Suriye ve İdlib: Krizin öbür ayağı, çöküşü tamamlar mı? - ORHAN BURSALI

Suriye, ülkesinin büyük çoğunluğunu kurtardı, belki de yüzde 75’ini. Ordusu manevi ve maddi olarak güçlendi, arkasında şüphesiz Rusya var. İran’ın desteği var.. Yaşadığımız krizin yarattığı tozdan görmemiş olabiliriz: Çin de Suriye’ye isterse askeri destek vereceğini, asker gönderebileceğini açıkladı! 

Birkaç haftadır şu oluyor: Suriye ordusunun İdlib’e dayandığını biliyoruz. Adamlar ülkelerini adım adım kurtarıyorlar. İdlib’e de kıyısından girdiler. Rusya, Türkiye’nin girdiği Suriye topraklarını terk etmesi gerektiğini açıkladı. 

İdlib, ne kadar köktendinci, cihatçı olup da Şam’a muhalif olan ve Suriye’de yüz binlerce insanın ölmesine de neden olan silahlı örgüt-çete varsa, kaça kaça gelip sığındığı yer. Orada tutunmak ve bir özerk yapı içinde tutunmak arayışındalar. 

Birleşmiş Milletler, Suriye ordusunun İdlib’e saldırısı veya kurtarma harekâtı sonucu yüz binlerce insanın Türkiye’ye karşı kaçabileceğini öngörerek Türkiye’nin sınırlarını açmaya hazır olmasını istedi.
 
Ne kadar, bilmiyoruz. Bir milyon? İki milyon? 
 
Yanlışa düşülmemeli 
Bu tamamen savaşın nasıl gelişeceğine ve Türkiye’nin tutumuna bağlı. 
Fakat iki milyon insanın daha Türkiye’ye sokulması, Türkiye’yi tam iç yıkımla içten çökertme operasyonuna dönüşecektir.
 
Türkiye İdlib’deki rejim muhaliflerini koruyamaz.
Ülkesini kurtarmak için hareket eden Suriye Ordusu’na karşı da duramaz. 
Burada hep dile getirdik: Türkiye’nin çıkarı Şam ile anlaşmada ve işbirliği yapmadadır. 
Fakat Ankara’nın çok bilmişleri baştan beri saptadıkları yanlış politikanın esirleri olmuş durumdalar. 

Tıpkı ver papazı al papazı yanlış ve anlamsız politikalarının esiri oldukları gibi. 
Bu iktidarda sesini başka türlü çıkartacak tek bir insan bile kalmamış. Bir ortak akıl işlemiyor orada. Mesela kimse, yahu arkadaşlar Cumhurbaşkanı’na farklı bir seçenek-görüş sunalım diyemiyor. Diyemez durumda, çünkü hepsi tek adam tarafından seçilmişler ve seçildikleri gibi de güle güle uğurlanabilirler. 

Şimdi geldik, Suriye’de de aynı şey. 

Türkiye, Şam ile işbirliği yapmalı.. Ama nasıl yapacak? Böyle bir seçenek torbada olmadığı için, ülkeyi Suriye’deki savaşın akışına bırakacak ve yeni bir felaket ile karşı karşıya kalacağız.. ekonomik felaketi tamamlayan. 

Yok mu farklı, sorumlu, ülkeyi düşünecek bir ses iktidarda? 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Daha yeni başlıyor’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Trump’ın seçim zaferinin mimarı Steve BannonHaaretz gazetesiyle yaptığı söyleşide, “Sol tam bir dağılma yaşıyor. Çünkü sürecin daha yeni başladığını biliyor” diyordu. Gerçekten de son yıllarda, merkez ülkelerde aşırı sağ/faşist bir dalga güçlenerek yükseliyor. 
 
Faşizm yükseliyor 
Kapitalizmin yapısal krizi içinde bunalan kitlelerin yerleşik rejimlerin yönetici seçkinlerine öfkeleri gittikçe artıyor. Faşist partiler kitlelerin bu öfkesini ve siyasallaşma reflekslerini Müslüman sığınmacılara, göçmen nüfusa, giderek de Yahudilere yöneltiyor, kapitalizmi hedef almalarını önlüyor. Böylece, ırkçılık, milliyetçilik, “kimlikçilik” (beyaz Hıristiyan- kimliği), “yerlicilik” (Nativizm), kısaca dinci reaksiyon ve faşizm yükseliyor


ABD, hegemonyasını yitiriyor, onu destekleyen Batı merkezli dünyanın ekonomik, siyasi hatta kültürel etkisi geriliyor. Bu gerileme, geçmişe yönelik bir nostaljiyi, geleceğe güvensizliği, iktidarsızlık duygularını, kimliğini kaybetme korkusunu besliyor. 

Bu sırada Batı bloku dağılırken, ABD, korunma refleksiyle, en yakın müttefiklerini bile hedef almaktan çekinmeden hareket ediyor. Tepki olarak Almanya’nın etkisi, Avrupa sınırlarını aşarak Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya hatta Güney Afrika’ya ulaşmaya başlıyor. Çin ve Rusya, uluslararası alanda ekonomik, siyasi etkilerini, askeri girişimlerini artırıyorlar. Bir emperyalist yeniden paylaşım iklimi şekilleniyor. 
 
Deja vu 
Ekonomik kriz, hegemonya gerilemesi ve emperyalist rekabet, ABD ve Almanya olmak üzere merkez ülkelerde ve AB periferisinde (Macaristan, İtalya vb.) faşizmin gelişmesine uygun ortamı besliyor. 

Birincisi, ekonomik krizde devletin kaynaklarını büyük sermayeyi, özellikle finans sermayesini desteklemeye kaydırması, işçilerin, orta sınıfların refahının, sosyal hizmetlerin verimliliğini, kalitesini aşındırıyor. İkincisi, ekonomik krizin ve emperyalist rekabetin ürettiği savaşların basıncı, daha dolaylı olarak küresel iklim, gıda krizleri, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasından Batı (görece zengin ülkelere) ülkelerine doğru büyük nüfus hareketleri yaratıyor. Bu göçmen, sığınmacı dalgası, ekonomik refahını kaybetmekte olan nüfusla karşılaştığında, gelen, çoğu Müslüman nüfusa karşı kültürel (ırkçı, dinci) tepki artıyor. Electoral Studies dergisinin, 28 ülkeyi, 40 siyasi partiyi, 266 bölgeyi kapsayan bir araştırması da (Ağustos 2018), aşırı sağcı partilerin yükselişini bu etkenlerle ilişkilendiriyor. 

Emperyalist rekabet dinamikleri de önemli bir rol oynuyor. Bir taraftan ABD aşırı sağının, Trump yönetiminin, diğer taraftan, Putin Rusya’sının AB ülkelerindeki faşist partilere AB ittifakını yıpratmak için verdikleri, mali, ırkçı, homofobik destek, faşizmin yükselme sürecini besliyor. 

Bu sürecin en önemli “yakıtı” yakın zamana kadar Müslüman düşmanlığı idi. Kimi Siyonist entelijensiya da bu düşmanlığı destekliyordu. Geçenlerde Spiegel’de yayımlanan kapsamlı bir araştırma, Almanya’da Yahudi düşmanlığının yeniden artmaya başladığını vurgularken, hâlâ Ortadoğulu ve Türkiyeli göçmenleri işaret ediyordu. Halbuki, 2017 yılında yayımlanan bir Polis Suç İstatistikleri Raporu, Yahudi düşmanı saldırıların yüzde 94’ünün aşırı sağcı militanlardan kaynaklandığını gösteriyormuş. 
Diğer taraftan, ABD evanjelik sağında, Müslüman düşmanlığı yanı sıra, geçen hafta Jarusalem Post’un aktardığı gibi, en azından “globalist” gibi kod sözcüklerle ifade edilen Yahudi düşmanlığı hiç azalmadan devam ediyor. Trump muhafazakâr partinin zengin destekçilerinden, Yahudi asıllı Koch kardeşlere saldıran bir tweet’inde  “globalist” sözcüğünü kullanıyordu. Trump, istifa eden Yahudi asıllı bir danışmanını da “globalist” olmakla suçlamıştı. Bannon, Trump’ın Yahudi asıllı damadı için aynı kavramı kullanmıştı. J. Post, aşırı sağın yazarlarının, tarihsel olarak finans ve girişimcilikle ilişkilendirilen Yahudilere, vatansız anlamında, kozmopolit, globalist gibi kavramlarla saldırdığını anımsatıyor. 

Nihayet, Rusya’dan ABD’ye, Polonya’dan Brezilya’ya, faşist partileri birleştirmeye başlayan, dinci duyarlılıkları kaşımaya yönelik LGBT düşmanlığı bu resmi tamamlıyor. 
Faşist hareketlerdeki bu yükselişe bakınca, durumu, 1930’larda yaşanan bir tren kazası filminin yavaşlatılmış görüntülerine benzetmemek elde değil. Bir farkla ki, o zaman Avrupa’da güçlü bir sol hareket vardı. Bu kez, henüz (hadi iyimser olalım) o da yok.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çin, 3. Dünya’nın umudu mu? - KAMURAN KIZLAK

Başlıktaki “3. Dünya (az gelişmiş ülkeler)” ifadesini isteyenler daha az rencide edici olduğu düşünülen “gelişmekte olan ülkeler” ile değiştirebilirler. Pakistan’ın Çin ile umut arayışı olarak başlayan ve bugün de devam eden ekonomik ilişkisinin hikâyesiyle başlamak istiyorum. 2017’de ABD’nin Pakistan’a yaptığı bütün yardımları kesmesi, bu yardım ve hibelere (ve Suudi Arabistan hibelerine) fazlasıyla muhtaç durumdaki Pakistan’ın döviz rezervinin hızla erimesine yol açar.


Dolar rezervi tükenmek üzereyken, Pakistan, son çare olarak Çin’in kapısını çalar. Zaten Çin birkaç yıldır Pakistan’da elektrik santralları, yol-köprü-tünel inşaatı ve demiryolu modernizasyonu projeleri yürütmekterdir. Bu projelerin finansmanı için Çin bankaları, Pakistan’a birkaç milyar dolar kredi vermiştir. Kaynaklara göre, yeni kredi için konuşan Pakistan yetkilileri “İki seçeneğimiz var: (1) Tekrar IMF’ye gitmek ya da (2) bize daha fazla kredi vermeniz” derler. Çin, yeni kredi vermeyi kabul eder. Geçen Haziran’a kadar verdiği kredi beş milyar doları aştı. Devamı da gelecektir. Hikâyenin bundan sonrasına tekrar döneceğim. Şimdi bir başka umut hikâyesine, Sri Lanka’nin Çin ile ekonomik ilişkisine geçmek istiyorum.

Sri Lanka ile ilişkiler 
Tamil Kaplanları’na karşı savaşı ancak 40 bin sivili de katlederek kazanan Sri Lanka’nin bir önceki devlet başkanı Mahinda Rajapaksa, Çin ile yakın ilişkiler kurmuş biri (2015’teki seçimi Çin’in desteğine rağmen kaybetti). İç savaş sırasında sivillerin katledilmesinden sorumlu olması nedeniyle dünyadan izole edilince, kendisine Çin’den başka kapı açan kimse kalmadı. Çin “sivil katliamı” konusunu açmadı, sorumlu tutmadı ve silah satmakta da bir sakınca görmedi. ÇKP’ye göre, “Ülkelerin iç işlerine karışmak emperyalist müdahaleciliktir”. Bir katliamcıyla, faşistle, insanlık düşmanıyla iş tutmayı işte bu ilkenin arkasına saklıyorlar.

Rajapaksa’nın yönetimi sırasında, bir insanlık düşmanına, bir faşiste kapı açmanın ödülü (ya da Çin’in ödettiği bedel) olarak Çin devlet firmalarının Sri Lanka’da birçok altyapı projesi yürüttüğü biliniyor. O dönemde Sri Lanka ekonomisinin gösterdiği yüksek büyüme oranının işte bu inşaat işlerinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu projelerin özellikle ikisi dikkate değer: (1) Dünyanın en tenha (ama büyük) uluslararası havaalanı olarak bilinen Mattala International Airport ve (2) neredeyse hiçbir yük gemisinin uğramadığı bir büyük liman. Her diktatör gibi Rajapaksa da gurur duyduğu, megalomanisini-kibrini yansıtan ve besleyen devasa projelere kendi adını vermeye hevesliymiş. Birkaç bölümden oluşan akla ziyan büyüklükteki limanın o gün açılan 1. bölümüne “Magampura Mahinda Rajapaksa Limanı” adını verdirmiş.

Bu projelerin iç ve dış borçları nasıl şişirdiği ortaya çıktığında, Sri Lanka’nın elinde hepsi birbirinden beter birkaç seçenek vardır. Çin’in projelerin finansmanı için verdiği kredinin geri ödenmesi gerekmektedir ama ülkenin ödeyebilecek gücü yoktur. Borcun yeniden yapılandırılmasını ve dünya piyasalarına göre yüzde bir buçuk-iki oranında yüksek olan faizin düşürülmesini isterler fakat Çin ikisini de kabul etmez. Bir taraftan diğer bölümlerinin inşaatı devam eden liman büyük zarar etmeye başlayınca, yeni Sri Lanka yönetimi Çin’in koşullarını kabul etmek zorunda kalır ve limanı yüz yıllığına Çin’e devreder, hem de liman çevresindeki 110 hektarlık alanla birlikte. Devir sözleşmesinde limanın “Yol ve Kuşak” projesinin lojistik üssü olarak kullanılacağı belirtiliyor. O 110 hektarlık alana şimdi Çin inşaat firmaları “Colombo Port City Project” adı altında çok katlı binalar dikiyor. Yani el konmuş bir liman ve çevresinde oluşturulan devasa bir yapılaşma projesi… Satıp Çin’in kredi diye verdiği parayı kurtaracaklar, hem de en az beş-on katıyla. Bence o evleri Çinliler satın alacak, oraya yerleşecekler ve ortaya küçük bir Çin kolonisi çıkacak. Böylece, hem Yol ve Kuşak projesinin başlamasıyla oluşacak ticaretten parayı Çinliler kazanacak hem de liman çevresi Çinlilerle kuşatılarak güvenlik ve gizlilik sağlama alınmış olacak.

Pakistan'a kredi
Yazının burasında, yarım bıraktığım Pakistan’ın Çin’den aldığı kredi konusuna dönmek istiyorum. Pakistan, kredi talebini iletirken aşağı yukarı şunları söyler: “IMF’ye gidersek bugüne kadar Çin’den aldığımız kredilerin bütün ayrıntılarını açıklamak zorunda kalırız”. Yani “Ya bize yeni kredi açın ya da resmi anlaşmalarda karartığımız her şeyi IMF’ye ifşa ederiz” diyen bu tehdit aslında bir imdat çığlığı. Tehdit içerikli laflar etmenin sadece eli yukarıdan açmak amaçlı bir blöf olduğunu o keskin ÇKP zekâsı gayet iyi bilir. Hatta Pakistan’ın ekonomik durumunu onlardan çok daha iyi bildiğinden eminim. Pakistan’a bütün yardımları kesmiş ABD’nin IMF’deki ağırlığı düşünüldüğünde, IMF kapısının neredeyse kapalı olduğunu Çin tabii ki bilir. Lafı fazla uzatmadan sonuçta olacaklara ilişkin tahminimi söyleyeyim: Sri Lanka’nın başına ne geldiyse Pakistan’ın başına gelecek olan da odur. İslamcı ilkellerin eline düştüğü günden beri otuz yıldır her şeyi ile (sanayi ve insan sermayesi açısından) çöken bu ülke artık bitik bir ülke. Yani Çin’e olan borcunu ödeyemeyecek ve karşılık olarak elektrik santrallerinin, demiryolunun işletmesini bilmem kaç yıllığına Çin’e devredecektir. Fakat bunlar yetmez… “Kuşak ve Yol” projesinin Pakistan üzerinden Arap Denizi’ne açılış noktası olan Gwadar limanı da bu devir anlaşması paketinin içinde yer alacaktır. O liman, tıpkı Sri Lanka’daki gibi, aynı zamanda bir askeri üs olacaktır.

Çin’i zaman zaman kayıran ve öven yazılar yazmış biri olarak Çin hakkında bu söylediklerim iç karartıcı bulunabilir.

Meramımı daha açıkça anlatabilmek için konuyu bana göre daha iyi bilen, olup biteni içeriden gözlemleyen bir akademisyenin yazdıklarını aktarmak istiyorum. Pakistanlı (ülkesinde yaşıyor) Aasim Sajjad Akhtar, Monhtly Review(*) dergisinde yayınlanan makalesinde ÇPEK anlaşmasının şeffaflıktan uzak olduğunu belirttikten sonra, proje hakkında “Çin firmalarının Pakistan pazarına erişimini sağlamayı ve ÇPEK planına göre inşa edilecek ulaşım yolları aracılığıyla Çin'in batı bölgesinin kalkınmasını amaçlayan bir faaliyettir… Anlaşmada Pakistan’nın kalkınma ihtiyaçları için sunulan bütün öneriler standart neoliberal reçetelerin aynısıdır” diyor.

Bana sorarsanız, buraya kadar yazdıklarımda Çin’in yaklaşımı açısından ortada yanlış bir şey yok. Kredi borcunuzu ödemediğinizde banka evinize haciz göndermiyor mu veya emperyalistlere borcunu ödeyemeyemez duruma düşen ülkeler moratoryum ilan etmiyor mu? Kapitalizm böyle işliyor, yani ortada kural ihlali yok. Peki, ya kendine şöyle veya böyle “sosyalist” diyen bir ülke oyunu kapitalizmin kirli kurallarına göre, hem de en acımasız yöntemlerle oynuyorsa… Buna da ısrarla Çin’nin sosyalist olduğunu iddia eden, emperyalist hegemonyadan kurtuluş, bağımsızlık ve ekonomik kalkınma için umut olarak gören Çin Muhipleri Cemiyeti cevap versin.

Çin'in hesabı
Çinliler her şeyi baştan sona adım adım hesaplayarak ilerlerler. Yani ÇKP’nin bu ülkelerin sonunda bu duruma düşebileceklerini öngördüğünü, bu durumda nasıl bir çözüm bulacaklarını ta en başta hesapladığını ve projeleri “krediyi kurtarabilecek ayrıntılar” ekleyerek hazırladığını düşünüyorum. Yol, köprü, tünel inşaatlarının yanına elektrik santrali, havalimanı, liman, demiryolu gibi para getirici tesisler eklemelerinin nedeni bence bu.

Önceki yazımlarımda da değindiğim iki önemli noktayı hatırlatarak bitirmek istiyorum: (1) Çin, bildiğimiz anlamda kredi vermez. Yani “İhtiyaçlarına göre uygun gördüğün yerde kullan” diyerek kredi açmaz. Kredi bir paket olarak gelir ve o paket içinde Çin firmalarının yapacağı altyapı yatırımları, Çin’den satın alınacak makine-ekipman vs vardır. Paranın büyük kısmı bunların finansmanı içindir. (2) Çin, dünyadaki bütün kapılar yüzüne kapanan, başka bir kaynaktan kredi bulamayan ülkelerin mecburiyetten kapısına dayandığı bir ülke. ÇKP, bunu çok iyi bildiği için kredi sözleşmeleri de ona göre hazırlanır. Sözleşmelerin karartılarak açıklanmasının nedeni budur.

Yazıyı bitirirken Türkiye’nin Trakya’da da bir nükleer santral kurmayı planladığı ve “bu projede Çin ile yürüyeceğine” dair bir haber düştü ekranıma. Bu hikâyenin muhtemel sonunu merak edenler yazıyı baştan sona tekrar okuyabilirler.

KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

* Aasim Sajjad Akhtar, “The China–Pakistan Economic Corridor. Beyond the Rule of Capital?,” Monthly Review (Jun 01, 2018).

https://monthlyreview.org/2018/06/01/the-china-pakistan-economic-corridor/

“Foto Çalıkuşu!” - HAYDAR ERGÜLEN

ODTÜ Sosyoloji’de Devrimci Marksistler adlı Troçkist gruptan ODTÜ-ÖTK sınıf temsilcisi oldum, ama genel olarak yıldızlı yumruğu destekliyordum. Tıpkı Eskişehir’deki gibi tüm sol siyasetlere eşit davranmaya çalışıyor, farklılıklarımızla zengin olduğumuzu, sosyalizmin böyle olduğunu düşünüyordum.


Bazı zamanlar vardır, sonsuzluğa dönüşür. Bazı anıların mevsimlere dönüşmesi gibi. Bazı nehirler vardır, sanki sizinle beraber doğmuşlardır, çocuk olmuşlardır, sonra genç, akışlı, yüksek, yatağına sığmaz, sonra yorulmuş, yavaşlamış ve durgun bir göl olmuşlardır. Bazı şehirler vardır, gencecik evlatlarını, kızlarını, oğullarını yitirmiş, dağlara denizlere sığmayan acılarını içlerine akıtmış, onlardan sessiz akan bir nehir yaratmış ve onun kıyısında oturup ağlamış, yaralarını sarmış, yepyeni şehirler olmuşlardır.
Eskişehir’den söz ediyorum, şehrimden, şehrimizden. Hem eski hem yeni olabilmiş bir şehirden. Orada doğmuş, çocuk olmuş, genç olmuş, ayrılmak zorunda kalmış, sonra da bir daha dönememiş bir sakini, yerlisi değil ‘yersiz’i olmuş biri olarak, o şehrin ruhumuzu nasıl ele geçirdiğinden, nerede olursak olalım bizi terk etmediğinden, vefalı oluşundan, nereye gidersek gidelim aslında hep orada olduğumuzdan. Bizimle çocuk, bizimle genç olan bir şehirden.
Ayrıntı Yayınlarının Yakın Tarih dizisinden bir kaç tanıklık okudum. Yakın Tarih, yakıcı tarih, acılı tarih, bizim tarihimiz. Yoldaşlığımızın tarihi. İnancımızın, hiçbir zaman vazgeçmeyişimizin, vazgeçmeyeceğimizin tarihi. Birgün Mutlaka diyerek çıktığımız bu devrimci yolda hep yürüyeceğimizin tarihi. 

Bu kez çok yakından bir kitap yayımladı Ayrıntı, Ersin Toker’in yazdığı Porsuk Durgun Akardı (Temmuz 2018), altbaşlığı Mustafa Çalıkuşu Anısına. İkisi de benim en kıymetli hatıralarım arasında, hem Porsuk hem Çalıkuşu. Çocukluğum ve gençliğim. Dere ve nehir halimiz. Toker, Çalıkuşu’na adadığı kitabında, Eskişehir’de 80 öncesi devrimci mücadeleyi genel çizgileriyle belirtirken, özel ve ağırlıklı olarak Dev-Genç ve Devrimci Yol örgütlenmesini anlatıyor. Tabii diğer sol siyasetlerden, önde gelen devrimcilerden, devrimci mahalle ve bölgelerden, eylemler, çatışmalar, sorgulamalar, arkadaşlıklar, ayrılıklar, izlenmelerden…

Kitapta anlatılan Mustafa Çalıkuşu’yla Alevi- Bektaşi kültüründeniz. Çocukken geçirdiği felç yüzünden yürüme ve konuşma zorluğu çeken Çalıkuşu, yoksul bir ailenin abisi olarak kendini erkenden ve iyi yetiştirmiş bir devrimciydi. 6-7 yaş büyüğümdü. O zamanlar hem içinde yetiştiğim Alevi kültürünün hem de oturduğumuz işçi ve yoksul mahallelerinin etkisiyle daha ortaokula başladığımda solcu olmuştum. 1969 ya da 1970 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası’na (TÖS) gidip, onların öğretmen boykotunu destekleyen bir konuşma yapmıştım. 1971’de de Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idamına karşı, küçük daktilomda bir kaç yazı yazıp, lise 1. sınıftaki arkadaşlarıma dağıttığım için siyasi şubede 1 hafta ağırlanıp, 1 ay kadar da askeri tutukevinde yatmıştım, tabii tanımadığım 2 lise öğrencisiyle de örgüt kurdurmuşlardı bize! Çalıkuşu o zamanlar Karapınar’da oturuyordu, biz Kurtuluş Mahallesi’nde. Komşu mahallelerdi. Onların Karapınar’daki evlerine giderdim ya da Çalıkuşu bizim Göçmenevleri’ndeki evimize gelirdi. Kardeşi Nurettin her zaman en büyük yardımcısı oldu onun.

Kitapta ‘feodal sevgi’den söz ediliyor ve onun azalmaması gerektiği yolunda bir diyaloğa yer veriliyor. Büyük şairimiz Ahmed Arif’in söyleşilerinde de geçer bu, sevgide feodal olmaktan yanadır. Yani, yakınlık, sıcaklık, çıkarsızlık anlamında. Hiç unutmam, akrabamız, Çifteler’e bağlı Sadıroğlu köyünden, Çakal lakabıyla maruf, şimdi İzmir’de, Hasan’la klasik kitaplarımız olan Sosyalizmin Alfabesi, Felsefenin Temel İlkeleri’ni okur, Porsuk kıyısında, şimdi öğrenci kafeleri ve barların doldurduğu, 40 yıl önce çay bahçeleri, lunapark, yazlık açıkhava sinemaları ve konser mekanları olan Adalar’da gezerken, muhtemelen bir Yılmaz Güney filmi de izledikten sonra, bu kitaplardaki kavramlar üzerine konuşur, tartışırdık. Hasan, toplumların gelişim çizelgesinde sırasıyla kapitalizm, sosyalizm sonra da feodalizm aşamalarının geldiğini iddia eder, ben de buna karşı çıkardım! O zamanlarda bilgiden çok kalple, vicdanla, merhametle ve hiç kuşkusuz yetiştiğimiz kültürün değerleriyle solcu ya da devrimci olduğumuz için böyle komik yanlışlıklar da yapardık!

Çalıkuşu’yla benzer süreçlerden geçmişiz. Babam da TİP üyesi bir kaportacıydı. Beni o zamanlar TİP kurucularından olan şimdinin ünlü avukatı Turgut Kazan ile tanıştırdı, yine partinin önde gelenlerinden Gündüz Mutluay’ı da tanıdım. Fakat benim gönlümde bilimsel sosyalizmden çok, nehirsel, şiirsel sosyalizm vardı. Aşk gibi bir şeydi sosyalizm, doğal, yaz günü gibi, sular gibi, güneş gibi, gökyüzü gibi açık mavi bir şey yani. Okuyordum, çok okuyordum. Sonra da kendimi Troçki’nin akıcı üslubuna kapılmış buldum. Köprübaşı’nda küçükten de küçük bir mağazamız vardı, 2 yıl önce yitirdiğim canım kardeşim Halil işletti sonraları. Liseyi bitirip Eskişehir’e döndüğümde 1 yıl orayı çalıştırdım. Abut denilen pasajın içinde Can Bebe adlı bir konfeksiyon dükkanı. Hemen tüm siyasetlerin, TSİP, Halkın Kurtuluşu, İGD ve diğerleri dergilerini bizim dükkana koyar, oradan alıp bağırarak satış yaparlar, bazen de o küçücük dükkanda iki karşıt siyasetin insanları karşılaşır, ters ters bakışırlardı.

Kitapta anlatılan Yüksel Tuna, Mustafa Taylan, Fikret Dıranas, hepsini tanıdım. Yüksel’in plak dükkanı vardı, aynı mahallenin çocuğuyduk. Taylan ile kitapçısında sık buluşur konuşurduk, Fikret’se bizim pasajın yan çıkışındaki terzinin oğluydu. ODTÜ Sosyoloji’de Devrimci Marksistler adlı Troçkist gruptan ODTÜ-ÖTK sınıf temsilcisi oldum, ama genel olarak yıldızlı yumruğu destekliyordum. Tıpkı Eskişehir’deki gibi tüm sol siyasetlere eşit davranmaya çalışıyor, farklılıklarımızla zengin olduğumuzu, sosyalizmin böyle olduğunu düşünüyordum.

Canım Çalıkuşu, Eskişehir’de devrimcilerin evi, yurdu, abisi, kardeşi oldun hep, direnmenin güleryüzü oldun. Yaşamını kazanmak kadar, devrime insan kazandırmak için de fotoğrafçılık yaparken, ‘Foto Çalıkuşu’ der, gülerdin. Kardeşin Nurettin’le artık daha çok ölümlerde, cemevindeki anmalarda, yemeklerde karşılaşıyoruz. Seninle o zamanki devrimcilerin marşı haline gelen, Ruhi Su’nun “Drama Köprüsü”nü söyleyip yumruklarımızı havaya kaldırdığımız geceleri unutamıyorum.

Devrim günleri, Eskişehir, Ankara, ODTÜ, yani tarihimiz, yoldaşlığımız, unutulur mu?

HAYDAR ERGÜLEN / BİRGÜN



Onların da Allah’ı var... - MUSTAFA K. ERDEMOL

Jefferson’ı, Carter’ı, Obama’yı saymazsak ABD başkanlarının çoğu hem dolara hem de bir Allah’a sahiptiler. George Washington örneğin, “bizim Allah’ımız var” diyenlerdendi.

‘Sayın’ Genel Başkan Rize’de yaptığı konuşmada, 5.50 seviyesini aşan dolar/TL kurundaki yükselişe ilişkin, “Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah’ımız var” demesi, sıkışmışlığının ifadesi olduğu kadar bundan daha da çok kamusal mesaj üretirken vatandaşına sürekli dini anımsatma alışkanlığının da son örneği. Bunu çok sık yaptığını biliyoruz.

Tabii referansı din olan birisi olarak “Allah’ın hep yanında olduğunu” söylemesinde bir gariplik yok. Dolarla Allah’ı birbirine karşıt iki eşit güç gibi göstermesindeki tuhaflığa kafa yorması gerekenler de inanç sahipleri elbette. İktidar fetvacısı Hayrettin Karaman bu işe ne der merak ediyorum ayrıca. Allah’ı bu kadar dünyevi meselelerle meşgul etmenin açıklamasını Karaman hocadan duymak isterdim doğrusu. Dolarla mücadelesinde Allah’ın ne gibi katkısı olabilir bilmiyorum ama Genel Başkan bunu söylediğine göre bir bildiği vardır kuşkusuz.

Günümüze uygun laf değil
Genel Başkan, Trump dahil şimdiki ABD yöneticilerine “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” demekle isabetli bir iş yapmadı bana sorarsanız. Bunu, örneğin Thomas Jefferson’ın başkanlığı dönemine ilişkin söyleseydi daha anlamlı olabilirdi. Çünkü Jefferson’ın pek alışılmadık dini inançları vardı. Filozof ve teologdu Jefferson. İsa’nın tanrısallığı ile yetenekleri konusunda da kuşkulara sahipti. Giderek deizme ulaşmıştır denir. Ama rakipleri onun ateist olduğunda ısrarlı oldular hep. “Kafir Jefferson” derlerdi örneğin. O dönemde doların durumu nedir bilemem, yani Genel Başkanın, büyük bir silah olarak değerlendirdiğini sandığım güçte doları var mıydı bilmiyorum ama Jefferson’ın pek öyle Allah’ı falan yok gibiydi.

Başkanlar arasında dine en uzak olan Jimmy Carter’ın başkan olmak için Tanrı’ya dua ettiğini sanmam. Ama başkanlığa seçilebilmişti. Barack Obama 2010’da, Kongre’de yapılan bir Dua Toplantısı’nda Tanrı’dan hiç söz etmedi diye açık mektupla binlerce kişi tarafından eleştirilmiş bir Başkan’dı. Carter ile Obama’nın başkan seçilebilmeleri belki de Tanrı’nın seçim işlerine karışmayacak kadar “demokrat” olduğunun da bir işaretidir kim bilir?

Genel Başkanın atladığı ya da gerçekten görmediği şey şu; Jefferson’ı, Carter’ı, Obama’yı saymazsak ABD Başkanlarının çoğunun hem dolarları hem de Allahları var. Çünkü nasıl Genel Başkan Allah’ın kendisine yardımcı olacağına inanıyorsa, sadece dolarları var sandığı ABD’li politikacılar da aynı inanca sahipler. Öyle ki, Genel Başkanın da gayet iyi yaptığı gibi Amerikalı politikacılar da sık sık Allah’tan söz ederler. Çünkü, tıpkı yine Genel Başkan gibi, ABD’li politikacılar da sadece başları sıkıştığında değil, ülkedeki inanç gruplarına onlarla ne kadar uyum içinde olduklarını göstermek için de yaparlar bunu. Samimi ya da değiller ayrı mesele.

Washington ve Reagan...
George Washington örneğin, “bizim Allah’ımız var” diyenlerin başında gelirdi. Amerikan Kongresi’ndeki ilk konuşmasında “Evreni yöneten yüce varlığa, Allah’a yalvarıyorum” der. Yani karşısına ne tür zorlukların çıkacağını bilmediği bir dönemde “zorluk çıkarsa çıksın be! bizim de Allah’ımız var” demek istemiş Washington, tıpkı Genel Başkan gibi.

George Washington ile “dünyevi zorluklar” karşısındaki tepkileri aynı olan Genel Başkanın “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” diyerek, sadece kendisinin Allah’ının olduğunu düşünmesi gerçekçi değil.

Genel Başkanın doların önlenemeyen yükselişi karşısında herhalde yardımını beklediği Allah uzun zamandan beri, özellikle 1945’ten sonra yoğun biçimde Amerikalılarla birlikte. Başka ülkelere “demokrasi” götürürken de, Vietnam’ı, Irak’ı işgal ederken de ABD ordusunun yanında oldu Allah. Bu yüzden diyorum, Genel Başkanın “onların doları varsa, bizim de Allah’ımız var” demesi ABD’lilere inandırıcı gelmez.

Üstelik ABD’li politikacılar 1980’den itibaren dine daha fazla atıfta bulunur oldular konuşmalarında, tutumlarında. Ronald Reagan’dan önceki politikacılar denir, Tanrı’dan sadece “ricalarda” bulunuyorlardı. Başkanların adeta peygambervari tutumlar almaları Reagan’la başlamıştır. Reagan ilk başkanlık konuşmasında “Tanrı’nın özgür olmamızı istediğine inanıyorum” demekle, kendisini Tanrı’nın niyetlerini okuyan kişi konumuna yükseltir. Oysa kendisinden önceki başkanlar tanrıdan Amerika’nın özgür olmasını vs. diliyorlardı sadece, “ricacı”ydılar dediğim bu.

Bush Tanrı ile konuşurdu
George W. Bush, Afganistan ve Irak işgallerini kendisine “diktatörlüklere bir son ver” diyen Tanrı’nın yaptırdığına inanırdı. BBC’de kendisiyle 2005’te röportaj yapılan eski Filistin Dışişleri Bakanı Nebil Şat tanıktır buna. Şat bir heyetle makamına kabul edildiklerinde Bush’un odada bulunan herkese “Ben Tanrı’dan bir görev aldım. Tanrı bana ‘George Afganistan’da teröristlerle savaş’ dedi, savaştım. Sonra Tanrı yine bana ‘George, Irak’taki zulmü bitir’, dedi, bitirdim” dediğini aktarıyor. Yani, Genel Başkan ne der bilemem ama ABD’nin bugüne kadar yapıp ettiklerine bakılırsa Allah’ın kimlerden yana bir tercihte bulunduğu ortada.

Tanrı ile muhabbeti bir hayli ileri götürdüğü aşikar olan Bush daha sonra şöyle devam etmiş: “Ve şimdi, yine, Tanrı’nın sözlerini hissediyorum, bana diyor ki ‘Filistinlilere kendi devletlerini ver, İsrail’in güvenliğini sağla, barış yap.”

İsrail’in güvenliğini sağlamada Tanrı’nın isteği gerçekleşmiş durumda. Filistinlilere devlet verme işi hala olamadığına göre Tanrı, George’a bu durumda da bir şeyler söylemiş olmalı. Kızdı mı, gönül mü koydu, sitem mi etti, bilemiyoruz haliyle. En azından “George, ne oldu Filistin işi” demiş olabilir, madem bu kadar senli benliler. Bush’un bu konuda bir açıklama yaptığını duymadım ama.

Bush ile İngiltere Başbakanı Tony Blair’in 2002 yılında Irak’ın istilası konusunda prensip anlaşmasına vardıkları bir Crawford toplantısı vardır. O toplantı sırasında Bush’un Teksas’taki meşhur çiftliğinde Bush’la Blair birlikte Tanrı’ya dua etmişler. Onlar kadar güçlü olmayan Genel Başkanla, dünyanın patronları durumundaki Bush ile Blair’in Tanrı’dan aynı şeyi, yani kendilerine güç vermesini istediklerini tahmin ediyorum. Tanrı’nın bu üçlüden hangisinin dilediğini kabul ettiği sanırım herkesin malumu.

Sayın Genel Başkan dolara karşı mücadelesinde “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” derken bu örnekleri hatırlasa iyi olur. Karşısındakiler de en az kendisi kadar inançlı, en az kendisi kadar toplumun dini kodlarına uyma konusunda gayretliler.

Buna ragmen Allah’ın neden onların yanında olduğunu biliyor değilim. Merak ediyorum aslında.

Tüm İslam dünyasının merak ettiği gibi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

'Yeni Ekonomik Model': Hangisi yeni? Şarap mı kadeh mi? - SERDAL BAHÇE

TL, dolar karşısında bir günde yaklaşık yüzde 15 değer kaybetti. Üstelik bu düşüş süreci neredeyse yılın başından beri sürmekte. Maliye ve Hazine Bakanı kürsüde, karşısında ise sermaye kanallarının tabiriyle iş dünyasının temsilcileri, bizim tabirimizle büyük burjuvalar oturmakta. Bakan yeni ekonomik model adını verdikleri programı açıklamakta; açıklarken sürekli gülümsemekte, arada bir salona pas atıp, espri yapmakta. Bolca da terlemekte. Çok uzun bir sunumdu; üşenmedim baştan sona dinledim. Öncelikle bu kadar çok konuşup hiçbir şey dememek bir maharet olsa gerek; burjuvalar için ise, bu kadar uzun ve fakat içeriksiz ve laf ola beri gele bir konuşmayı dinlerken sıkılmadık pozlarına yatmak da başka bir maharet gerektiriyor. Bakanın suretinin yanına yerleştirilen sunum bile oldukça güdük idi ve sıkıcı tekrarlara dayanmaktaydı. Bu arada sadece hükümet yanlısı cümle kanal naklen vermedi bakanın açıklamalarını, aynı zamanda küresel sermayenin kanalları da yeni ekonomik modelin detaylarını canlı yayınladılar. Kısacası herkes pür dikkat bakanı dinlemekteydi. Aslında herkes kapitalist devletlerin kriz repertuarının ayrılmaz parçası olan “acil önlem/eylem paketi” türünden bir şeyler bekliyordu herhalde. Ancak bakan bu beklentilere pabuç bırakmadı ve sanki acil hiçbir sorun yokmuş gibi esprileriyle süslediği ve kendisi de bir espri olan yeni ekonomik modeli açıklamaya devam etti. TÜSİAD başkanına çıkışta yeni ekonomik model ile ilgili görüşleri sorulduğunda piyasa ile uyumlu ve beklenen bir adım olduğunu ancak henüz fazla kuramsal olduğunu belirtti. Kibarca “ortada bir şey yok” demenin başka bir yoluydu kuşkusuz.

Devam etmeden önce iktisat politikalarıyla ilgili bir detayı aktarmakta fayda var. Her yeni ekonomik model üç ana unsuru barındırır. Önce hedefler tanımlanır, ki en kolayıdır. Hedef tanımlama sürecinde güçlü toplumsal çıkarlar ön plandadır. Örneğin enflasyon hedeflemesi + büyüme hedefi bize programın finans kapitalin beklentilerine göre ayarlandığı izlenimini vermelidir. Bu kolaydır. Zor olan süreç ve araçları tanımlamaktır. İkinci aşamada bu hedeflere ulaşmanıza aracılık edecek araçlar tanımlanır. Bu araç kümesinin tanımlanması süreci de teknik ve tarafsız bir süreç değildir pek tabii. Burada yine egemen sınıf çıkarları ve emperyalizmin hassasiyetleri dikkate alınır. Örneğin zamane modelleri, hele ki Türkiye türünden bağımlı ve açık veren ekonomiler için kurgulandılarsa, araç olarak kambiyo kontrolü, sermaye kontrolü türünden zinhar yassak araçları kullanamazlar. Üçüncü ve en zor aşama ise aslında meslekten iktisatçılara has teknik bilgiye ve meraka hitap eder. Ancak yine de zorunlu bir adımdır. Bu adımda, tanımlanmış araçların bizi belirlenen hedeflere nasıl götüreceği dinamik bir şekilde anlatılır. Böylece model bir zaman boyutunu da içermiş olur. Bakanın uzun konuşmasından “yeni ekonomik model”in birincisine sahipken, ikinci ve üçüncüsünün namevcut olduğunu anladık. Ancak sadece süslü hedeflere ve iyi niyetlere sahip bir açıklamayı başka her şey olarak kabul edebiliriz ancak “yeni bir model” olarak asla. Aslında yeniliği de tartışılır. AKP’nin 24 Haziran öncesi açıkladığı seçim beyannamesinin tekrarı gibiydi. 

Gelelim yeni olmayan “yeni ekonomik model”in detaylarına. Bakan hazretleri öncelikle sermaye piyasalarının güçlendirilmesinin temel hedeflerden biri olduğunu ve bunun finansal sistem içinde bankaların payının azaltılarak sağlanacağını belirtti.  Bir kere bu yeni bir amaç değil; Özal liberalizminden bu yana sermaye piyasalarının güçlendirilmesi bir hedef olarak her hükümetin programında var; IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin zaten amentüsü gibi. Bunun arkasında şöyle bir mantık var, güçlü sermaye piyasaları tasarrufu yükselterek yatırım için yüksek fon yaratacak. Bankaların sistem içindeki paylarının azaltılması ise aslında bankacılık sistemi dışı finansal araçların çeştilendirilmesine ve finansal derinleşmeye hizmet edecek; bakan standart küresel sermaye kılavuzlarının değişmezlerini tekrarlamış gibi görünüyor. Ancak bu boş bir beklenti; iki nedenle. Birincisi finansal sektör kapitalizm başka türlü kurgulansa ya da yapılandırılsaydı belki reel sektöre beklenildiği türden bir hizmet sunardı ancak çağdaş kapitalizmde finansal sektör genişlemesi tam da reel sektörün yapısal sorunlarının sonucu olarak ortaya çıkan bir şeydir. Kısacası onun genişletilmesi sorunu ağırlaştırmaktadır. Son kapitalist krizler buna defalarca şahitlik edeceklerdir. İkincisi ise bakanın safiyane beklentisinin aksine, bakanın belirttiği tarzda olsa bile, finansal genişleme, aslında ikiz kardeş olarak borçlanmayı da arttırıyor. Bu da mutlaka çöküşleri hızlandırıyor ve toplumsal olarak daha maliyetli kılıyor. 

Modelin 3+1 zamansal fazının olduğu belirtildi. Böylece bir sayıların gizemine geri döndük. Birinci faz olarak 2018-2019 dönemi ekonomik dengeleme dönemi ve ikinci faz; 2020-21 dönemi istikrarlı ve sağlıklı büyüme dönemidir. Üçüncü faz anlaşılan 2022’’de vizyona girecek ancak bir bitiş tarihi belirtilememiş. Bu fazda ise adaletli bölüşüm sağlanacakmış. Bu faza bir nihayetin konulmaması ilginç; adaletli bölüşüme ne zaman ulaşacağız? Ancak bakan burada durmadı ve “+1”’in sırrını da açıkladı. Bu bonus faz ise nitelikli işgücüne ve güçlü toplum fazıdır. Bu son faz ne alama geliyor, anlayan var mı?
İlk fazda cari açığın düşürülmesi ve tasarrufların artırılması temel hedef olarak konmuş. Bakan bizim sormak zorunda olduğumuz “Nasıl?” sorusunun cevabına vakit ayırmadı. Aslında bu soru şu anda Türkiye kapitalizmi için en önemli soru. Birinci faz bir dengeleme dönemi ise demek ki cari açığı bir tür dengeleyememe sorunu gibi görmekteler. Şapkadan çıkarılacak birkaç sihirli reform ve bakın görün cari açık düşecek. Bakan yüz vermedi ama biz soralım: Nasıl ama nasıl? Öncelikle Türkiye’nin cari açığı konjonktürel bir dengesizliğin, arızi bir sapmanın sonucu değil ki, yapısal bir sorun. Petrol ithalatı + doğalgaz ithalatı + yatırım ve aramalı ithalatı toplamı ithalatın çok büyük bir bölümü yani bizim üretebilmek ve yaşayabilmek için bu ithalata devam etmemiz gerekecek. Hatta böbürlendiğimiz yükselen ihracatı sürdürmek için de yükselen ithalata katlanmak zorundayız. Yapısal bir sorunu iki yıl içinde çözmeyi düşünmek nafiledir.  Bu göze alınsa bile şu anda Türkiye’de kapitalist devletin elinde bunu yapacak hangi araç var? Son 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı ekonomi programı devletin bütün etkin araçlarını budamadı mı? Gerçekten nasıl olacak bu iş? 

Bakan yine ilk fazda sıkı para ve maliye politikası uygulanacağını da müjdelemiş. Sıkı para ve maliye politikası yüksek faiz – düşük kamu harcaması – kısılan sosyal harcamalar demek ise gerçekten bu yukarıdaki yargımızı doğrulamaktadır. Bu kapitalist devletin eli kolu bağlı olacak anlamına gelecektir. Peki cari açık nasıl düşürülecek, ikinci fazda hedeflenen yüksek teknoloji ve yüksek katma değer içeren ürünlerin üretimine ve ihracatına dayalı bir yapıya nasıl geçilecek? Nasıl ve hangi araçla? Soldan iktisatçılar pek çok kez vurguladılar, bir kez de biz söylemiş olalım: Sıkı para ve maliye politikası durgunluğun kalıcılaşması anlamına gelecektir. Bu ortamda nasıl sağlıklı ve sürdürülebilir büyüme olacak? Bilen varsa beri gelsin.  Sıkı para ve maliye politikası emekçiler için zulümden öte bir şey değildir. 

Bakan devam ediyor; dolaylı vergiler düşürülecekmiş. Keşke… Ancak açık veren bütçenin gelirlerinin önemli bir bölümü dolaylı vergilerden geliyor. Eğer dolaylı vergiler düşürülecek ise açığın büyümemesi için dolaysız vergiler, yani gelir ve servet üzerinden alına vergiler arttırılacak demektir. Dolaysız vergiye yönelim ise ilk elden “kimden alınacak” sorusunu gündeme getirecektir. 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı politikalar dolaysız vergilerin ekserisinin maaşlı ve ücretliler tarafından ödenmesine yol açtı. Sermayenin ödediği vergi devede kulak, mülk sahipleri ise neredeyse hiç vergi ödemiyorlar. Şimdi bu yeni yük kime yıkılacak? Saf olsak bakan sermaye üzerindeki vergi yükünün arttırılacağını ima ediyor derdik. Ancak unutmayın model büyük burjuvaziye takdim ediliyordu. Bu nedenle saf olmamak gerekiyor.  Bir diğer ilk faz hedefi ise enflasyonun düşürülmesi. Malum, son 3-4 yıldır yüzde 5 enflasyon hedefini tutturmaktan acizler. Bu yeni model, kur ve faiz artarken bu hedefi nasıl tutturacak; o da pek açık değil. 
Kısacası yeni modelin nesinin yeni olduğu pek açık değil. Ayrıca acil sorunlarla ilgili garip bir ketumluk sergiliyor. Dahası vurgulandı iktisat mantığı açısından modele hiç mi hiç benzemiyor. Yeni bir şey yok, son 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı programın bir tekrarı gibi. Peki şimdi soralım; kadeh mi yeni, şarap mı?

Serdal Bahçe / SOL

Demokrasi, diktatörlük ve Brunson krizi - TANER TİMUR

Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.



İki hafta öncesine kadar bu ülkede kimse adını duymamıştı; 1 Ağustos’ta iki bakanımız sayesinde bu adı hepimiz öğrendik. Magnitsky Yasası uyarınca, ABD, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararı almıştı. ABD’ye girmeleri ve bu ülkenin finans kurumlarını kullanmaları yasaklanıyor ve -eğer varsa- Amerika’daki varlıklarına el konuluyordu.
Peki, neydi bu Magnitsky Yasası? Ve hangi amaçla çıkarılmıştı?

Yasaya adı verilen Sergei Magnitsky Rus vatandaşı bir hukukçuydu ve vergi alanında uzmanlaşmıştı. Büyük bir vergi kaçakçılığına adı karıştığı için hapse mahkûm olmuş, fakat 2009 yılında Rusya’da hapisteyken dövülerek öldürülmüştü.

Amerika doğumlu iş adamı bir dostu olayı ABD’ye taşıdı; Kongre’de lobi yaptı ve üç yıl sonra da Magnitsky’nin öldürülmesinden sorumlu olanlara karşı yaptırımı öngören bir yasa çıkmasını sağladı. 2016’da ise bu iki taraflı yasa genelleştiriliyor (Global Magnitsky Act) ve “insan hakları ihlali” bağlamında her ülkede uygulanabilir hale geliyordu.

Nitekim Obama’nın imzasıyla 2016 Aralık ayında yürürlüğe giren yasa birçok ülke (bazı Latin Amerika ülkeleri, Sırbistan, Pakistan vb.) vatandaşlarına karşı da uygulandı. Ne var ki 1 Ağustos kararıyla ilk kez bir NATO ülkesinde, üstelik bakanlar düzeyinde uygulanıyordu.

•••

Beyaz Saray sözcüsüne göre Gül ve Soylu, aslında masum bir din adamı olan Andrew Brunson’un tutuklanmasında rol oynadıkları, yani ciddi bir “hak ihlali”nde bulundukları için yaptırımlara hedef olmuşlardı. Zaten Erdoğan da ABD otoritelerine hitaben “Verin bizim papazı alın sizin papazı!” diyerek davanın siyasi niteliğini ortaya koymuştu. Türkiye’de devam eden davada ise, rahip, casusluk ve terör (FETÖ, PKK) yandaşlığı ile suçlanıyordu. Buna karşı itirazlar da Trump’ın bir tweeti ile başladı ve giderek tehdide dönüştü. ABD Başkanı tweetinde “O casussa, ben daha büyük casusum” demiş ve bu “iyi aile babası”nın bir an önce evine dönmesi gerektiğini söylemişti. Sonra Başkan Yardımcısı Pence devreye girdi ve gerginlik giderek tırmandı. Brunson’un tutuklu halinin ev hapsine çevrilmesi durumu değiştirmedi ve sonunda yaptırımlar geldi.

•••

Bu onur kırıcı uygulamaya karşı Türkiye’de ilgili bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın tepkileri ne oldu?

İlgili bakanların ilk tepkileri ABD’de hiçbir mal varlıklarının ya da banka hesaplarının bulunmadığını açıklamak olmuştu. Anlaşılan, yaptırımlarda en önemli gördükleri nokta buydu. Sanki ABD Hazine Bakanlığı hiçbir pratik değeri olmayan, anlamsız bir karar almıştı. Üç günlük sükûttan sonra Erdoğan da benzer bir tepki sergiledi. “Men dakka, dukka” (çalma başkalarının kapısını; çalarlar kapını!) dedi ve Amerikalı adalet ve içişleri bakanlarının Tükiye’deki (aslında mevcut olmayan) mal varlıklarına el konuldu. Ortada bu bakanlara “insan hakları” konusunda bir suçlama yoktu ve bu kararın neden bir “kısas” teşkil edeceği anlaşılmıyordu. Yine de piyasalar bu tepkiyi kendi mantıkları içinde değerlendirdiler ve izleyen günlerde Türk lirası dolara karşı görülmemiş bir hızla değer kaybetmeye başladı. Aslında piyasa tamamen Brunson’dan yanaydı; zaten rahibin tutukluluk hali ev hapsine çevrilince de borsa yükselmiş, Türk Lirası’nın değeri hızla artmıştı.

•••

Yurt ve dünyadaki gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa izleyenler için bütün bu gelişmelerde şaşılacak bir taraf yoktu.

Türkiye ekonomisi çoktandır gelişmekte olan ülkeler arasında en kırılganlar arasında, çoğu kez de ilk sırada yer alıyordu. AKP döneminde Türkiye’ye giren ve iktidarın durmadan övündüğü yatırımlara kaynak teşkil eden yüzlerce milyar dolarlık yabancı sermaye bu ülkeye yüksek faizler sayesinde girmişti. Şimdi, Trump’ın himayeci politikasıyla trend aksi yöne dönerken, bütün suçu “faiz lobi”lerine yüklemenin ve “yastık altı” varlıklara bel bağlamanın bir anlamı yoktu.

demokrasi-diktatorluk-ve-brunson-krizi-498603-1.
Tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor. Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içerde ve dışarda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek; ikincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak.



Bu tavır, bir zamanlar Menderes’in enflasyonu önlemek için “muhtekir tüccarlar”a savaş açması ve Milli Korunma Kanunu’nu yürürlüğe koyması gibi iktisat dışı önlemleri anımsatıyordu. O yıllarda piyasa kanunları zabıta önlemlerine karşı ağır basınca Menderes bu kez de siyasi baskı yöntemlerine başvurmuş ve bu da sonunu hazırlamıştı. Günümüzde ise eski senaryonun farklı bir uluslararası konjonktürde sahnelenmesine özenilir gibi bir tavra tanık oluyoruz. İki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra başlayan diplomasi satrancında, AKP medyası Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” kalibresi içinde sunuyor ve ülkede gerçekçi temellerden yoksun bir dış politika, iç politikanın aracı haline getiriliyor. Böylece Erdoğan kağıt üzerinde müttefik olan batılı ülkelere yer yer hakarete varan eleştiriler yöneltiyor; milli gururu okşuyor ve alkışlanıyor. Buna karşılık Batılı devlet adamları, anlaşmalarla çizilmiş kırmızı çizgiler aşılmadıkça, gelişmeleri öfkeyle, fakat sessizce izliyor, somut bir tepki göstermiyorlar. Örneğin ABD’de bir basın toplantısında Beyaz Saray Sözcüsü’ne Amerika’ya atılacak “Osmanlı tokadı” sorulduğunda, gülmüş ve “Biz politikamızı belirlerken bu gibi beyanları hiç dikkate almıyoruz” şeklinde yanıt vermişti. Oysa Evanjelist rahibin, bekledikleri gibi, bir türlü serbest bırakılmaması somut bir olaydı ve sonunda tepki de somut oldu. Hedef olarak da, iki bakanın ötesinde, Erdoğan seçilmişti. Nihayet , Türkiye’de iç ve dış siyasetin başlıca mimarı kendisiydi.

•••

Peki, şimdi ne olacak? Türkiye ne gibi olasılıklarla karşı karşıya bulunuyor? ABD yaptırımlarına şeklen de olsa yanıt verildi; zevahir kurtarıldı; peki, çöken Türk Lirası nasıl kurtarılacak?

Bir konuda ABD’nin açık ve kararlı bir tutum içinde olduğu görülüyor. Trump’ın ifadesiyle “mükemmel bir Hıristiyan, aile babası ve harika bir insan” olan Brunson serbest bırakılmadıkça yaptırımların kalkmayacağı; aksine yeni yaptırımların da gelebileceği anlaşılıyor. Bu koşullarda Amerika’ya heyet üzerine heyet göndererek “müzakereler”de bulunmak durumu kurtarabilir mi? Bu hiç de olası görünmüyor. Nitekim büyük umutlar bağlanan 9 kişilik heyetimiz Washington’dan eli boş döndü. Şimdi gözler Erdoğan’da; çözüm bütün bu gelişmelerin mimarı olan Cumhurbaşkanı’nın dudakları arasında ve o da Goliath’a karşı bu eşitsiz savaşında tüm politikasının inkârı anlamına gelecek dramatik bir seçimle karşı karşıya bulunuyor.

•••

Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.

Reel dünyada somut dayanakları olmayan bu politika ile nereye kadar gidilebilirdi?

Partizan bir liberalizm ile demagojik bir popülizmi bir arada yürütmeye çalışan bir politikanın bugün artık sınırlarına gelmiş bulunuyoruz. İktisadi kriz, siyasi bir krize dönüşme potansiyeli taşır ve muhalefet de iç kavgalar içinde bocalarken, iktisadi muhalefetin ön plana çıkacağı ve iktidarı sarsacağı günlere yaklaşır gibiyiz. Tam da bu noktada “yerli ve milli” burjuvazinin gözleri Erdoğan’a çevrilmiş durumda ve onlar da Erdoğan’ın Amerikalı rahibe bir “ihsan”da bulunmasını bekler gibi görünüyorlar. Brunson’un tutukluluk hali ev hapsine çevrildiği gün -borsa ve dolar göstergeleri tanıktır- bayram yapmamışlar mıydı? Bugün de –eğer ters bir tesir yapacağından çekinmeseler- Beştepe’ye bir “ricacılar heyeti” göndereceklerinden kimse kuşku duymamalıdır!

•••

Aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Obama zamanında bozulmuştu ve bunun nedeni de Suriye politikasıydı. Obama da Erdoğan gibi Esad rejimine karşıydı; fakat 2013 Ağustos’unda bu ülkeye fiili müdahalede bulunmayacağını ilan etmişti.

Oysa Esad’ın devrilmesini DAEŞ’in ezilmesinden de önemli gören AKP iktidarı, bu konuda Pentagon’la işbirliğine hazırdı. Türk planına göre Esad rejimi yıkılacak, yerine Müslüman Kardeşlerin de yer aldığı “demokratik” bir rejim gelecekti. Ne var ki Obama’nın açıklaması ile bu plan suya düşüyordu. Savunma Bakanı Robert Gates, durumu, “Bir üçüncü savaşa başlamadan önce, ilk iki savaşımızı (Irak ve Afganistan) bitirmemiz gerekmiyor mu?” diye açıklamıştı.

Obama da aynı görüşteydi. AKP medyası Anti-Obama kampanyasını bu koşullarda başlattı. O sırada seçim kampanyasına koyu bir İslamofobi ile başlayan Trump, her şeye rağmen AKP çevrelerinde bir umut kapısı olarak görülüyordu.

•••

Bu umut Trump seçildikten sonra daha da arttı. Seçim kampanyasında söylenenler önemli değildi; Erdoğan ile Trump başbaşa görüşecekler ve raylar yerine oturacaktı.

Ne yazık ki sabırsızlıkla beklenen görüşme ancak yirmi dakika sürdü ve umutlar da kısa sürede solmaya başladı. Trump, kendi ülkesinin muhafazakârlarını dahi ürküten faşist fikirler taşıyordu ve bunları uygulamaya çalışacağı da açıktı.

Böylece, bugünlere Trump’ın tüm dünya demokratlarını karşısına alan kavgalarıyla geldik. Ve bunu da yoğun bir Esad nefreti ve Obama karşıtlığı içinde basireti bağlanan AKP iktidarı göremedi ya da çıkar hesaplarıyla görmek istemedi.

•••

Ne var ki Beştepe Trump’ı yine de bir kalemde silemezdi. Amerikalı Başkan’ın “otoriter lider”lere zaafı vardı ve “insan hakları” diye bir sorun tanımıyordu. Üstelik Erdoğan’a da, kısa görüşmeleri esnasında, “takdir duygularını” ve “sevgilerini” iletmek fırsatını bulmuştu. Kısaca umutlar solsa da tamamen ortadan kalkmamıştı. Nitekim Erdoğan son krizde bile Trump’ı sorumlu görmüyor, Başkan’ın “oyuna getirildiğini” ileri sürüyordu. Aslında oyunu asıl tezgâhlayanlar belliydi. Yine de ABD ile ilişkiler hayatiydi ve düzelmeliydi; gerekirse Brunson hemen serbest bırakılabilir, onu çakma iddianamelerle hapse atanlar layığını bulur ve sonuç da bir yargı zaferi şeklinde sunulabilirdi. Bunun için de Beştepe’nin mutlak bir iktidara sahip olması gerekiyordu.

•••

Trump’ın faşist fikirler taşıdığını ve sadece Amerikan demokrasisi için değil, tüm dünya çapında bir tehdit teşkil ettiğini yineleyelim. Buna karşı verilecek savaş da, elbette ki demokratik değerlerin dünya çapında savunulduğu bir savaş olacaktır. Ne var ki, son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye bu savaşa bir halk cephesi öncülüğünde değil, tutarsız ve temelsiz bir “büyüklük hülyası” ile sürüklenmiş bulunuyor. Ve tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor. Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içerde ve dışarda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek; ikincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak.. Birinci yol barış ve demokrasi yoludur ve ilk taşları katilleri, hırsızları, mafya liderlerini değil, düşüncelerinden ötürü hapsedilmiş yurtsevereleri haklarına kavuşturan bir yasa ile döşenecektir; ikinci yol ise keyfi önlem ve tutuklamaların devam ettiği, iktisadi krizin yoğunlaştığı bir “istibdat ve düyunu umumiye” yolu olup, bunun taşları da uygulanan baskı politikası, Abdülhamid özlemi ve övgüleriyle çoktandır döşenmektedir. Yine de iyice bilinmesinde yarar var ki bu ülkede laik cumhuriyet Vahdettin’den çok Abdülhamid’e karşı ilan edildi ve artık Türkiye’nin II. Abdülhamid’den sonra bir de III. Abdülhamid’e tahammülü yoktur..

Taner Timur / BİRGÜN

Cehennemde bir vaha: Seferihisar Çocuk Belediyesi’nde zaman - Işıl Özgentürk

Bir an gözlerimi kapattım ve kendimi bir kum tanesi gibi hissedip, uzaktan dünyaya baktım. Kuzeyde yanan ormanlar, erimesin diye köpükle kaplanan buzullar, gene kuzey ülkelerinde sıcaktan dehşete düşmüş yurttaşlarına “buyrun reyonların yanında serinleyin” diyerek kapılarını sonuna kadar açan marketler, Amerika’da durdurulamayan ve birinci derece afet çağrısı yapılan yangınlar, seller, depremler ve kısaca dostlar, dünya usul usul değil, şiddetle ölümüne doğru gidiyor. 

Birden ülkeme geldim, rant uğruna haşat edilen Karadeniz, sulara sürüklenen fındık çuvalları, kayan ve yıkılan köprüler ve sürekli yükselen dolar, dehşet içinde kaldım ve bir anda “ben cehennemde miyim” diye düşünüp, kendimi çimdikledim ve gözlerimi açtım. Derin bir soluk alıp, cehennemden kaçmak için sığındığım bir vahada olduğumu fark ettim. 

Ben Seferihisar’daymışım. Seferihisar sadece yavaş kent değil, aslında kulağınıza fısıldayayım, burası bir “Çocuk Cumhuriyeti”... Neden böyle söylüyorum, şimdi anlatacağım. Seferihisar Belediye Başkanı; çocukların “Tunç abi”si ve belediye çalışanları, burada bir çocuk belediyesi kurmuşlar, sözde değil özde, çocuklar da belli bir sırayla meclis toplantılarına katılıp isteklerini dile getirmişler. Ve usul usul Seferihisar bir çocuk cenneti olmuş. Ben burada bu çocuk cennetinin küçük bir filmini yapıyorum ve ne doların yükselmesi, ne batan dünya pek umurumda olmuyor.
 
Büyük kentlerde ailelerin binlerce lira harcayıp çocuklarını gönderdikleri kurslar, eğlence ve spor olanakları burada tümüyle çocukların emriyle parasız ve belli bir disiplinle yapılıyor. Küçük çocuklar aileleri, diğerleri seçtikleri alanlarda daha etkin olabilmek için bisikletlerine atlayıp harika bir yer olan Çocuk Belediyesi binasına geliyorlar. Ağaçların arasında sayısı 20’yi geçen atölye işçiliği ve isteyen istediğinde... Ben en çok küçücük, minnacık çocukları origami yaparken, müzik eşliğinde dans ederken seyretmeyi sevdim. Satranç da tam yaşında, yani beş-altı arası başlıyor. Şimdiden şampiyon olanlar var. Müzik, resim, ritim atölyesi, piyano, keman, nefesli sazlar, ne isterseniz bu konseptte var. Gencecik ya da benim yaşımda hocalar ders veriyor.. Ben bir yandan dokuz çocuğa (10-13 yaş aralığı) senaryo yazmayı, film çekmeyi öğretiyorum. Çok iyi hikâyeler tek tek gelmeye başladı. Bu arada bir psikoloğumuz var, çocukları, anaları, babaları dinliyor, onlara yol gösteriyor ve eminim hep çocuklardan yana. 

Belediye Çocuk Meclisi’nin işi burada bitmiyor, istek üstüne dalgıç okulu açılmış, 15 küçük çocuk hocalarıyla dalmayı öğreniyorlar, bir kısmı da yelken kullanmayı.. basketbol ve voleybol takımlarını saymıyorum. Merkezde çocuklarla birlikte çalışan arkadaşların söylediğine göre her dönem yaklaşık bin çocuk bu aktivitelerden faydalanıyor. Bando ekibi bile var. 

Ben bu ‘Çocuk Cumhuriyeti’nde dolaşırken, bu yıl 12’ncisi yapılan Türkiye Tiyatrolar Buluşması’na denk geldim. Bu buluşma benim en sevdiğim etkinliklerden biri, 6 yıldır içindeyim. Türkiye’nin her yerinden gelen genç tiyatrocular, sanat merkezinde çadırlarını kurup imece yaparak tam bir hafta birbirlerini tanıyor, köylere gidiyor, bir kısmı da Sığacık Kalesi’nde oyunlarını oynuyor. Dans, drama, tiyatroda ışık, tiyatroda reji, tiyatronun geleceği hakkında en değerli hocalardan ders alıyor ve onları sıkıştırıp yepyeni bir tasarımla, yepyeni oyunlar düşüyle kentlerine dönüyorlar. Bir hafta süren etkinlik öylesine yoğun ki, bu güzelim buluşmayı ayrı bir zamanda, geniş anlatmak istiyorum. Çünkü üç yıl önceki buluşmada tango atölyesinde Yusuf Emre ile tango yapmıştım ve o Suruç’taki patlamada öldü. Ona hep bir sözüm var, her yıl tango yapacağım ve bu etkinliği uzun uzun anlatacağım. Dostlarım, heyecanlandıysanız 554 kişinin geldiği, 39 tiyatro grubunun bulunduğu bu etkinliği internetten izleyebilirsiniz. Vay vay vay, ben bunları yazarken dolar gene bir çeyrek artmış, ne yapalım en azından şimdilik sığındığımız vahalar var, onlara sahip çıkalım...

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Sanki her şey birden oldu, aptallara masallar - ORHAN BURSALI

Sanki her şey birdenbire oldu.. Gök yarıldı seller bastı insanlar öldü; yer yarıldı kentler göçtü.. Deprem bile aniden olmaz, birikir birikir birikir yer kopar. Aptal, Tanrı kızdı gazaba geldi der. Politikacı da “Allah’ın işi” der, gerçi akıllı telefon vb. kullanan ama hâlâ aramızda yaşayan taş devri ve öncesi insanlara. 

Tüm evrende, şüphesiz ki yeryüzünde doğada ve toplumlarda de hiçbir zaman olaylar birden olmaz. Bir birikimin sonucu veya ürünüdür. 

Ekonomi birden mi koptu da rayından çıktı, gümbür gümbür yuvarlandı? 
Evet aptallara masalları üst perdeden inandırma zamanı. Dolar mı 6.50’ye birden geldi:


Bunlar ekonominin adım adım kötüye gittiğinin işaretleriydi. Bu krizin son bir lirası, Trump - Papaz Brunson siyasi kapışmasının köpüğü diyebiliriz, ama Brunson olmasaydı da bu gidişle dolar 7 TL’ye doğru yolculuğunu sürdürecekti.
Dolara eşlik eden başka göstergeler de var. Mesela dış borç:
2002, 130 milyar dolar > 2018’de 465 milyar dolar. Yani milli gelirin yüzde 53’üne yakın. Gerçi şu an milli geliri hesap ederseniz 750 milyar doları bulmazsınız, buna göre de dış borcumuzun oranı yüzde 75’leri aşar.

Borç birikimi - kriz birikimi
Özel sektörün dış borçta payı 325 milyar dolar. 2009’da özel sektöre dolar üzerinden borçlanma hakkı tanındıktan sonra, Umut Oran’a göre, net döviz pozisyon açığı 67 milyar dolardan 217.3 milyar dolara çıktı. (Ekonomik Çöküşten Çıkışın Yolu raporu)
Şöyle düşündüm: Net borçları olan 217 milyar dolar tüm borçlu yerli şirketlerin topunu satın alabilir! Zaten komplo teorileri de dolaşıyor ortalıkta, aslı astarı zor bulunan; “bizim olmayan şirketleri çökertme operasyonu”.
Türkiye’nin alım-satım dengesini anlatan cari açık 60 milyar dolara dayandı. Bütçe açığı da 50 milyar TL’ye.
Yani her şey yıllardır birike birike geldi.
Enflasyon da.. işsizlik de.. şirket iflasları da...

El parasıyla caka
El parasıyla caka sata sata ekonomiyi iflas noktasına getiren iktidar, olayı siyasi savaş haline sokunca batış süreci hızlandı.
Büyüklük, büyük adam, en büyük lider vb. kompleksi böyle bir şeydir.
Meydan okumayı sürdürürsün.
Davaları “al papazı ver papazı” değiş tokuşuna dönüştürürsen, ben vermiyorum sen papazımı ver diye bastırır, restini çeker ve Türkiye’nin eli böğründe kalır. Bu amaçla açılmış davaların içeriğinin boş olduğunu görür ve restini çekerler.
Söyleyeyim, ABD’nin Türkiye ile en önemli güncel sorunu papazı almak. Bu kadar basit. Bozarız ilişkileri, çeker karşı tarafa gideriz gibi açıklamaların şu anda yapacağı etki ve tahribat, ekonomiyi iyice çukura batırmaktır.
İktidar ve adamlarının kriz karşısında attıkları her adım krizi derinleştirici özellik taşıyor. Yeni ekonomik model diye açıklanan programa bazı iş liderlerinin övgülerine bakıyorum da yüzüm kızarıyor. Biliyorum ki kendi CEO’su bu sunumu yapamaz.

2001 olayı gibi
Yani ekonomik kriz adım adım zaten derinleşiyordu. Biz de burada yazıp çiziyorduk. Doların, dış borcun, bütçe açığının, enflasyonun, işsizliğin artışı, hepsi kriz birikiminin göstergeleriydi. 

Tabii en büyük göstergelerden biri ise Türkiye ekonomisinin katma değer üretemeyen, düşük ve orta ve altı teknolojilere dayalı yapısıydı, bu iktidarın hiç değiştiremediği.
Affedersiniz, bu kadar borçla nereye kadar gidebilecektiniz? 
Babanızın veya kendi banknot matbaanızın parası mıydı? 

Nasıl bir bomba üzerinde oturduğunuzu görmüyor muydunuz da, bunun üstüne, al papazı ver papazı siyasi kapışmasına giriştiniz?
Şu papaz olayı, kriz birikimine çakmak çaktı.
Tıptı 2001 kriz birikimini anayasa fırlatma olayının fitillemesi gibi.. 

Bu işten kolay kurtuluş yok ve bedeli büyük olacak.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Haziran 2025-

  Pehlevi Hanedanı İran’a geri dönecek mi?-Hakkı Hacınebioğlu- Emperyalizm 20’nci yüzyılın ölülerini hortlatmaya niyetliyse İran ve dünya iş...