, yoksullukla mücadele paketine dahil mi?

Bu bir şaka olmalı
360 sayfalık 16 başlıklı AKP seçim beyannamesinde; ‘sıvayıp’ batırdıkları her şey mevcut. Özgürlüklerden insan haklarına, doların düşmesinden halkın refahına, yeşil alanların korumasından kadın haklarına, mezhepçiliğin önlenmesinden yerli üretime yok yok.

İster istemez ünlü komedyen Cem Yılmaz’ın bir repliği düşüyor insanın aklına:
“Şaka mı bu!”

Hikâyeler üzerinden, hikâyesi bitmiş bir partidir AKP.

Bilinen anekdottur. 1932-1938 yılları arasında Portekiz’i diktatörlükle yöneten Antonio de Oliveira Salazar’a ülkeyi 41 yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında; gülümser. “Tres F” der. “3 F” ile kastettiği şey, Latin arabeski ‘Fado’, din yani ‘Fatima’ ve ‘Futbol’ dur.

HDP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Selahattin Demirtaş’ın dayanaksız cezaevinde tutulduğu, CHP’li aday Muharrem İnce’nin ziyaretinin ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Alaattin Duran’ın YÖK’ün talimatıyla görevden alındığı bir Türkiye’den söz ediyoruz.

‘Devletin bölünmez bütünlüğünü’ düstur edinmiş İYİ Partili Meral Akşener’in PKK, ‘din kardeşi’ SP’li Temel Karamollaoğlu’nun DHKP-C’ye yardım ve yataklıktan yargılanmasına ramak var!

AKP beyannamesi, henüz Hitlerin propaganda bakanı Dr. Paul Joseph Goebbels’in “Yalan ne kadar büyük olursa, halkın inanması o kadar kolaylaşır” sözlerine uygun bir çizgide duruyor.

24 Haziran, bu çizginin ‘3F’ pişkinliğine varıp varmayacağının oylamasıdır bir nevi.
Seçimi kazanmış Erdoğan’ın, çıkıp ben bu ülkeyi ‘3 D’ ile yönetiyorum, ‘Din’, ‘Darbe’, ‘Dayatma’ demesine kim karşı çıkabilir?

Ancak hikayeler üzerinden, hikayesi bitmiş bir parti liderinin bu noktaya yolculuğu artık zor görünüyor. Yalan, hile, manipülasyonla ektikleri rüzgâr, fırtınaya dönmedi ve muhalefete yaradı. Değişim havasını herkes görüyor. 

Erdoğan tarafından açıklanan beyanname olsa olsa bu rüzgara katkı yapar.
Fındığını, tütününü, samanını, çayını dışardan alan üretim cenneti Türkiye’de, topraklar, fabrikalar, Suudilere, sermayeye peşkeş çekilirken, beyannamede müjdeli, dikkat çekici bir ayrıntı: “Sudan’da kiralanan 780 bin hektar tarım arazisi yatırım yapmaları için girişimcilere açılacak.”

Hey ki hey!

Erk Acarer / BİRGÜN

İptalin sonuçları - MUSTAFA K. ERDEMOL

Son haftalarda işaretleri verilmiş olmasına rağmen ben yine de Trump-Kim Zirvesi’nin ertelenmeyeceğini düşünenlerdendim. Hatta bunu Ece ile (Zereycan) her hafta BirGün TV’de yaptığımız programda söylemiştim de.
Çünkü İran’la yapılan anlaşmayı bozduktan sonra Kuzey Kore ile yumuşamaya giderek bir denge tutturmaya çalışır diye düşünmüştüm Trump için. Bir de o kadar “söz” düellosuna ragmen Kuzey Kore’nin daha önce verdiği sözde durararak nükleer test yaptığı platformları imha etmesini Zirve’nin yapılacağının işareti saymıştım.

Ama o kadar şaşırtıcı ki gelişmeler, Donald Trump üstelik bu kez tweet mesajıyla değil, yazdığı bir mektupla Kim’e kendisiyle görüşemeyeceğini iletti. Üzgün olduğunu söylemeyi de ihmal etmeden tabii. Gerekçe malum, Trump’a göre Kim “öfkeli sözler” ediyor, “düşmanca tutum” alıyordu.
Kim’e “sonun Kaddafi gibi olur” diyen Trump’ın “öfkeli söz”den anladığı nedir bilemem ama, Kim’den Trump’ınkine eş ya da en azından yakın “öfkeli bir söz” örneği duymadık.

Singapur’da 12 Haziran’da gerçekleşmesi beklenen Zirve için hazırlıklar aslında neredeyse tamamlanmış durumdaydı. Beyaz Saray Zirve anısına her iki liderin portresinin yer aldığı madalyonlar bile hazırlatmıştı. Ama beklenen bu “büyük buluşma” suya düştü. Oysa Zirve’nin yapılacağı haberi bile Kore adasında olumlu bir hava yaratmıştı. Kore savaşından bu yana var olan düşmanca duyguları “resmi” olarak sona erdiren Koreler görüşmesi sonrası bir de ABD ile Kuzey Kore’nin başkanlar düzeyinde görüşecek olmaları tabii ki heyecana yol açmıştı.

Peki neden iptal edildi?
İlk neden, “nükleer silahları bırakmaktan” Trump ile Kim’in aynı şeyi anlamamaları. Kuzey kore, çok haklı olarak nükleer programından tek taraflı olarak vazgeçmeyeceğini her zaman hissettirdi. Ama buna ragmen “nükleersizleşme” konusunda ciddi adımlar da attı. Ancak ABD’nin Güney Kore ile hem de Kuzey Kore’nin, deyim yerindeyse, “burnunun dibinde” ortak askeri tatbikat düzenlemesini “iyi niyetli bir girişim” olarak değerlendirmedi  Pyongyang. Kuzey Kore açısından, eğer gerçekleşseydi, Singapur Zirvesi  eşitler arasında bir görüşme olacaktı. Ayrıca Kuzey Kore bu zireveyi kendisinin “teftiş edileceği” bir toplantı gibi görmedi. Bu nedenle nükleersizleştirmeden Trump’ın anladığı ile Kim’in anladığı aynı şey değil diyorum.


İkinci iptal nedeni, ABD’ye de başından beri Zirve’yle Kim’in uluslararası meşriyet kazanacağı eleştirisi yapılmış oluşudur. Trump’ın bu eleştirilere de dayanamadığı ortaya çıktı. Bu zirve her zaman yüksek risk taşıyan bir kumardı bir yanıyla.

Gerçekleşseydi ne olurdu?
Gerçekleşseydi, en azından aşamalı ya da kısmi silahsızlanma anlaşması için uygun bir zemin yaratılmasına katkısı olabilirdi zirvenin. Bana sorarsanız asla meşruiyet ihtiyacı yok Kuzey Kore’nin ama nükleer silaha sahip olma konusunda Güney Kore ile dünya kamuoyunun gözünde eşit görünmesi önemliydi. Bu açıdan Zirve, Kuzey Kore’nin dışa açılmasına da katkı yapabilirdi.

Trump’ın iptal kararının bir takım “hasarları” olacak elbette. Her şeyden önce bu gelişme Kuzey Doğu Asya için iyi olmadı. Ama en açık zararı ABD-Güney Kore ittifakıgörecek. Kısa bir süre önce ABD’de bulunan Güney Kore Devlet Başkanı Moon Jae-in, iptal kararı hem de gece yarısı kendisine ulaştırıldığında “şaşkın ve çok üzgün”olduğunu açıklamıştı. Moon, zirve için çok çalışmıştı. Şimdi tüm dünyaya iptalden Pyongyang’ın değil Washington’un sorumlu olduğunu göstermek zorunda kalacak. Çünkü böyle olduğunun birinci elden tanığı o. Sol eğilimli bir politikacı olan Moon, Trump’ın Kuzey Kore’ye baskı politikasına destek verecek gibi görünmüyor.

ABD şimdi Kuzey Doğu Asya’daki müttefiklerinden de destek almak zorunda. Japonya iptalden memnun olduğunu açıkladı. Ama Çin’i de ikna etmesi gerekecek Trump’ın.

Çünkü zirvenin iptalinin ardından Çin, Kuzey Kore ile daha yakın ilişkiler kurmaya, ona yönelik yaptırımları etkisizleştirmeye devam edecek.

İptalin en önemli sonucu da Kuzey Kore’nin çok haklı olarak yeniden nükleer programını sürdürmeye devam edecek oluşudur. İptal ABD’nin güvenilirliğini olumsuz olarak etkiledi, buna kuşku yok.

İptal sayesinde kazananların Kuzey Kore ile Çin olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

"Görünmez Holding" görünüyor... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Yandaş, yanaşma ve küresel sermaye diye tanımlamıştım...
2007 yılıydı... AKP'yi iktidara taşıyan, iktidarını sürdürmesini sağlayan sermaye gruplarıydı...

Yandaşlar; AKP'nin kurucu ekibinin tanıdıkları, akrabaları, yakınlarından oluşan, eskinin küçük esnafı/tüccarı/müteahhidi iken bugünün dev holdinglerine dönüşen sermaye grubu...
MÜSİAD ile FETÖ soruşturmalarına kadar TUSKON çatısı altında yer alan şirketlerin büyük bölümü yandaşların içinde...

Yanaşmalar; TÜSİAD çatısı altında birleşen, gelen her iktidarı alkışlayan, "işimiz yürüsün gerisi önemli değil" diyen eskinin büyük sermaye grupları... Yanaşma kalarak gemiyi yüzdüreceklerini düşünenler... ( Doğan Grubu'nun başına gelecekleri o yıllarda yazmıştım )

Küresel Sermaye; Ulus ötesi şirketler ve sıcak para sahiplerinden oluşuyor... AKP'ye ilk günden buyana destek veriyorlar...
Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanması sonucu milyarlarca doları bulan haftalık faizler bu grupların cebine aktı... Cargill gibi bazı dev şirketler için özel yasalar çıkarıldı!

                                                                          *

AKP'nin Türkiye'yi bir holding gibi gördüğünü, yönetiminin patron ve ceo'ları gibi hareket ettiğini uzun süredir yazıyorum... AKP genel başkanı Erdoğan da "Ben ülkemi pazarlamakla yükümlüyüm" diyerek, ülke yönetimini şirket yönetimine benzeterek bu tespitimde beni haklı çıkarmıştı...

2007 yılıydı... "Görünmez Holding" adı ile yazdığım kitapta yağma ekonomisini, bu holdinge; enerji, altyapı, yol, inşaat, özelleştirme, imar rantı, TOKİ, TMSF üzerinden aktarılan milyarlarca dolarlık kaynak ve servet transferini anlattım.

Birbirine rakip görünen şirketlerin ihale paylaştığını, bazı ihalelere ortak, bazılarına rakip girdiklerini, ancak hepsinin Görünmez Holding'e bağlı çalıştığını yazdım...

Dün "bomba haber" olarak sitelerde yer alan; "Kamu ihaleleri ile devleştiler" başlıklı haberleri okuyunca şimdi piyasada olmayan, yazdıklarım nedeni ile uzun süre yargılandığım bu kitabım aklıma geldi...

Görünmez Holding, görünür olmaya başlamıştı...

                                                                           *

Son 15 yılda kamu ihalelerinden önemli paylar alan; Limak, Kolin, Cengiz, MNG Holding'in bünyesindeki Mapa ve Kalyon şirketleri, Türkiye'yi en çok altyapı yatırımı yapan ülkeler ligine taşımış!

Bu 5 şirket, dünyada en çok altyapı yatırımı gerçekleştiren şirketler listesinde yer almış.
Raporu Dünya Bankası hazırlamış;
Türkiye 136 milyar 20 milyon dolarlık yatırımla dünya liginde yer alırken, bu yatırımları gerçekleştirenlere baktığımızda, saydığım 5 şirket başını çekiyor.

Dünyada devasa cirolar yapan başka şirketler de var. Ancak onları bizim 5'liden ayıran fark, o şirketlerin yatırımlarını tüm dünya ölçeğine yayıyor olmaları... Yani dünyanın dört bir yanında ihale alarak, yatırım yaparak listeye girebilmişler.

Ancak söz konusu Türk şirketlerin yatırım alanları; Türkiye ağırlıklı, Avrupa ve Ortadoğu...

Türkiye'de kamunun yani devletin verdiği enerji, yol, havaalanı, inşaat gibi bir dizi milyar dolarlık projelerle zenginleşen şirketler...

Bu dev ihaleleri alabilmek, dünya zenginler listesine adınızı yazdırabilmek için gereken "özellikleri" sanıyorum burada yazmama gerek yok...

Türkiye'nin yeni Burjuvazisi böyle oluştu... Yandaşların servetleri TÜSİAD'ı katladı... Ancak geçmişten bugüne değişmeyen gerçek, sermayenin devletten zenginleştiği gerçeğiydi...

AKP, yeni rant alanları yaratmak ve bunu dağıtmakta önceki iktidarlara göre açık ara öndeydi...

Türkiye'nin büyük değeri Prof. Korkut Boratav son yazısında, devletin daha önce rant dağıtımını ayrıcalıklı bireylere ve şirketlere göre değil, planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere tahsis etme kuralları geliştirdiğini, müdahaleci olduğunu yazıyor. Bu kuralları uygulama görevi, güvenilir, seçkin bir ekonomi bürokrasisine emanet edilmişti diyor;
"... Ancak Özal'la başlayan devleti küçültme reçeteleri bu bürokrasiyi çökertti, etkisiz kıldı. Neoliberal dönüşümün yarattığı kapkaçların ayrıcalıklı şirketlere, kişilere aktarma yöntemleri bulundu, geliştirildi."

Korkut Hoca'nın özetlediği vahşi kapitalist düzenin en simge isimlerinden birisidir Recep Tayyip Erdoğan... Neoliberal politikaları tıpkı Arjantin'de Menem yönetiminde olduğu gibi harfiyen uyguladı...

"Bürokratik oligarşiyi yıkacağız" diyerek iktidara gelen Erdoğan'ın daha iki gün önce " ...yeni sistemle bürokratik oligarşi tamamen son bulacak..." demesi tesadüf değil...

Bu sözün anlamı; sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır;
yani hukuk, yasalar, ihale mevzuatları, rekabet, teftiş ve denetim gibi bir takım engeller!

Yeni dönemi Görünmez Holding de sabırsızlıkla bekliyor...
Atatürk Türkiyesi ile sorunu olan sermaye ile küresel sermaye ellerini ovuşturuyor...

Tabi seçmen tamam demezse...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

Atatürk'e topyekün saldırmak bu olsa gerek!..- Mehmet FARAÇ

Hep diyoruz ya; yalnızca laik rejim, huzur, gelecek, Aydınlanma ve milletin varlıklarıyla devletin hazinesi vurulmuyor bu ülkede, direkt insan da, nefes yolları kesilerek- yaşam alanları darbelenerek vuruluyor bu ülkede... Hem de acımasızca!.. Hem de rant uğruna!..

İstanbul "Gezi Parkı"nda büyük olaylara da yol açan ağaç kıyımı, daha sonra Taksim'in çimento tarlasına dönüştürülmesi, otoban ve 3. havalimanı için yüzbinlerce ağacın kesilmesi, "Kanal İstanbul" adlı gereksiz projenin doğaya yaşatacağı tahribat, en önemlisi de İstanbul gibi bir kentin AKP'li belediyeler eliyle, tüm ilçelerde beton cehennemine dönüştürülmesi...


İşte Erdoğan'ın "Bugüne kadar diktiğimiz milyarlarca ağaçla nam salmış bir iktidarız" şeklindeki tuhaf açıklamasını duyunca tüm bu doğa ve çevre rezaletleri de geldi aklıma...
Pes dedim doğrusu, pesssss!..

Yol, köprü, Melen projesinde olduğu gibi su hattı geçirmek, çarpık apartmanlar, mezarlığı andıran ucube siteler ve rant AVM'leri yapmak uğruna doğanın yıllardır pervasızca ve acımasızca katledildiği bir ülkenin cumhurbaşkanı söylüyor, vahim icraatlar karşısında adeta sırıtan bu "nam"lı sözleri!..
İşte Erdoğan'ın bizzat kendisiyle de çelişen bir yeni tahribat projesi, yine bizzat kendisi tarafından daha önceki gün imzalandı ki, AKP'nin doğa ve çevre düşmanlığı da bir kez daha tescillenmiş oldu...
AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana sürekli saldırı altında olan ve devasa arazisinin yarısından fazlası ne yazık ki işgal edilen Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ), rant çevreleri ile onlara durmadan olanak tanıyan AKP iktidarının gazabından bir türlü kurtulamıyor...

Stadlarda yapıldığı gibi; o muhteşem çiftliğin adında da "Atatürk" var ya, spor sahasıymış, ormanmış hiç fark etmiyor; talan, yağma ve doğa katliamı açısından AOÇ da sürekli hedefte...
Velhasıl Gazi'nin yalnızca sağlam temeller üzerine kurduğu laik rejimi, Aydınlanma'yı işaret eden ilke ve devrimleri değil, çevreciliğiyle doğaya düşkünlüğünü kanıtlayan eserleri de son 16 yıldır sürekli saldırı altında... Velhasıl, "topkeyün Atatürk düşmanlığı" dedikleri bu olsa gerek?..

                                                                         ***
Gazi'nin çiftliğinde talan!..
İşte Erdoğan'ın "Atatürk Havalimanı'nın yerine millet parkı yapacağız" şeklindeki açıklamasından ne yazık ki bir gün sonra imzaladığı kanuna göre, AOÇ'un belirli bir bölümü Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne tahsis edildi... Yani Gazi'nin çiftliğini daha önce de işgal eden AKP'li belediyeye...
Kanunda yapılan değişikliğe göre, çiftlik arazisinde "konut, ticaret ve sanayi amaçlı yapılaşma yapılamaz" hükmü de geçersiz sayılacakmış... Yani, "buyrun katliama ve yağmaya" demektir bu!!! Ve de buyrun devlet eliyle, Atatürk'ün diktirdiği ağaçlara insafsızca balta vurmaya!!!

Sözde "hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ile buralara gelecek ziyaretçilerin günübirlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar" için AOÇ arazisi 29 yıllığına ve bedelsiz olarak belediye tahsis edilmiş...

Çok yakında AOÇ'un tahribata açılacak alanlarında da "büfe" adı altında yandaşlara peşkeş çekilecek devasa tesisler ve beton yığınları görürüz ki, Atatürk'ün kemikler bir kez daha sızlamış olur...
Zaten tahsis edilen alanın, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından tespit edilecek şartlarla, 29 yıla kadar "üçüncü kişilere" kiraya veya işletmeye verilebileceği de şartnameye yazılmış ki, bu durum Gazi'nin ulusa bağışladığı çiftliğinin kimlerce, hangi şartlarda işgal edileceğinin de vahim bir itirafı gibi!..

Ne yazık ki Ankara'da bir kaç dirayetli avukatla bazı çevre derneklerinin kısıtlı mücadeleleri dışında kimse çıkıp da AKP'lilere, "Kimin malını kime verirsiniz?.. Millete bağışlanan bir çiftlik kimin babasının malıdır da, böylesine pervasızca yağmalanıyor" diyemiyor...

Muharrem İnce ya da Meral Akşener, 24 Haziran'da hangisi cumhurbakanı seçilirse seçilsin; Atatürk'ün yalnızca millete emanet ettiği laik rejimi, ilke ve devrimleriyle "özelleştirme" adı altında yağmalanan cumhuriyetin sanayi tesislerini değil, Gazi'nin halka armağan ettiği AOÇ gibi çiftlikleri de talandan ve işgalden kurtarmalıdır...

Gaziye yönelik "topyekün saldırı"yı durdurmak, onun koltuğuna oturacak bir Aydınlanma devrimcisinin kuşkusuz ilk icraatı olmalıdır... Özlemle, heyecanla bekliyoruz...

                                                                        ***
Pusudaki kara akrepler!..
Konu madem Atatürk'e, rejime ve muhaliflere yönelik topyekün sürdürülen saldırılar o halde devam edelim de, bu ülkede siyasal pervasızlıktan cesaret alan kimi zavallıların meydanı nasıl boş bulduğu da, bir kez daha anlaşılmış olsun...

Farkındadır herkes; sahte solcusundan liboşuna, yandaşından rantiyesine, profesöründen sahte tarihçisine, Meclis başkanından cahil siyasetçisine, tarikatından müridine kadar Gazi'ye ve onu savunanlara saldırmayan zavallı kalmadı bu ülkede...

İşte son rezalet de bu günlerde milletin midesini iyice bulandırıverdi!.. Televizyonlarda "ot" pazarlayan sözde bir bilim adamının iktidar yağdanlığında nasıl da kontrolden ve zıvanadan çıktığına ve ağaç altına gizlediği "şey"lerle milleti nasıl tehdit ettiğine bile tanık oldu ya Türkiye... Vah ki vahhh!..

Neyin sonucudur bu zavallılık biliyor musunuz?.. İktidardan cesaret alan mafya babalarının, muhalifleri kanda boğacağı yolunda tehditler savurmasına ve bireysel silahlanmanın ülkenin geleceğini tehdit etmesine müdahele edilmemesinin sonuçlarından biridir "ot" tücarlarının ağaç altındaki eşkiyalıkları!..

Yalnızca ağaç altında değil; karanlık hücrelerinde, kirli klavyelerinin ardına gizlenerek bu ülkenin kurucusuna "ataist" diyebilecek kadar zıvanadan çıkan yandaş tetikçilerin devletin savcılarına meydan okurcasına, ortalıkta cirit atması da ülkenin huzuru ve birliği açısından büyük bir vahamettir...

Şu 24 Haziran milletin ittifakını zafere ulaştırdığında hiç kuşkunuz olmasın, ulusumuz rejime yönelik saldırı ve işgalden de kurtulacaktır, yandaşlaşmanın yağlı kazanında debelenen klavye farelerinden de, ağaç altında debelenen kara akreplerden de!

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ülke, anonim şirket gibi yönetilemiyormuş.. - ŞÜKRAN SONER

Şirket yönetimlerinde çok başarılı olabilen iş dünyası liderlerinin, kişisel başarılarının sarhoşluğuyla, gönlünde yatanın, ülkeleri de anonim şirket gibi yönetmek olduğuna tanıklığımız çok.. Bizim yakın tarihimizden unutamadığım örneklerin başında 15-16 Haziran olaylarının ardından, MESS önderliğinde TİSK içinde, Tekstil işverenleri başını çekenler arasında.. İşverenlerden gelen acımasız tepkilerdi.. DİSK’in kapatılması siyaset oyununda, Türk-İş üyesi sendikalı işçilerin çoğunluğunun direnişlere katılmalarına tepki vermişler, kara listeler yaparak, işten atılmaları eylemlerine girişmişlerdi..

Çömez gazeteci, alanın habercisi olarak, imzalı bile olmayan Cumhuriyet gazetesinde haftada bir yayımlanan işçi sayfamızda kara listelerle işten atılan işçilerin haberlerine de yer veriyordum. İşveren örgütleri özünde sendika içi demokrasiyi kullanamayan işçilerin, sendika çokluğu içinde hakların gelişmesinde kazandıkları reflekslere asıl tepki duyuyorlardı.. Kabaca özel sektörde örgütlenme alanı yakalayan DİSK üyesi sendikaların zorlu grevlerle yakaladıkları kazanımlardan, kamuda garantili, işveren sendikaları örgütlenmeleri içinde de güvenceli, Türk-İş’e bağlı sendikalar da yararlanmanın kolay yolunu bulmuşlardı. Sözleşmelere diğer sendikalara verilen hakların da uygulanacağı maddesinin konulması kurtarıcı oluyordu.
 
Doğal olarak sermayenin baskısı ile siyasetin bir gece yarısı yasası ile DİSK’e bağlı sendikaların kapatılması, nefeslerinin kesilmesi operasyonu karşısında yaşanan büyük işçi direnişinde, 15-16 Haziran olaylarında, fabrikaları boşaltarak sokaklara dökülen işçilerin çok büyük çoğunluğu Türk-İş’in örgütlendiği fabrikalardan çıkan işçilerdi.. Aynı bölgelerin Eyüp, Pendik.. büyük fabrika alanlarında, aynı kahvede buluşan, aynı ailelerden, komşu evlerde yaşayan işçilerin kenetlenmeleri söz konusuydu..

***

MESS’den Cumhuriyet gazetesini hedef alan ilan boykotu 12 Mart’tan önceydi.. 12 Mart darbesiyle, Cumhuriyet ailesi içinden gelen darbe, Nadir Nadi’nin istifa etmek zorunda kalması, yazarlarının atılmaları.. Soluksuz, İlhanSelçuk ile başlayan tutuklamalar, yargılamalar, dönemin aydınlarını, gazetecilerini, meslek örgütlenmeleri ağırlıklı darbecilik suçlamaları ile toplayan, Selçuk kardeşlerin işkenceden geçirildikleri süreçlerin yaşanması.. 

12 Mart’ın, en ağırlıklı Deniz Gezmiş’lerin idamları ile gençliği, kara listelerin çok ötesinde işçi sınıfını, sendikaları teslim alma, kazanılmış hakları geri çekme operasyonlarının bu köşeye sığdırılamayacak bedellerine karşın, ülkenin sanıldığı kadar kolay bir anonim şirket gibi yönetilemeyeceğinin dersleri de vardı. Yine de sermaye örgütlülüklerinin, gelişmiş kapitalist düzenlerin birikimlerinin olgunluğuna varamadan, 27 Mayıs Anayasası, özgürlüklerinde çağdaş kapitalizme varma desteğinden kolayca sapma güdülerini beslemeye yetmişti. 12 Mart süreci ile, Türkiye’nin istenen ölçeklerde demokrasiden saptırılmasının sağlanamadığı yargısı baskın güdü olarak sonrası süreçlerdeki arayışlarda birbirinden çarpıcı örneklerle yaşandı. 

Özal’lı MESS süreci 12 Eylül’e damgasını vurdu. Kanlı 1 Mayıs provokasyonu simge, 12 Eylül sürecine kapı açan, “24 Ocak kararları yetmez, artı askeri darbe”, 12 Eylül darbesi ile yaşananlar, yaşatılanlar gündeme girdi. Özal’ın 12 Eylül ekonomi yönetimine transferi ile at başı, DİSK, Türkiye’deki sol siyasal-sosyal meslek örgütlenmelerinin tümü içinde, on binlere cezaevlerinde yaşatılan ağır işkenceli yargılamalar süreçleri.. 

Türkiye’yi bir ülkenin yaşamında rekor 17 yıl gibi kısa bir süreçte, 1961 Anayasası, 73 yasaları ile elde edilen güçlü demokratik, sosyal devlet, sol, gelir dağılımı adaleti kazanımlarından geri çekmede işlevsel sonuçlar getirdi. Yine de 12 Eylül’ün büyük katkıları ile Özalizmin liberal proje uygulamalarının ömrü on yılı geçemedi. Dünyanın altüst oluşunda bugünlere gelinen noktalarda, tek kutuplu dünya projesinin yıkılmasıyla çok daha karmaşık sorunlarla yüz yüzeyiz.. 

Ülkemizdeki Cumhuriyet’in kazanımları, Anadolu uygarlıkları aydınlanmacılığının yüzyıllar geçmişinden günümüze uzanan toplumsal değerler birikimleriyle ters, 2002 dış odak dayatmalı projeler yumağında, içindeki ortaklık çelişkilerinde sivil diktatoryal gidişler, siyasal kirlenmeler, terörün dehşet boyutları, biat kültürü içinde, kaçınılmaz ekonomik krizini, çöküşünü de üretti.. Çaresiz sil baştan hak-hukuk, demokrasi arayışlarını, öncelikli gündeme getirdi.. 

Saray’dan, tek adamla, ülkeyi anonim şirket gibi yönetme sivil diktatoryal dayatmasının hiç ama hiç şansı olabilir mi?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Nedir bu ‘senaryo’? - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, 2001 krizinde hedefin Ecevit bugünkü krizdeyse Erdoğan olduğunu söyledi. “Senaryo aynı” dedikten sonra Erdoğan’a desteğini yineledi. Ancak ortada bir senaryo ve hedefe konan siyasetçiler varsa, neden bu senaryonun 2001 versiyonunda Ecevit’i desteklemediğini açıklamadı. 

2001, dış mihrakların Türkiye üzerine bir oyunuysa, neden erken seçim çağrısı yaparak Ecevit hükümetinin düşürülmesine yol açtığını da anlatmadı. O erken seçimin Erdoğan’ı iktidara getirmesinin, şikâyet ettiği senaryonun bir parçası olup olmadığını da aydınlatmadı.


Neden “erken seçim-kriz-Devlet Bahçeli” anahtar kelimelerini kendi deyimiyle her senaryo döneminde duyduğumuzu da henüz anlayabilmiş değiliz. Bahçeli’nin bir “devlet bilgisiyle” mi hareket ettiğine yoksa kaotik ve dağınık bir siyasi akıl yürütmeden mustarip biri mi olduğuna tarih karar verecek. 

Komplo teorileri, popülist otoriter rejimlerin ana besin kaynaklarından biridir. Öncelikle iktidarlara sorumluluklarını üstlenmeme imkânı verir. İktidardayken kendini sürekli bir şekilde mağdur göstermenin de yoludur. Komplo teorilerine başvurmanın bir başka amacı daha vardır. Mesela bir ekonomik krizden etkilenen sosyo-ekonomik kesimlerin tepkilerini, krizin asıl sebepleri yerine başka hedeflere yönlendirmelerini sağlamak. 
Komplo teorilerini yanlışlayamazsınız. Rasyonel düşünceye, neden-sonuç ilişkisine dayanmaz. Kendi içinde kapalı bir sistem oluşturur. Çürütmek için getireceğiniz her maddi delili de dönüştürerek, komplo teorisi anlatısının bir parçası yapabilir. 

Kapalı toplumlar şeffaf değildir. Demokratik kamusal tartışma alanları kapalı ya da kısıtlıdır. Dolayısıyla kamuoyu siyasi gelişmeler hakkında yeterli bilgiye ulaşamaz. Yeterli bilgiye ulaşılamayınca boşluklar spekülasyonla doldurulur. İktidar eline geçirdiği medya eliyle manipülatif haber ve yorumları yayarak, bu spekülasyonları kendi istediği istikamete yöneltir. 

Bu sebeple demokrasinin her alanda geriletilmesi, popülist otoriter iktidarlar için iktidarda kalmanın en güçlü araçlarındandır.

Demokrasi geleneği güçlü ülkelerdeyse, otoriter popülist siyasi akımlar sosyal medyanın getirdiği kakafoni ve geleneksel medyanın güç kaybetmesinden faydalanarak benzer bir durumu zorlamakta. 

Bizde ve her yerde, önemli olan kriz mağdurlarına krizin asıl sebeplerini basit ve etkili bir şekilde anlatmaya çalışmaktır. Artık sürdürülemeyen neoliberal ekonomi politikaları ve buna dayanan balon büyümenin sorumluları bellidir. İdeolojik saplantıyla, ekonomi yönetimini dahi dinlemeyerek bugünkü tabloyu oluşturanlarda. 

Herhalde panik içinde bir kararla seçimi kriz tam anlamıyla patlamadan halletmek isteyenlerin de bu tablodaki payı açıktır. 

Ortada bir senaryo var. Ancak senaryonun ardındakiler bilemediğimiz karanlık ve soyut güçler değil. Yanlış ekonomik tercihlerinin suçunu başkalarının üzerine atmaya çalışan, her gün ekranlarda gördüğümüz gayet bilinen ve somut kişilerdir. 


Seçim dönemi, bütün bu baskı ortamına rağmen, halka kendilerini fakirleştirenlerin kim olduğunu anlatmak için bir fırsat. Bu fırsatı iyi kullanan, sorumluları iktidardan uzaklaştırabilir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET