Eğlence hayatının emekçileri: Uzun çalışma saatleri ‘eğlenceli’ olmuyor... - ÇAĞRI KONCA

Gece hayatının emekçileri, çalışma saatlerinin çok uzun ve emek sömürüsünün yoğun olduğunu belirtiyor. Hizmet verdikleri insanların tavırlarına da değinen bar çalışanları, “Bizlere hizmetçi olarak değil, bir emekçi olarak baksınlar” diyor.

Gece hayatı denince çoğu zaman akla müzik, eğlence ve benzeri kavramlar geliyor. Tablo dışarıdan böyle görünmesine rağmen arka planında birçok farklı hikâyeler barındırıyor. Özellikle tüm bunları mümkün kılan sektör çalışanları için gece hayatı çok daha farklı bir yer. Çalışanlar, emek sömürüsünün ve hak ihlallerinin yoğun yaşandığı bu sektörde genellikle uzun ve yorucu saatler boyunca çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Bar çalışanları, yaşadıklarını BirGün’le paylaştı.

İstanbul-Kadıköy’ün en yoğun mekânlarından birinde garsonluk yapan Yağız, 5-6 yıldır bu sektörde çalıştığını söylüyor. Asıl mesleği yazarlık ve oyunculuk olan Yağız, İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe bölümünde okuyor. Bu işi yapmaya nasıl başladığını sorduğumuzda ise, “Malum İstanbul’un hayat şartları. Bu işi yapmaya İstanbul’a ilk geldiğim zaman başladım. Zaman kısıtlıydı, para kazanmam gerekiyordu. Ben tek başıma geldim İstanbul’a, bir şekilde hayatta kalmam gerekiyordu” diyor.

Yağız, günlük yevmiye ücretiyle İstanbul’da bir öğrenci olarak yaşamanın mümkün olmadığını belirterek, “Burada günlük paraya çalışıyoruz, o da çok cüzi bir miktar. Kimse bu işi bu para için yapmaz. Buranın bahşiş sistemi olmasa kimse durmaz burada” ifadelerini kullanıyor.

‘Bu işin kendisi bir fedakârlık’
Bu iş nedeniyle yapmak istediği diğer şeyleri ertelemek veya bırakmak zorunda olduğunu ifade eden Yağız, “Benim asıl işim oyunculuk ve yazarlık. İşimde iyiyim. Güzel bir kariyer başlangıcı da yaptım. Kendim için iyi bir başlangıç yaptım, ama hayatın bazı süreçlerinde bu tip işler yapman gerekebiliyor” diyor.

Ayhan ise, yine aynı mekânda güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. Ayhan 40 yaşında, Ağrı-Doğubayazıtlı. Liseyi okumak istediğini, fakat abisinin başlık parası borcu nedeniyle çalışmak zorunda kaldığını anlatıyor. 11 yıl önce bir tanıdığı aracılığıyla Taksim’deki bir mekânda bu işi yapmaya başlayan Ayhan, o günden beri bir kaç farklı mekânda güvenlik görevlisi olarak çalışmış.

Ayhan, güvenlik görevlileri için çalışma şartlarını sorduğum zaman ise hiç tereddüt etmeden cevap veriyor: “Çalışma şartları çok kötü. Avrupa’da bu işi yapan bodyguardlar günlüğü 150-200 dolar alıyorlar. Ama burada, maalesef, en ünlü mekânda mesela Reina’da çalışan adam 150, bilemedin 200 lira alır. Ama oradakiler günlük yevmiyeye bakmıyorlar, oradan gelen bahşişlere bakıyorlar. Ama benim çalıştığım mekânlarda öyle bir şansımız yok.”
‘Çalışanlar hizmetçi değil’ 
Alper, İstanbul’un en büyük mekânlarından birinde çalışıyor. Servis elemanı olarak başladığı işinde, 2,5 sene sonrasında personel şefliği yapmaya başlamış. Çalıştığı yerin çok büyük bir alan olduğunu ve çok fazla müşteri giriş çıkışının olduğunu söyleyen Alper, “Devamlı hareketin olduğu bir yer. Dolayısıyla bunun stresinin olduğu bir yer” diyor. Günlük çalışma süresinin ise 12 saat olduğunu ifade ederek, işten çıkışının en erken sabah 6 olduğunu söylüyor.

Alper, çalışma temposunun hayatının diğer alanlarını da etkilendiğini belirtiyor ve “İki günlük izninin bir günü dinleniyorsun, evinle ilgili yapman gereken işleri yapıyorsun. Diğer günde de dostlarınla, arkadaşlarınla ne kadar vakit geçirebilirsen artık o kadar geçiriyorsun. Hayatının onda birini yaşamış oluyorsun” ifadelerini kullanıyor.

Alper, çalışan olarak yaşadığı sıkıntılardan biri olarak müşterilerin çalışanlara karşı tavrını gösteriyor: “Satın almış oldukları birayla beraber her şeyi satın aldıklarını zannedip çalışanların üzerine giden insanlar var. Bu durum çalışanları olumsuz etkiliyor, dünyanın en tatlı insanını en kötü insanına çevirebilir. Bu işverenle de alakalı. İşverenin çalışanına bir makine olarak değil de bir çalışan olarak bakması gerekiyor, müşterinin de çalışana bir hizmetçi olarak değil de bir emekçi olarak bakması gerekiyor.”

İşletmeciler ise, ekonomiye ve değişen gece hayatı kültürüne bağlı olarak farklı sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar. Murat Seçkin, Kadıköy Kadife Sokak’ta uzun yıllardan beri çalışıyor. Karga isimli mekânın iki işletme müdüründen biri.
Alkole yapılan zamlardan sonra insanların mekânlardan çıkıp dışarıda alkol almaya yöneldiğini söyleyen Seçkin, sokakta gerçekleşen özellikle güvenlikle alakalı olayların kendi işlerini de etkilediğini ifade ediyor: “Bizim binanın önünde bir kavga olduğu zaman bunun bizden kaynaklandığı düşünülüyor. Veya bu sokakta olan olaylarda bu mekânlar olmasaydı bu sıkıntıların olmayacağı düşünülüyor. Ama bu mekânların çoğu yıllardır burada ve bunlar olmuyordu. Bizim özellikle bu aralar yaşadığımız en büyük sıkıntı bu aslında.”

Kadıköy’de bu tarz olayların eskiye göre daha fazla yaşandığını aktaran Seçkin, bunun temel sebebinin insanların mutsuz olması olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:

“Yaşadığımız döneme ve şartlara bakarsak insanların stres altında olması çok normal, bunun patlaması olarak görüyorum. Geçmişte de oluyordu, ama kalabalık arttıkça çok normal bir şey çünkü Kadıköy bir rant merkezi artık. Rant merkezinde de kalabalık artıyor. Kalabalık artınca da şekiller, kişiler, davranışlar değişmeye başlayabiliyor.”

ÇAĞRI KONCA / BİRGÜN

Bağnazın müttefiki zavallılar!. - Mehmet FARAÇ

Sarıklısı cüppelisi, tarikatçısı-cemaatçisi, müridi-mollası, gericisi-bağnazı, şalvarlısı-çarşaflısı...
"Solcu" geçineni-liboşu, döneği-iş birlikçisi, bölücüsü-teröristi...

Siyasetçisi-bürokratı, imamı-talebesi ve de psikopatı-tetikçisi...

Her çevreden ve neredeyse herkes vesselam... Siyasetin pervasızlaştığı, bürokrasinin zıvanadan çıktığı, "keşke Yunan kazansaydı" diyenin el üstünde tutulduğu, laikliğe düşman olanların TBMM Başkanı bile yapıldığı bu ülkede, ezeli düşmanlığın tüm türevleri durmadan Atatürk'e saldırıyor...
Hele de son yıllarda "hilafet" özlemcileri rejimi siyaset yoluyla iyice zorlarken, cumhuriyet kurumları hızla bertaraf edilirken bu saldırılar öylesine zıvanadan çıktı ki, Anıtkabir'in önünde zırlamaya kadar geldi ihanet!!!

Atatürk'e düşman olanları az da olsa sıraladık... Hilafet gittiğinden beri düşmanlar Atatürk'e, dergahlar, tarikat yurtları tekke ve zaviyeler kapatıldığından bu yana saldırıyorlar Gazi'ye...
Cumhuriyet kurulalı belli, Aydınlanma ateşi yakıldığından beri, öfkeliler, düşmanlar Atatürk'e...
Son yıllarda tarikat-cemaat yurtlarındaki rezaletler deşifre oldukça ve FETÖ gibi cemaatler "darbe"ye kadar yeltenince Gazi'nin ne kadar haklı olduğu binlerce kez anlaşılmasına rağmen saldırılar durmuyor Atatürk'e...

Din düşmanları, din sömürücüleri, bağnazlar karşıdır ezelden beri Atatürk'e... Peki ya diğerleri?.. Ya Truva kısrakları?.. İşte asıl mesele, işte asıl zavallılık!..

                                                                          ***

Ali misin nesin?..
Gerçek solcuları, devrimcileri, sosyalistleri, vatanseverleri ve milliyetçileri bir tarafa tutuyorum ama nedir bu -sözde "solcu" kılığında- Atatürk düşmanlığı konusunda bağnazlarla yarışan, aynı düşünenlerin derdi?..

Yani, Atatürk ve cumhuriyet yıllardır taarruz altındayken, "solcu" geçinenlerin, "devrimci" geçinenlerin ya da kendini sözde "sosyalist" sananların bu utanç verici öfkesine ne demeli?:..
Nedir onların Gazi'ye bitmeyen düşmanlığı, nedir saldırılarının asıl amacı ve de bitmeyen hezeyanlarının asıl nedeni?..

Onlar neden birileri Gazi'ye saldırırken, hakaret ederken heyecanlanırlar ve neredeyse alkış tutar vaziyete gelirler ki?..

Sözde "ifade-düşünce" özgürlüğü iddiası, kimi dönek liboşlar için ülkenin kurucusuna taarruzu bile legal hale mi getiriyor?..

Evet; son dönemde çarşaflısı-sarıklısı, siyasetçisi-bürokratı utanmadan-arlanmadan cumhuriyetin kurucusuna saldırırken, halk infiale sürüklenirken, savcılar bi zahmet harekete geçerek küfürbazların yakasına yapışırken "Atatürk'ü koruma kanunu kaldırılsın" diye ortalığa çıkan, akıllarınca fetva veren zavallılara ne demeli?..

Nedir bunların asıl amacı?.. Ne yani, Atatürk'e hakaret etmek serbest mi edilsin be aymazlar?.. Gazi'ye küfür edilince içiniz mi soğuyacak be gafiller?..

Gelelim başka birine... Anıtkabir'in önünde Gazi'ye aşağılık hakaretler savuran çarşaflı provokatörün tutuklanmasına bile karşı çıkabilmiş o zavallı!!!

Babasını Sıvas'ta cumhuriyet ve Atatürk düşmanları yakıyordu o zatın ama kendisi "Atatürk'e hakaret etmek suç olmamalı, tutuklanma sebebi olmamalı" diye saçmalayabilmiş!..
"Atatürkçü bir nesil" yetiştirilsin diye babasının kurduğu vakfa yardım eden Atatürkçülerden, solculardan, aydınlardan bile utanmamış o zat!..

Ali misin, veli misin nesin; hadi Atatürk'le bir derdin var da, hiç olmazsa babanın kemiklerini sızlatma be gafil!..

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Boratav: Erdoğan bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek - CUMHURİYET

Prof. Dr. Korkut Boratav, "Siyasete ve medyaya hakim olan Cumhurbaşkanı ve kadrosu bu büyük teslimiyeti, bir zafer şeklinde de Türkiye kamuoyuna sunabilir. Belki de muvaffak olur. Bankalara da sirayet eden bir büyük finansal çöküntüyü siyaseten kaldırabilir mi? Önünde bir engel olmayacak ki. Normali IMF'ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek" diye konuştu.

Hocaların hocası olarak da bilinen Türkiye'nin duayen iktisatçısı Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin ödemeler dengesi krizi yaşadığını, bunun bir finansal krize dönmemesi ve banka iflaslarının önlenmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yönetiminin IMF'e gitmek dışında alternatifinin olmadığını söyledi.
Boratav, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın büyük bir finansal çöküntüye rağmen IMF ’nin kapısına gitmemesi durumuna ilişkin ise, "İktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir” diye konuştu.
Prof. Boratav DW Türkçe’nin sorularını yanıtladı.

'FİNANSAL KRİZE DOĞRU GİDİYORUZ'
Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun iktisadi tanımını yapar mısınız? Bu bir döviz krizi mi, finansal kriz mı yoksa ödemeler dengesi krizi midir?
Korkut Boratav: Bir terim ile tanımlanmak istiyorsa esas olarak ödemeler dengesinden kaynaklanan bir krizdir. Dünya sisteminin yükselen ekonomiler denilen blokunun uluslararası sermaye hareketlerine bağımlılığının yarattığı sorunlardan biri, metropolden çevre ekonomilerine dönük sermaye hareketlerinde ani bir yavaşlama, durma ya da çıkış olursa bu, kriz yaratıcı şoklara neden oluyor. 1997 Asya krizi tipiktir. Türkiyeekonomisi buna benzeyen 4 (1994, 1998-9, 2001 ve 2008-9) krizden geçti. Aynı sorunla şimdi de karşı karşıyayız. Uluslararası sermaye hareketlerinin Türkiye’ye ye dönük bölümü Mart'tan itibaren aniden yavaşlamaya başladı. Mart-Mayıs arası yabancı sermaye girişi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 66 oranında azaldı: 16,3 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi bu üç ayda 5,6 milyar dolara indi. Bu doğal olarak döviz piyasalarına yansıyacak. Ekonominin dış yapısal kırılganlığı o derece yoğunlaşmıştır ki, şirketlerin ve onlarla bağlantılı olarak bankaların dış borçlarının ve ekonominin bir yıllık cari açığının finansmanında astronomik bir dış kaynak gereksinimi doğmuştur. Şu halde, 238 milyar dolara ihtiyacı var. Fazla dikkat çekmeyen IMF’nin nisanda yayınlanan raporunda, söz ettiğim şok henüz algılanmazken, IMF bu tespitleri yumuşak bir üslupla yapmıştı. Bunun sonucu bir ödemeler dengesi krizi finansal krize yol açacak mı? Finansal kriz, kredilerin döndürülememesinden kaynaklanan şirket iflaslarının bankalara yansımasından kaynaklanan bir krizdir. Buna doğru gidiyoruz.

'ERDOĞAN FİNANS KAPİTALİN KURALLARINI İŞİNE GELİNCE UYGULUYOR, GELMEYİNCE UYGULAMIYOR'
Mevcut durumun finansal krize evrilmesi mi yoksa buradan durgunluk ya da küçülme ile çıkış mı daha muhtemel görünüyor?
Darbe girişiminin ardından seçim atmosferine girilmesi durumu vahimleştiren tetikleyici unsur oldu. Ekonominin dış kırılganlıklarıyla uyumlu olmayan kamu maliyesi ve kredi pompalamasından kaynaklanan bir genişleme oldu. Cari açığın ve enflasyonun tırmanmasıyla bu ivmenin sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. Uluslararası piyasalar, serinlemeye geçiş bekliyor. İlk kritik gösterge faizlerin yukarı çekilmesidir. Faizler hızla yukarı çekilirse, 238 milyar dolarlık dış kaynak gereksinimi bir ölçüde krediler pahalandırılarak ve yüksek getiri beklentisi ile sıcak para girmeye başlayabilir. Mayısta bu bekleniyordu fakat Cumhurbaşkanı sistematik olarak faizlerin düşmesine karşı. Bunun iki gerekçesi olabilir. Kendisi 'kahramanca iç kamuoyuna hitap ediyorum. Büyümeciyim, inançlarım ve ekonomi mantığımın gereği faiz düşmanıyım ve bunda ısrar edeceğim' diyor. İkincisi, 'benim beslediğim ve beni besleyen ana sektör en çok döviz borçlusu sektörlerden biri olan inşaattır'. Bunu yaşatmak için faizleri düşük, dövizi de ucuz tutmak istiyor. İktisaden bunu yapması mümkün değil ama ısrar ediyor. Uluslararası finans çevrelerine "faiz enflasyonun sebebidir" demek mümin bir Hristiyan’a İsa’nın yaşamadığını iddia etmek kadar zındıklıktır. Cumhurbaşkanı finans kapitalin kurallarını işine gelince uyguluyor, gelmeyince uygulamıyor. Türkiye 2007-2009 arası iki yıllık küçülme döneminde dahi 40 milyar dolar cari açık vermiştir. Bundan önceki dönemlerde durgunlaştığı her yıl cari fazla veren ekonomi, 0 büyümede dahi cari açık veriyorsa, uluslararası finans kurallarına karşı çıkacak gücün, yeteneğin yoktur. Cezalandırılırsın. Bir ödemeler dengesi sorunu, finansal krize dönüşür.

'FAİZLER YÜZDE 25'E ÇIKSA MESELE FRENLENİRDİ'
Eylül’de açıklanacak Orta Vadeli Program (OVP) derde deva olur mu? Hükümetin döviz şoku karşısındaki sessizliğini neye yoruyorsunuz?
Bütün bu şoka rağmen, Cumhurbaşkanlığı’nı Erdoğan kazandı. Süper ekonomi bakanı damat oldu. Damat, G-20’ye giderken, "Merkez Bankası şimdiye kadar görmediğiniz şekilde etkin olacak" dedi. Finansçıların beklentisi etkinlik sözcüğü değil, "bağımsızlıktı." Merkez, 15,9’luk enflasyona rağmen faizi değiştirmedi. Faizleri yüzde 25’e çıkarsa meselenin önemli bir boyutu frenlenirdi. Döviz oralarda istikrar sağlayacak, Türkiye yine döviz şokunu yiyecek ve durgunluğa girecek ama sıcak para, Türkiye yeterince ucuzladı diyerek, gelecekti. Dış finansman yükünün bir bölümü sıcak para girişiyle sağlanabilir ama faiz yüksektir, ister istemez ekonomi frenlenmeye mahkumdur. Bunu yapmadı, son şok da oradan geldi.

'KRİZE GİDİYORUZ AMA BUNUN YANSIMALARI 2001'DEKİ KADAR SERT DEĞİL'
Türkiye'nin önündeki seçenekler neler?
Cumhurbaşkanı, önümüzdeki yerel seçimlerde büyük kentlerin yönetimini ele geçirmek istiyorsa, şu andaki söylemini yerel seçimlere kadar sürdürebilir. Ortada bir söylem meselesi var. Krize gidiyoruz ama henüz bunun sosyal yansımaları 2001’deki kadar sert değil. 2009’daki yerel seçimler 3 aylık büyümenin yüzde 14 gerilediği dönemdeydi ve AKP 5 puan kaybetti. Bu riski göze alıyor mu? İnatlaşmayı devam ettirirse, ekonomi o türden bir küçülmeye sürüklenebilir. Şimşek olsaydı, hızlı bir faiz ayarlamasıyla birlikte, dövizi dalgalanmaya bırakıp, şirketlerdeki daralma ve iflasları göze alıp, bankalara yansımasını önlemeyi önerirdi. Bankalara yansımasının önlenmesinin ana yöntemi IMFprogramıdır. IMF, 2000’de banka borçlarının hazine garantisine alınmasını uygulattı. Yunanistan’da aynı şeyi uyguladılar. IMF doktrininde bu mümkündür. IMF kredisi banka borçlarının ödenmesine tahsis edilir, devlet kemer sıkar.

TÜRKİYE FAŞİZME GEÇMİŞTİR'
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu seçeneğe razı olur mu?
Siyasete ve medyaya hakim olan Cumhurbaşkanı ve kadrosu bu büyük teslimiyeti, bir zafer şeklinde de Türkiye kamuoyuna sunabilir. Belki de muvaffak olur. Bankalara da sirayet eden bir büyük finansal çöküntüyü siyaseten kaldırabilir mi? Önünde bir engel olmayacak ki. Normali IMF'ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek. Bunun alternatifinin olduğunu sanmıyorum.
Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF ’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur. IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir.

Türk bankaların Avrupalı bankalardan büyük ölçüde sendikasyon kullandıkları biliniyor. Bankaların içine düştüğü ödeme sıkıntısı Avrupa’ya da yansır mı?
Avrupa’nın çürük takıma borç vermemesi gerektiğini bilmesi gerekirdi. Çürük takıma borç verirse sineye çeker. Serbest ekonominin ana kurallarından biridir, borç veren riski göze alır ve zararı sineye çeker. Avrupa bankalarını kurtaracak olan, Türkiye’nin IMF’ye gidip, banka borçlarının Hazine tarafında devralınmasıdır. Bu olmazsa, zararı çekecekler.

Hükümet, özel sektör borçlarını üstlenmeyebilir mi?
Türkiye'nn kamu borcu göstergeleri Maastricht kriterlerinin altında fakat IMF ’nin "sistemin arızalı bölgesinden kaynaklanan krizi düzeltme yükümlülüğü kamuya da yansır" diye katı bir ilkesi var. Nisan raporunda, kamu açığının yüzde 1,5’a çıktığı bunun 2019 veya 20'de artı yüzde 0,5’e çıkarılmasını istiyor. Bu, kamu harcamalarının Milli Gelir’in yüzde 2’si oranında aşağı çekilmesi demektir. Bu da ekonominin en az yüzde 3 oranında küçülme demektir. Özel sektörün yamukluğundan kaynaklanan krizin düzeltilme yükü son tahlilde kamuya yansıdğı ölçüde kamu hesaplarının Maastricht Kriterlerinin aşağısında olması Türkiye’yi kurtarmayacak.

'CUMHURBAŞKANININ BİZİM BİLMEDİĞİMİZ BİR GÜVENCESİ VAR'
Krizi frenleyecek bir etken var mı?
Şu anda krizin ağırlaşmasını frenleyebilecek bir etken var. Mart-Mayıs aylarında 6,5 milyar dolar kayıt dışı sermaye girmiş. Geçen yılın aynı aylarında 3,8 milyar dolar kayıt dışı para çıkışı var. On milyarı aşkın bir kaynak aktarımı var. Acaba Cumhurbaşkanı’nın bizim bilmediğimiz bir güvencesi var. Kendisine borçlu olan sermaye sistemine vergi mi kesiyor, paralarınızı sisteme sokun mu diyor. 2009 krizinde 12 aylık dönemde yine böyle bir şey yaşanmıştı. Bu da bir belirsizlik.

DÜNYAYA MEYDAN OKUMA SEÇENEĞİ
Hükümet, seçeneklerden biri olarak sermaye hareketlerinin kısıtlanması, borçların konsolidasyonu ve ithal ikamesi politikasına geri dönebilir mi?
Bunun bir örneğini Arjantin 2002’de dış borçlarını külliyen askıya alarak yaptı. Bunu uygulamak için sermaye hareketlerini denetledi. Döviz hesaplarından çekişi sınırladılar. Şirketlerin dövizle borçlanması önlendi. Devletin dış borçlarının üçte birinin yapılandırılması müzakere edilir. Büyürken ödeyeceğim, küçülürken ödemem dersin. Bunun için ekonominin dış dengesinin, ithalatını ihracatı ile sınırlamak lazım. Bu da halk sınıflarının yoksullaşması demek. Bu yoksullaşmayı sermaye sınıfına yüklemen lazım. Adamlar batarken, ister istemez devlet kamulaştırmak zorunda kalacak. Bir sürü insan işsiz kalacak. Arjantin radikal seçeneği seçti çünkü halk ayaklanmıştı. Bu yoksullaşmanın maliyetini halk tek başına nasıl üstlenecek. Burjuvaziden servet vergisi ile ortak olmasını isteyeceksin. Bu çok zor bir seçenek. Bankalar büyük ihtimalle kamulaştırılacak. Alacağını TL’ye çevirip, kuru da enflasyona bağlayabilir. Türk bankalarından alacakların hepsi TL’ye çevrilebilir. Bu bir pazarlık gücü ve ihtimal dahilindedir. Tarih boyunca bu borçlar zaman zaman ödenmemiştir. Yunanistan bunun sınırına geldi. Maliyeti de AB’den değil Euro’dan çıkmaktı. Bunun sonunda Türkiye, planlamaya geçecek. Bütün mesele dünyada yalnız kalır. O zaman kendine yeni hakiki ortaklar bulabilirsin. Bu seçenek dünyaya meydan okunma seçeneğidir. Arjantin o güçteydi çünkü cari açık vermiyordu. Bu politikaları uyguladığı tüm yıllarda cari açık vermedi. O nedenle dış borçları ödememenin maliyeti ağır olmadı. Bu, 1998 ve 2001'de yapılabilirdi. Arjantin bu yolu seçtiğinde Türkiye’nin bu kadar ithalat bağımlılığı yoktu.

CUMHURİYET

Can Yücel Datça’da yaşıyor - NAZIM ALPMAN


Her yıl ağustos ayı yaklaşırken hüzünlü rezervasyonların yönü Datça’ya döner. 12 Ağustos’ta Datça mezarlığının en yüksek noktasında yatan Can Yücel’in mezarı başında toplanan dostları, kısa konuşmalarla Can Baba’ya saygı duruşunda bulunurlar.

Bu yıl da öyle olacak. 12 Ağustos 2018 Pazar günü saat 14.00’te Knidos Akademisi (UKKSA) Başkanı Nevzat Metin’in çağrısıyla Datça’ya gelen, Datça’da yaşayan, izinlerini Datça ve çevresinde kullanan Can Yücel’in dostları aynı yerde olacaklar:
Can Baba’nın huzurunda!
Acaba kendisi bu durumdan haberdar olsa ne yapardı? Onu en iyi tanıyanlardan- biri olan değerli tiyatro ve sinema sanatçısı Gülsen Tuncer bir anma toplantısında tahminini dile getirmişti:
-Can Baba bizi görse, ‘Bu sıcakta, işiniz gücünüz yok mu sizin? Gidin denize girin, kitap okuyun akşama da için, Datça’nın tadını çıkarın’ derdi.
Mezar başındaki anma sadece sıradan bir ritüel değil, bir tutunma ihtiyacını da karşılıyor:
Çünkü Can Yücel demek, direniş demektir!..

•••

Can Baba hayatının son döneminde “Mekanım Datça olsun” demişti. Oldu da… Datça, Can Baba’nın tek başına karar verip yerleştiği bir yer değildi. Onun bir de can yoldaşı var: Güler Yücel!

1950’lerin ortasında tanışıp anında da evlenen iki büyük sanatçının hikayesini önce torunları 1993 doğumlu Nathalie Defne Gier Yücel’in 2009’da “Aile tarih projesi” olarak yazdığı kitapçıktan okuyalım:
“1957’de İzmir’den İstanbul’a dönen Can, İlhan Koman, Güler Erder ve birkaç arkadaşıyla sık sık Çiçek Pasajında buluşmaya başlamıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun talebesi olan Güler ile bu ortamda tanışır. Keyifli sohbetlerin sonunda bir gün Can, gündelik, sıradan bir talepmiş gibi Güler’e döner ve der ki:
-Hadi gel biz evlenelim!
İlk başta şaşıran Güler, kendi gibi hızlı yaşayan bu şairinin teklifini aynı süratle kabul eder. Böylece tanışmalarıyla evlenmeleri bir olur.”
Aynı sahneye Gülen Yücel, yeni yazdığı otobiyografisi “Olduğu Gibi” de şöyle anlatıyor:
“O sıralar akademiyi boşlayıp, Çiçek Pasajı’na gitmeye başladım. Bütün edebiyatçılar oraya giderdi. Bütün sanatçılar orada toplanırlardı. Sohbetler değerliydi. Güzel kafa çekilen bir yerdi. İşte Can’a orada rastladım. O gün bana evlenme teklif etti. O ana kadar kimse bana evlenme teklif etmemişti. Ben de hemen kabul ettim. Yıllar geçtikten sonra pek çok aday adayı ‘Ben sana aşıktım, niye Can’la evlendin?’ diye sordu. Demek ki Can hepsinden cesurmuş!..”

•••

Güler Yücel’in Kalkınma Atölyesi adlı kuruluş tarafından bir başarı öyküsü olarak basılan “Olduğu Gibi” şimdiye kadar bilinen bütün otobiyografilerden çok farklı bir kitap… İçinde Güler Yücel’in hayat hikayesi, şiirleri, resimleri, hayatına değer değerli insanların kısa yaşam öyküleri eşsiz bir lezzette harmanlanarak ortaya çıkmış özel eser… Özetlemek gerekirse Güler Yücel gibi diyebilirim.

Kitapta benim de minik bir katkım olduğunu “iftiharla” belirtmeliyim. Geçen sonbaharda kitap daha prova baskı halindeyken Güler Abla bana uzatmıştı, göz atalım diye. En başta yer alan Göç şiirinin altında Can Yücel imzası vardı:
“Tespih böceği ihtiyar kadın
Çömelmiş yere
Güçsüz belli de
Yine de taş gibi…”
Şiir böyle başlıyor, hüzünlü bir mısra ile bitiyor.
Okuduktan sonra “Bu Can Abinin mi?” diye sordum, “Hayır, benim şiirim o” dedi. Sonra da başımı göğe erdiren talimatı verdi:
-Düzelt işte, hazır görmüşsün!
Ben ki kendi gazete yazılarını bile bin bir tashihle yazan Nazım Alpman, koskoca Güler Yücel’in otobiyografisine düzeltme yapabilmiştim!
Güler Abla mezar başındaki anmalara katılmaz. Belki de Can’ının öldüğünü kabullenemez. Onu resimlerinde, şiirlerinde yaşatmaya devam eder.
Güler Yücel yaşayan Can Yücel’dir.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Ülke elden gitmiş kimin umurunda - AYŞE YILDIRIM

Bu ülkede seçmenin yüzde 50’sini iktidar yok sayıyor. Ana muhalefet partisi de delegelerinin yarısını… 

Biri yüzde 50 artı 1 ile rejimi değiştiriyor. Diğer yüzde 50’ye suçlu muamelesi yapıyor. 


Diğeri getirin yüzde 50 artı 1’i kurultayı toplayalım diyor. 

Sonra derin bir matematik işine giriyor, ne yapıp edip ‘imzalar eksik’ sonucuna varıyor. İmzalarını geçerli saydıkları 569 delegenin ne istediğini sorgulama zahmetine bile girmiyor. 

Sosyal demokrat bir parti olmakla övünüyor. ‘Diğer partilerde bu tür tartışmalar yaşanmıyor, çünkü parti içi demokrasi yok’ diyor. Haklılar, iç tartışma, iç çekişme, koltuk kapma kavgasında suyunu çıkarırcasına ‘demokratlar’… 
Ama oraya kadar. 
Devamı yok. 
Olsaydı eğer bugün bu tartışmalar yaşanmıyor olurdu.

Rejim değişmiş, ülke bir tek kişinin yönetimine devredilmiş, nerede duracağı belli olmayan bir ekonomik çöküş başlamış ama ana muhalefet partisi koltuk kavgasından kurtulamamış…
 
Ülkede sanki başka hiçbir şey olmuyormuş gibi yandaş basının manşetlerini süslüyor. 
Hiç boşuna kızmasınlar. Bu malzemeyi kendi elleriyle verdiler.
 
24 Haziran günü terk ettikleri 15 milyon seçmeni geri alma çabası yerine tamamen unutmayı tercih ettiler. 

Genel merkezin gerekçesi ‘yerel seçimler’‘Bu süreçte partinin zarar göreceği’ gibi sadece kendilerinin inandığı bir argümanla çıkıyorlar halkın karşısına. 


Geçen hafta da söylediğim gibi küstürdükleri seçmenden nasıl oy isteyeceklerine dair bir politika geliştirdiklerine ilişkin en küçük bir emare bile yok ortada. 

Parti içi muhalefetin büyük tepki gösterdiği isimlerden Bülent Tezcan’ın dün yaptığı açıklamalardan da bir kez daha anlıyoruz ki 24 Haziran’ın değerlendirmesini bile ancak ağustos ayının sonunda yapabilecekler. Bir ay içinde de kamuoyuyla paylaşacaklar. 
Partinin yeni yol haritasını çıkarmak için ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından bir çalışma grubu oluşturulacak.
 
Oysa AKP kapı kapı dolaşıp seçim startını çoktan verdi bile. 

CHP’nin ise yerel seçimlere nasıl hazırlanacağı, bir süredir dile getirilen seçimin erkene alınması halinde ne yapacağı, adaylarını nasıl belirleyeceği, olağanüstü kurultay çağrısı yapanların bu sürece nasıl dahil edileceği sorularına yanıtları henüz yok. 
Ne diyordu olağanüstü kurultay için önce imza verip sonra imzalarını geri çeken milletvekilleri: 
‘Yerel seçim öncesi kurultayın yapılmasının partiyi böleceği endişesini hissettik.’ 


Oysa parti çoktan bölünmüş durumda. 

Bütün bunlara rağmen ne seçimli kurultaya ne de tüzük kurultayına yanaşan CHP’nin önünde şimdi yeni bir sınav var. 

Ya yerel seçimleri fırsat bilip bu bölünmüşlüğü ortadan kaldıracak ve yaşattığı büyük hayal kırıklığını tamir etmek için olağanüstü bir güçle çalışmaya başlayacak. 
Ya da yerel seçim sonrası artık kaçamayacağı yeni bir olağanüstü kurultay kriziyle karşı karşıya kalacak. 

Bu sırada ülke elden gitmiş kimin umurunda… 

Baksanıza sayın Tezcan’a göre ‘CHP muhalefet olarak kendisini kanıtlamış bir parti’ymiş!

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

İlk hedefleri, Fırat ve Dicle havzası! - Arslan BULUT

Emekli yarbay Mustafa Dönmez, 2023-2030 yılları arasında başlamak üzere, dünyanın yeni bir buzul çağına gireceği yönündeki bilim adamlarının iddialarını hatırlattı, Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasında terör örgütleri kullanılarak meydana getirilen kargaşanın ve "Fırat'ın doğusu" denilen sorunun, bir de bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.


Bilimsel öngörülere göre, dünya buzul çağına girerse, insan hayatının devam edebileceği bölge olarak Türkiye'nin de içinde bulunduğu İslam coğrafyası kalacak. Mezopotamya ise dünyanın cenneti haline gelecek. Fırat ve Dicle boyları, ana yerleşim merkezi olacak!
Öyleyse nükleer güce sahip devletlerin, bu coğrafyaya el koyarak kendi nüfuslarını taşımak gibi projeleri olduğunu da düşünmek gerekir. Rusya ve ABD'nin Suriye'de özerk bölgeler planında anlaşmış olması manidardır.
Büyük Orta Doğu Projesi ise Evangelist kadrolar tarafından her ne kadar Tevrat temelinde dini bir ideoloji gibi tasarlanmış olsa da asıl hedef insanları birbirine kırdırarak coğrafyayı boşaltmak olabilir.

***

Dünyanın yakın zamanda buzul çağına gireceği bir varsayım olabilir. Fakat ABD'nin kendi belgelerinde, 2003 ve 2004 tarihli Rand Corporation raporlarında "İslam içi çatışma stratejisi" vardı. Bu, aslında büyük bir planlamaydı. Nitekim El Kaide'den sonra IŞİD markasını kullanarak, bölgede ciddi bir kaosa sebep oldular.
Türkiye'deki PKK açılımının ardında ise İsrail'in "Mezopotamya Projesi" vardı!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2009 yılı Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce "İki ülke arasında güçlü bir stratejik iş birliğinin ortaya çıkması, ortak bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu'yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur" demişti. Eski Amerikan Büyükelçisi Pearson da "Erzurum'dan Bağdat'a kadar uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacak" demiş, ayrıca Barzani'nin İnternet sitesinde, "Bu bölge aynı zamanda tek bir siyasi bölge haline gelecek, TSK bu topraklardan çekilecektir" yorumu yayınlanmıştı.

***

Bu arada, avukatları aracılığı ile konuşan terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, şu iddiada bulunmuştu:
"AKP benim yol haritamdan yararlanıyor. Ben yol haritamda Orta Doğu'daki demokratik çözümleri belirtirken Dicle-Fırat Havzası Demokratik Konfederalizmini önermiştim. Davutoğlu şimdi bunun görüşmelerini yapıyor Irak ve Suriye'yle."
Öcalan'ın daha eski tarihli açıklamalarını araştırınca, gerçekten de "Dicle-Fırat havzasında tarım, su ve enerji konfederasyonu" ifadelerini kullandığını görmüştüm..
Avrupa Birliği Komisyonu'nun 6 Ekim 2004 günü açıklanan Türkiye İlerleme Raporu'nda, Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama tesislerinin İsrail'in de dahil olduğu uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesinden söz ediliyordu.
AKP hükümeti, bir taraftan da GAP ve Orta Anadolu bölgelerinde İsrail yatırımlarının önünü açıyordu. İsrail ile imzalanan iki mutabakat metni 5 Ekim 2004 günü Resmi Gazete'de yayınlanıyordu.
Birincisinde, İsrail, GAP bölgesi ve Orta Anadolu'ya sulama tesisleri yatırımı için davet ediliyor, ikincisinde ise bu tesislerin uluslararası yönetime kavuşturulacağı belirtiliyordu!

***

Eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, "Fırat ve Dicle'nin toplandığı suların havzası sadece Şanlıurfa veya Mardin'le sınırlı değildir. Kuzeyde Erzurum Palandöken Dağı'na kadar uzanır bu sınır. 'Suların idaresi 'ne demek? Bu, Palandöken'den itibaren, idareyi onların eline vermektir. Ayrıca bu konsorsiyumda İsrail'in işi ne?" demişti.
2018 yılı Mart ayında ise su kaynaklarının özelleştirilmesi, yasaya bağlandı!
CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi, "Sularımızın özelleştirilmek istenmesiyle emperyalist güçlere hizmet mi edilmektedir? Sularımızı özelleştirme kararını veren iktidar mıdır, dış mihraklar mıdır?" diye sormuştu. Yedekçi, 24 Haziran seçimlerinde aday gösterilmedi!
Brunson konusu ise ABD'ye sunulan Türkiye'yi şeytanlaştırma kozu gibi işlev görüyor!
Kamuoyunun bilgisine sunulur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Cemaatsiz olmak mı, cemaatsiz kalmak mı? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Gazetecinin kovulmasının "haber değeri" kalmadığı için pek mevzusu olmadı ama Posta, gazetenin 20 yıllık yazarı Yazgülü Aldoğan'ın yazılarına resmen de son verdi. "De" çünkü zaten haftalardır Aldoğan'a aleni bir ambargo uygulanıyordu.
Veda yazısı yazmasına da izin verilmeyen Aldoğan, veda mesajını sosyal medya hesabından yayımladı. Mesajında tartışmaya değer bir de soru vardı:


"Yazgülü Aldoğan tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz zihniyetine ne çabuk geldik?"

***

Aslında çok da çabuk gelmedik!

***

"Güler Kömürcü tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik mesela;
Ergenekon yaftalı kumpasta, hiçbir suç içermeyen "mahremi" üzerinden ve meslektaşları aracılığıyla linç edilip de, "aranılan bir yazar"ken kendisine yazacak gazete bulamaz hale "getirilişine" sessiz kalan "cemaatli" kadınların suskunluğu besledi bu zihniyeti...
"Banu Avar, tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik;
"Gerçek"le yüzleşecek, gerçeği sırtlayıp taşıyacak cesaretleri de omurgaları da olmadığından neredeyse "vebalı" muamelesi yapan "cemaatli" meslektaşlarımız besledi...
"Müyesser Yıldız tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik…
Oda TV kumpasındaki en ağır bedellerden birini ödediği halde, o dönem Emine Ülker Tarhan'ın duyarlılığı sayesindeki geçici "mecburi objektif yöneltiş" dışında yok sayan "cemaatli" gazetecilerin suskunluğu besledi...
Bugüne kadar hiç yazmamıştım ama etkilerini bugün hâlâ acı biçimde yaşadığım için Allah'ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok;
"Selcan Taşçı tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik...
Sadece ama sadece "Yeniçağ'da yazıyor" gerekçesiyle bir de değil üst üste iki defa ekmeğim elimden alındığında haksızlığa uğradığımı bile bile susan, sineye çeken, böyle bir ayıp yaşanmamış gibi yapıp el âleme milliyetçi, toplumcu, ahlakçı iktidar masalları anlatan arkadaşlarımın suskunluğu besledi...
Her suskunun gerekçesi aynıydı;
Ya bana da dokunursa!

***

Mesele Yazgülü Aldoğan'ın cemaatsiz olması değil başını azıcık kaldıranın yılan muamelesi gördüğü bir dönemden geçiyor olmasak onu pekala sarıp sarmalayacak, hakkını hukukunu korumak için kora kor mücadele bayrağı açacak, dayanışacak meslektaşlarının onu "kamusal alandaki" terki diyarı; yoksa afişe olmayacak şekilde, perde arkasında arayıp soruyorlardır yine!
Velhasıl mesele;
Aldoğan yahut diğer gazetecilerin cemaatsiz (elbette malum cemaatleşme değil bahsettiğim) olması değil cemaatsiz kalması!
Mesele riyakarlık...
Haksızlık da olmasın, bir karakter zafiyetinin ötesine geçti hanidir bu ülkede "karakterli" duramamak!!!
Mesele "arkamızda", "yanımızda" sandığımız kişilerin, kurumların, grupların "korku" sopasıyla dizlerinin kırılması; adım atamaz olması...


 Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

‘Üniversite pazarı’nın düşündürdükleri - TAYFUN ATAY

“Üniversite pazarı” başlıklı yazıma geribildirimler geldi. Bunların bir kısmı benim bir vakıf üniversitesinde de çalışmakta olmam üzerinden ne hakla böyle yazabildiğimi sorup sorgulama cihetinde oldu. Bir kısmı yaptığım genel değerlendirme dışında kalan özel/istisna olumlu verilerden hareketle haksızlık vurgusunda bulundu. Ama tabii bir yandan da “fazlası yok eksiği var” diyen, hatta üniversite bağlamında öğrenci ve hocalara “sektör ve patronaj” karşısında “iltimas” geçtiğimden dem vurarak onların da masum olmadığına dikkatimi “haşince” geçen dostlar oldu. 


Ben yazdıklarımın noktasına virgülüne kadar arkasındayım; onların içerisinde savunamayacağım hiçbir şey yok ve bu geri bildirimlere dilim döndüğünce cevabî açıklamalarda bulundum. Ancak bunlar arasında bir tanesi var ki gerek üslubu gerek içeriği itibarıyla daha geniş bir ilgiye açılmayı hak ediyor. Bir “can dost”, Prof. Dr. Semih Bilgen yazdıklarımın “düşündürücü” olduğu değerlendirmesiyle (ki ben onun zarafet ve inceliği nedeniyle “üzücü” demek yerine düşündürücü demeyi seçtiğini kuvvetle tahmin ediyorum!) hem karşı çıktığı hem de katıldığı noktaları belirten bir mektup gönderdi. 

Sevgili hocamızın mektubuna cevabımı ona gönderdim. Burada ise bir   “asimetri”  yaratmaktan hassasiyetle kaçınarak yazdıklarını herhangi bir karşı görüş bildirmeden paylaşacağım. Sadece köşemizin sınırları doğrultusunda, kendisinin de onayını alarak bazı kısaltmalara gittim yazısında. 
Söz Prof. Bilgen’de…
***

“Çok değerli akademisyen, yazar, gazeteci Tayfun Atay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Üniversite Pazarı’ başlıklı yazısı beni düşündürdü. Bir vakıf üniversitesinde mühendislik fakültesi dekanı olarak görev yapıyorum. Biz de aynı onun değindiği gibi sanayi ile ilişkilerimizin yakınlığından, uluslararası bağlantılarımızın güçlülüğünden, akreditasyonlarımızdan söz ediyoruz. Öğrenci adaylarına ve ailelerine bunları anlatıyoruz. Görüşlerine içtenlikle çok değer verdiğim Tayfun Hoca, ‘İnanıyor musunuz; yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye’ diye soruyor.
 
Ben inanıyorum Tayfun Hocam. 
Ben insanlara inanmadığım şeyi anlatmıyorum. 20. yüzyılın öne çıkarttığı mesleklerden olan pazarlamacılık da bence saygın bir meslektir, ama ben kendimi pazarlamacı değil akademisyen olarak tanımlıyorum. Bana danışan ailelere, öğrencilere kendi fakültemi, kendi üniversitemi elbette anlatıyorum, ama üniversite nedir, ne olmalıdır, üniversite öğrenimi nasıl olur, nasıl olmalıdır, toplumla, doğayla ilişkilerde üniversitenin yeri nedir, bunlardan söz ediyorum. 

Evet, sanayi ile ilişkilerimizden söz ediyoruz. Bu sene yeni bir program başlatıyoruz; çeşitli sanayi kuruluşlarıyla birlikte öğrencilerimiz birinci sınıftan başlayarak her düzeydeki derslerinde doğrudan doğruya sanayicilerle bir araya gelecek, onlarla akademisyenlerin birlikte tanımlayacakları projelerde görev ve sorumluluk alacaklar. Evet, uluslararası ilişkilerimizden söz ediyoruz. Ama ‘Erasmus, Erasmus, Erasmus!’ diye tekrarlamıyoruz. Evet, bizim üniversitemiz de Erasmus kapsamında yurtdışı deneyimi kazanmak isteyen öğrencilerimize destek veriyor, ama başka programlarımız da var. Dünyanın her köşesindeki yüzlerce üniversite ile anlaşmalarımız var. Akademisyen değiş tokuşu yapıyoruz. ‘Trajikomedi’ bunun neresinde? 
Ya akreditasyon konusu? Yaptığınız işin sizin kendi tanımladığınız hedeflere uygun olup olmadığının evrensel ölçütlerle değerlendirilmesi gerçekten yalnızca ‘gel vatandaş, gel!’ çığırtkanlığından mı ibaret? Bence değil değerli Hocam! O akreditasyonu almak için kendi çalışmalarımıza nasıl emek harcayarak çekidüzen veriyoruz ve sonrasında da yaptığımız işin daha düzgün olması dolayısıyla kendi yüreğimizdeki, kendi sağ duyumuzdaki yargıç ile nasıl daha barışık yaşayabiliyoruz; bunlar hiç mi önemli değil? 

Ha, ‘-mış gibi yapmak’ konusuna gelince, bakın orada size yüzde yüz katılırım. Fildişi kulede değil, sanayi ile iş dünyası ile iç içe çalışmak; getirdiği tüm külfete katlanıp yaptığınız işin evrensel geçerliliğini kanıtlayarak akreditasyon almak ne kadar saygın işler ise, bunları ahbap çavuş ilişkileriyle kotarmak, yapmadığınız işleri yapmış gibi satmak ve sizin sözlerinizle ‘bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir üniversite sektörü’ içinde yer almak da o kadar utanılası, o kadar ayıptır. 
‘Mış gibi yapma’ hastalığı korkunç. Yazdığınız gibi ‘Baudrillard’ın simülasyon evreninin, yani her yerde, her alanda, her mecrada tıpkısının aynısı benzetimler dünyasının eğitim/bilim/üniversite dünyasına da bulaşmış olduğu acı bir gerçek. Çok haklısınız. Ama her hastalıkta olduğu gibi, bazı organlar, bazı dokular, hastalığın dışında kalmak için çırpınıyor. Hepsini bir kalemde silmek yerine o hastalıktan kendini korumaya çalışanları kollamak, çoğaltmak gerekiyor değerli Tayfun Hocam. Ayırt etmek kolay iş değil; ama sanırım buna çaba göstermek de benzetimler dünyasının kurbanı olmamanın ilk adımı. 
Saygıyla, sevgiyle… 
Semih Bilgen.”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Krizimiz - CEYDA KARAN

Memleket ahalisi olarak yoksullaşmamızı anbean dehşet içerisinde izliyoruz. Türk Lirası’nın pula dönüşüverdiği dolar krizi nereye varacak derken, dün nihayet ‘iç ferahlatan’(!) haberler sökün etti... 

Ankara, verili ekonomik krizi kendisiyle ‘papaz olunca’ tetiklettiği ABD’yle ‘ön mutabakat’ sağlamış. Adalet, enerji ve dışişleri bakanlıklarından bir heyet Washington’a gidecekmiş. Hasılı, talimatı cumartesi günü verilmiş ‘misilleme’ yok, heyet var. 

Bunu dün ayrıca ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin “Mevcut gerginliklere rağmen ABD, Türkiye’nin sağlam bir dostu ve müttefiki olmayı sürdürmektedir” beyanı izleyince, ahali ‘soluklanıverdi’. İzahata gerekçe olan –ismi belirsiz-Amerikalı yetkilinin doların 7 TL olacağı tahmininde bulunmuşluğunun da ‘temelsiz ve sorumsuz bir haber’ olduğunu da öğrenmiş(!) olduk. 

Döviz krizini ahaliye haber vermeye tenezzül etmezken, ‘ekonomik savaşa maruz kaldığımızı’ anlatan yandaş medyanın, dolar için moda tabirinden yola çıkarsak herhalde şu saptama yapılabilir: ‘Gevşeyebilirsiniz’.

***

Olup bitenler, memleketi yöneten zihniyetin, Batı’nın müesses nizamında gedikler oluşturan küresel sarsılma döneminde, ‘çok kutupluluğu’ zorlayan dağınık bloğa da oynayarak ‘şark kurnazlığına’ kalkışmasının sonucu gibi görünüyor... Trajikomik olanı Türkiye’yi bizatihi bu emperyalist sisteme tümden eklemlemişlerin bu işlere kalkışıp yüzüne gözüne bulaştırması.
***

Bu açıdan Türkiye için yapılan kıyaslamalar pek tuhaf. Misal son dönemde moda Rusya, İran ve Venezüella ‘öcülerini’ göstermek.
 
♦ Rusya dediğimiz Sovyetler mirası üzerinde, siyasi, askeri ve ekonomik kapasitesini ‘çok kutupluluğu’ zorlayarak kullanmaya çalışan bir nükleer güç. Çarlık ve Sovyetler’i harmanlayan ‘Putinizm’ üzerinden Batı’nın hegemonik sistemiyle bilek güreşinde. 2000’lerin başından bu yana ne vakit petrol fiyatları düşse ‘ekonomik çıkmazla batacağı’ söylenen ülke. Doğalgaz ve petrol üreticisi. Başta savunma olmak üzere gelişmiş sanayisi var. Bizim iki bakana konulan cinsten değil, hakiki yaptırım altında. Misal Ukrayna krizinin tetiklediği yaptırımlar sayesinde kendi tarımını dört senede geliştiriverdi. Ekonomik dertleri bitmese bile dış ticareti fazla vermekte. Yeltsinli kaos yıllarının sonucunda 1999’daki ekonomik verilerle bugün kıyas kabul etmez. 

♦ İran, İslam Devrimi’nden bu yana bizatihi sistemik tercihlerinden ötürü yaptırımlar altında. Yurtdışında mal varlıklarına el konulmuş, kısa süreli nükleer anlaşmanın aşamalı uygulanmasıyla nefes alması bile mümkün olmamışken yeniden topun ağzında. Petrol zengini ama petrolünü pazarlayıp satamıyor. Uluslararası bankacılık sistemine erişimi yok. Amerikalı yetkililer alenen rejim değişikliği ve hatta bu ülkeyi işgale kalkışmaktan dahi söz edebiliyorlar. 

♦ Venezüella, Güney Amerika’da Bolivarcı fırtınanın tersine çevrilmesiyle kalan neredeyse tek ‘sol eğilimli’ memleket. Kapitalist üretim biçimini ve tekelci oligarşik yapıyı dönüştürmeden petrol gelirini kullanarak paylaşımı kölelik koşullarında yaşayan nüfusunun ezici kısmından yana kullanan ‘mutabakatçı sol’ tarafından yönetiliyor. Kötü de yönetiliyor. Öyle ki solcuların takkeyi önlerine koyup düşünmesi gerekiyor.

***

Elbette ekonomistler temel parametreler üzerinden değerlendirmeler yapabilirler. Ancak üç ülkenin ne siyasi duruşları, ne ekonomik yapıları, ne de liderliklerinin Türkiye ile akrabalığı var. İçi boşaltılmış anti-emperyalizm retoriği üzerinden kıyaslamalar da, ‘otoriterlik’ ve ‘tek adamlık’ söylemleri üzerinden paralellikler kurmak da manasız. 
Batılıların Türkiye ile ‘tek adamlık’ yahut ‘otoriterlik’ derdi olduğunu iddia edenler önce bize ABD yönetimleri yahut Avrupa ülkelerinin 40 yıldır dünyanın dört yanındaki diktatörlerle veya örneğin Körfez’in mutlak monarşileriyle cicili bicili ilişkilerini izah etmeleri icap eder.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Suudilerin Kanada kızgınlığı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Beklenmedik kriz denmesinde haklılık payı var. Suudi Arabistan’ın eleştiriye tahammülü olmadığı bilinir ama Kanada’ya bu kadar çok öfkeleneceği kimsenin aklına gelmemişti. Suudi Krallık, Kanada’nın Riyad Büyükelçisi Dennis Horak’ı kovdu, Kanada ile de ticari, siyasi tüm ilişkilerini dondurdu.
Kriz”in nedeni Kanada’nın, Suudi yetkililere, yakınlarda tutuklanan kadın hakları savunucusu Samar Bedevi’nin “serbest bırakılması” yönünde çağrılar yapması. Samar Bedevi halen Suudi Arabistan’da cezaevinde olan muhalif blog yazarı Raif Bedevi’nin de kız kardeşi.


Suudi Arabistan’ın böylesine ciddi adımlar atması Kanada üzerinde etkili olabilir mi? Yani Ottowa geri adım atabilir mi eleştirilerinde? Dün Kanada yetkilileri yaptıkları açıklamada, kendilerine “ içişlerimize karışıyor” diyen Suudi Arabistan’a “kadın hakları söz konusu oldu mu, aynı tutumu alırız” yanıtını verdi. Saygıdeğer bir tutum ama gerçekten sürdürebilir mi Kanada bu tutumunu?

Zor görülüyor. Çünkü Suudi Arabistan ile Kanada’nın geçen yıl yaptıkları ticaret hacmi 4 milyar doları aştı. Bu ticarette karlı çıkan taraf Kanada. Bu gelirin büyük kısmı 2014 yılında yapılan 15 milyar Kanada Doları tutarındaki anlaşma gereği Suudilere sattığı silahlardan gelmişti. Krallık’a anlaşma gereği daha 119 parça ağır silah satacak olan Kanada, Suudi Arabistan’ın ABD’den sonra silah satın aldığı en önemli silah üreticisi ülke.

Bu miktarda bir silah anlaşması Suudilerden çok Kanada için önemli. Bu Suudi Arabistan için büyük miktar sayılmaz, çünkü ABD ile yakın tarihte yaklaşık 110 milyar dolarlık silah anlaşması yapmış bir ülke Suudi Arabistan. Bir konu daha var o da şu; Suudi Arabistan, Arap Yarımadası’nın dokuz ülkesi arasında Kanada’nın en büyük ticaret ortağıdır. Orta Doğu’da da ikinci en büyük ihracat pazarı durumunda.

Kanada iç politikasında Suudi Arabistan’la yapılan silah anlaşmasına ciddi itirazlar oldu. Bu itirazlar “ilerici” Başbakan Justin Trudeau’nun anlaşmayı onaylamasına engel olmadı. Sol eğimli Yeni Demokrat PartiYemen’de Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin yaptıklarını hükümete hatırlatarak silah anlaşmasının iptalini istemişti. Kanada hükümeti yükselen baskılar sonucu anlaşmayla ilgili bir soruşturma başlattı. Ulaştığı sonuç, Kanada’nın Suudilere sattığı silahların hiçbir biçimde “insan hakları ihlalleri”nde kullanılmadığıydı.

Kanada’da anlaşmaya karşı çıkanlar birçok batı ülkesinin insan hakları ihlallerinden duydukları kaygıdan ötürü Suudi Arabistan’a silah satmaktan vazgeçtiklerini hatırlattılar hükümete. Haklıydılar, Almanya ile Belçika Suudi Arabistan’a silah satmayı reddetmiş, İsveç ise 2015 yılında Suudi Arabistan
ile uzun zamandır devam eden savunma anlaşmasını iptal etmişti.

İlişkilerin bozulmasından Kanada’nın daha çok zarar göreceği kesin. Suudi Arabistan, Kanada’ya karşı aldığı tutumu daha da ileri götürerek adı geçen ülkede Kraliyet bursu ile eğitim görmekte olan 8 bin Suudi öğrenci ile bu ülkeye gönderilmiş olan 6400 aileyi ülkeye geri çağırdı. Bu, Kanada için milyonlarca dolarlık bir kaynağın kesilmesi demek.

Suudi diplomatik hamlesi ile yarar mı peki? Kanada tüm bu kayıpları göze alarak tutumunu sürdürebilir belki. Çünkü Kanada hükümetine iç baskı çok yoğun. TrudeauSuudi Arabistan’la yapılan silah anlaşmasını onayladığı için bir seçim yenilgisi yaşamak istemez. Bu nedenle Suudi Arabistan’a Samar Bedevi üzerinden çıkış yapması gerektiği ortada.

Beni asıl şaşırtan Suudi Krallık’ın aldığı tavrı destekleyenler arasında Filistinyönetiminin de olması. BAE ve Bahreyn’in verdiği destek anlaşabilir de Filistin’in tavrını anlamak kolay değil.

Riyad’ın Kanada’ya karşı aldığı tutum, aslında sıkıştığı Yemen’de insan hakları ihlali yaptığı için kendisine tavır alıp silah anlaşmalarını iptal eden ya da silah satmayacağını söyleyen ülkelere bir gözdağı. Suudi Arabistan ekonomik gücünü kullanarak şimdilik Kanada’ya patladı.

Bakalım sıradaki ülke hangisi olacak?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...