Ekonomik krizi önlemenin tarımdaki rolü - Mustafa Kaymakçı / ODATV

Bu yazımda “Tarımsal Kitler Yeniden Açılmalı” önermesini yapacağım. Bununla birlikte konumuzla bağlantılı olduğu için yaşanmakta olan ekonomik krizin nedenine kısaca değinmek istiyorum.


Tarım ve Gıda Egemenliği İçin Çıkış Yolu-1 ve 2 numaralı yazılarımda sırasıyla “Tarım’da Aile İşgücü Temelinde Köylü İşletmeleri Desteklenmeli” ve “Tarımda Kooperatifleşme Sağlanmalı” önermelerinde bulunmuştum.
Bu yazımda “Tarımsal Kitler Yeniden Açılmalı” önermesini yapacağım.Bununla birlikte konumuzla bağlantılı olduğu için yaşanmakta olan ekonomik krizin nedenine kısaca değinmek istiyorum.
EKONOMİK KRİZİN TEMEL NEDENİ NE?
Kimileri, ekonomiyi düze çıkarmanın yegane yolunun; çağdaş demokrasi ve bağımsız yargıyı tesis etmekten geçtiğini inanıyor. Bu yaklaşımın gerçek payı var. Ancak ne kadar?
Kafalarımız öyle yıkandı ki büyük bir çoğunluğumuz, içinde yaşamakta olduğumuz ekonomik krizin dışa bağımlı neo-liberal politikalardan kaynaklandığı ya görmüyor ya da görmezlikten geliyor.
Yineleyelim; gelinen olumsuz noktanın temel nedeni, dışa bağımlı ara malı ve hammadde ithalatına dayalı ekonomi politikalarıdır.
Örnekleyelim;
Dışa satılan her 100 birim malın 60 birimini dışarıdan alıyoruz.Bu bağımlılık değil midir? Yaklaşık 20 milyar dolar devlet tahvili ve 33 milyar dolarlık Türk hisse seneti yabancıların denetimindedir. Bu bağımlılığı yaratmaz mı?  Türkiye, ihraç ettiğinden çok ithal ediyor. Bu yüzden sürekli artan cari açığın GSYİH'ya (Milli Gelir) göre oranı 2016'da yüzde 3.8'ken, 2017'de yüzde 5.5'e yükseldi. Bu bağımlılığı  körüklemez mi?
Diğer yandan yaşanmakta olan krizin önemli bir nedeni de Sanayi ve Tarım Kitleri’nin özelleştirilmesidir.
Özelleştirme ile kamunun elinde, ekonomiyi büyük çoğunluğun lehine olduğu kadar uluslararası sermayeye karşı koruyacak  bir araç bırakılmamıştır.Bir başka deyişle , devletin piyasa malları üretimi,piyasayı düzenlemede kural koyucu işlevi ve sosyal devletle ilgili kamu hizmetleri gibi başlıca üç müdahale alanından çekilmesi  gerçekleştirilmiştir.
Böylelikle, tekelci sermayeye yeni kar alanları açılmıştır. Devlet, sosyal niteliğinden uzaklaştırılarak, devlet-yurttaş ilişkisi yerine tüketici ilişkisi oluşmuş ve yurttaşın devletle bağı, en alt düzeye indirilmiştir.
Kitler ve de Tarımsal Kitlerin, karadelik olduğu aldatmacası ile kafalar yıkandı.
Türkiye’de özelleştirme politikaları,12 Eylül 1980 askeri darbesiyle toplumun gündemine girmiştir. Özal ile başlatılan,Kemal Derviş ile ivme kazanan ve sonraki iktidarlar ile sürdürülen özelleştirmeler  ile devletin ekonomideki sınai,tarım ve ticari etkinliğinin en aza indirilmesi hedeflenmiştir.
İşin ilginç tarafı bu konu, iktidar partilerinin, ana ve diğer  muhalefetin ve  de medyanın birleştikleri ender hedeflerden biri haline gelmiştir. Bu birleşmenin verdiği güçle, kamuoyu oluşturabilecek tüm araçlar tek yanlı bir şekilde kullanılarak, özelleştirmenin ülke sorunlarını çözebilecek tek yöntem olduğu sürekli vurgulanmıştır.
Bunu doğrulayabilmek için; Kamu Sektörünün verimsiz çalıştığı, kaynak israfı yaptığı, dünya'da yaşananların bu yargıyı doğruladığı, ülkemiz'de de KİT etkinliğinin azaldığı, KİT açıklarının arttığı,bunun da enflasyon ve istikrarsızlığa neden olduğu gibi bir dizi kuramsal ve ampirik "kanıt" ortaya konulmuştur. Politikacılar,yandaş akademisyenler ve medya aracılığı ile “Kit’ler Karadeliktir”tezi  toplumun gündemine sokulmuştur.
Gelelim Tarımsal Kitlere.
TARIMSAL KİT’LER NE İŞE YARAMIŞLARDI?
•      Tarımda verimliliği yükselterek önemli düzeyde üretim artışına neden oldular.
•      Kırsal kesimin alt yapısını ve hizmetlerini sağladılar, göreli zenginleştirilmesine katkıda bulundular.
•      Kırsal kesimin eğitim düzeyini yükselttiler.
•      Köylüyü ağaların ve yabancı güçlerin denetiminden kurtarmaya çalıştılar.
•      Köylü ile devlet arasında bağı güçlendirerek, ulusal bütünlüğün pekiştirilmesinde rol oynadılar.
Tarımsal KİT’ler ile kendine yeter duruma gelen Türkiye’nin, besin güvencesi açısından da çökertilmesi gerekiyordu.
Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi de bu bağlamda gündeme getirilmiştir.
TARIMSAL KİTLER YENİDEN KURULMALI
Gelinen noktada Tarımsal Kitler’in özelleştirilmesi ile, tarımda  büyük çoğunluğu oluşturan aile işgücü temelli küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin;aracılar,örgütlenmiş büyük sanayiciler ve dev Alış Veriş Merkezleri(AVM) karşısında pazarlık güçleri yok denecek düzeye indirilmiştir.
Örnekleyelim;
Bir kamu kiti olan SEK vardı, çiğ süt fiyatları belirlemede etkin bir rol oynuyordu.Şimdi fiyatı kim belirliyor? Bileniniz vardır.
Bu bilindiği halde siyaset ve ekonomiye yön veren gerek iktidar,gerekse muhalefet çevrelerince özelleştirilen,tasfiye edilen ya da işlevsiz duruma getirilen Tarımsal Kitlerin yeniden inşa edilmesi doğrultusunda herhangi bir önerme kamuoyunun önüne getirilmiş değildir.
Bununla birlikte kamunun yeniden, başta,SEK,ESK ve de Tekel gibi fiyat düzenleyici kitler, TİGEM, TGSAŞ/İGS AŞ gibi girdi üreten kitler ve Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri gibi tarımsal kredi kitlerin yerine geçecek yeni kitlerin kurulması kaçınılmaz bir zorunluluk olarak gündemdedir.
Özetlenirse çiftçilerin kooperatifler eliyle kendi sanayi kuruluşların kuruncaya ve güçlü oluncaya değin tarımsal kitler devreye girmelidir.
Sonuç; Dışa bağımlı neo-liberal ekonomi-politikaların seçeneği var mı?
Elbette var.
Bu politikalar; ikameci ve daha eşitlikçi ekonomi politika ve bu modelle bağlantılı sanayi,tarım ve hizmet politikalarını üretmekten geçmektedir.
Model, aynı zamanda insan-doğa eksenli çevreyi koruyan, sağlıklı gıdayı doğal kaynaklarından sağlayan ve kendisiyle barışık bir Planlı Kalkınma Modeli olmalıdır.
Bu bağlamda EKONOMİ KRİZLERİNİ ÖNLEMENİN ÖNEMLİ ARAÇLARINDAN BİRİSİ, DEVLETİN ÜRETEN BÜYÜK ÇOĞUNLUK İÇİN KİTLERİ YENİDEN KURARAK EKONOMİYE  MÜDAHALESİNDEN geçmektedir.
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı / Odatv.com

Hamidiye basını - ORHAN GÖKDEMİR

Tarihin kuralı, istibdat varsa direniş de olur. “Hamt” olsun, Hamid’inki dâhil direnişi sonsuza dek kırabilmiş bir istibdadı kaydetmiyor tarih. Öyleyse tarihte istibdat değil direniş esastır. Kazandılar, kazanırız.

“Reformist” olacağı sanılarak tahta çıkarılan Sultan Hamid, Osmanlı Rus harbini bahane edip 1878’de Meclisi tatil ettikten sonra hızla tek adam haline geldi. Namık Kemal’i sürdü, Ahmet Vefik Paşayı azletti. Yerine sadık Sadık Paşayı atayarak baskı döneminin kapısını araladı. İlk işi aydınlara baskıyı arttırmak oldu. Savaş parayı pul etmişti, halk geçim derdi altında eziliyordu. Baskıcı tek adam kısa zamanda büyük bir nefret objesine dönüştü. Fakat görünüşe göre ortalıkta Hamid’e kafa tutacak kimse kalmamıştı.


Rüzgâr eken fırtına biçer. Fırtına aydınların ayaklanmasıydı. “Jön Türkler” kıpırdanmaya başlamıştı. Bazıları daha da ileri giderek bireysel girişimlerle Hamid’i alaşağı etmeye kalkıştı. Galatasaray Mektebi Müdürü Suavi ve Farmason Cemiyeti Üstadı Kleanti Skaliyeri kısa aralıklarla Hamid’e karşı şanslarını denedi. İki baskın da başarısız oldu, darbeciler öldürüldü veya hapse tıkıldı. Fakat Hamid’i çok korkutmayı başarmışlardı. O darbelerden sonra Hamid ölene kadar korkuyla yaşadı. Sonra korkusu derin bir paranoyaya dönüştü. O tarihten sonra bütün enerjisini hürriyet mücadelesini etkisiz kılmaya harcadı. Korkusu ve kini öylesine büyüktü ki İzmir Fransız Konsolosluğuna sığınan ilk anayasamızın yazıcısı Mithat Paşa’nın iadesi karşılığında Tunus’un Fransızlar tarafından işgaline göz yumdu. Bundan cesaret alan İngilizler Mısır’a çıktı. Tunus ve Mısır’ı verdi, bu ödemenin karşılığı Mithat ve Mahmud Celalettin Paşanın boğdurulması oldu. Hamid rejimidir.

Muhalefetin gözü karaydı ama Hamid’i indirmek dışında bir planları yoktu. Hamid’i indirip Murat’ı bindirince işlerin yoluna gireceğini sanıyorlardı. Başarısız oldular. Bir kısmı yurtdışına kaçtı, bir kısmı yakalanıp hapse tıkıldı, bir kısmı memuriyete atandı. Hangisi daha ağır bir ceza bilemiyoruz. Eylem kapısı kapanınca tek çıkar yol aleyhte neşriyat yapmakta bulundu. İçeride ve dışarıda pek çok gazete yayımlanmaya başlandı. Çıkan her gazete Hamid’in korkusunun daha da artmasına neden oluyordu. Baskı yaptı, bazılarını sudan sebeplerle kapattı, olmayınca satın aldı, yazarlarını maaşa bağladı. Yandaş basın Hamidli yılların icadıdır. 

Hamid’in istibdat yıllarında basın havuzuna akıttığı parayı kaynağından aktarayım.
“24 Eylül 1890 tarihli bir vesikada, Hariciye Mektupçusu Münir Bey vasıtasıyla gazetecilere 7 bin lira dağıtıldığı kaydedilmektedir. Bu paranın 2 bin lirası Osmanlı Bankası vasıtasıyla yabancı memleketlere gönderilmiştir. Ezcümle 200 frank Jil Plus isminde biri ve 500 frank da Alis namına gönderilmiştir. Bunlardan başka Paris’te çıkan İstikamet gazetesine 26 bin kuruş ve Oryan gazetesine 10 bin 400 kuruş, Peşte’de neşredilen Revü Doryan gazetesine 150 bin 600 kuruş havale edilmiş, ve İstanbul’da intişar eden Levant Herald gazetesine 100 bin kuruş, Monitör Oryan gazetesine 67 bin 600 kuruş, Saadet gazetesine 36 bin kuruş, La Türki gazetesine 84 bin 160 kuruş, İstanbul gazetesine de 24 bin kuruş verilmiştir.” Bunlar gazetelere susmaları karşılığı verilen rüşvetlerdir. Basın bu rüşvetler sayesinde o kadar arsızlaşmıştır ki, Levant Herald gazetesinin sahibi sadarete bir mektup yazarak 20 bin lira istemiş, verilmediği takdirde Yıldız Sarayı hakkında bütün bildiklerini yazmakla tehdit etmiştir. 

Hâlbuki Hamid havuzu parayla doldurup basını boğmaya çalışırken İstanbul’da basılan gazetelerin toplam tirajı 15 bini ancak bulmaktadır. Ama bu kadarcığı bile Hamid’in korkusunu tetiklemeye, beslemeye yetmektedir. Bu korku nedeniyle devletin bütün işi Hamid’in halline engel olmaktan ibaret olmuştur. Hamid’in istibdat dönemi Hamid’in korku dönemidir. 

Ahmed Bedevi Kuran’ın “Osmanlı İmparatorluğunda İnkılap hareketleri ve Milli Mücadele” adlı kitabından aktardım.

                                                                ***

Sonrası malum. Bütün bu baskılar İttihat ve Terakki’nin ebeliğini yaptı. Onca baskının ortasında kararlı, cüretkâr, üstelik korkusuz silahşorları olan devrimci bir örgüt yaratmıştı. Sonra, o örgütün marifetiyle 1908’de Hamid alaşağı edildi. Hamid gitti Hürriyet geldi. Hamid Selanik’te kapatıldığı köşkte akıbetini beklerken sokaklar “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” diye inliyordu. 

Rüşvet almayan, zalime teslim olmayan bir basın her şartta mümkündür. Yaptılar yaparız. Kazandılar, kazanırız.
                                                                 ***

1908’e ve bir başka kitaba geçeyim. Zafer Toprak’ın şahane “Türkiye’de Popülizm” adlı kitabından aktarıyorum. “Yayın hayatında II. Meşrutiyet bir dönüm noktası oldu. Hürriyetin ilanıyla birlikte yayın hayatında köklü dönüşümler izlendi. 1908-1909 yıllarında 353, 1910’da 130, 1911’de 124 gazete ve dergi yayımlandı.” Bu gerçek bir basın patlamasıydı. Çünkü artık Hürriyet vardı. Türkçü Sırat-ı Müstakim, İslamcı Sebilürreşad, Türk Yurdu, Genç Kalemler, Yeni Felsefe Mecmuası, İçtihad, Yeni Mecmua, Halka Doğru gibi tanıdık bütün önemli yayınlar bu dönemin getirisi oldu. Üniversitelerin kapısı bilime açıldı. O kapıdan Antropoloji, Etnografya, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih bilimleri girdi. Türk Aydınlanmasının bütün kaynakları 1908’in Hürriyetinin getirisidir. Daha da önemlisi o kapıdan Fransız Devriminin esintisi ve Cumhuriyet fikri girmiştir. 

                                                                 ***

Döndük başa. Cumhuriyet yıkıldı, laiklik tepelendi. Onlarla birlikte Hürriyet de çekip gitti. Şimdi yeni Osmanlıcılık moda. Hamid’in o uğursuz ruhu dolaşıyor ortalıkta. Tek adam rejimi kurdular dediklerine göre. Meclis feshedilmiş değil ama adı var kendi yok. Tıpkı o yıllarda olduğu gibi para pul oldu, ağır bir ekonomik bunalım var. İstibdat ülkenin okuryazarlarının başı üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor. Devlet dağıtıldı, her şey nevzuhur Hamid’in halledilmemesine ayarlı. 

Basın ise hakikaten eskisinin tıpkıbasımı. Saray halktan alıp onlara dağıtıyor. Hamid döneminde kime ne dağıtıldığı belli, şimdi belli değil. Tuhaf bir şekilde her bakımdan 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başına fırlatılmış gibiyiz. Havuz aynı havuz, neşriyat aynı neşriyat, istibdat aynı istibdat…

Önceki gece Asya borsaları açılıp da bizim Hamidiye Sikkesinin pula döndüğü anlaşılınca basının görüntülü kısmında döviz fiyatlarını gösteren köşe şak diye iptal edildi. Penguene bağladılar yine işi. Çünkü basın değil, Hamid’den para sızdırma organizasyonudur.
Ama olup bitende benzerlik bu kadar yüksek ise sonu da benzer. Farkında mısınız, bir Hürriyet esintisi başladı. Sanki önce Hürriyet, sonra arkasından yeni bir cumhuriyet gelecek gibi. 

O gün bu basını gömeceğiz elbirliğiyle, yeni, aklı hür vicdanı hür bir basın kuracağız yeniden. Hamidiye basını gider Hürriyet basını gelir. Yaptılar, yaparız.

Orhan Gökdemir / SOL

Adieu Camarade! Güneşi büyütmek için gidenlerin ardından - Serdal Bahçe

soL Haber yazarı Serdal Bahçe, dün hayata gözlerini yuman marksist düşünür Samir Amin'in ardından yazdı: Bilimin devrimci türüyle tanışmamda çok ama çok katkısı oldu. Örneğin beni en çok etkileyen kitapların listesini yapmak zorunda bırakılsam “Eşitsiz Gelişme”yi ilk sıralara koyardım. Kuramsal/tarihsel düzeyde kalarak, bu düzeyin kendine has, yer yer ezoterik olabilen dilini maharetle kullanarak azgelişmiş ülkelerin üzerine kader gibi çöken tahakküm ve sömürüye karşı siyasal ve devrimci bir reddiye yazılabileceğinin en açık kanıtı bu eserdir.


Ölenin ardından miras olarak bıraktıkları sayılır dökülür, sürekli artı çıkan bir bilanço ortalığa serilir. Hele hele giden büyük bir düşünür, sıcak bir yoldaş ise bu bilanço kabarır, kabartılır. Ancak giden gitmiştir bir kere. Zamanının içine sıcaklık yayan canlı bir beden mi, zamanı aşan fikriyat mı? Varlığı ile güven veren canlı bir yürek mi, zaman karanlığa gömülse bile karanlıkların içinden size seslenen aydınlık bir düşünce mi? Sıcak ve canlı bir gülümseme mi başkalarına aktarılan ve onları da seferber eden bir tahayyül mü? Ölüm trajik bir eylemdir, biraz önce sayılan ikilemlerde sizi hep ikincisi ile yetinmeye ve onunla acınızı dindirmeye zorunlu kılan yok oluştur. Menşeini hatırlamadığım bir inanca, bir mitolojiye göre bir insan öldüğünde hemen gökyüzünde yeni bir yıldız parlarmış. Yıldız sadece karanlıkta parlar ve naif astronomi bilgimize göre kütlesi büyük olsa da çok uzaktadır. Oysa güneş aydınlatır. Uzakta değildir, yakındır. Işık konusunda yıldız kadar cimri ve onun kadar huysuz değildir. Bu nedenle sorun yeni bir yıldız kondurmak değil, güneşi büyütmektir. Güneşi büyütmek için gitti Camarade Samir Amin, daha önce pek çoklarının yaptığı gibi.

Ancak ben şahsen fikriyatı bir yana bedeni ile bizimle olmaya devam etsin isterdim. Zor zamanlardan geçiyoruz. Gidenin yeri doldurulmuyor. Sorun eksik kadronun doldurulmaması değil sadece. Sorun yaşamın kendisinden kaynaklanan sıcaklığı muhafaza etmek. Her seferinde daha fazla üşüyoruz. Sırayla gidiyorlar. Benim çok uzun olmayan yaşam hikayem içinde kaçının arkasından üzüldüm, kaçının arkasından utangaç da olsa birkaç damla göz yaşı döktüm bilmiyorum. Aslında galiba kendim için üzülüyordum, kendi yazgıma ağlıyordum. Öyledir, insan ne için olursa olsun ağladığında aslında kendisi için ağlar. Çünkü her seferinde daha yalnız hissediyorum, hissediyoruz. Mandel, Hobsbawm, Frank, Arrighi ve bitmeyen inancıyla Sweezy, ve daha niceleri. Onlar güneşi büyütmeye gittiler. Belki sokaklarda kavga etmediler, belki kaba güce dayalı kahramanlık destanları bırakmadılar geride, belki Alberto Korda’nın ölümsüzleştirdiği haliyle Che gibi hüzünlü karelerle hatırlanmadılar, Allende gibi elde silah başkanlık sarayının balkonunda savaşmadılar gelen faşizmle. Ama daha zorunu becerdiler, tüm karamsarlıklara ve tüm geçici yenilgilere inat devrimci bir bilimin zarif yapıtaşlarını maharetle ve sabırla döşediler. Sonrası mı, bedenleri yok oldu ve güneşe gittiler. Güneş onlar katıldıkça büyüdü. Bir gün o kadar büyümüş olacak ki yenisi yetişsin, küllerin içinden Anka kuşu gibi yükselsin diye yakıp yıkacak bu adaletsiz ve köhne dünyayı. Güle güle git yoldaş ve usta Samir Amin.

Bir defa, yıllar önce, ODTÜ’de bir kongre sırasında tanışma fırsatım olmuştu. Biri beni takdim etmişti. Çok heyecanlanmıştım, iki buçuk İngilizcemle çat pat ve fakat benim bile anlamadığım bir soru sormuştum. Sıcak sıcak gülümsemiş ve elimi sıkmıştı. Böyle büyük bir yoldaş ve düşünürle yüz yüze gelince aklınızdaki en çözülmedik, cevaplanması en zor soruyu sormak istersiniz ya, işte ben o adımı atamamıştım. O ise sıcak sıcak gülümsemişti. Tecrübe ve bilgeliğin verdiği bir tevazu ile o bana Türkiye ile ilgili birkaç soru sormuştu. Güneşte aydınlık içinde yat yoldaş Amin.

Bir mühendislik öğrencisi iken çok erken bir vakitte aslında sosyal bilimlere, özelde ise iktisada karşı yükselen bir ilgi duymaya başladım. Bir insanın ilgisini bir yere çekebilmek kolay değildir. Okuduklarımdan ne anlıyordum o vakitler bilmem ancak sebat ediyordum. Mühendislik yapmayacağımı tez elden anlamıştım. Biraz da solculuk vardı, toplumu anlamlandırmanın en iyi yolunun onun iktisadi özünü anlamaktan geçtiği türünden safiyane bir düşünce gelip yerleşmişti. Kendi kendimi eğittiğimi sanacak kadar nobrandım. Oysa beni eğitiyorlarmış. Herhangi bir düzene ya da sıraya sadık olmayan bir okuma silsilesi takip ederken elime geçmişti “Genel Bunalımın Dinamikleri” isimli kitap. 1984 tarihli Belge Yayınları çevirisi idi; aslı daha önce Monthly Review Yayınları tarafından basılmıştı. Kitapta Dünya Sistemci okuldan ve Bağımlılık Okulundan dört büyük yazarın kapitalist kriz ve emperyalizm üzerine tartışmalarına yer verilmişti. Immanuel Walerstein, Giovanni Arrighi, Andre Gunder Frank ve Samir Amin önce kendi fikirlerini açıklıyor, sonra ise genel bir tartışma yürütüyorlardı. Kitabın beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Emperyalizm ve kriz konusunda kafa patlatan pek çok solcuyu da etkilemiştir. Amin ile ilk tanışmam idi bu. Daha sonra pek çok eserini okudum, onu okumaktan hep keyif aldım. Bilimin devrimci türüyle tanışmamda çok ama çok katkısı oldu. Örneğin beni en çok etkileyen kitapların listesini yapmak zorunda bırakılsam “Eşitsiz Gelişme”yi ilk sıralara koyardım. Kuramsal/tarihsel düzeyde kalarak, bu düzeyin kendine has, yer yer ezoterik olabilen dilini maharetle kullanarak azgelişmiş ülkelerin üzerine kader gibi çöken tahakküm ve sömürüye karşı siyasal ve devrimci bir reddiye yazılabileceğinin en açık kanıtı bu eserdir. Bazen sözü söylemek, sözü hayata geçirmekten çok daha kıymetlidir. Işıklarla sarıl sarmalan yoldaş Samir Amin. 

Yazdığı her şeyle hemfikir olamadım. O ölene kadar Maocuydu, ben ise bir nebze Sovyetik idim. Fakat artık bu ayrımların anlamsızlaştığı bir zamandayız. Topyekün bir saldırı ile karşı karşıyayız. Onlar güneşte birleşiyorlar biz ise yeryüzünde birleşmeliyiz. Onlar güneşi büyütüyorlar, biz ise burada birleşmeli ve çoğalmalıyız. Güneşteki diğerlerine selam eyle Camarade Amin. 

Sıcak sıcak atan bir yürek mi, sorgulayan ve iz bırakan, davet eden bir akıl mı? Böyle bir ikilem yok aslında, her ikisine de ihtiyacımız var. Ölüm ilkini koparıp götürüyor bizden. Böylece topal kalıyoruz, yarım oluyoruz. Düşünce devindirici ancak soğuktur, yürek ise sıcaktır. Düşünce kayıtlara geçirilebilir ve çağlara seslenebilir. Yürek ise anlıktır, atması durunca diğer yüreklerin sıcaklığı da azalır. Adieu Camarade Samir Amin.  

Serdal Bahçe / SOL

3. Havalimanı’na nasıl gidilir? - ÇİĞDEM TOKER

3. Havalimanı’nın açılışına 75 gün kaldı. Türk Hava Yolları (THY) Yönetim Kurulu Başkanı İlker Aycı, zorlu taşınma operasyonunu anlattığı geçen haftaki basın toplantısında, “Metronun açılmasıyla şehir merkezine 26 dakikada ulaşılacağını”  söyledi. 

Aycı’nın cümlesindeki kritik unsuru, daha çekici görünen “26 dakika”   değil,  “metronun açılmasıyla” ifadesi oluşturuyor. Çünkü bu konudaki haberlere baktığınızda hayli utangaç ve kısa ifadelerle geçiştirilse de metronun açılış tarihi için 2019 sonu ve 2020 başı diye iki tarih verildiğini görüyorsunuz. 

Başka deyişle, dünyanın en büyüğü diye övünülen (ve şehrin en uzak noktasına inşa edilen) bir havalimanı yapacak, bu havalimanı için milyarlar akıtacaksınız. Ama düşmanların bizi kıskandığı bu havalimanına vatandaşı taşıyacak bir raylı sisteminiz olmayacak. 

Bu normal bir durum mudur? 
Dünyanın en büyük havalimanına metropolde yaşayan halkı taşıyacak raylı ristemin neden ve nasıl geciktiği, nasıl olup da ufacık projeciklere şaşaalı temel atma törenleri yapılırken milyar Avro’luk metronun temel atma töreninin yapılmayışı gibi konular tabu mudur? 

2020 başında açılacak bu metroyu yapan şirketlerin isimleri yok mu? Gayrettepe - 3. Havalimanı hattını yapan Kolin-Şenbay Madencilik ile Halkalı -3. Havalimanı hattını yapan Kolin-Özgün Yapı’nın isimlerinin bir haber içinde geçmesine dair bir dokunulmazlıkları mı var? 

Hiçbirinin yeri gelince övündükleri şirket kültüründe milyonlarca insanın hayatını uzun süreli etkileyecek bir projeye dair kamuya bilgi verme ihtiyacı bulunmuyor mu? Belki de yoktur. Onların bir kısmı eleştirel gazeteciye milyonluk manevi tazminat davası açarak “acılarını bir nebze gidermeyi” tercih ediyordur. 

Bu arada devletin ihalesini Avro üzerinden yapmayı uygun gördüğü Gayrettepe - 3. Havalimanı metro inşaatı konusunda eski Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, 999 milyon 769 bin Avro’ya sonuçlanan ihale için o zamanlar “Yani 3.5 milyar TL” demişti. (Mayıs 2016) 

Gazeteci merak ediyor: Bugünkü kurla 7 milyar 800 milyon TL olan Gayrettepe-3 Havalimanı inşaatının mali profili acaba hâlâ Avro üzerinden mi gidiyordur? 
 
Dev sermaye artırımı 
Herkesin ekonomik krizin yaşatacağı kayıpları düşündüğü bugünlerde, kimi şirketler de sermayesini artırıyor. 3. Havalimanı’nı yapan ve beş şirketten oluşan İGA A.Ş. mesela. 
Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon ve Mapa’dan oluşan İGA, geçen hafta büyük bir sermaye artırımına gitti. Bundan önceki son sermaye artırımını Aralık 2017’de yaparak 2.5 milyar TL sermayeyi 4 milyar 450 milyon TL’ye çıkarmıştı. Yeni sermaye artırımı 6 Ağustos tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandı. 1 milyar 790 milyon TL daha artırıma giden şirketin toplam sermayesi böylece 6 milyar 240 milyon TL’ye yükseldi. 

Şirket kararında, her ortağa 358 milyon TL düşen bu payların, önceki artırımda avans olarak ödenen tutarlardan “nakden” karşılandığı belirtildi. 

6 milyar 240 milyon TL gibi iddialı bir sermayeye sahip bir şirketin eseri olarak tamamlanacak 3. Havalimanı’nın en az bir buçuk yıl metrosuz faaliyet gösterecek olması tam bir plansızlık örneğidir. Bu plansızlığın faturası pek de hafif olmayacağa benziyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dolar imparatorluğu ve TR için yeni bir politik vizyon - ORHAN BURSALI

ABD şüphesiz ki dünya siyaset ve ekonomi arenasında istediği zaman tek başına keyfi hareket eden, bazen BM’yi araç olarak kullanan veya buna bile ihtiyaç duymadan kararlarını, senaryolarını uygulamaya koyan bir “haydut devlet” niteliğinde. 

Emperyalizmin şanında bu vardır.Özellikle “yara alan” bir “vahşi” saldırganlaşır. 
ABD’nin dünya tahtında tartışılmaz egemenliği artık yok. Ama dünya üzerinde askeri gücü bir tehdit. Bu gücün yanında ABD’nin egemenliğini ayakta tutan bir de dolar gücü var. Dolar imparatorluğu, tüm ABD’nin ana ekonomik gücü. Trilyonlarca doların mesela karşılığı yok ama bir imparatorluk parası olarak hâlâ büyük bir değişim aracı gücüne sahip. 


Her ülkenin depoları dolarla, Amerikan hazine bonolarıyla dolu. Mesela sadece Çin’in elinde 1.2 trilyon dolarlık Amerikan varlığı var. Ekim 2017’ye göre, Japonya 1 trilyon 93 milyar, İrlanda 312, Brezilya 320, Cayman Adaları 270, İsviçre 254, İngiltere 226, TR 60 milyar kadar Amerikan varlığına sahip. 

2015 rakamlarına göre (daha yenisi vardır) ülkelerde tutulan toplam 8 trilyon döviz rezervinin yüzde 63’ü dolar cinsinden. Başlı başına büyük bir ekonomik güç. 
Dolar varlığı ülkelerin de zenginlikleri durumunda! ABD bir süredir doları değerlendiriyor. Ekonomik milliyetçilik programı ve dünyaya açtığı ticaret savaşı sonuçlarının bir lehte göstergesi olarak da kalkınma hızı yüzde 4 oldu! Dolar faizi yüzde 2.5’e yaklaştı. ABD mesela çelik üretimini koruyor, ama ABD’de buna karşılık her şey pahalanıyor, mesela bir inşaat maliyeti bir yıl önceye kıyasla yüzde 25 kadar arttı! 
 
Dolar imparatorluğusınırlanmalı 
Çin’in bu konuda çok dikkatli gelişimi var. Bölgesel işbirliklerinde dolar yerine ulusal paraların dolaşımı sağlanabilir. 
ABD’nin keyfi kararları AB’yi de müthiş rahatsız ediyor. Mesela TL’ye Trump’ın körüklediği panik atak, AB’yi de endişelendirdi. ABD ile AB arasında her alanda makas açılıyor. 
Ticaret savaşları, askeri harcamalar, NATO, İran’a ambargo... 
Tüm bunlar, Vahşi Batı Kovboyuna karşı aslında neredeyse tüm dünyayı doğal müttefik yaptı. 
Burada İran somut bir durum. 
Bu örnekte Çin, Rusya ambargoya uymayacak. 
AB direniyor, yönetimler karşı çıkıyor ama bazı şirketler ilişkilerini askıya aldı, bunların ABD’de yatırımları - satışları fazla. 
 
Kaybeden Trump olmalı 
Bir dayanışma ağı ile, Trump’ın kovboy tehditlerini boşa çıkartacak bir dayanışmaya girilebilir. Trump’ın bu tehditleri sonunda ülkesine zarara dönüştürülebilir. ABD bu gidişle pahalandığı için ihracatı da darbe yiyor. 

Kovboy ambargoyu deleni kara listeye alırız diyor ya, o gücü yok. Eğer Trump saldırganına bir şekilde karşı çıkılmazsa, herkes kaybedecektir. 

Doları değişim aracı ve depo para olarak değerini azaltacak her adım önemli. Bu çerçevede kripto paraların önemi daha da artacak. 

ABD’nin dünyayı saran internet şirketlerine ve ürünlerine vergiler giderek artacak, artmalı.
 
Avrupa ile Rusya’nın ve Türkiye’nin çıkarları ortaktır. 
Türkiye şüphesiz ki AB ile ilişkilerini daha da güçlendirecek adımlar atarsa, hukuk devleti, kurumsal yönetişim ve iletişim, basın özgürlüğü konularında AB’ye yaklaşırsa, kendine sağlam bir kale yaratmış olur. Her türlü atağa karşı! 
 
Suriye kilidini açın! 
Rusya ile AB arasında da yeni bir dönem başlamalı, Türkiye akıllı yönetilirse, bu konuda Rusya ile ilişkileriyle aracı bile olabilir. 

Bu çerçevede Türkiye’nin önünde en önemli engel Suriye’deki artık bitirilmesi gereken politikasıdır. Şam - İran- Rusya - Türkiye dostluğu Ortadoğu’yu emperyalistin at koşturduğu bir kriz alanı olmaktan çıkartır.
 
Bunun için iktidara yeni bir ufuk çizgi gerekir.
RTEAtatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ politikası esasımızdır” dedi. Düne kadar bu politikayı pasif bulurdu, eğer Türkiye’yi bu bağlamda geleneksel çizgisine oturtma niyeti varsa, Suriye’de temel bir değişikliğe gitmek zorunda. 


Bu kilidi açarsa Ankara, önü açılır, rahatlar, yeni olanaklar ortaya çıkar. 
Açamazsa, Türkiye yalnız kurt olarak kalmaya mahkûmdur, her türlü saldırıya da açık olarak. 


Geçici, mevsimsel değil, uzun vadeli ittifaklara gidilmeli.


Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Neyin mücadelesi kimin savaşı? - KEMAL CAN

Kriz koşullarının ağırlığı ve yarattığı duyarlılık verilen tepkileri de etkiliyor. Bazen 24 Haziran sonrasında iktidarın tacizkâr imalarının rövanşını alma isteğini tetikliyor, bazen duyulan endişenin büyüklüğü yapay ortaklıklar yaratıyor. Aynı gemideyiz çağrıları, vatan haini nidalarına karışıyor. Eleştiri sevinç, çaresizlik, küstahlık olarak anlaşılıyor. Açıkcası insanlara yön verecek veya onları rahatlatacak liderlikler de rasyonel bir sağduyu yerine hamasete yaslanıyor.


Kriz zemini zaten fazla sarih olmayan kavram dünyasını da iyice karmaşıklaştırıyor. Biraz körün fili tarifi gibi, yaşanan durumun nedenleri, sonuçları, tarifi ve isimlendirilmesi konusunda kavramlar uçuşuyor, gelişi güzel kullanılıyor. En yaygın kullanılan ve galiba en çok kafa karıştıranların başında da “emperyalist saldırı” ve “anti-emperyalizm” meselesi geliyor. En temel soru hep ortada kalıyor: Saldıranın kimliği ve niyeti saldırıya uğrayanı ve çatışmanın niteliğini tanımlamaya yeter mi?

Sağın anti-emperyalist geçmişi
Türk sağını besleyen ve kökleri Osmanlı’nın çözülme dönemine uzanan ideolojik çizgilerde kuvvetli bir anti-emperyalist geri plandan bahsedilebilir. Çok kolay harekete geçirilebilen beka kaygıları da gerçek bir çöküş deneyiminin ürünüdür. Ancak Türk sağı içindeki anti-emperyalizm, sol kavramsallaştırmanın hayli uzağında bir “düşman” tanımı üzerinde biçimlenir. Bu dış düşman tarifi, sömürü ilişkisinden çok kültürel (dini-etnik) olarak kendisinden farklı olanı işaret eder.

Özellikle soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında, Türk sağı kapitalist Batı’dan yana saf tuttu. Dönem dönem gerilimler ortaya çıkmış olsa da bu tercih sağ siyaset reflekslerini biçimlendirdi. 6. Filo’yu protesto edenlere saldırıdan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına, 70’li yıllardaki çatışma döneminden 80’lerin neoliberal saldırısına kadar çok meselede bu tavır belirleyici oldu. NATO gibi Batı ile en kritik  anlaşmalar, sağ iktidarlarca zafer havasında yapıldı.

Türkiye sağının “işler yolundayken” değil de işler sarpa sardığında anti-emperyalizmi hatırladığı ve genellikle kendi savunmasını genişletmek için başvurduğu bir argüman olduğu söylenebilir. Hatta anti-emperyalizm şeklinde telaffuzundan da pek hoşlanılmaz. Genellikle sağ hareketlerin anti-emperyalist tutumları olduğuna ilişkin değerlendirmeler ya sol kavramları kullanarak iktidarları desteklemeye çalışan kalemlerden ya da anti-emperyalist damarı abartma eğilimindeki soldan gelir.

AKP’nin emperyalistlerle hikâyesi
Anti-emperyalist reflekslere söyleminde verdiği yer açısından AKP, sağ partiler yelpazesinde hayli gerilere düşer. AKP içinden çıktığı Milli Görüş hareketinden çok, farklı dönemlerde AP ve ANAP’ın temsil ettiği Batı kapitalizmiyle entegrasyon politikalarının heveslisi çizgiye daha yakındır. Zaten, sağ popülizm içindeki AB’ye ayak direyen Batı karşıtı direnci kırıp, küreselleşme için geniş bir rıza üretme iddiasıyla ortaya çıkmış ve dış muhataplarından destek görmüştü.  

Ekonomik programını dünyaya açılmak kadar, -belki daha çok- küresel sermayeye ülkeyi açmak olarak kurgulayan AKP, neoliberal model teklemeye başlayıp trend tersine dönene kadar emperyalizmi hiç mesele etmedi. Bu yoldaki uyarıları köhnemiş ideolojik takıntılar olarak aşağıladı, şimdikine benzer ablukalar geçirmiş iktidarları “ülkeyi bir tüpe muhtaç etmiş olmakla” daha 24 Haziran’da bile suçladı. Irak’ın işgalinde, Suriye ve Libya hamlelerinde de kampı belliydi. 

Bugün de Erdoğan’dan, anti-emperyalizm kavramını duymak pek mümkün değil. Onurdan, kıskançlıktan, saldırıdan veya dik durmaktan söz eder ama emperyalist sömürüden asla. Son olarak NYT makalesinde de vefa görmemiş kadim dost havasını bırakmadığı görüldü. Çünkü, Türkiye’ye diz çöktürmek isteyen ABD ’yi Suriye’ye, şimdi kendisini köşeye kıstıran finans hükümranlığını Türkiye’ye davet eden Erdoğan, bu tercihinden değil, sonuç alamamaktan pişman.

Anti-emperyalist olmak
Belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir coğrafyada ve belirli bir durumda, söz konusu aktörlerin niyet ve sicillerinin uygun olup olmadığına bakılmaksızın onların pozisyonlarına ilişkin saptamalar yapılabilir. Yani bazen aktörlerinin tercihlerinden bağımsız ve bazen onların tercihleri hilafına bazı roller ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, AKP ve Erdoğan da şimdiye kadar gösterdikleri performansa rağmen, ondan bağımsız ve zorunlu olarak bir emperyalist saldırı altında kalmış olabilir.

Peki bu durum Erdoğan’ı anti-emperyalist bir lider yapmaya ve herkesin etrafında kalkan oluşturması mecburiyetine yeter mi? Emperyalistlerle papaz olmak anti-emperyalist etiketini sağlar mı? Çeşitli gerekçelerle iktidarı desteklemeyi gerekli görenlerin bu kavramı istedikleri gibi kullanma hakkı var mı? Bir de ekonomik gerekçelerle açıklanamayacak sonuçlar saldırının kanıtıysa, savaşı ekonominin gerekleriyle açıklanamayacak kişi ve yöntemle yapma ısrarı neyin kanıtı sayılmalı? 

Kemal Can / CUMHURİYET

"Vurdur" abi... - AHMET TAKAN

Pratik milletiz... Hiçbir zorluk ve sorun bizi yıldıramaz!.. Anında çözümü üretir, uygulama sokmakta da hiç vakit kaybetmeyiz... Tereddüt, asla ve kata!..


Tuvalete gireriz. Lavobada sıvı sabun mu bitmiş?.. Hemen kabın içine su ekler ellerimizi yıkarız...
Bir yerimiz mi yandı?... Diş macunu sürüp tedaviye başlarız...
Bozulan cihazlarımızı önce aç kapa yaparak tamir etmeye çalışırız. Olmadı mı?.. Yavaş yavaş tokatlarız.. Fayda etmedi mi?. Tokatların şiddetini arttırırız... Taki alet adam olana kadar!..
Cep telefonumuzun kafası mı karıştı?.. Bataryasını söker  takar sorunu anında hallederiz...
Traş olurken kesilen yerimize kağıt yapıştırırız...
Yazmayan tükenmez kalemimizi ağzımızın içine sokarak veya "hoh" yaparak ısıtıp yazdırmaya çalışırız...
Ağrıyan dişimize kolonyalı pamuk bastırırız...
Biten pilin ömrünü uzatıp kullanmak için elimizin içinde ısıtırız...
Kolayı, sallayıp fışkırtarak asidini azaltır sonra çocuğumuza içiririz...
Arabamıza bindiğimizde "emniyet kemerini takın" uyarısı çok ısrar ederse, koltuğa takarız...
Televizyonumuzun anten girişine çatal takıp, çataldan anten olmasını bekleriz...
Oturduğumuz sandalyenin dengesi mi bozuk. Bacaklarından birinin altına elimizle güzelce katladığımız kağıdı sokuşturur, otururuz. Sandalye hala mı sallanıyor?.. Dengeye gelene kadar kağıdın kalınlığını arttırırız...
Evimizdeki aletin bozulan düğmesinin yerine kibrit çöpü ikame ederiz...
Sabah kalktık, Arabamıza binip işe gideceğiz. Çalışmıyor... Aküsü bitmiş olabilir. Mahalleden 2-3 delikanlıya sesleniriz   "gardaş şuna bir el altın" diye.. Vitesi 2'ye takarız, Ayağımız debriyajda. Gençler başlar ittirmeye; "vurdur abi..."  Debriyaja bas çek, bas çek, delikanlılar kan ter içinde kalır. Araba çalışınca keyfimize diyecek kalmaz. Camdan kafamızı dışarı çıkarır "eyvallah, sağolun gençler" deyip yola devam ederiz. İçimizde daha pratik olanlarda vardır. Her ihtimale, itici gençler bulamama riskine karşın, arabasını rampaya park eder!..

Buraya kadar sıraladıklarım benim bir çırpıda aklıma gelenler... Meğerse yıllar önce çağ atlamışız!.. Dün ekonomik kriz haberlerini okumaktan bunaldım. Yanlış yunluş şeyler yazıp da başımı belaya sokmaktansa farklı konulara dalayım  istedim. İnternet sitelerinde gezinirken, koltuklarımı kabartan bir video habere rastladım. Aynen şöyleydi;
"Nevşehir'in Gülşehir ilçesinde bulunan Kapadokya Havalimanı'nda çalışmayan özel jeti havalimanı personelleri iterek çalıştırdı. Kapadokya Havalimanı'nda pilot tarafından çalıştırılamayan özel jet, devreye giren havalimanı personelleri tarafından itilerek çalıştırıldı. 2013 yılında kaydedilen görüntülerde pilotun bir süre jeti çalıştırmak için uğraştığı görülüyor. Jetin hareket ettirilememesiyle devreye 5 kişiden oluşan havalimanı personeli giriyor. Otomobil çalıştırır gibi jeti iten görevliler, jetin hareket ederek çalışmasını sağlıyor. O anları cep telefonu ile görüntüleyen bir başka havalimanı personeli ise 'uçağı şimdi vurduracağız' diyerek o anları saniye saniye anlattığı görülüyor."

***

Sizlere bugün iletmeyi düşündüğüm güncel sıcak  haber ise, ekonomik krize karşı alınacak önlemler arasında Saray'da konuşulan, "Ukrayna, Çin, Rusya, İran ve Türkiye arasında kurulacak ekonomik birlik" formülüydü.. Hem de "altın temelli..." Soracaktım, altını neyle alacaksınız? Hangi  para birimi ile?...

Tam da, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ticareti milli para birimleriyle yapma çağrısına yanıt veren Kremlin, bunu bütün ülkelerle gerçekleştirmek için çabaladıklarını söyledi.
Kremlin'den Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ticareti milli para birimleriyle yapma çağrısına yanıt geldi. Erdoğan'ın çağrısı hakkında açıklama yapan Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov, bütün dış ticaretin milli para birimleriyle gerçekleştirilmesini istediklerini dünyaya duyurdu.Türkiye'yle yaptıkları görüşmelerde bu konunun birden çok kez gündeme geldiğini vurguladı.
Ancak bu modelin uygulamaya konması için detaylı çalışma gerektiğini hatırlattı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumartesi günü Türkiye'nin Çin, Rusya ve Ukrayna'yla ticaretini milli para birimleriyle yapmak için çalışmalara başladığını açıklamıştı" haberinin düşmesi üzerine...
Vazgeçtim!..

"Deve sidiği şifadır" sözleriyle ün yapan ilahiyatçı Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ebubekir Sifil'in, sosyal medya hesabından yükselen dolarla ilgili açıklamasını gördüm.
"Yaşadığımız, adı konulmuş bir istiklal savaşıdır. Bu savaşta tarafsız kalmak, sessiz kalmak düşmanla işbirliğidir. Elinde dövizi, altını olanların bozdurup TL'ye çevirmesi farz-ı aynıdır" buyuruyordu muhterem!..

Fetvayı alınca yerimden kalktım. Mutfağa gidip bir adet çatal aldım. Yok yok, kendime saplamadım!.. Devamlı haber takip ettiğim emektar televizyonumuzun daha kaliteli görüntü vermesi için arkasına geçirdim...

Daha net görüntü alırım diye bekliyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Kara Ağustos? - OSMAN ÇUTSAY

Serbest düşüşteki Türkiye’nin yönetim kadroları, tamam, yönetmede ortaklar, ama hiç de birlik ve beraberlik içinde değiller.


Washington’un geçen hafta biterken verdiği start, sonuçsuz kalmayacak. 
Bugünkü dolar fiyatı bir “Kara Ağustos”a  girildiğini de ilan edebilir. 

Ne mi oluyor?

1.
Cuma gecesi Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi bir gazetenin internet sitesine giren haber, skandal bir itiraf da içeriyordu: Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, Angela Merkel politikalarını destekleyen bu etkili yayın organına göre, “Buna rağmen, Başkan Trump’a müzakere masasına geri dönmesi için yalvarıyoruz” diye konuşmuştu. Ankara’nın İslamcıları Washington ile masaya oturmak için her türlü aşağılanmayı kabul edecekler; öyle anlaşılıyor. (*)

Böyle bir ifadeyi Türk medyasında görmedik. Hadi iktidar çevrelerini anladık, böyle bir “istiskali” veremezler, iyi de, muhalif geçinenler nerede? Hiç mi görmediler? Cumhuriyet mesela? Sonuçta “muhalif” medyanın da görmediği, göremediği, en azından büyütme gereği duymadığı skandal bir “çağrı” bu. Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi ciddi bir gazetenin, ki resmen sağda konuşlanmıştır, bu ifadeyi yayımlaması anlamlı. Demek ki, Erdoğan’ın yakın çevresinde dağılmaya hazır ve büyük patronla masaya oturabilmek için “yalvarıp yakaran” bir memur kalabalığı da var; mesaj böylece iletilmiş oluyor. 

Mesele, Ankara’daki İslamcıların “yalaka” veya “aşağılanmalara rağmen efendiye siftinme zihniyetine sahip” olduğu falan değil. Mesele, Erdoğan sonrası için arayışlar. Böyle bir ifadeyi yabancılara karşı kullanmışsa bir bakan, bir başka mesaj daha gizlemiş demektir: Erdoğan’dan sonraki döneme hazırlanan kadrolar, reisin en yakınında bile olsalar, gerekirse onu çiğneyerek sorumluluk alabilirler. (“Bonn Cumhuriyeti”, bir örnek sayılabilir.) 

Türkiye kapitalizmini kurtarmak bunların esas görevidir. 
Bu görev, Türkiye’de birbirine gerektiğinde küfretmekten, hatta silah çekmekten çekinmeyen bir büyük koalisyona işaret ediyor. Birbirini bıçaklayarak bile olsa ortak bir iktidarları var. Kimisi dinci, kimisi laik, kimisi liberal, kimi Türk milliyetçisi kimi Kürt milliyetçisi, kimi hatta pek bir “sosyalist”... Bunların hepsi aynı... İlaç...
Türkiye kapitalizmi gömlek değiştiriyor, görünen o, ama yılanın en korunaksız anı bu gömlek değiştirdiği anlardır. Kriz, derinleşiyor. Bu konuda artık en azgın gericiler bile kuşku taşımıyor. 

Kimilerine tuhaf gelen, iktidardaki büyük koalisyonun, İslamcısı, Türk’ü, Kürt’ü, liberali, sosyal demokratı, “en bi demokratı” vs. ile birlikte, yönetime katılırken, birbirinin gözünü de oymaktan çekinmiyor olması. Oysa oyunun kuralı bu: Serbest piyasa, meta üretimi, tam da bu. 

İçinde çırpındığımız kriz, sağda solda demokrat keşfetmek, onlarla demokrasicilik oynamakla geçiştirilebilecek bir kriz değil. Daha uyanamadıkları anlaşılıyor. Oyunun kurallarının (sermaye rejimi) değişmeyeceğine hep birlikte iman etmiş bulunuyorlar.
Elbette bu kriz sosyalizm için büyük olanaklar da yaratıyor. Yeni kapılar açıyor. Fakat ağzına sosyalizm sözcüğünü bile almaktan korkan ve bunun için yemlenen “solcuların” sahnede bu çöküşün alternatifini halka anlatması beklenemez. 
Oysa, böylesine sıkıştırılmış bir zamanda, tek bir günün bile daha bitmeden tüm ülkeyi ve sahneyi değiştirebileceğini yeniden görmedik mi? Hadi Haziran İsyanı günlerini unutmuştuk. Geçen Cuma günü sahne yeniden altüst oluvermedi mi? Bugün neler olabileceğini öngörebiliyor muyuz?

Frankfurter Allgemeine Zeitung demiştik, onda kalalım: Bu sağcı ve çok etkili gazetenin hafta sonu baskılarında Eugen von Böhm-Bawerk’in“ekonominin yasalarına uzun vadede hiçbir despotun direnemeyeceği” uyarısını içeren bir geniş değerlendirme de yer aldı. “Bir reformcunun düşüşü” başlıklı bir analizde, asıl önemlisi,Erdoğan’ın ya sokak ya da sandıkla alaşağı edilebileceği ifadesi dikkat çekti. Hatta ülkenin en önde gelen bir ekonomisti, DIW (Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü) Başkanı Marcel Fratzscher, Türkiye’deki ekonomik krizin derinleşmesini beklediğini, bu krizin Erdoğan’ın düşmesine de yol açabileceğini vurguladı.  

Bir tek bizim “demokratlar” ve “yemlenmiş sosyalistler”, Türkiye’nin kapitalist haritalardan silinmesine karşı çıkıyor. Türkler ve Kürtler, dinciler ve laikler, ayrı ayrı da kapitalizmlerini deneyebilirler... Öyle sanıyorlar. Bu toprakları Yugoslavya-Irak-Suriye kaderine yapıştıracaklarını görmeksizin...

2. 
Araya şunu sıkıştıralım: Ülkelerin hurdası, canlı hallerinden çok daha kârlıdır. Yoksul insanın hurdası (organları) yaşarkenki halinden nasıl katbekat daha kârlıysa serbest piyasada, ülkeler ve coğrafyalar için de aynı şey geçerlidir. Yoksul insanların, yaşarken bir değerleri yoktur. Ama bazı organları yaşam fonksiyonlarını yitirmeden ölürlerse/öldürülürlerse veya o organları çalınırsa, serbest piyasa denilen mezbahada aynı organları milyonlar edebilir. Organ tacirlerine yaşam fonksiyonlarını tümüyle yitirmemiş insan parçaları gerekiyor. 

Türkiye’yi parça parça edenler (“parçacıklar siyaseti”), serbest piyasa denilen emperyalist-kapitalist dünya sisteminde kimlerin kazançlı çıkacağını iyi biliyorlar. Türkiye’nin bütünselliği değil, tıpkı yoksul insanların organlarının pazarlanması gibi, parçalara ayrılmış hali sistem için daha kârlı hale geliyor. Buna ileride yeniden dönmek zorunda kalacağız galiba. Döneriz. 

3. 
Sonuçta, beklenen bir finaldeyiz. Burada, soL’da, yıllardır yazıyorduk: Ankara’nın badem bıyıklı cahil tüccarları, liberal destekli İslamofaşist güruh, cumhuriyeti katledip ondan arta kalanları emperyalizme haraç mezat satınca, kârlı bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı. Hem ceplerini dolduruyorlar, hem aldatıcı bir büyüme hızı sahneliyorlar, hem de “Batı bizi batırmaz, batırırsa, bizden ucuza kapattığı varlıklar da batar, onun için bizim iflasımız için çalışmaz” cahilliğini iktisat politikası haline getiriyorlardı. Parçalanıp parçaları organ tacirlerince paylaşılınca anlayacak bizim “sol demokratlar” bu ülkenin başına ne geldiğini... 

4.
Bir felaketin içindeyiz. Sosyalizm dışında ve sosyalizme karşı her öneriyi kabullenenlere ve tabii utanmadan solcu geçinenlere hatırlatalım: Bu masayı ancak “Ya sosyalizm ya mezbaha!” diyenler devirebilir ve halkımıza yeni bir yaşam fırsatı sunabilir. Sosyalizm tehdidi ve şansı sahnede kendini göstermezse, bu ülkenin kaderi, organ tacirlerinin elinde parça parça “değerlendirilmek” olur. Demokrat sürü, kapitalizm hayranı “solcu döküntüleri”, bu sahnedeki en pervasız aktörlerdir. CHP-HDP elitlerinden söz ediyoruz... Bunların etkisizleştirilmesi ve sosyalizmin ne olduğunu halkımıza her yerde anlatmamız gerek. Eğer Yugoslavya, Irak, Suriye, Libya vs. olarak bu âlemden ayrılmak istemiyorsak.
Tersi, felaket çünkü. Yıllardır bağırıyoruz: Felaketin ta içindeyiz. 
Kara Ağustos başımıza çökerse, ya yeni bir iktidar denememiz gerekecek ya da enkazın altında ölümü bekleyeceğiz.

Çok mu karamsar oldu?  Daha bu bir şey değil, belki de bir başlangıç... Hem olumsuz hem de olumlu anlamıyla bir başlangıç... Bakacağız...  

Osman Çutsay / SOL
_____________________

Doların da Allah’ı var! - TAYFUN ATAY

ABD Doları’nın amansız yükselişi karşısında ciddi ekonomik kaygılara kapılmış olduğumuz şu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı ve krizin üzerine en iyi bildiği, belki de tek bildiği yolla gitti.

Önce memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinde çıktı hemşerilerinin karşısına ve “Onların dolarları varsa, bizim de halkımız, Hakk’ımız, Allah’ımız var, hiç endişelenmeyin” dedi. Sonra sel felaketinin yaşandığı Ordu’nun Ünye ilçesinde, meydandakilere bol coşku da vererek aynı minval üzere devam etti: 
“Bu millet azizdir, bu millet güçlüdür, bu millet inançlıdır ve bu millet düştüğü yerden kalkar. Hiç bundan endişeniz olmasın. Eyvah dolar yok demeyin ha! Onların doları varsa bizim Allah’ımız var, rahat olun.” 
Gerçi böyle diyor ama hemen ardından da “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye düşündürürcesine şöyle devam ediyor: “Gelin yastığınızın altında dolarlar varsa, Euro’lar varsa, altınlar varsa çıkarın. Hemen bunları bankalara vererek Türk Lirası’na çevirelim ve bunlara en önemli istiklal ve istikbal savaşını bu alanda verelim.”

***

Bakar mısınız şu işe! Yahu dolar bu kadar değersizse Allahuteala karşısında, neden onları bana verin demeye getiriyorsunuz böyle?!.. “Bize Allah yeter” diyorsanız niye yastık altındaki dolarlara göz diktiniz? “Yakın gitsin o dolarları” desenize?.. 

Tabii milletten dişe dokunur bir destek de halihazırda gözlenebilmiş değil. Bankalara yastık-altı dolarların aktığına dair bir emare yok. 

“Reis”, “Komutan”, “Emîrü’l-mü’minîn” diye yere göğe sığdıramadıkları kişinin çağrısına niye böyle bîgâne kalıyor bu insanlar peki? Kim bilir, belki doların da Allah’ı var diye düşündüklerinden olabilir mi dersiniz?!..

***

Vatandaş İngilizceye ne ölçüde hâkim bilinmez tabii ama ellerindeki dolarların üzerinde büyük harflerle yazılı “In God We Trust” sözünün anlamına aşina olunması da pekâlâ mümkün… 

“In God We Trust”, ABD madeni paralarının da banknotlarının da üstünde karşımıza çıkan ve Birleşik Devletler’in resmi “motto”su (sloganı) kabul edilmiş bir söz. Genelde “Tanrı’ya güveniriz” diye gayet harcıâlem, üstünkörü çevirmek âdetten onu… Oysaki İslami bağlamda tıpkısının aynısı sayılabilecek taş gibi bir karşılığı var. 
“Tevekkeltü alallâh” bu. 

Allah’a sığınır, güvenir, itimat eder, her şeyi ona bırakır, ondan bekleriz şeklinde genişçe açımlanabilecek bir deyiş bu. Kur’an’da sık sık geçer: “Allah’a tevekkül ediniz”. O yüzden müminler de sık sık der: “Allah’a tevekkül ederiz.” 

İngilizcesi, Amerikancası da işte “In God We Trust”. Nerede yazıyor? Vatandaşın yastığının altındaki dolarların üzerinde!.. 

O zaman milleti nasıl ikna edeceksiniz doların Allah’ı olmadığına?.. Ha, diyorsanız ki Allah ayrı, Tanrı ya da “God” ayrı, onu bilmem… Ama bildiğim bir şey varsa Tevrat’ta da İncil’de de Türkçe tercümeleri okuyun, hep Rab, Allah, “Rab Allah” geçmekte... 
İnanılan ilah aynı değil mi, aynı. Demek ki buradan da çıkış yok. Öyle ya da böyle doların da Allah’ı var yani…

***

“In God We Trust” ABD’nin resmi mottosu olarak 1956’da kabul edildi. Onun öncesinde devletçe resmen onaylanmasa da geleneksel olarak dolaşımda olan başka bir motto vardı; federal ulus-devlet olarak ortaya çıkışa çok daha doğru ve tabii seküler (laik) çerçevede tercüman olan: Latince, “E pluribus unum”. Yani “Çokluktan Birlik” ya da daha anlamlı ifade etmek istersek “Çokluk İçinde Birlik”. Orijinal olarak İngiliz sömürge yönetimi altında şekillenip ondan bağımsızlığını kazanmış 13 Koloni’nin yek vücut bir ulus-devlete dönüşmesini anlatır bu söz ve Federal Hükümet’in resmi mühründe de yer alır.
 
Ama Kongre 1956’da geçirdiği bir yasa ile 1864’ten beri Amerikan madeni paraları üzerinde zaten işli olan “In God We Trust”ı resmi slogan haline getirdi. 
Yok, şu ara her taşın altından çıkarmaya alıştığınız evanjelistlere falan bağlamayın bu resmi dindarlaşma emaresini!.. 

Evanjelik değil “Sovyetik” parmak var işin içinde… 

Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin devlet ateizmini öne çıkarıp din karşıtı yasalara işlerlik kazandırmasına mukabil Eisenhover döneminde ABD Temsilciler Meclisi ve Senato birlikte resmileştirdi bu mottoyu. Ardından 1957’den itibaren bu söz kâğıt para, yani dolarlar üzerinde de yer almaya başladı.

***

O gün bugündür ABD Doları “Allah’a tevekkül” içinde dünyanın dört bir yanında dolaşımda, ortalığı kasıp kavuruyor. Biz dâhil kavuruyor. O yüzden şu son yaşanan krizde iktidar iradesinin doları Allah’la terbiye etmeye çalışmasının da kıymeti harbiyesi olmuyor. 

Aslında kapitalist anaforun içine çekilmiş bizim “post-İslamist” dinbazlık da dâhil herkes biliyor şu yalan dünyada neye güvenilip, inanılıp, tevekkül edildiğini!.. 

Allah mı, Tanrı mı, “God” mı tevekkül edilen Atlantik’in öte yakasından Anadolu’nun ortasına kadar?.. 

Yoksa Britanyalı aktör, komedyen ve komedi yazarı Martin Alan’ın (1934-1982) meşhur satirik komedi filminin şu muhteşem başlığında en veciz karşılığını bulduğu gibi mi durum: 
“In God We Tru$t”.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...