Sayıların siyasi anlamı - SELİN SAYEK BÖKE

Peki şimdi kaç oldu? Bu hafta boyunca Türkiye’de en çok sorulan soru bu oldu. Kimimiz için ödeyeceğimiz borç yükünün artışı kaygısı, kimimiz için maliyetlerin artmasıyla üretim bantlarının devamını sağlayabilme endişesi, kimimiz için işten çıkarılabileceği korkusunun cisimleşmiş hali bu soru.
Dolar 5.40 TL’yi gördü. 

Siz bu yazıyı okurken kaçı görmüş olacak hiç belli değil.

Oysa belli olması çok önemli. Zira ekonomimiz 466,7 milyar dolar borçla dışarıya göbekten bağlı. Önümüzdeki 12 ayda geri ödenmesi gereken 180 milyar dolarlık borç ve 57 milyar dolarlık cari açığın doğurduğu döviz ihtiyacı, kurdaki bu değişikliğin sayısal yükünü açıkca ortaya seriveriyor.

TL sadece dolara karşı değer kaybetmiyor. TL’nin tüm para birimlerine karşı değer kaybediyor olması, sorunun Türkiye ekonomisinin yapısından kaynaklandığının en açık göstergesi. Bugün döviz ve faizdeki sarmal, dış güçlerin etkisiyle değil, dış güçlerin etkisini bu derece arttıran bir ekonomik düzen kurulmuş olduğu için yaşanıyor. Yani Türkiye ekonomisini göbekten dışarıya bağlayanlar nedeniyle…

TL’deki değer kaybı son günlerde çok hızlandığından olmalı, Türkiye ekonomisindeki bütün yapısal sorunlar unutulmuş sanki tek sebep bugün yaşanan ABD ile olan gerginlikmiş gibi sunuluyor. Oysa şu veri bile meselenin birkaç günün meselesi olmadığını çok açıkça ortaya koymaya yetiyor: 5 yıl önce bugünlerde döviz 1.92 düzeyindeydi. 1 yıl önce bugünlerde 3.54 düzeyindeydi. 6 ay önce 3.80 düzeyindeydi. Yani TL düzenli bir biçimde 5 yıldır dolara karşı değer kaybediyor. Esas anlamamız gereken, çare üretmemiz gereken işte bu süreklilik kazanmış olan değer kaybı eğilimi!

Sürekli borç almaya muhtaç olan ve ekonomik kapasitesine hiç yatırım yapmamış bir ülkeye dönüştürülen Türkiye’ye borç verecek olanlar, hangi saikle borç verir? Öyle ki ülkenin borcunu geri ödeyebilmesi için gereken geliri yaratacak üretimi yok. Varını yoğunu betonlara gömmüş. Kamu ihaleleri üç-beş rantçı müteahhiti zenginleştirecek şekilde dağıtılmış. Hukuk bitirilmiş. Ülkeye dair herhangi bir kararı tek kişinin vereceği başkanlık adı verilen bir yönetim anlayışı getirilmiş. Demokrasi ve o demokrasinin temsil edildiği Meclis tamamen etkisizleştirilmiş. Bu durumda borç verenler nasıl bir faiz talep ederler? Daha düşük mü yoksa fahiş şekilde yüksek mi? Değer kaybeden paradan ve yükselen faizden kim sorumlu?

Mesele belli. Başkanlık rejimini kuranlar, bu düzenin ortağı rantçılar ve talancılar bugün hızlanarak altında kaldığımız TL değer kaybının ve faiz artışının sorumlusudur. Bu ülkenin yüzde 1’ini oluşturanlar, kendi geleceklerini bu toplumunun yüzde 99’unun geleceğinden daha değerli gören bir pervasızlıkla ülkeyi bu krizin içine el birliğiyle sürüklediler. Üstelik kurdukları bu düzende yüzde 99’u hep yok sayarak!

Zamlar, peşi sıra geldi. Gelmeye devam edecek. Üretim ithal girdiye bağımlı olduğu için TL her değer kaybettiğinde daha pahalı. Maliyetler artıyor. TL’deki bu değer kaybı enflasyon demek.

Ücretleri reel olarak düşürmenin taşları da döşendi. Asla tutturulamayan enflasyon hedefini amacından saptırıp calışanların ücretlerini düşürecek bir araca dönüştürme niyetini ‘’bağımsız’’ Merkez Bankası başkanına açıklattılar.
Artan zamlar ve vergiler, döviz kurundaki sert değer kaybıyla veya doğrudan düşürülen reel ücretler, hepsi ‘’kemer sıkma’’ politikalarının parçası. Üstelik, bu içine girdiğimiz döviz ve muhtemel borç krizi derinleştikçe IMF’nin de kapısını çalacaklar. Yani bugün IMF’siz başlayan kemer sıkma politikaları IMF ile devam edecek.

Yani yine, neoliberal düzenin ve onun siyasetinin dayattığı reçeteyi koyacaklar önümüze: Kemer sıkılmalı! Ama sıkılan kemer vatandaşın, emekçinin, yüzde 99’un olmalı. O kemer sıkılırken sorunun üzerine kimliklerden oluşan bir siyasi sosu da boca ediverirler. Bu siyasi sos kimi ülkede göçmenler, kimi ülkede inançlar, kimi ülkede milliyetçi değerler olur.

Avrupa örneklerinde krizin faturasının da krizden çıkışın reçetesinin içeriğinin de merkez sol partilerin politika tercihleriyle şekillendiğini gördük. Krizler sonrasında meydanları acı reçete karşıtı gösteriler doldurdu. Bunun yarattığı siyasi dinamik kimi ülkelerde sol siyasetin iktidarına, kiminde aşırı milliyetçi ve aşırı sağ siyasetin büyümesine yol açtı. Sol siyasetin büyüdüğü ülkelerde “kemer sıkmanın” ve krizin faturasının emekçilere yüklenmesinin reddine zemin hazırlandı. Oysa ”sol”un dahi neoliberal reçeteleri kabul ettiği örneklerde kimlik siyaseti herşeyi yuttu.

Örneğin, 2000’ler boyunca Portekiz çöküşü diye adlandırılan bir ekonomik yavaşlamanın ve derin krizin ardından Portekiz örneği. Sol değerlere dayanan ekonomik çözümle ekonomi büyüdü, kamu yatırımları da özel sektör yatırımları da arttı, işsizlik azaldı. Özelleştirmeler tersine çevrildi. Asgari ücret arttırıldı. Yoksul ailelerin enerji yükü hafifletildi. Ve tüm bunları yapmak için sosyal demokrat bir ekonomik anlayışla, kazanca göre vergi getirildi.

Oysa Avrupa’da birçok ülkede kemer sıkma politikaları uygulandı. Ve o ülkelerde ekonomi büyümedi. Ücretler azaldı. İşsizlik arttı. Sağlık hizmetleri kısıldı, çocuk ölümleri ve intiharlar arttı. İnsanlar evsiz kaldı. Üstelik de kemer sıkma politikalarını sahiplenerek sağa benzemeye çalışan sosyal demokrat siyasi partiler de krizin altında yok oldular.

Şimdi bize de başka alternatif yok, diye dayatılacak, olağanüstü koşullar var mecburuz, diyerek üzerimize boca edilecek olan bu acı reçeteye karşı çıkma zamanı. Emek, verimlilik ve sosyal programlar odaklı bir sosyal devlet anlayışını kurmanın siyasetinden geçiyor bunun yolu. Kemer sıkmaya direnen, acı reçeteyi gerçek sorumlularına yükleyen bir siyasetle bu popülizm dalgasını siyasete alet eden anlayışın önüne geçmek de ekonomiyi ayağa kaldırmak da mümkün.

Kemeri sıkılan değil, giysisi yeniden dikilen bir ekonomi ve bunun siyaseti… Yaşamın dayattığı o acil ihtiyacı, sayıların ötesinde okumakla başlayacak. Karşısına çıkan sayıların siyasi anlamını okursa eğer siyasetçiler, işte o zaman açılacak belki de bu siyasetin ve Türkiye’nin önü…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Sanat yoluyla işlenecek hiçbir suç yoktur…- ORHAN AYDIN

48 yıl öncesine savrulduk.
Yani 12 Mart faşist darbesi yıllarına.
Sıkıyönetim koşullarında; ülkenin tüm değerlerinin asker postalları, tanklarıyla, polis coplarıyla, zindanları ve işkence haneleriyle çiğnendiği, sanatın zincirlendiği, umut arayan işçinin emekçinin kelepçelendiği, tüm hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı o kara günlere.
OHAL’in sürekli kılınması ve Yeni Türkiye masalı bana yalnızca bu kara günleri anımsatmakta kalmıyor, Cumhuriyet ve kazanımlarının yok edilmesiyle, dipsiz kuyunun akrep ve çıyanlardan oluşan bir zifiri karanlık olduğunun işaretlerini de sunuyor.
Yeni Türkiye denilen ucube, sanat hayatının sanatsal yaratma özgürlüğünün üstüne kezzap atarak yükselmeyi düşlüyor.
Artık bir kentte ya da her hangi bir yerleşim yerinde sanatsal etkinlik yapmak izne tabi.
Önce her biri Cumhurbaşkanına bağlanan mülki amire bir dilekçe ile başvuracaksınız, o uygun görürse emniyete bir yazı yazacak, emniyet tüm etkinliğin detaylarından bir dosya vermenizi isteyecek.
Bu bir tiyatro oyunuysa oyunun metni ile birlikte oyuncuların kimlik bilgilerini vereceksiniz. Dinleti ise müzisyenin kimlik bilgileri, söyleyeceği şarkılar listelenecek. Opera, bale ise yine öyle. Film çekeceksiniz senaryoyu ve yine oyuncu, yönetmen, yapımcının kimlik bilgilerini bir dosya ile ileteceksiniz.
Valilik iznine rağmen polis eğer uygun görürse yine polis denetiminde etkinliği yapabileceksiniz.
Heykel, resim sergisi mi açıyorsunuz, aynı yöntemi izleyeceksiniz.
Bu uygulama açık adıyla faşizmdir.

12 Mart ve 12 Eylül generalleri, işkencecileri, askeri savcı ve yargıçları sanat ve sanatçılardan nasıl korkuyor ve yasaklarla, sansürle susturmaya çalışıyorlardı iseler bugün yapılan birebir bunun aynısıdır.
Sanatçının, yaratıcının kim olduğunun önemi yoktur, ne yaptığının önemi vardır.
Bu akıl tiyatroları mühürlemiş, oyunları, filmleri sansürlemiş yasaklamış, yaratıcıları uydurma gerekçelerle, dönemin o çok bilinen 141-142-146 ve 163’üncü maddelerinden yargılamış, çoğumuzu içeri atmaktan geri durmamıştır.

Ben ve onlarca arkadaşım bu süreçleri birebir yaşadık.
Okuyucularımız, seyircilerimiz bileceklerdir, zaman zaman faşizmin sanata ve sanatçıya bu iğrenç saldırılarını tek tek yazdım.
Bugün yapılmak istenen budur.
Bir sanat ürününün denetçisi yalnızca seyircisi ya da alımlayıcısıdır. Bunun dışında hiçbir otoritenin ona müdahale hakkı yoktur.
Devletin yapması gereken sanatçının özgür koşullarda üretim yapmasını sağlamak ve üretilen sanat ürününün halkla buluşmasına katkı sunmaktır.
21. yüzyıldayız. İran mollalarının, Suudi krallarının, IŞİD canilerinin, Hitler ve Mussolini gibi soysuzluğun akıllarıyla sürdürülebilinir bir hayat mümkün değildir.
Bu aklın dayatmasında barış yoktur, eşitlik yoktur, aşk yoktur, kardeşlik yoktur, sevinç yoktur ama kin vardır, nefret vardır, düşmanlık vardır.
Yaşandı yaşanıyor, tanıklık edildi ediliyor.
O toplumlarda şiir ölür, edebiyat ölür, sinema, heykel, müzik, resim, tiyatro ölür.
Bu bir cinayettir.
Toplumlar kültürel zenginliklerini sanat yoluyla, hem kendi insanlığına hem dünya insanlığına taşıdıkça yaşarlar.
Sanatsal özgürlüğün korunması, güçlenerek tüm duvarların yıkılması bunun için önemlidir.
Ne çare ki suskunluğun bataklığında gezinen yaratıcılardan ışık saçacak ses çıkmıyor.
Öte yandan, AKP’nin Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki dayatmasını reddeden sinema alanındaki vakıflar, dernekler gibi örgütlü çoğulun onurlu çıkışı bir umuttur.
Yapılması gereken bu ahlaklı davranışın izini sürerek, 12 Mart ve 12 Eylül günlerinin faşist aklını yere çalacak bir bildirge yayınlamak, sanat ve sanatçı özgürlüğünün önüne konan dayatmaların kabul edilmeyeceğini ülkeye ve dünyaya deklare etmektir.
Sanattan, sanatçıdan suçlu yaratmaya kalkma geriliği çöpe süpürülmelidir.
Çünkü sanat yoluyla işlenecek hiçbir suç yoktur.

Orhan Aydın / SOL

Hedefteki ülke İran - İBRAHİM VARLI

İran’ı çoktan ‘şeytan’ ilan eden Trump, Tahran’a karşı fiilen savaş başlattı. Tüm itirazlara rağmen nükleer anlaşmayı tek taraflı askıya alan ABD, İran’a yönelik iki aşamalı yeni yaptırımların birinci bölümü dün itibariyle uygulamaya soktu. Ambargo kapsamında, İran’ın dolar ile ticaret yapmasının önüne geçilerek, ülkenin en büyük gelir kaynağı olan petrol ticaretine darbe vurulmakla kalmayıp İran’ın, otomotiv yedek parça ticareti de sınırlandırılacak. İran’a yönelik ilk yaptırım paketinin ikinci bölümü ise 4 Kasım’da devreye girecek.
ABD ambargosundan üçüncü ülkeler de etkilenecek. AB, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ABD’nin yakın müttefikleri dahi ambargo kararına sert tepki göstererek “AB hukuku ve BMGK kararı uyarınca İran ile meşru ticaret yürüten Avrupalı firmaları koruma konusunda kararlıyız” dedi.


İran’ı sıkıştırma çabası içerisinde olan ABD, ekonomik ve diğer yaptırımlarla İran içinde toplumsal çalkantıya neden olmayı hedefliyor. Böylelikle rejimi içeriden zayıflatmaya çalışacak. Uzun bir süredir hayat pahalılığının protesto edildiği ülkede iç huzursuzluk had safhada.

Bitmeyen kin, adım adım kuşatma
Washington’un uzunca bir süredir İran’a yönelik müdahale planları yaptığı sır değil. ABD’nin etkili dış politika dergilerinden Foreign Policy’de Mark Perry imzalı 28 Haziran tarihli yazıda hangi uçağın, ne cins bombanın nerede kullanılacağı, ne büyüklükte bir güce gereksinim duyulacağı konusunda hem RAND gibi düşünce kuruluşları, hem de ABD silahlı kuvvetleri tarafından yapılmış çalışmalar var.

Foreign Policy, İran’a yapılacak bir müdahalenin etkili olabilmesi için ABD’nin envanterindeki savaş filosunun yüzde 55’ini kullanması gerektiğini dahi yazdı. Öyle ki İran’a özel bir kin besleyen mevcut Savunma Bakanı Mattis, Amerikan güvenliğine yönelik en büyük üç tehdidi sıraladığında “İran, İran, İran” diyerek bu konudaki tavrını açıkça ortaya seriyor.

Yine Trump’ın yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın “İran bombalansın da nasıl olursa öyle bombalansın” diye açıklamaları söz konusu.
Trump da seçildiği andan itibaren İran’ı özel hedef aldığını hiç sakınmadı. Her fırsatta yeni hedefin Tahran olduğunu deklare etti.

Neden düğmeye basıldı?
Irak, Yemen, Bahreyn ve Lübnan’da nüfuzunu artıran, Suriye’de de yeni kazanımlar elde eden İran, uzun bir süredir sadece ABD’nin değil, İsrail ve Suudi Arabistan’ın da hedefinde. ABD’nin planı İsrail ve Suudi Arabistan’la birlikte İran’ı kuşatmak ve boyun eğdirmek. Ortadoğu’da istediği oyunu kuramayan ABD’nin bölgesel çıkarlarının ve de Avrasya ile Güneybatı Asya’ya ulaşmasının önündeki en büyük engellerden birisi İran.

Meselenin enerji boyutunun yanı sıra İsrail’in bölgesel güvenliği faktörü de var. Beyaz Saray, Suriye yönetimini devirerek destekçisi İran’ı kuşatmayı ve İsrail için bir tehdit olarak görülen Lübnan Hizbullah’ını da dayanaklarından mahrum bırakmayı amaçlıyor. İran’dan Irak’a, Suriye’nin güneyinden Lübnan’a ulaşan ‘Şii hilali’nin merkez ülkesi İran. Bu bağı kesmek İsrail’in bölgesel güvenliğinin de olmazsa olmaz parçalarından. Suriye’den Filistin’e uzanan coğrafyada yeni planlamalar içerisinde olan ABD’nin bu emellerini gerçekleştirmek için Tahran’ın dize getirilmesi şart.

ABD’nin planlarına rağmen İran’ın Suriye ile birlikte Irak, Lübnan, Yemen ve Bahreyn başta olmak üzere bölgede etkisi hiç olmadığı kadar arttı. Washington için İran’ı kaosa dürüklemek aynı zamanda bölgedeki paylaşım mücadelesinde Tahran ile birlikte doğal bir ittifak kuran Rusya ve Çin’i de rahatsız etmek demek.

Sünni-Arap NATO’su devrede!
Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da istediği oyunu kuramayan Trump, bölgede daha büyük bir kapışmaya hazırlanıyor. Ancak hegemonyası gerileyen ABD’nin siyasi ve diplomatik açıdan başarı elde edebileceği çok fazla manevra alanı kalmadı. Direkt bir saldırıyı göze alabilmesi de kolay değil.

Eski, kudretinde olmadığının bilincinde olan ABD bu hedefine ulaşabilmek için bölge ülkelerini harekete geçirme niyetinde. Sünni-Arap NATO’su olarak adlandırılan askerî gücün oluşturulması da bu plan dahilinde.

S. Arabistan’ın öncülüğünde 6 Körfez Arap ülkesinin yanı sıra Mısır ve Ürdün’ün katılımıyla bir Sünni-Arap askeri gücünün oluşturulmasının temelleri atılmış durumda. Proje son olarak Mayıs ayında Trump’ın, S. Arabistan’a yaptığı ziyaret sırasında gündeme gelmişti. Kısa adı MESA olan “Ortadoğu Stratejik İttifakı” planı ve hedefleri etrafında bir araya gelen Körfez Arap Monarşileri hedeflerinin İran olduğunu açıktan ilan ediyorlar.

Türkiye fırtınanın merkezinde!
İran’a yönelik saldırgan politikalarını artıran ABD’nin ekonomik, mali, askeri planları Türkiye’yi doğrudan etkileyecek. Türkiye’nin bölgede yeni bir kaosa yelken açan ABD’nin yanında saf tutarak İran’ı kuşatmayı tercih etmesi her türlü büyük bir yıkıma yol açacaktır. Yeni Türkiye rejiminin mevcut politikaları fırtınanın ülkeyi teğet geçmeyeceğini gösteriyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

‘Kara kutu’da büyük gizlilik - NURCAN GÖKDEMİR

Geliri ile etki alanı giderek büyüyen, faaliyetleri ise Sayıştay tarafından denetlenemeyen Diyanet Vakfı’nın, bu yıl gelir ve giderinin göründüğü bütçe rakamları açıklanmadı.


Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hesaplarının denetlenememesi nedeniyle ‘kara kutu’ olarak isimlendirilen Türkiye Diyanet Vakfı’nın 2017 yılı faaliyet raporunda gelir ve gideri de yer almadı. Holding yapılanmasına sahip olan ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da kurban bağışlarını yaparak, işaret ettiği vakfın hesapları ile ilgili gizlilik daha da arttı.

Sayıştay’ın “denetlenmesi gerekir” tespitlerini raporlarına yansıtmasına karşın denetim dışı kalan Türkiye Diyanet Vakfı, 2017 yılı faaliyet raporunu yine gecikmeli açıkladı. Geçen yıl yayımladığı faaliyet raporunda bir önceki yıla göre bütçesi yüzde 90 artarak 791.5 milyona ulaşan vakfın bu yılki bütçe büyüklüğüne raporda yer verilmedi.

2016 yılı faaliyet raporunun son bölümünde yer alan “Mali Bilgiler” başlıklı bölüm bu yıl yazılmadı, bazı faaliyetlere ilişkin sınırlı harcamalar yansıtıldı.

Kısa süre önce özel televizyon kanalı da kuran Diyanet Vakfı’nın rapora yansıyan bazı faaliyetleri ve harcamalar ile gelirler şöyle:

»106 bin 568 kişiden 3 milyon 131 bin 538 TL fitre geliri elde edildi. Yüzde 67.2’lik artışla 453 bin 651 TL fidye bağışı alındı.
»Cami ve mescit inşaatları, eğitim ve yurt inşaatları ile Arakanı Yalnız Bırakma adıyla kampanyalar düzenlendi. 13 milyon 986 bin TL bağış yurtdışı cami inşaatlarına harcandı, eğitim faaliyetleri için toplanan 8 milyon 783 bin TL bağış dağıtıldı. Arakanı Yalnız Bırakma kampanyasında 44 milyon 934 bin TL, Halep’te İnsanlık Ölmesin kampanyasında da 172 milyon 477 bin TL yardım toplandı.
»2001’de 13 bin 408 olan kurban bağışı 2017’de 257 bin 789’a çıktı.
»14 ülkede 23 eğitim kurumunda 8 bin 65 öğrenci okutuldu. Yurtiçinde 19 bin 434 öğrenciye bir kereliğine 250TL, 23 bin 982 öğrenciye de 8 milyon 218 bin TL değerinde bursa ve eğitim yardımı yapıldı.
»7 ülkede 7 cami inşaatı tamamlanırken 8 ülkede de 10 cami projelendirildi.
»1 milyon 3 bin 852 Kuran bağışı yapıldı. 47 ülkede de 17 dilde hazırlanan 582 bin 969 Kuran dağıtıldı. 
»2017 yılına kadar Burkina Faso’da 29, Filistin’de 3, Gana’da 4, Somali’de 5, Gine Bissau’da 3, Kenya’da 10, Çad’da 8, Uganda’da 7, Nijer 6, Zimbabwe 4, Yemen 2, Ruanda, Togo, Sudan’da 1’er olmak üzere toplam 84 su kuyusu açtırıldı.
»73 ülkeden bin 121 öğrenciye eğitim verildi. Bu öğrencilerin ulaşım, sağlık, takviye kurs, kültürel ve sosyal etkinliklerle ilgili giderleri vakıf tarafından karşılandı, öğrencilere 150 TL burs ödemesi yapıldı.
»Yurt içinde bugüne kadar 3 bin 603 cami, 419 mescit, 2 bin 582 Kur’an Kursu, 5 eğitim merkezi, yurt dışında 25 ülkede 100’ün üzerinde cami ve eğitim binası yapan vakıf inşaatları bu yıl da sürdürdü.

                                                            ***
Diyanet Holding
Şirket yapılanmasına sahip olan vakıf bünyesinde şu kuruluş ve iştirakler yer alıyor: “Yayın konularında faaliyet gösteren İLKSAY, çok sayıda yurt ve sosyal tesis işletmesi, inşaat, ticaret ve eğitim konularında görevlendirilen KOMAŞ A.Ş, ticaret ve pazarlama faaliyetleri, lojistik merkezi, hac ve Umre organizasyonlarını yapan GİNTAŞ Turizm ve Seyahat Acentesi, kafeterya işletmeciliği, kolej ve anaokulları, radyo ve televizyon yayınları.”

 NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

Venezuela operasyonlarının merkezi Kolombiya: ABD’li General Tidd Bogoto’ya neden gitti? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İskandinav ülkeleri geçen yıl Venezuela’daki “aşırı sağcı şiddeti” kınadı. İlerici basın dışında bu haberi bizim “ana akım medyamız” görmedi.

Şubat 2018’de Kolombiya’ya yapılan bir ziyaret çok dikkat çekmedi ama ne kadar önem taşıdığı önceki gün Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’ya yönelik suikast girişiminden sonra anlaşıldı. ABD Güneysaha Komutanı Amiral Tidd’in Kolombiya Devlet Başkan Yardımcısıyla görüştüğü ziyaretin resmi gerekçesi “Kolombiya’nın Pasifik kıyısındaki uyuşturucu akışını durdurmak için ikili çabaları gözden geçirmek”.

Oysa Venezuela Başsavcısı Tareek William Saab bu konuda farklı bir açıklama yapmıştı. Saab’a göre ziyaretin nedeni “Venezuela ekonomisinin dış müdahalelerle çökertilmesi sonucu Kolombiya’ya başlayacak mülteci akımının bahane edilerek ülkeyi işgal planı hazırlamak.” Saab gibi düşünenlerden biri de Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales. O da Tidd’in ziyaretini “son derece kuşkulu bulduğunu” açıklamıştı.

Kısa bir süre başka bir toplantı daha gerçekleştirildi. Temmuz 2018’de yine ABD, Kolombiya, Meksika ve Panama yetkilileri Kolombiya’nın kıyı kenti Cartagena’da bir araya geldiler. Gerekçe, “yolsuzluk yaptıklarından kuşkulanılan Venezuela yetkilileri hakkında bilgi paylaşımı.” Venezuela’ya uzun zamandır ABD ve Kanada başta olmak üzere birçok ülke tarafından ekonomik yaptırım uygulandığını da anımsatayım. Bu yaptırımlar Venezuela hükümetini zayıflatmaya yönelik çabaların sadece bir parçası.

Dolayısıyla Maduro’ya yönelik suikast girişiminin tüm bu planlarla ilgili olmadığını kimse söyleyemez. ABD neden devirmek istiyor Venezuela’daki yönetimi? Çünkü Venezuela ABD egemenliğinin bölgeyi “rehabilite” etmesine engel. Barack Obama yönetimi Venezuela’yı “ABD’nin ulusal güvenliği ve dış politikası için olağandışı ve sıradışı bir tehdit” olarak nitelendirmişti. Maduro neden Kolombiya’yı suçladı suikast girişimiyle ilgili olarak? ABD için Venezuela engelinin aşılması, tehdidinin bertaraf edilmesi gerekiyor. Bu amaca yönelik operasyonlar için Kolombiya’yı açık açık merkez yapmış durumda ABD. Maduro’nun Kolombiya’yı suçlamasının nedeni bu. ABD, öte yandan siyasi/ekonomik çıkarlarını da Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) aracılığıyla koruyor. OAS aynı zamanda bölgede yaygın olan anti-Amerikancılığa karşı ABD’nin kalkanlarından biri durumda.

Hükümet yetkilileri, Tachira eyaletinde Kolombiya’dan ülkeye sızan altı kişinin gözaltına alındığını açıkladı geçen hafta. Ülkedeki sağcı gruplarla bağlantısı olduğu kanıtlanan bu kişilerin ülkeyi terörize etmek, ekonomik krizi şiddetlendirmek ve ABD’nin “insani” müdahalesini meşrulaştırmak için kaos yaratmayı amaçladığı belirtildi.


Venezuela sağcıları
Başkan Nicolas Maduro ,suikast girişiminden ötürü ABD ile Kolombiya’yı suçladı ama Venezuela sağcılarını da girişimden sorumlu tuttu. Batı medyasının “muhalifler” arasında sayarak ustaca gizlediği sağcı gruplar, oluşumlar bölgenin en berbat fanatiklerini içinde barındırıyor.

Bunun farkına ilk varanlar bölge dışından bazı ülkeler oldu. İskandinav ülkeleri örneğin, geçen yıl Venezuela’daki “aşırı sağcı şiddeti” kınadı. İlerici basın dışında bu haberi “medyamız” görmedi. Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya ve İzlanda’dan çok sayıda parlamenter, dünyayı Venezuela’da 100’den fazla cana mal olan sağcı şiddeti kınamaya çağıran bir deklarasyon yayımladı. Kendilerini İskandinav Girişimi olarak nitelendiren imzacılar, deklarasyonda “diyalog ve barışçıl bir çözümün, hükümetle muhalefet arasındaki çatışmayı sona erdirmenin en iyi yolu olduğuna ikna olduk. Masum insanların ölümüne, kamu ve özel kurum binalarının tahrip olmasına yol açan şiddet eylemlerini kınıyoruz” demişlerdi.

Şimdi, bakın; deklarasyonda kamu ve özel kurum binaları denmesinin nedeni şu. ABD/Batı medyası muhalefetin barışçıl gösteriler yaptığını iddia ediyor ama şunu hiçbir gazetede okuyamadık. Muhalifler ülke çapında 115 işletmeye saldırıp yağmaladılar. Bolivar eyaletinde 54 halk otobüsü kundaklandı, 51 halk otobüsü de kullanılamayacak kadar tahrip edildi.

Bu arada Venezuela hükümeti muhalefeti bastırmak için hiç de söylendiği gibi hukuk dışına çıkmış da değil. Hükümet, birçok polisi “insan haklarını ihlal ettiği” gerekçesiyle tutukladı. Venezuela Analiz sitesine girip ayrıntılı bilgi edinebilir meraklısı. Venezüella Analizi sitesinin raporları göz ardı edilmemeli. Söz konusu raporlar Salvador Allende’yi düşürmek için kullanılan taktikleriin Venezuela’da da aynen uygulandığını gösteriyor.

Orlando José Figueras adlı 21 yaşındaki satıcı genç 21 Mart’ta, hükümet karşıtı bir gösteri sırasında Altamira’nın orta sınıf semtinde muhalif saldırganlarca dövüldü, bıçaklandı ve ateşe verildi. Suçu Chavez yanlısı olmaktı. Bu vahşetin görüntülerini profesyonel fotoğrafçı Marco Bello kaydetti fotoğraf makinesi ile.

Muhalif saldırganlar birden bire ortaya çıkmış değiller tabii. Aylarca süren bir nefret söylemi kullandılar ülkede. Chavismo (Chavez yanlılığı) sembollerine saldırılar gerçekleştirildi, hükümet binalarına saldırılar yapıldı. örneğin Hugo Chavez Doğum Hastanesi’ne yapılan saldırı bir hayli önemli. Merida eyaletinde yine çok sayıda halk otobüsü ateşe verildi. Chavez semparizanlarının ailelerine tacizler, tecavüzler sıradan olaylar durumunda ülkede.

Venezüella’yı kasıp kavuran politik kutuplaşmaya rağmen, Bolivarcı Cumhuriyet’te nefret/ şiddet geniş destek görmüyor yine de. Nisan 2017’de Hinterlaces kamuoyunun yaptığı bir ankete göre Venezüellalıların yüzde 80’i “bir protesto aracı” olarak şiddetten ve sokak çatışmalarından rahatsızlık duyuyor. Ankete göre Venezüellalıların çoğu barış istiyor ve muhalefetle hükümet arasında müzakereleri destekliyorlar.

Maduro yönetimine karşı muhalefet, aşırı sağdan sosyal demokratlara ve muhalefet partilerinin birçoğundan Birleşik Demokratik Platform (MUD) çatısı altında birtakım siyasi yönelimleri içeriyor. Solda da bir dizi muhalif grup var, fakat MUD’un aksine, bu grupların hiçbiri ABD’nin ülkeye doğrudan ya da dolaylı müdahalesini istemiyor.

Hükümet karşıtı göstericilerin çoğu, muhalefetlerini barışçıl bir şekilde ifade ediyor. Bunu yapmak için meşru endişeleri ve talepleri var. Ama ülkede ABD kaynaklı bir darbeyi destekleyenler de mevcut.

Maskeli çocuklar ‘cephede’
Tarafsız kuruluşların özellikle dikkat çektikleri bir konu da şu; ev yapımı Molotof kokteylleriyle gösterilerin ön safında yer alanlar küçük çocuklar. MUD liderleri tarafından yönlendiriliyor bu çocuklar. Hükümet bu çocukları “kurban” olarak tanımlıyor. Çocukları her türden sömürüye karşı koruyan yasaların ihlal edildiğini gösteren kapsamlı bir raporu UNICEF’e verdi hükümet.

Nefret suçları ve yabancı ülke özellikle Kolombiya kaynaklı paramiliterler güçlerin şiddeti, barikatlardaki pek çok çocuğun varlığı sadece Venezüellalılar için bir sorun değil; yakında, insan hakları ve demokratik değerler adına bir dış müdahale Washington ve müttefikleri için OAS’ta siyasi bir sorun oluşturabilir.

Bu suikastı atlattı Maduro. Diriliş Ertuğrul izlemekten zaman bulup önlem almazsa bir başka suikasttan kurtulması zor olabilir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Çalışma Bakanlığı yerine aile sadaka bakanlığı mı? - ŞÜKRAN SONER

Dünya ölçeğinde otoriterleşme salgınında dahi, bir benzeri, beteri gösterilemeyecek, partili başkan - tek adam rejimi yetkilerinin üzerine, anayasal düzenin yasaklarından fiili dayatmalarla kaçışlar sayesinde gelinen noktada, dünün son haberi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 73 yıllık geçmişi olan kimliğinin katledilmesi oldu. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün olmazsa olmaz ilkeleri çerçevesinde, işçi sınıfı-işveren-devlet, üçlü tarafların örgütlülüklerinin ilişkilerinin düzenlenmesinde taraf olma işlevi yoka sayıldı. Tek adam rejimi adına yapılan son düzenleme ile Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı’na dönüştürüldü. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, hukuk devleti, demokratik düzenlerin olmazsa olmaz evrensel ilkeleri kapsamında, işçi sınıfının örgütleri sendikalar ile işveren örgütleri sendikaları, devletin ortak sorumluluklarında, BM çatısı altında, ILO’da, özgür sendikal haklar, toplu pazarlık düzenleri sözleşmeleri ile, işçilerin sosyal güvenlik kapsamındaki tüm çalışma hakları ve güvenliklerinden sorumlu, devlet adamı hesap vermekten sorumlu kurumu kimliği ayaklar altına alındı. Son Saray kararı karşısında DİSK’ten gelen ilk tepkide, Bakanlığın evrensel ilkeler, hukuk çerçevesindeki işlev ve sorumluluklarından vazgeçilmiş olarak, “aile, sadaka bakanlığına dönüştürülmek istendiği” saptaması yapıldı. 

Türkiye’nin altına imza atmış olduğu, uymak yükümlülüğü olan tüm sözleşmeleri başta, ILO ve BM’nin demokratik, evrensel sözleşmeleri genel ilkeleri, ILO kararları çerçevesinde yeni oluşturulmaya çalışılan birleştirilmiş bakanlık, en başından seçilmiş adı ile çok boyutlu sorunlar odağı olmaya aday görünüyor.

***

Geçmişimizden tanıklık ettiğim ILO genel kurulları kararları, sözleşmelerinden kimi örneklerle, son sürpriz birleştirilmiş bakanlık algısından ortaya çıkabilecek sorunlar için bir fikir vermeye çalışacağım. 

Türkiye, 12 Eylül askeri darbesinin ürünü anayasa ve sendikal haklar ile sosyal güvenlik hakları üzerinden yasaklarla ilişkili hukuk düzenlemeleri yüzünden yıllarca evrensel ölçeklerde çok ağır bedeller ödedi. Her yıl doğal olarak haziran ayı içinde yapılan ILO genel kurullarında ilgili uzmanlık komitelerinde Türkiye aleyhine verilen tarafların katıldıkları tartışmaların sonucu somut kararlar, sadece durum saptamalarının yazılı karar ve raporlarının bir parçasıydılar.
 
Dünyanın en demokratik ülkelerinin bile, çeşitli sözleşme ihlalleri, işçi sınıfının özgür örgütlenme, çalışma haklarının ihlalleri üzerinden hesap vermek zorunda kaldıkları oturumlarda alınan kararlar, sonuç olarak dünya ölçeğinde özgür ticaret ilişkilerinde, yatırımlarda belirleyici ölçümleme aracı olurken devletler adına sorumlu taraf olarak Çalışma bakanlıkları, Dışişleri desteğinde hesap veren konumda rol almaktalar. Türkiye 12 Eylül çalışan haklarına yönelik suçları kapsamında, sadece 1402’likler olarak bilinen üniversiteler ağırlıklı siyasi işten uzaklaştırmalar nedeniyle bile Sendikal Haklar Özgürlükleri Komitesi kararı ile kara listeye alınmıştı. 

DİSK tutuklamaları, işkenceler, yargılamalarıyla başlayan dünya sendikacılık örgütlerinin, Türkiye’nin sendikal haklarının gaspına yönelik sistematik dayanışmaları kapsamında, 12 Eylül sürecinin içinde yaşanan tüm uygulamalar, anayasa ve yasalara gelen sendikal yasaklanmalar bütün süreçleriyle, ayrıntılı gelen yasaklar kapsamlarıyla önce yıl içi, dünya ülkelerindeki gelişmeleri izleyen uzmanlık komitelerinin raporlarına, sonra da haziran genel kurul, ilgili uzmanlık komiteleri çalışmaları, kararlarına birbirinden sert uyarılarla, kararlarla alınmış, Türkiye günümüze kadar sendikal hakları gaspları, geriye gidişi uygulamalarından hesap veren ülke olma konumundan çıkamamıştı.
 
Çarpıcı bir örnek olarak Amerikan siyasi erki tarafından siyaseten çok desteklenmiş sivil Özal iktidarları, hükümetinin, Amerika’dan çok istediği tekstil kotalarını alamadığına tanıklığımı da paylaşmalıyım. Dönemin Türkiye ilişkilerinden sorumlu masanın başkanının birinci ağzından, gazetemizde de yayımlanmış açıklamadaki; “Biz Amerika olarak Türkiye’de bir tek sendikal konfederasyonun varlığını benimsemiştik. Ancak Avrupalı sendikal dostlarımız DİSK’in başına gelenlere çok tepki verdiler. Onları daha fazla üzmek istemiyoruz. Bizde demokrasi var. Meclis’te işçi sendikaları Türkiye’deki sendikal haklar yasakları nedeniyle, tekstil kotalarına, Türkiye’nin korumaya mazhar ülkeler listesine alınmalarına karşı çıkıyorlar..” cümlelerini hiç unutmadım. 

Çalışma Bakanlığı’nın varlık nedeni, işlevleri ile çelişkili “sosyal güvenlik” yerine “sosyal hizmetler” kavramının oturtulması üzerine işçi sınıfı örgütlenme haklarının bir kenara atılıp “aile” kavramı ile sadaka kavramına ağırlık verilmesinin ilanının sonuçlarını çok merak ediyorum...

Şükran Soner / Cumhuriyet

Anıtkabir cemaati! - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

En iyi tepki, en klişe tepkidir bazen;
Sen hiç "türbe" dediğin Anıtkabir'e mum yakan, çaput bağlayan, şeker, sirke vs. sunan... İçinde yatandan kendine yeni bir iş, iyi bir eş, yat, kat isteyen... İçinde yatana "sınavını kazanmak için", "hastalığını yenmek için", "çocuk sahibi olmak için" velhasıl "kendi çıkarına" dua eden "Kemalist-laik mürit" gördün mü be adam!

                                                                         ***

"Halkının büyük ekseriyeti Müslüman olan ülkemizde 100 yıldır en yaygın ve etkin cemaat olan ve zorla, resmen, biat ettiren 'kemalist-laik cemaat'i sakın unutmayalım. 'Kutsala karşı olmak' adına hareket eden bu 'laik cemaat' de kendi kutsalını dayatmak için, bir 'laik-kutsal türbe' de icâd etmedi mi ve yalnız siyasîler değil, nice sosyal gruplar da açık veya gizli baskıyla oraya götürülmüyor mu?" yazabilmek için kin-nefret zehirlenmesinden önce cahilin önde gideni olmak gerekir!

                                                                         ***
Atatürk neden bir "put" olamaz?
Atatürk'ün izinden gidenler neden bir -bugün anlamlandırdığımız manada- "cemaat" saikiyle tavır alamaz?
Anıtkabir neden bir "türbe" olamaz?
Bütün bunları bilmemek için Atatürk'e karşı birikmiş bir hınçtan ziyade ona neden hınç duyduğundan dahi bihaber olacak kadar uzak olması gerekir ondan; onu "anlamamaya" niyet etmiş olmak gerekir!
Çünkü asgari zekaya sahip herhangi biri, Atatürk'ü az biraz okusa anlar kendisi dahil kimse "kutsallaştırılmasın" diye verdiği mücadeleyi; "kula kulluğa" olan alerjisini!

                                                                          ***

Her şeyden önce "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" olsun ister Atatürk; ondan sonra yetişecek nesiller!
"En büyük savaşları cahilliğe karşı" olsun ve "hayatta en hakiki mürşidi ilim" saysınlar ister!
Zira, "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder."
"Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur" der; aklını tedavülden kaldırıp, kayıtsız şartsız, sorgulamadan biat etmeni değil tersine "saksıyı çalıştırmanı" bekler!
Çalıştırmanı ve vardığın sonuçları paylaşmanı, durumu tartışmanı, ufuk açmanı, bu çağın ifade biçimiyle "beyin fırtınası"na katılmanı, "aykırı" gitmeni bazen; bu sebepten dolayı "samimi ve meşru olmak şartıyla her, her kanaate hürmet" eder...
Tek mahareti parmak indirip kaldırmak veya emme basma tulumba gibi kafa sallamak olanlarla donatmaz etrafını; beklentisi nettir:
"Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız."
"Uçurulmayı" beklemez yani müritleri tarafından!
"Majestelerinin" olmayan bir  "muhalefet" isteyen tek liderdir belki de; daha ne olsun!

                                                                          ***

Atatürk neden "tapılacak adam" olamaz biliyor musunuz?
Hiçbir olağanüstülük atfetmez çünkü varlığına; uçamaz, nefesiyle mucizeler yaratamaz, üfürüğüyle şifa dağıtamaz!
 "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. Ve Türk milleti güven ve mutluluğun kefili olan ilkelerle, uygarlık yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir..." diyerek gözünüze gözünüze sokar "fani"liğini...

                                                                          ***

"Hürriyet ve bağımsızlık" karakteridir ve bu kendisine rezerve ettiği bir ayrıcalık değildir. O'na göre "Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir...", "Türkiye halkı her uygar ve kabiliyetli millet gibi kayıtsız şartsız hür ve müstakil yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu haklı kararı bozmaya yönelik her kuvvet, Türkiye'nin ebedi düşmanı kalır."         
"Hür" olmaya teşvik edilmiş hangi toplumu, kim, nasıl biat ettirebilir kendine hem de "hür" olmayı kendi teşvik ettiği halde!

                                                                           ***

Türkiye'de neden bir "Kemalist-laik cemaat" oluşamaz biliyor musunuz?
"Cemaat" olmakla suçlanan o insanlar, "manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmayan... Manevî mirası ilim ve akıl olan... Kendisinden sonrakilere bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini bırakan" bir Önder'in "manevî mirasçıları"dırlar!
Ve, hepsinden önemlisi...
Ata'nın huzuruna her çıkışlarında ant içmişler;
"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır..."

Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

Dış güçlerin oyunu Çamlıca'dan bozulacak!. - Ahmet TAKAN

"Başkan" olmadan diyordu ki;
"Bizde bir adet var, ülkede başımıza bir şey geldiği zaman hemen 'dış güçler' deriz,' yabancılar' deriz, 'şu' deriz, 'bu' deriz, onlara bazı isimler buluruz. Ve bunlar sebebiyle biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz, birliğimiz beraberliğimiz bozuluyor filan. Yani bu doğru da olabilir ancak ben buna katılamıyorum. Niye katılamıyorum? Eğer sizin bünyeniz güçlüyse, sağlamsa, bünyede olan virüs hiçbir zaman sizin vücudunuza zarar veremez"

Şu satırların yazıldığı an doların, euronun, çeyrek altının kaç para olduğunu araya sıkıştırsam, sizlere çok mahcup olacağımdan adım gibi eminim. Rekor üstüne rekor kırıyor mübarekler!.. Hızlarına yetişilemiyor. Usain Bolt çırak çıkacak, namussuzum!..
"Başkan" olmadan;
2013 yılında TBMM'ye sunulan 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı'na göre, 2018 yılında Türkiye'nin GSYH'si 2 trilyon 535.2 milyar lira olacaktı. Planda 2018 için öngörülen GSYH'nin dolar karşılığı olarak ise 1 trilyon 285.5 milyar dolar ibaresi yer alıyordu. Bu hesaba göre 2018 yılında 1 doların 1.97 TL olması öngörülüyordu.
Ne oldu?..
Dış güçler sahneye çıktı!..
Canım memleketimde yolunda giden, tıkır tıkır yürüyen ne varsa, yıkmak için dış güçler -en başta ABD- var gücüyle saldırıyormuş...
Bence yerden göğe kadar haklılar...
Sütlüce'de bina çöktü mü?..
Tabii ki dış güçlerin oyunu.
Ümraniye'de yol çöküp de arabalar inşaat çukuruna birer birer yuvarlanmadı mı?..
Dış güçlerden başka kim yapabilir?..
Rize'yi sel aldı...
Dere yataklarına inşaat ruhsatlarını dış güçlerin oyununa gelip de vermedik mi?..
Fabrikalar birer bire yanıyor.
Ne iflası canım!.. Komplocu olmayın. Dış güçlerin oyunu.
Ankara'da taksici 2 kişiyi bıçaklayıp öldürdü.
Dış güçlerin gazına geldi adam. Ne yapsın?..
Freni patlayan hafriyat kamyonu 5 arabayı haşat etti.
Dış güçler, güpegündüz şehrin en işlek yerinde gidip gelmesine izin vermeseydi olur muydu böyle bir kaza?..
LGS'de yüz binlerce öğrenci mağdur oldu, açıkta kaldı.
Kimin suçu? Tabii ki dış güçlerin. Sınav sistemimize parmak atmasalardı, hepsi imam hatipli olacaktı!..
Ancak şükürler olsun ki, dış güçler tüm hainlikleri ile üstümüze çullanmışken bunlara hiç aldırmayan cesur yürek bir "başkan"ımız var. İş adamları iflas bayrağını çekerken, esnaf siftah yapamadan günü kapatırken, Rize'yi sel alırken... O, İstanbul'da evinden çıkıp doğruca Çamlıca Camisi'ni incelemeye gitti. Gidiş gelişi saymazsan tam 3 saat. 2013 yılındaki müthiş öngörüsüne de meydan okurcasına!. Duvarlardaki süslemeler, yere serilecek halılar, otoparkın kapasitesi, ayakkabı hırsızlarına karşı alınacak güvenlik önlemlerine kadar tüm detayları tek tek inceledi, bilgi aldı.
 O üç saatlik kritik zirvede kimler yoktu ki yanında?..
Devletin zirvesi tam kadro iş başındaydı;
Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve bilumum üst düzey bürokratlar...
Dış güçlerin, Türkiye için hayati önem taşıyan projesine sabotaj düzenlememesi için güvenlik tedbirleri de en üst düzeydeydi. Foto muhabiri arkadaşlarımız, havadan yapılabilecek saldırılara karşı güvenlik önlemleri alan, omuzlarında hava savunma füzesi taşıyan korumaları tek tek tespit ettiler bizleri bilgilendirdiler. Derin bir "oh" çektik. Rahatladık!..
Esad, YPG ile anlaştı.
Hiç önemi yok.
Teröristler 11 aylık bebeğimizi katlettiler. Amanoslar hâlâ PKK kontrolünde, hayalet oldular kanlı eylemler için talimat bekliyorlar, Suriye'den Karadeniz'e ek güçlerle takviye yaptılar.
Güvenlik zirvesi mi?.. Hiç gerek yok!..
Vatandaş, çeyrek altın götürmemek için teyzesinin oğlunun düğüne bile gitmiyor.
Ekonomi zirvesi mi?.. Ne lüzum var canım. Benim vatandaşım işini bilir nasıl olsa!..
Biliyoruz, olup bitenlerin hepsi dış güçlerin oyunu...

Yeter ki şu Çamlıca Camisi'nin inşaatı bir an önce tamamlansın. Türkiye üzerine örülecek manevi zırh ile dış güçlerin tüm oyunlarını bozarız evelallah!..
Kur'an-ı Kerim'in ilk emri "oku"nun anlamını, sahtekar din adamları, gırtlağına kadar rezilliklere batmış cemaat ve tarikatların pençesine düştüğü için anlayamayan bu millet, bir cami, bir Kandil bir de 3600 ek gösterge projesi ile yerel seçimlerde de gereğini yapar!..
Biz de böyle nefesi kuvvetliler varken... 
Dış güçleri duman ederiz. Duman!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

AKP ve Türkiye kapitalizmi - ERGİN YILDIZOĞLU

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın devleti yöneten (iktidardaki) sınıfının çıkarları ile Türkiye kapitalizmin çıkarları gittikçe daha fazla çatışıyor. Toplumun dağılmaya başlaması gerçek bir olasılıktır. 
 
Türkiye kapitalizmi 
(1) Türkiye kapitalizmi uluslararası sermayenin mal ve finans devrelerinin değerlenme alanı olarak (yerli sermaye sınıfları da -bunların birikim yaparak var olmaya devam etme koşulları- buna uygun olarak) şekillenmiştir. Sermaye birikim sürecinin devam edebilmesi için üretimin ve tüketimin sürmesi bunun için de dış kaynak (finans sermayesinin) girişinin devam etmesi gerekir. 

(2) Bu şekillenme belli bir tüketim kültürü, eğitim biçimi ve düzeyi, alışkanlıklarıyla, arzularıyla, kendisine uygun bir insan tipi gerektirir. Kültür endüstrisi de bu insanı üretecek, medya da siyaseti (egemen kapitalist sınıfın öncelikleri temelinde) denetleyebilecek oranda “serbest” olmalıdır. 

(3) Türkiye kapitalist-emperyalist sisteme bağımlı (uluslararası sermayenin kullanımına açık) bir ülkedir. İktidardaki sınıfların görevi, bu bağımlılığı ve düzeni korumak, yeniden üretmektir. Başaramazlarsa ülke çok ciddi bir toplumsal (ekonomik, siyasi, kültürel) krize, dağılma sürecine girmeye başlar. 
 
Kısaca ekonomi... 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rantiye ve talancı ahbap çavuş kapitalizmi, her konuda karar sahibi olan, ekonomik süreçlere sürekli müdahale eden lider modeli, 1. maddede vurguladığım koşullarla uyumlu değildir: Bu model, neo-liberalizmin serbestlikler (sermayenin serbestçe çalışma koşulları –piyasa devleti vb... ) ve özel mülkiyet güvencesi gibi koşullarını ihlal etmekte, toplumsal artık-değerin gittikçe artan parçasına, üyeleri arasında dağıtmak üzere el koymaktadır.
 
Karşımızda sermaye birikim sürecinin içkin kriz eğilimlerini yönetmek yerine, kaynakları emerek ağırlaştıran asalak bir sınıfın yönetimi var. Döviz kurları, sermaye hareketleri, enflasyon ve ekonomik daralma (stagflasyon) eğilimleri Türkiye kapitalizminin çok sert bir krize girmeye başladığını, bu iktidarın bu krizi yönetmeyeceğini gösteriyor. İktidardaki sınıfın elinde tekelleştiğinden, denetleme kapasitesini tamamen kaybeden medya, yolsuzluklara/talana, ekonomik krize, toplumsal dağılmaya ilişkin haberleri yayımlayamıyor. 
 
...kültür ve devlet 
Uluslararası kapitalizmle bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin üretim ve yeniden üretim koşulları, öncelikle üretim-teknoloji ve finansal hareketler alanında, dolayısıyla ölçme hesaplama, (matematik, fizik, kimya), iletişim, bilgi işlem alanlarında belli bir düzeyde eğitilmiş, duyarlılıkları uluslararası sermayenin, kültür endüstrisinin ürettiği tüketim normlarına uygun insanlar gerektirir. Bu iktidar, 16 yıldır izlediği, eğitim sistemini dincileştirerek, kendi iktidarını kalıcılaştıracağını düşündüğü insanı üretmeye çalışıyor. Bu çabalar, Türkiye kapitalizminin gereksinimi olan insanı üreten kurumları, bu yılın yerleştirme sınavlarının sonuçlarının açıkça sergilediği gibi, yıkıyor. İmam hatipler ise bu sınıfın arzuladığı işlevi, ilgiyi göremiyor. Ortada eğitimsiz ve işsiz, patlamaya hazır bir genç nüfus birikiyor. 

Bir duyarlılıklar (laik, rasyonalist, hedonist, cinsel) sistemini yıkarken, yerine aynı işlevleri üstlenecek yeni bir sistem koyamamak, eğitim sistemindeki erozyon, kendini, toplumda günlük yaşamın dokusu içinde, özellikle kadına ve çocuklara (6 yıl gibi kısa bir sürede 100 binden fazla çocuğun kaybolması gibi), hatta hayvanlara yönelik şiddetin, silahlanmanın, cinayetlerin dayanılamaz düzeye ulaşması olarakgösteriyor. Ülkenin yetişmiş gençlerinin, hatta kapitalist sınıfın üyelerinin ülkeden kaçışı hızlanıyor. Böylece toplumun dokusu giderek çözülüyor. Türkiye kapitalizmi, toplumsal zeminini hızla kaybediyor. 

Bağımlı devlet dinamiğine (3) gelince kendi sınıf çıkarlarını koruyabilmek telaşıyla içeride, giderek rıza alma kapasitesi zayıflarken (kendi insanını üretemiyor, “pasta küçülüyor” iç çelişkileri derinleşiyor), simgesel ve fiziki şiddete daha çok başvurmak zorunda kalan totaliter bir devlet şekilleniyor. Dışarda birbirini, izleyen fiyaskolar, Türkiye kapitalizminin uluslararası ilişkilerini bozuyor, kaynak akışını etkiliyor. 

Hem laik, cumhuriyetçi-demokratik, hem de antikapitalist muhalefet için, fark yaratmak açısından koşular çok uygun. Ne yazık ki bu koşuları değerlendirebilecek iradeler ortada yok.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yangından geriye filmleri kaldı - BERİVAN AYDIN

Alevler Mati’yi sararken Angelopulos’un eşi, kızı Katerina ve torunu evdeydi. Denize kaçarak kurtuldular.

‘Tek üzüntüm, Anna, hiçbir şeyi tamamlamamış olmam. Hepsini müsvedde bıraktım, kelimeler oraya buraya dağıldı’ diyordu yaşlı yazar, Theo Angelopulos’un unutulmaz filmi Sonsuzluk ve Bir Gün’de.
Yunan yönetmenin Mati’deki eviyle birlikte küle dönen arşivindeki el yazısı kelimeler de yitip gitti böylece. Heybeliadalı yazar Petros Markaris, 40 yıllık dostu ve çalışma arkadaşıyla o evde geçirdiği günleri Cumhuriyet’e anlattı.

“9 Mart 1996, Cumartesi. Sulu kar yağıyor, hava buz gibi. Mati’ye giden yol ıslak ve bomboştu. Atina’nın dış çeperindeki bu caddeler, kış aylarının bu ıssızlığında çok hoşuma gidiyor. Doğduğum ve çocukluk yıllarımın çoğunu geçirdiğim Heybeliada’daki sonbaharları, yazlıkçıların ardından ıssız kalan sahillerde tek başıma geçirdiğim zamanları hatırlatıyor bana.”

Yazar ve senarist Petros Markaris’in Sonsuzluk ve Bir Gün’ün fikirden filme dönüşme sürecini anlattığı Günlük* bu sahneyle açılıyor. Ardından etrafı çamlarla sarılı, iki katlı bir yazlık eve dönüyor kamera. Kapıyı usta yönetmen Theo Angelopulos açıyor.

İkilinin 40 yıllık ortak mesaisine ve dostluğuna tanıklık eden o ev, geçen hafta Atina’nın kuzeydoğusunda 90’ı aşkın can alan yangında küle döndü. 2012’de trafik kazasında ölen yönetmenin eşi, kızı ve torunu canlarını zor kurtardı. Fakat Angelopulos’un el yazısı notları, şiirleri, kitaplarının olduğu arşivi de evle birlikte yandı.

“Angelopulos’un saçma ölümünü aşamadım bir türlü. Hâlâ filmlerini izleyemiyorum ağlamaktan. Yetmiyormuş gibi bir de yangın geldi” diyen Markaris, Mati’de biriktirdiği anıları, yitirdiği dostuna duyduğu hasreti Cumhuriyet’e anlattı.

-Büyük geçmiş olsun size, sevdiklerinize. yangın günü neler yaşadınız?
Mati’de yangın başlayınca çıldırdım, yazlıkta olduklarını biliyordum. Eşi Fivi’yi arıyorum yanıt vermiyor cebi. Kızı Eleni’yi aradım, ‘Denizdeler bilmiyoruz ne olacak’ dedi ağlayarak. Bereket kurtuldular. Kâbus gibi bir gün yaşadık. Ertesi gün konuştuğumda eşi dedi ki ‘Ev yandı bitti, bütün arşiv kayboldu’... Bu arşivde ne var yalnız Theo biliyordu. Benim bildiğim, çalışma ofisinden gayrı ne varsa o evdeydi. Hep el yazısıyla yazardı, ömründe bilgisayar kullanmadı. Bazen çalışırken ‘Dur, dur, burada bir iki not almıştım okuyalım’ der, notlarını çıkarırdı. Senaryoları sekreteri bilgisayara geçirirdi, bunların kopyası vardır. Ama notlardan geriye hiçbir şey kalmadı.

-Gözlerinizi kapatıp Mati’deki evi düşününce ne canlanıyor gözünüzde?
Çok güzel bir evdi, denize yakın, bahçeli. Theo orada çalışmayı çok severdi. Ama her gittiğimizde panjurları kapatırdı. ‘Açsana güneş girsin’ derdim, ‘Güneşte çalışamam’ diye yanıt verirdi. O güzelim evde kapkara bir odada, yalnız Sonsuzluk ve Bir Gün değil birçok senaryo üzerinde çalıştık. Sonra eşi dostu gelirdi, bahçede konuşur gülüşürdük.

-O günlerden en keyifli hatıranız neydi o evde?
O kadar çok ki seçemem... Ama Sonsuzluk’a başladığımız günü unutamam. Çok güzel bir gündü, hava serindi. Otobüsle gittim eve. Beni karşıladığında baktım kasket takıyor. Bana ‘Sen böyle başı açık mı geziyorsun’ diye sordu. Dedim ki ‘Seni ancak çekimlerde kasketle görüyorum, şimdi evde de mi takıyorsun?’ Başladı gülmeye. Sonra üst kata çıktık, büyük bir çalışma odası vardı orada, başladık konuşmaya nasıl yapalım diye... Çalışmanın büyük kısmı orada geçti. Aklıma Sonsuzluk’un senaryosu geldiğinde hep bu evi hatırlıyorum.

-Kitabınız Günlük’te 40 yıllık dostluğunuzun da hikâyesi var. ‘Eskiden umutlarımız, alternatif çözümlerimiz, anlaşmazlıklarımız olurdu. Şimdi yalnızca birbirimizi onaylıyor, kötümserliğimizi vurguluyoruz’ diyorsunuz.
Gerçekten umutlarımız vardı. Sonradan bunlar yavaş yavaş azaldı. Bu 40 yılda çok şey değişti Yunanistan’da, dünyada... Cunta zamanı çok zordu ama düşlerimiz vardı. Çalışmaya, direnmeye gücümüz vardı. Sonradan o da ben de yaşlandık.

-Cunta yıllarında baskıya nasıl direndiniz?
Çeviriyle çok uğraştım o zamanlarda. O zamanki anlayışım şuydu: Avrupa’yla, edebiyatla bağlarımız kopmamalıdır. Onun için mesela Bertolt Brecht külliyatını cunta yıllarında çevirdim. Şansım, o dönem bir yandan da büyük bir çimento fabrikasında ihracat şefi olarak çalışıyor olmamdı. Şirket bana kalkan oldu. Onlar olmasa hapse girerdim.

Cunta yıllarında notlar yok oldu
“Bana en çok acı veren nedir, biliyor musunuz? Kumpanya’da senaryo yoktu, çünkü cunta zamanıydı ve Angelopulos yazılı bir şey olmasını istemiyordu, korkuyordu. Yalnızca notları vardı. Onları okuyup sete gider, prova yaparken diyalogları bulurdu. Senaryo yoktu. Bütün bu Kumpanya notları yok artık. O kadar acı ki bu... Yalnızca anı, hatıra olarak değil. Gelecek kuşaklar, sinemayla ilgilenenler hiçbir şey bulamayacaklar şimdi. Yunanistan’ın en önemli yönetmeninin şahsi arşivinden geriye hiçbir şey kalmadı. Kimin aklına gelirdi Mati’de böyle feci bir yangın çıkacak da bunlar kül olacak diye? Türkler de Yunanlar da hep ‘Aman şunu şöyle yapsaydık’ derler ama hayat normal sürerken kimse bunları düşünmez.”

-Roman ve senaryoya ağırlık verdiniz sonra...
Romanlarımı dikkatle okuyanlar bilir ki bölümleri aslında edebi anlamda birer bölüm değil, birer sekanstır. Sinemaya daha yakındır. Tüm bunları Theo’dan öğrendim. O vefat ettikten sonra bir daha senaryo yazmak istemedim. Bazen söylüyorlar yaz diye, ‘Ben yalnız roman yazıyorum’ diyorum.*Sonsuzluk ve Bir Günlük, Petros Markaris. İstos Yayınları, 2014.

Sinemanın epik şairi
Modern Yunan tarihi ve siyasetini ustalıklı alegorilerle beyaz perdeye taşıyan TheoAngelopulos , görkemli ve hüzünlü estetiği, kadim mitlere göndermeleri, uzun ve genel planlara dayanan diliyle 20. yüzyılın sinema tarihine geçti. Filmlerinde göçmenleri, sürgünden eve dönenleri, yaşam ve ölüme dair derin duyguları, geçmişle şimdinin ve gerçekle nostaljinin iç içe geçtiği hikâyeleri ele aldı. Yunanistan’ın ekonomik krizi hakkındaki filmi Diğer Deniz’in çekimleri sırasında Pire’de bir motosikletin çarpması sonunda yaşamını yitirdi. 76 yaşındaydı.

Birlikte yas tutabilmek
Yunanistan’da son on yılın en ölümcül yangınları, başkent Atina’ya semalarını kara dumanlarla kaplayacak kadar yakındı. Yangının kasıp kavurduğu Rafina civarında herkesin bir yakını, bir tanıdığı vardı. Kara haber alan da, almaktan korkan da yas tuttu şehirde. Sokakta, iş yerlerinde, restoranlarda sessizlik hâkim oldu. Yunan hükümeti üç gün yas ilan etmese de ölenlerin anısına saygıyla susacaktı Atina.

Halbuki suyun bu yakasında, birileri diğerlerinin acısına sevinir oldu çoktandır. Kutuplaşma öyle derin ki ölüm bile aşamıyor. Toplum, birlikte yas tutmuyor.

Heybeli’de doğup Atinalı olan Markaris bu konuda ne düşünüyor?

“Yunanlar başkalarının acısını çok iyi anlıyorlar. Herkesin birleştiği nokta, hükümete karşı duydukları öfke ve kin oluyor. Hükümette kim olursa olsun, bu felaketlerin önüne geçilmemesine tepki gösteriyorlar. Ama felaketin acısını, çekenlerle paylaşabiliyorlar.”

BERİVAN AYDIN / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...