16 Ağustos 2018 Perşembe

Krizin arka planında Brunson mı var? Brunson buzdağının sadece görünen yüzü - İBRAHİM VARLI

Ankara ile Washington arasındaki krizde Brunson buzdağının görünün kısmı. Krizin nedeni Suriye özelinde Ortadoğu’ya dair yaşanan ayrışmalar.

Ankara-Washington hattındaki krizin görünürdeki nedeni rahip Andrew Brunson’un tutukluluğu. Erdoğan yönetimi krizi Brunson’a bağlamak için özel bir gayretkeşlik içerisinde. Oysa ki Bronsun krizi buzdağının sadece görünen kısmı. İki ülke arasında uzun bir süredir devam eden kriz ikliminin çok daha yapısal nedenleri var. Mesele Brunson olsaydı tıpkı Almanya ile Deniz Yücel olayında yaşanan krizde olduğu üzere olay kapalı kapılar ardında sorun bu aşamaya gelmeden çözülür, Brunson da bir gecede bırakılırdı. Fakat mesele Brunson değil!

O halde yaşanan krizin arka planında ne var? En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. AKP ile ABD arasında yaşanan krizin temel nedeni Suriye özelinde Ortadoğu’ya dair yaşanan bölgesel fikir ayrılıkları. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de, AKP’nin BOP’tan ilham alan yeni Osmanlıcı tahayyülleri de Suriye’de çöktü. Çöküşle birlikte ortaya çıkan yeni denklemde iki ülkenin bölgeye yönelik konumlanışında farklılıklar oluştu. Suriye, İran, Irak politikalarındaki ayrışmalar iki ülke arasındaki makası daha da açıyor.

Rusya’dan alınması planlanan S-400 füzeleri, ABD’nin vermeyi durdurduğu F-35 savaş uçakları, Fethullah Gülen’in iadesi, Rıza Sarraf davasında eski bakan Zafer Çağlayan hakkındaki tutuklama kararı, Halkbank’a kesilen ceza, Washington’un İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e yaptırım kararı, ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz’un FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanması ve Brunson’un tutukluluğu krizi zirve noktaya ulaştıran unsurlar.

Suriye krizi
ABD ile Türkiye’yi karşıya getiren, Erdoğan ile Trump yönetiminin arasını bozan temel mesele Suriye özelinde vuku bulan gelişmeler. Suriye savaşının ilk dönemlerine kadar AKP ile ABD arasında sular sızmıyordu. Her iki ülke de rejimin değiştirilmesi, İhvancıların işbaşına getirilmesi konusunda uzunca bir süre ortak hareket etti. Savaşın Şam lehine dönmesiyle birlikte ABD ile AKP arasındaki sorunlar da gün yüzüne çıkmaya başladı. ABD’nin Suriye’nin yeni dizaynına yönelik A, B, C planlarını devreye sokmasına karşılık AKP iktidarı, “Esad gidecek, Şam devrilecek” politikasında ısrar edince, çıkarlar çatıştı. Bitmeye yüz tutan savaş sonrasında yeni Suriye’nin dizaynına yönelik görüş farklılıkları belirgin bir şekilde kriz üretiyor.

Kürtlere statü
Temel kırılma noktalarından bir diğer ise Kürtler. ABD Suriye’deki rejim değiştirme projesinin çökmesinin ardından Kürtlerle özel bir ilişki içerisine girdi. Geliştirilen bu ittifak Ankara nezdinde büyük bir rahatsızlık yarattı. Suriye’nin doğusunu ve kuzeyini kapsayan coğrafyada Kürtler üzerinden yeni bir dizayna girişen ABD, Fırat’ın doğusunda varlığını SDG üzerinden meşrulaştırma arayışında. Kürtlerin olası bir statü kazanmasına şiddetle karşı çıkan, bu durumu “kırmızı çizgi” ilan eden Ankara, ABD ile ciddi bir yol ayrımına girdi. ABD’nin yeni Suriye’de Kürtlere özel bir önem atfettiği, müttefiklik ilişkisini daha geliştirmek istediği ortada.

Rusya faktörü 
Birlikte yola çıktığı ABD ile savaşın sonlarına doğru yol ayrımına düşen Erdoğan yönetimi, koşulların da etkisiyle Rusya-İran hattına yanaşmak zorunda kaldı. Astana sürecine dahil olan ve birçok konuda Moskova-Tahran ittifakıyla hareket eden Ankara’nın bu cepheye yanaşması, bölgede farklı tasavvurlar peşinde olan ABD’nin tepkisini çekiyor. Rusya ve İran’a yönelik ekonomik, politik, askeri yaptırımlar uygulayan ve bu ülkelerle bilek güreşine tutuşan ABD açısından Türkiye’nin bu ülkelerle hareket etmesi bir sorun. 

İran’a ambargo
Başından itibaren Tahran’ı hedef alan Trump, İran’a karşı saldırgan politikasında Türkiye’yi de yanına çekmeye çalışıyor. Ancak Ankara, uygulamaya geçen ambargolardan yana değil. Başta enerji olmak üzere İran ile birçok konuda anlaşmaları olan Ankara, Tahran ile işbirliğinden yana ve ambargonun kendisini derinden etkileyeceğini farkında. Hayata geçirilen yaptırımların ikinci ayağından ciddi şekilde etkilenecek olan Türkiye, İran’a yönelik müdahalenin kendisini de vuracağını hesapladığından ayak diretiyor. İran ile Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmayı kağıt israfı olarak gördüğünü söyleyen Trump yönetimi İran ile yapılan ve Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın da yer aldığı anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiş ve ambargo uygulama kararı almıştı. 

Sarraf/Halk Bankası etkisi
ABD’de görülen Halkbank’ın eski genel müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın cezalandırıldığı dava da iki ülke arasında sorun yaratan konulardan. Ankara, bu davanın bir komplo teorisi hâline getirilerek “Türkiye’ye saldırı amacıyla” kullanıldığını düşünüyor. Halk Bankası’na kesildiği belirtilen cezanın yakın bir süre içerisinde açıklanması bekleniyor. Ambargoyu delmekle suçlanan Rıza Sarraf’ın itirafçı olması, eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkındaki tutuklama kararı hepsi İran’a yönelik kuşatmanın kendisiyle ilgili.

S-400 tehdidi, F-35 ambargosu
Krizin tırmanmasındaki bir diğer konu da Rus hava savunma sistemi S-400. Türkiye, Amerika’dan Patriot hava savunma sistemleri istemiş ancak olumlu karşılık alamamıştı. Türkiye ise kendisini savunma gerekçesiyle alternatif Rusya’ya yöneldi. Rusya ile Türkiye arasında uzun müzakereler sonunda anlaşma ile bitti. Ancak ABD, hem Türkiye’ye Patriot’ları vermeyerek, hem de S-400 sistemlerini almayı gerekçe göstererek Ankara’yı birçok kez tehdit etti. S-400 sistemlerinde artan gerilim F-35 savaş uçaklarına da yansıdı. Trump önceki akşam 2019 yılı ABD Savunma bütçesinin tasarısını onaylarken savaş uçaklarının Türkiye’ye verilmesini reddetti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kenetlenmeyi, "zor günler"de mi hatırladınız? - Arslan BULUT

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, "ABD'nin ekonomimize bilinçli saldırılarına karşı mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde bazı ürünlerin ithalatında vergi oranları artırılmıştır" bilgisini verdikten sonra "Zor günlerde liderinin etrafında kenetlenen milletimiz, kural tanımaz tavırlara ve haksızlıklara karşı dünyayı cesaretlendirmiştir" dedi.


Türkiye'nin yaşadığı sorunun asıl sebebi, bu sözlerde saklı. Milletin zor günlerde liderinin etrafında kenetlendiğinden bahsediliyor. İyi de sıcak paranın bol olduğu rahat günlerde kenetlenme ihtiyacı yok muydu? O zamanlar "liderimiz", kurucu liderlerimizden "iki ayyaş" diye söz ediyor, "camileri ahır yaptılar" diyor, asgari müşterekleri tanımıyor, "Türk demeyelim, Türkiyeli diyelim, milleti İbrahim diyelim" propagandası yapıyordu.  Zor günlerde ise "Büyük Türk Milleti"ne sığınıyor! Üstelik bunu yaparken de yine muhalefeti suçluyor. Ekibi de Atatürk lafzını bütün resmi belgelerden çıkarmaya devam ediyor!

                                                                          ***

Oysa rahat zamanlarda bütün milletin başbakanı veya bütün milletin Cumhurbaşkanı olduğu kabulüyle hareket etmiş olsaydı, zor günler de yaşanmazdı. Çünkü bütün milletin lideri olmak için bütün milletin hukukunu korumak gerekir. Bu da bütün kurum ve kurallarıyla hukuk devletini hayata geçirmekle sağlanır.
Hukuk devletinde ise sıcak parayı betona yatırmanıza, çarçur etmenize izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, ABD ile birlikte hareket ederek Suriye'nin iç işlerine müdahale etmenize, çeşitli grupları eğitip donatmanıza izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, FETÖ'yü devlete hâkim kılmanıza izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, devleti kuran millet iradesini hiçe sayarak, etnik amaçlı bir açılım politikası uygulamanıza izin vermezlerdi.

Böylece zor günler de yaşanmaz, kenetlenme ihtiyacı da doğmazdı. Siz hukukun üstünlüğüne kenetlenseydiniz, partizanlık yapmasaydınız, devleti ideolojik olarak dönüştürmeye kalkışmasaydınız ve kuruluş ilkelerine de bağlı kalsaydınız zaten ekonomide de dış politikada da sıkıntıya düşmezdiniz.

Şimdi, zor günlerde millet, sizin arkanızda durmuyor; devletin arkasında duruyor. Çünkü devletin çözülmesi demek, milletin çözülmesi demektir. Devleti ayakta tutmanın tek formülü, milletin hukukunu korumaktır.

Tabii muhalefetin görevi de ABD ve AB'ye "Ben dayatmalarınızın gereğini daha iyi yaparım" mesajı vermek değildir. Veya muhalefetin görevi, "Ben seçilmezsem Dolar 10 lira olur" dediğinizi hatırlattı diye yazar Nihat Genç'e saldırmak değildir.

                                                                         ***

Şimdi Türkiye, ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi'nin en önemli ayağı olan Fırat-Dicle havzasını ele geçirme planlarına karşı direniyor. Direnmek zorundadır. Üstelik kendi Cumhurbaşkanı, söz konusu projenin eş başkanlığını üstlenmiş olduğu halde!

Defalarca uyardık! Özetle dedik ki, "Yol yakınken bu yanlış tutumlardan vazgeçin. Liderlik kabiliyetiniz var ki bu kadar insanı peşinize taktınız ama bu yetmiyor! Önemli olan seçtiğiniz yoldur! Gelin, cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönün. Bu çizgide hareket eder de aynı zamanda milli ve dini idealleri de hayata geçirmeye çalışırsanız, size kimse dokunamaz!"

Fakat iktidara yürürken meşruiyeti ABD ve AB desteğinde aradınız... Devletin temel niteliklerini de onların yardımı ile değiştirebileceğini zannettiniz. Kadrolarınız, "Ankara'nın şerrinden Brüksel'in şefaatine sığınıyoruz" dedi. Sonuçta Ergenekon ve Balyoz operasyonları da FETÖ eliyle girişilmiş bir Amerikan saldırısı idi. Darbe girişimi de öyle, ekonomik saldırı da. Fakat bütün bunlara sebep olan, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi değil midir? İlk düğme milletin hukukudur, egemenlik hakkıdır. Milletin adını bile tanımayan bir siyasi kadronun yapacağı iş, devletin başını belaya sokmaktır.
Şimdi, millet kerhen destek veriyor ama şu anda başka bir siyasi seçenek göremediği için!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Orta sınıflar ve kriz - AYDEMİR GÜLER

Şu orta sınıf lafını, başka sınıflar için kullandığımız türden bir analiz kavramı olarak kullanamayız. Ama işe de yarıyor. Analiz için değilse de, betimleme için yarıyor. Hatta daha fazlasına…

Bugün kriz karşısında birkaç politik-sınıfsal pozisyon ayırt edebiliyoruz. 

İlki AKP’ye aittir ama sermaye sınıfını temsil gücüne sahip olduğu açık hale gelmiştir. Sabancı Holding ve İş Bankası sözcülerinin açıklamaları başka türlü yorumlanamaz. Bunlar iktidar sözcülerini mumla arattıracak kadar boş konuşuyorlar. Normaldir. Kapitalizm yalan ve aptallıktır.

Amerikan tıraşı yapmayı bırakmak ve dolar yakmak aptallığa denk düşüyor. Erdoğan’ın tehdidinin muhatabı olan döviz spekülasyonu ise sermayenin yalancı karakterini ve davranış biçimini temsil eder. Erdoğan söylediğine inanıyor mu, bilinmez, ama kapitalistler böyle davranırlar. İktisat el kitaplarında bile yazar…

İkincisi bu yalan ve aptallığa iltihak edenlerin pozisyonudur. CHP ve İyi Parti milliyetçilik trenine, aynı gemideyiz safsatasına tamamen sınıfsal güdülerle angaje oluyorlar. Aynı şey MHP için de geçerli. 

Nedir bu sınıfsal güdü? 

Bu partiler eğer sermaye sınıfı içinde kriz politikasında anlamlı ayrışmalar gözlemleselerdi gemi demagojisinden vazgeçmezlerdi, ama milliyetçilik öyle değil böyle yapılır derler, gemi yarıştırmaya kalkışırlardı. Böyle bir veri yoksa, burjuva muhalefeti de reisin etrafında toplanmak durumundadır. 

Yeri gelmişken, Erdoğan’ın “Saldırı bir kişi veya partiye değil ülkeye yöneliktir” biçimindeki mütevazı (!) mesajının şükran ve çağrı olarak okunması gerekir. Sonuç olarak Erdoğan, AKP’li yıllarda görülmüş en ağır ekonomik kriz patlak verirken, içerde hegemonyasını tazelemiştir. Çünkü muhtemelen sermaye sınıfı bu ortamın siyasi hesaplaşma için istismar edilemeyecek kadar ciddi olduğunu düşünmekte ve düzen partileri de bu yaklaşım doğrultusunda hizaya girmektedir.

Üçüncü pozisyon başlıkta ve baştaki orta sınıflara denk düşüyor. Siyasal temsilcisi belirsiz olmakla birlikte ideolojik renk esasen liberaldir ve mensupları toplumda en görünür konumlanışa sahiptirler. Bunlar, şimdilik, Erdoğan, damat, Sabancı, İş Bankası genel müdürü, kriz örtücü AKP medyası gibi unsurları sağlam biçimde alaya almaktadırlar. Bu alaylar can yaktığından olmalı ki, anlaşılan AKP yargısı yeni bir suç türü yaratmak için hazırlıklara başlamış bulunuyor. Twitter marifetiyle ekonomik krizi derinleştirmek suçlamasını tiye almak, Trump’ın süreci aynı mecradan yönettiği bir dünyada biraz sıkacaktır!

Bu pozisyonun açılışı, ABD’nin AKP’li bakanlara yaptırım açıklamasını “gol” olarak tweetleyen Ahmet Şık’a nasip olmuştu. Sonra daha eğlenceli ve zekâ ürünü espriler patladı. İlk iki kategorinin ipe sapa gelmez beyanları daha nicelerine vesile olacaktır. Mesele bunların komik olup olmadığı değil. Bir bölümü cidden komik ve kasvetli havayı dağıtmaya bile yarayabilir. Gülmek insana yakışır sonuçta… Hele espriler savcılık soruşturmasına ve tutuklamalara vesile olmaya başlarsa, bu kanaldan mücadele tınısı bile alınabilecektir. Ama…

Ama ortada eğlenecek bir şey yok ve yaşananlarla dalga geçmek basbayağı gerçeklik duygusunu yitirmek anlamına geliyor. Gerçeklikten uzaklaştıran alaycılık orta sınıf kalabalığının tamamının çaresizliğini katlanılır kılmaya yaradığı ölçüde, aslında alay edilen aptal ve yalancıların işine gelecektir. 

Söz konusu kalabalığın içinde yakın geçmişte her fırsatta ucuz bir tur yakalayıp Avrupa tatiline çıkanlar vardır ve bu yaşam biçimi hızla çökmektedir. Kalabalığın içinde tüketici kredilerine ve kartlarına yüklenip cep telefonunu veya arabasını yenileyip patron dayatmalarına esir düşenler vardır ve tüketim döngüleri sekteye uğradıkça hayli mutsuz olacaklardır. Yine aynı kategorinin içine çocuğun okul taksitine, hastane masrafına yetişemeyeceği açık hale gelenler de vardır ve onların hali içler acısı olmaya başlamıştır bile. Yaklaşan kış aylarında doğalgaza para yetiştirememe ihtimali kafası biraz çalışanın gündemine girmiş olmalıdır. En ağırı işsizlik olacaktır kuşkusuz.

Bütün bunlar orta sınıflarda yakın zamanda gülecek hal bırakmayacak ve ilk haftaların eğlencesinin yerini hızla ağır depresyon alacaktır. Zira dalga geçmek ne yazık ki kendi başına bir eylem ve direniş yolu değildir!

Depresyonun bir çıkış olmadığı belli. Bugünkü alaycı psikolojinin AKP’nin krizi atlatmasına dua etmeye dönüşmesi olasılığını hiç hafife almayalım. En fazlası yerel seçimlerde “Beni seçerseniz krizi bitiririm” propagandasına dalacak olan adaylarla heyecanlanmak olacaktır.

Daha da kötüsü, bu halin işçi sınıfını kuşatmasıdır. İşçi sınıfının ihtiyacı işten çıkartmaların yasaklanması, borçların iptali, fiyatların sabitlenmesi gibi talepler doğrultusunda mücadeleye ve örgütlenmeye girmektir. Öyleyse orta sınıf veya küçük burjuva aymazlığı işçi sınıfı saflarından kovulmalıdır. 


Dördüncü ve son politik-sınıfsal pozisyon da budur. Bu pozisyon solculuktur ve bugün tek bir siyasi partide, TKP’de karşılık bulabilir. 

Aydemir Güler / SOL

Bir krizin anatomisi: İş dünyası, uluslararası finans ve Ayşe Teyze… - SELİN SAYEK BÖKE

Cuma günü, toplantı Dolmabahçe’de. İş dünyası ile. Perşembe günü, toplantı telekonferansla. Yabancı yatırımcılarla… “Modelin’’ yeni olmadığını anlamanın bir yolu da bu. Model, öncelikli olarak büyük sermayeyi memnun etmeyi, yabancı yatırımcıyı ikna etmeyi gerektiriyor. Meselenin özü bu.

Bilerek, isteyerek, adım adım kurdukları düzen bunu gerektiriyor zira. Bir yandan da toplumun, meselenin Ayşe Teyze’nin meselesi olmadığına da ikna edilmesi gerekiyor. ‘’Eee, onu da birileri yapar canım’’ diye düşünüyor olmalılar! Ne de olsa kendi siyasi cenahlarından olmadığı izlenimi verilebilecek şarkıcılara yandaş mecralarda ‘’esasında bir sorunumuz yok’’ dedirtmişler 24 Haziran seçimlerinden bu yana. Yine dedirtirler.

Ekonomide yaşanan krize karşı, cambaza bak, diyecek birileri nasıl olsa çıkar rahatlığıyla hareket ediyor iktidar. Birisi çıkar “aynı gemideyiz, susun” der, nasıl olsa. Birisi sosyal medyada TL’nin döviz karşısında sadece yılbaşından bu yana neredeyse 3 TL, yani yüzde 80 değer kaybettiğini yazarsa ‘’hukuki’’ işleme giden yolun taşlarını döşer. Birisi “şimdi milli birlik beraberlik zamanı, kenetlenmeliyiz, bu sorunun kaynağı olduğunu bildiğimiz iktidarın yanına hizalanmalıyız” diye demeçler verir. Denilmeyeni de tek adam der zaten… Savaş, siyasal İslam sosu ekleyiverir üzerine.

İş dünyasıyla toplantı birinci Londra çıkarması kadar etkiliydi düşünülürse. Birinci Londra çıkarması mayısta gerçekleşmiş; Cumhurbaşkanı tüm dünyaya, fiilen yürürlükte olan Başkanlık rejimi 24 Haziran seçimleriyle resmileştiği takdirde para politikasının doğrudan kendi şahsına bağlanacağını duyurmuştu. Ekonominin kurumlarla değil şahsileşmiş karar mekanizmalarıyla, kurallarla değil keyfilikle, hukukla değil dayatmayla yönetileceğinin ilanıyla onlarca kuruş kaybetti TL.

Bir de 10 Ağustos Dolmabahçe toplantısı var. Kurumsal çöküş, hukuksuzluk ve keyfiliğin üzerine, lakaytlığın da eklendiği o meşum toplantı. Kimini terleten, kiminin saçını rüzgârda uçuran bir hava, adeta toplantının içinde bulunduğu belirsiz ortamı da tarif eder gibiydi o gün. İşin ciddiyetini anlamamış, yaşanan krizin ağırlığını küçümseyen, kurduğu düzenden duyduğu memnuniyet gözünü toplumun yüzde 99’unun yaşadığı ve yaşaması muhtemel ağır koşullara kör etmiş, uyarılara kulağı sağırlaşmış bir lakaytlık bu.

Sonucu da 9 Ağustos’ta 5.55 TL olan dolar kurunun 10 Ağustos’taki Dolmabahçe buluşması sonrası 6.43 TL seviyesine çıkışı. Yaklaşık 90 kuruşluk, yüzde 16’lık bir değer kaybından bahsediyoruz. Bir tek gün içerisinde üstelik! Yaşadığımızın ismini koyalım. Kriz. Devalüasyon. Bu rakamlarla tercüme ediliyor hayatımıza.

Dolmabahçe iş dünyası toplantısının yansıttığı sadece lakaytlık ve aymazlık değildi, daha önemlisi ‘’kararlılık’’, ‘’değişim hedefi’’, ‘’katılımcılık” balonunun patlamasıydı. Nasıl patladığı da çok açık. Rejim değişti. Katılımcılıktan kastın tek kişinin katılımı olduğu herkes tarafından anlaşılmış durumda. Hedeflenen bir değişim olmadığı da açık. İşte kriz yüzde 99’u yutarken, toplantılar da uygulamalar da rantçı yandaş sermayeyi koruyup kollama, finans kapitalle helalleşme üzerine…

Bu rejim dış borca dayalı. Bu rejim rantçı sermayeyle el ele vermiş bir siyasetin sınıfsal tercihiyle şekillendirildi. Bu rejim yüzde 1 zenginleşsin diye yıllardır yüzde 99’u ekonomik ve sosyal olarak yok saydı. Şimdi müjdelenen de rejimin aynen böyle devam edeceği.

Maliyeti kime derseniz… Geçmediği köprülere zamlarla ve vergilerle ortaklaştırılan Ayşe Teyze’ye… Pazarda filesi pahalanan Fatma Teyze’ye… Tarlasını sürerken artan gübre fiyatlarından kalbi sıkışan Süleyman Amca’ya… Küçük sanayide üretimini ayakta tutmak için, zamlanmış çeliği satın almak zorunda Mehmet Amca’ya…

O zaman biz buradan bir kez daha yazalım. Bu krizin sorumlusu iktidardır. Krizin sebebi bu iktidarın bilerek, isteyerek, sınıfsal bir tercihle kurduğu ekonomik ve sosyal düzendir. Dış borçla kendini idame ettirmek iktidarın siyasi tercihidir. Bilerek, isteyerek Türkiye ekonomisini dışarıya göbekten bağlayan bir ekonomik model kurdu bu rejim. İthal girdiye bağlı, dışarıdan borçlanmaya bağlı bir üretim yapısını, aldığı siyasi kararlarla itinayla inşa etti. Yani Türkiye ekonomisini dış dünyanın iki dudağı arasına sıkıştıran bu iktidar oldu.
Aldığı borcu, üretim kapasitesine değil yandaş zenginleştirecek rantçı ve talancı beton yığınlarına gömmeyi seçti. Bunu yaparken çalışan ve hakkıyla üreten bütün güçleri yok saymayı seçti. Bilerek ve isteyerek. Ve tüm bu yaşadıklarımız baskıyla, korkuyla ve kutuplaşmayla toplumsal barışı dinamitleyen ve kurduğu düzenin yasal yapısını da rejim değişikliği ile tek adamlığa hapseden modelin sonucu. Yani sorumlusu, bu düzeni bilerek ve isteyerek kurmuş olan bu iktidar.

O zaman çarenin ilk adımı, çözümü kalıcı kılacak olan şey her şeyden önce bu iktidarın istifasıdır. Yeni bir siyasetin oluşması, ekonomik krizin çözümü için bir zorunluluk. En az para politikası kadar, en az finansal istikrar adımları kadar, en az maliye politikasının niteliği kadar önem taşıyor. Çünkü tüm bu politikaların tercihini şekillendirecek olan siyasetin ortaya koyacağı tercih. Sorunu kendi elleriyle yaratan bu iktidar, bırakın çözüm üretmeyi, doğası gereği üretilen çözümün bir parçası bile olamaz.

Bu iktidarın tercihi çok açık. Acı reçeteyi dayatmaya hazırlanıyor. Halka dolar yaktıracak, yastığının altına ve cebine el uzatacak ama Saraylarda iş dünyasıyla, sanal alemde de finans kapitalle buluşacak.

Bizim tercihimiz de açık. Bir kaynak ihtiyacı varsa milyonlarca emekçinin, KOBİ’nin, esnafın bütçesine el uzatan vergilerle zamlarla değil, rant vergisiyle toplanacak o kaynak! Merkez Bankası başkanının müjdelediği gibi yüzde 20’leri aşacağı kesinleşmiş enflasyon karşısında yüzde 5’lik gerçekdışı enflasyon hedefiyle fakirleştirilmeyecek halk. O kaynak döviz ve Hazine garantili mega projelerle beslenen rantçı sermayenin bütçesinden çıkmalı. Vakit kaybedilmeden dolar endeksli bu garantileri, geçiş ücretlerini TL’ye çevirmeli. Acilen garantilerden vazgeçilmeli, rant–iktidar işbirliği projeleri terk edilmeli. Çünkü o dolar endeksli köprüden geçen kamyoncu Ahmet Amca ödüyor maliyetini. Çünkü o köprüden geçmediği halde Hazine garantilerinin bütçeye getirdiği ve getireceği yükü karşılamak için ısınmasına, elektriğine, ekmeğine zam gelen ve vergi artışlarıyla burun buruna kalan Ayşe Teyze yükleniyor maliyetini.

Hani o dolara ne ihtiyacı var ki denen, yastığının altına el uzatılan ve on yıllardır bu düzende inancı ve kimliği nedeniyle istismar edilen Ayşe Teyze…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

‘Eşkiya’nın namusu Deniz’den soruldu! - TAYFUN ATAY

Oyuncu Deniz Çakır’ın Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz (EDHO) dizisinden yapımcı Raci Şaşmaz kararıyla çıkarılması, bir takım noktalar hâlâ aydınlığa çıkmamış ve kim ne yapmış belirsiz olmakla birlikte, ağırlık merkezinde “cinsiyetçilik” olan bir hadise ve oradan hareketle değerlendirilip sorgulamaya açılması gerekir. 
Olayın özeti çok tatsız ve hakikat nerede başlayıp nerede iddiaya, nerede de “iftira”ya dönüşüyor bunu belirlemek çok güç. Ama okurlarıma biraz bilgi aktarmadan konuyu tartışmaya açmam da olanaksız. 

Kurtlar Vadisi’ni “devlet-mafya” tematik eksenli bir kurgu olarak “reyting yumurtlayan tavuk” haline getirdikten sonra bir de “aile-mafya” tematik eksenli (“kadın-çekişmesi”ne de eklemli) bir ikinci reyting mucizesi yaratma hedefine kilitlenip bunda başarıya ulaşmış bir ticari aklın ürünü EDHO… 

Elbette bu akıl, ticari olduğu kadar eril, “ataerkil” bir akıl. 

Deniz Çakır, EDHO’da Oktay Kaynarca tarafından canlandırılan mafya babası Hızır Çakırbeyli’nin eşi Meryem olarak başrolde. Üç yıldır reytingin zirvesinde olan bir yapım söz konusu ve bunda Deniz’in payı büyük.
 
Yeni sezon için hazırlıklar yapılırken ve Deniz de Meryem rolü için kadroda yerini korurken birden bire onunla yolların ayrıldığını öğreniyoruz. O da sosyal medya paylaşımıyla bunu doğruluyor ve 3 yıldır bütünleştiği “Meryem”den ayrıldığını hüzünlüce ifade eden bildirimlerde bulunuyor. 


Son sözü de şu: “Ben duruşumdan taviz vermeden ve omurgalı bir birey olmanın erdemiyle yoluma devam edeceğim. Hep öyle yaptım. İyi insan olmak güzel. Yanlış olanın karşısında durmak da…”

***

Peki, neden oldu bütün bunlar? 
Önce Deniz Çakır’ın bir “kadın” olarak özel yaşamına dikkat etmediği, eski alkollü görüntüleri tekrar servis edilip “kovulma”ya gerekçe olarak sunuldu. Sonra daha aleni şekilde onun (yine bir “kadın” olarak) bir “yasak ilişki” içinde olduğundan ve dizideki kurgu karakteri ile “bağdaşmayan” bir gerçek hayat sürdüğünden dem vuruldu. 
Ardından yasak ilişkiye girilmiş isim, elbette bir iddia (ya da iftira) olarak telaffuz edilip hadise “magazinel” olarak iyice katmerlendirildi. Orada da bitmedi. Oyuncunun diziden çıkarılmasının, Türkiye film endüstrisinin büyük bir isminin isteği doğrultusunda gerçekleştiği söylendi. 

Bunlar at izinin iti izine karıştığı, insanın yüzünü buruşturmasına yol açan iddialar/söylentiler. 

Fakat ne, ne kadar doğru/yanlış, net olarak bilinmese de ortada her halükârda bir ataerkil/cinsiyetçi linç icrası var. 

Anlatılanları, söylenenleri, yazılanları ahlaken kodlayıp Deniz’e kızma, kınama, teessüf etme özgürlüğü birilerinde olabilir ve bu, onların kendi bileceği iş… Ancak kim ne düşünürse düşünsün ve ne olmuş olursa olsun, bu, bir “özel hayat”.
 
Gel gelelim bu “özel” ve “hakiki” hayat, ekrandan seyrimize sunulan ve “genel” kabul gören bir “kurgu hayat”ın hükmü altında “eril” bir cezai yaptırıma uğratılmakta.

***

Daha önce de olmadı mı, oldu. Yıl 2003. Çocuklar Duymasın dizisi ekranda kapı-baca yıkıyor ve dizinin anne karakteri Meltem’i canlandıran (hâlâ da aynı role devam eden) oyuncu Pınar Altuğ, yapımcı-senarist Birol Güven tarafından özel yaşamındaki ilişkilerini “tanzim etmediği” takdirde rolünü kaybedeceği tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. 

Pınar’ın da kocası askerdeyken bir “yasak ilişki” içine girdiği ve dizi yayımlanırken bunun devam ettiği dedikoduları magazinel gündemi işgal etmişti. Dizideki “iffet sahibi” anne, Meltem, bunu nasıl yapardı?! 

O yüzden hayatı ve hayat ekonomisi “hayal endüstrisi”ne bağlı Pınar Altuğ, Meltem’e tâbiliğini netleştiren sözler sarf etti: “Bugüne kadar Meltem karakterine yakışmayacak hiçbir şey yapmadım.” 

O, böyle dedi, rolünü korudu ve “Meltem”, Pınar’ı yuttu! 

Deniz Çakır böyle demek yerine “duruşundan taviz vermemek”ten, “omurgalı olmak”tan bahsederek “Meryem” tarafından yutulmaktansa onu “kaybetmeyi” tercih etmiş görünüyor.

***

Sonuçta bu tür olaylarda okkanın altına giden hemen her zaman kadınlar olmakta. 
Tıpkı namus cinayetlerinde kurban nasıl hep kadınsa, bu tür “özel hayat” yahut “yasak ilişki cinayetleri”nde de kurban hep kadın… 

Çünkü kapitalizm, hâlâ her yerde ata-erkil… Ve bizim alaturka kapitalizmimizin en cafcaflı, janjanlı dilimi medya/eğlence sektörü de, onun bir alt dalı olan “hayal endüstrisi” de Allah’ına kadar eril ve maço. 

O yüzden Deniz’i “kestiler”, dizinin “namusunu kurtardılar”. Hadi bakalım!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Müteahhit kriterleri - ÇİĞDEM TOKER

24 Haziran sonrası, siyasi bir heyet olmaktan çıkan ve “kurulu” tamlamasıyla yan yana anılamayan bakanlar, yenilendi malum. Özellikle ilk kez bakan olan isimler, kendilerini ve kurumlarını anlatmaları gerektiğinde, hissedilir bir terminolojik sıkıntı yaşıyor. Ne kadar ağır bir tablo devralmış olurlarsa olsunlar, hedefe koyacakları, “enkaz devraldık” diyecekleri bir eski hükümet olmadığı için gördükleri aksaklıkları toplum önünde eleştiremiyorlar.

 Sanki karşılaştıkları tabloyu kendilerinin de siyaseten ortak oldukları hareket değil de “miki”ler yapmış gibi asıl meseleyi pas geçerek konuşuyorlar.

***

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “yeni plan” sunumundan sonra, bu olguya dair ikinci örneğe Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıklamasında tanık olduk. 

Murat Kurum, adı sektörde “büyük memnuniyetle” karşılanan bakanlardan biri. Önceki görevi, bakanlığı ile ilgili Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) Genel Müdürlüğü olan Kurum, diğer yeni bazı bakanların aksine bürokrasiden geliyor. 
Bakan Kurum’un Hürriyet’te Gülistan Alagöz imzalı haberinde okuduğumuz açıklamaları memleket meseleleriyle ilgisi olanları şaşırtmayacak gibi değil. 
“Her önüne gelenin müteahhit olamayacağı” ana fikrine dayalı habere göre, bundan böyle müteahhitlik firmalar, mali yeterliliği, tecrübesi ve iş bitirme yeterliğine göre sınıflandırılacakmış. Bakan Murat Kurum şöyle diyor: 
“Bir firma ruhsata başvurunca bakacağız, bu işin üstesinden gelir mi, gelemez mi? Ona göre süreci yöneteceğiz. Kentsel dönüşüm yasası olan 6306 sayılı yasa ya da 3194 sayılı imar kanunda gerekli düzenlemeler devreye girecek. Bunun altyapısını çalışıyoruz.” Böylece hem vatandaşın sorun yaşamasının önüne geçilecek, hem de Türk ekonomisi için önemli olan inşaat sektöründe sağlıklı büyümenin yolu açılacakmış.

***

Normalde itiraz edilemeyecek sözler. Makul, aklı başında ve vatandaş yararına. Ama 12 yıl önce, o dönem AKP’nin atadığı bir bürokrat olan TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar tarafından çok benzeri açıklanmış ve bunun notunu tutup haberini yazmış bir eski muhabir için sıkıntılı bir gülümseyişten başka etki yaratmıyor. Bayraktar, yine Hürriyet’te yayımlanan o açıklamasında, müteahhitlere karne verileceğini ve performans kriterleri içeren bir sistem kuracaklarını söylemişti. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen firmaların sözleşmesinin de feshedileceğini eklemişti. 

Şimdi 12 yıl öncesini bir düşünün. Çevrenize bir göz atın. Pencereden dışarıya bakın, iş, mahalle, yürüme güzergâhınızdaki manzaraları gözünüzün önüne getirin. İş kazalarını, yaratıldığı söylenen asgari ücretli “istihdam” işçilerin anonim ölümlerini, sel baskınlarını, gökyüzünü karartan kuleleri, eciş bücüş kötü malzemeli yapıları, hayatınızın içine dökülen betonun yoğunluğundan nefes alamayışınızı düşünün. Sonra da yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın “her önüne gelen müteahhit olamayacak”  cümlesinin hayatınızdaki anlamını. 

Öyle işte.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Okul kütüphanelerimizin durumu vahim - METİN CELAL

Kütüphanelerimizin durumunu yılda en az bir kez, Kütüphaneler Haftası vesilesiyle konuşuruz. TÜİK 2017 Kütüphane İstatistikleri’ni yayımlayarak ikinci bir vesile yarattı. Değerlendirme ve sayım yönteminden başlayarak çeşitli eleştiriler getirildi sosyal medyada. Kütüphanecilik dernekleri de ciddi eleştiriler yaptılar yayımladıkları bildirilerle. 

En temel soru; kütüphane deyince ne anlıyoruz? TÜİK’in kütüphane olarak kabul edip kayıtlara geçirdiği her mekânı kütüphane olarak nitelendirebilir miyiz? Okul Kütüphanecileri Derneği (OKD) Başkanı Aydın İleri yaptığı açıklamada,“TÜİK ve MEB dört duvar arasında gördüğü kitabımsı kâğıt topluluklarını kütüphane olarak değerlendiriyor ve bunu topluma bilimsel istatistik verisi olarak sunuyor” diyor. Kütüphane “kitapların evi”“kitapların saklandığı yer” anlamına gelse de günümüzde kütüphanelerin “her türlü kayıtlı bilgi kaynağını bilgi gereksinimi olan kullanıcıya etkin biçimde sunulduğu yer” olduğunu biliyoruz.

Örneğin övülecek bir çabadır ama Çankaya Belediyesi temizlik işçilerinin çöpten topladıkları kitaplarla kurdukları yer kütüphane değil, ancak kitaplıktır. Okulların, özellikle dershanelerin bünyesindekilerin çoğunun da kitaplık olduğunu öngörebiliriz.
TÜİK’e göre resmi okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı 26.415. TÜİK bu rakamla 2016’ya göre yüzde 3.2 azalma tespit ediyor. 2016-17 verilerine göre Türkiye’de resmi ve özel 62 bin 250 okul bulunuyor. Yani okulların yüzde 42.4’ünde kütüphane var. 3 bin civarında oldukları söyleniyor ama bir veri olmadığı için özel kurs sayısını, hangilerinde kütüphane olduğunu bilemiyoruz. TÜİK verdiği rakama özel kurslardaki kütüphanelerin de dahil olduğunu söylüyor ki o zaman okullardaki kütüphane sayısı daha da düşecektir. Aydın İleri, “MEB’in resmi okullarında kütüphaneci kadrosu ile çalışan personeli yok” diyor. Özel okul kütüphanelerinin de çok azında kütüphaneci istihdam ediliyormuş.
 
Daha da ilginci okul kütüphanelerinde, okul kütüphanelerindeki kitap sayısının da artması gerekirken azalması. 2015’te 32.300 olan kütüphane sayısı 2016’da 27.400’e, 2017’de 26.415’e düşüyor. 5600 okul kütüphanesi kapatılmış. Okul kütüphanelerindeki kitap sayısı da 2017 yılında 2016 yılına göre yüzde 2.6 azalmış. Okul kütüphanelerinde 2015’te 32.300.000 kitap varken 2016’da 27.400.000’e, 2017’de ise 26.707.000’e düşmüş. İki yılda 5.600.000 adet azalma var.Azalmanın nedeninin FETÖ bağlantılı yayınevlerinin kitaplarının kütüphanelerden çıkartılması olduğunu öngörebiliriz. Ama yılda ortalama 60 bin çeşit yeni kitap yayımlandığını göz önüne alırsak kütüphanelere yeni kitap konmamasının nedeninin cevabını da Sayın Bakan Ziya Selçuk’tan bekleriz. 

Tabii yeni okul kütüphanesi açılmayıp binlercesinin kapatılması da merak konusu. 
“Okul kütüphanesi eğitim sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır” diyen kütüphanecilerin uluslararası örgütü IFLA ile UNESCO’nun birlikte yayımladıkları “Okul Kütüphanesi Bildirgesi”ni kıstas alırsak kütüphanesiz okullarda okuyan öğrencilerin tam anlamıyla eğitim alamadığı bir gerçek. Mevcut okul kütüphanelerinin ise “mesleki uzmanlık niteliklerine sahip” çalışanları olmadığı için daha başlangıçta kütüphane niteliği kazanamadığını biliyoruz. 

Koleksiyonlarında bulunan milyonlarca kitabın niteliği, öğrenci için nasıl bir yararı olabileceği de merak konusu. Kaçının sürekli açık olduğu da bilinmiyor. 

26.415 okul kütüphanesinde 26 milyon 707 kitap olduğunu göz önüne alırsak, kütüphane başına ortalama 1000 kitap düşüyor ki, hepsi nitelikli kitaplar da olsa bu sayının çok az olduğuda ortada. TÜİK’in verileri okul kütüphanelerimizin durumunun vahim olduğunu gösteriyor.

Metin Celal / CUMHURİYET

İsrail’de çok önemli bir protesto - MUSTAFA K. ERDEMOL


Geçen cumartesi günü Tel Aviv’de İsrailli Arapların, Yahudilerin, az sayıda Dürzi’nin de katılımıyla ortak düzenlenen bir protesto gösterisi oldu. İki hafta önce İsrail Parlamentosu’ndan geçen, ülkeyi “ulus devlet” olarak tanımlayan, Yahudilerin dışında kalan İsraillilere ciddi ayrımcılık içeren ırkçı yasaya karşı iki ulustan da binlerce insan ayağa kalktı.


Bu gösteri sekiz gün içinde gerçekleştirilen ikinci büyük protestoydu. Katılımın 100 binden fazla olduğu belirtiliyor. Gösteride hem İsrail hem Filistin bayraklarının açılmış olması, hem de Araplarla Yahudi katılımcıların “hepimiz kardeşiz, biz Araplar ve Yahudiler bölünmeyi reddediyoruz” sloganını atmaları bence çok önemli. Filistin bayraklarının varlığı, Filistin Davası’na desteğin ifadesi. Çünkü bayrakları taşıyan sadece Araplar değildi gösteride. İsrail sınırları dışında durum farklı da olsa İsrail halkını oluşturan Araplarla,Yahudilerin ortak yaşama iradeleri ilk kez bu kadar net ortaya konmuş oldu.

Protestoları, İsrail Komünist Partisi, Irkçılığa Karşı Koalisyon ve Koah La’Ovdim İşçileri Birliği’nin desteğiyle Arap İzleme Komitesi düzenledi. Protestolara katılmak için Tel Aviv’e, Hayfa ve Nazareth’in de aralarında bulunduğu birçok kentten 300 otobüs dolusu İsrailli Arap geldi.

Ortadoğu’nun “tek demokratik” ülkesi olarak tanınan İsrail’in söz konusu yasayla bu “Ünvanı”nı artık kaybettiği ortada. Devleti “tek bir ulusun devleti” haline getirmenin İsrail’e kazandıracağı hiçbir şey olmayacağı zamanla anlaşılacak. Son dönemlerde özellikle Etyopya’dan gelen Yahudilere ırkçılık yapıldığı iddiaları ile zaten “demokratik, eşitlikçi devlet” iddiası zedelenmiş olan İsrail’in bu son yasadan ne çıkarı olacağını anlamak zor. Ülke içindeki Yahudi olmayan toplulukların varlığı bölgede her şeye karşın birlikte yaşanabildiğini göstermesi açısından çok iyi bir örnek çünkü. Şimdi Yahudi olmayan İsrail vatandaşlarını “ikinci sınıf” vatandaş olarak gören bir İsrail var artık. Üstelik bu tutumunu yasalaştırmış bir İsrail.

Defalarca yazdım, bu ülkede çok ama çok güçlü bir barış hareketi var. İsrail halkının büyük bir çoğunluğu Filistin sorununun her iki halk yararına çözülmesinden yana. Buna rağmen sürekli ya da sık sık sağcı partilerin iktidar olması çelişik gelebilir, ama seçmeni sağa iten başta ekonomik vaatler olmak üzere birçok farklı neden var. Unutmamak lazım ki ülkede çok da güçlü bir komünist parti mevcut: İsrail Komünist Partisi-Hadash.

İsrail Komünist Partisi Sözcüsü Muhammed Barakeh’in protestoda yaptığı konuşmadaki “Hepimiz biliyoruzki şu anda burada bulunan Araplar da Yahudiler de tamamen aynı şeyi düşünüyor değiller. Ama hepimiz protesto için birlikteyiz. Bir Nakba daha olmayacak. Bunun üstesinden geleceğiz” ‘sözlerine itiraz eden de olmadı. İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği güne Nakba (Büyük Felaket) diyor Filistinliler. Alanda toplananlar  Nakba  sonrası yaşanan gelişmelerden ötürü bir Nakba daha istemeyeceklerini belirttiler.

Yeni çıkan yasa sadece İsrailli Yahudilere tam hak tanıyor bilindiği gibi. Yasaya göre İbranice tek resmi dil olarak kabul ediliyor, Arapça’ya “özel statü” veriliyor. Bu, İsrail’de yaşayan Araplara tanınan birçok hakkın geri alınması demek.

İsrail Komünist Partisi Merkez Komitesi Üyesi, eski parlamenter Issam Makhoul da protestoda bir konuşma yaptı. Makhoul, gösterinin çok ama çok önemli olduğunu belirterek Bu protestomuz, İsrail’de Arap dünyasını yok sayan her iki ulus için de tehlikeli olan mevcut düşünce tarzına bir alternatif talep ediyor dedi, ki çok doğru.

Makhoul’un bana göre konuşmasındaki en çarpıcı taraf “Biz bu ülkenin bir parçasıyız. Vatandaşlığımız anavatanımıza ait olma duygusundan kaynaklanıyor, medeni ya da milli statümüzden değil, kimsenin statümüze zarar vermesine izin vermeyeceğiz sözleri oluşturuyor.

Çoğumuz görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz ama İsrail’de barış yanlısı Yahudiler ile Araplarda bu duygu çok gelişmiş durumda.

Artık anlamak lazım, İsrail Netanyahulardan ibaret değil.

Orada komünistler var.

İyi ki var.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Özgürlük Heykeli’ne kuruş vermedik biz - MUSTAFA K. ERDEMOL

Meral hanım’ı fena kandırmışlar. Heykele para verdiğimizi o paparazi ‘tarihçi’ ortaya attı. Gerçek değil ama heykele bizim de ufak katkımız var.


İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, sanki Donald Trump öğrendiğinde Türkiye’ye karşı yaptıklarından mahcubiyet duyacakmış gibi “Özgürlük Heykeli’nizin parasını biz verdik” demesi kabul edin ki tek kelimeyle gülünç. Teorik olarak Cumhurbaşkanı olacaktı bu hanımefendi belki de, düşünsenize. Söylenecek laf mıydı ettiği?


Kaldı ki kulağına fısıldanan o “bilgi” de doğru değil. Özgürlük Heykeli’ne “biz” para falan vermedik. 1860’larda dönemin Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Süveyş Kanalı’ndaki Port Said Limanı’nın girişine konulmak üzere planlanan ancak Hidiv İsmail Paşa’nın istemediği için oraya konmasından vazgeçilen heykelin parasını ödediğinin kanıtı, belgesi yok. Bu iddiayı, Murat Bardakçı ortaya atmıştı. (Hürriyet, 27 Haziran 2004)

Başkaları ne düşünür bilemem ama bu aptal heykeli sevmem ben. Sevenden de hazzetmem. Çünkü tam bir ikiyüzlülük sembolüdür. Özgürlükle de ilgisi yoktur. Dikildiği sıralarda siyahlara zalimlik, kızılderilileri yok etme türü ne kadar büyük insanlık suçu varsa hepsi mevcuttu ABD’de. Kadın haklarının esamesinin okunmadığı dönemin Amerika’sında özgürlüğü kadın heykeliyle sözüm ona simgelemek de kadınlarla alay etmekti adeta. Zaten heykelin 1886’daki açılışını ABD’de o dönemler oy hakkı için mücadele veren kadınlar protesto ettiler. Açılışa sadece iki kadın katıldı: Heykeli yapan Fredric-Auguste Bartholdi’nin karısı ile Süveyş Kanalı’nı tasarlayan Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’in 13 yaşındaki kızı. Protestocu kadınlar heykelin dikildiği adanın etrafını kiraladıkları teknelerle dolaşıp öfkeli konuşmalar yaptılar.

Neyse. Yani pek matah bir şey değil bu heykel. Birçok yerde heykelin Fransızların Amerikalılara hediyesi olduğu da yazılıdır ama bu da yanlıştır. Fransızların “dur şu Amerikalılara bir heykel yollayalım” demeleri için de bir neden yoktu çünkü.

Fransız politikacı/yazar Edouard de Laboulaye’in kişisel fikridir bu. “ABD’de bir özgürlük heykeli yapalım” deyince heykeltraş Fredric-Auguste Bartholdi hemen talip oldu bu işe. Bartholdi, 1871 yılında heykel fikrini tanıtmak için Amerika’ya gitti. Ama istediği sonucu aldığı iddia edilemez pek. Bazı gazeteler, özellikle de New York Times, heykel için herhangi bir para harcamaya şiddetle karşı çıktı.

Fransa’da böyle bir heykelin yapılmasını destekleyenler maliyeti karşılama amacıyla 1875’te bir Fransız-Amerikan Birliği kurdular. Grup, halka bağış yapmaları çağrısında bulundu. Heykelin oturtulacağı kaidenin parasını Amerikalılar karşılayacaktı. Bu işi de şu ünlü gazete sahibi Joseph Pulitzer üstlendi. Aynı yıl Fransa’nın hemen her yerinden bağış toplandı. Tam 180 şehir, kasaba ve köyden söz ederler. Fransız hükümeti resmi olarak tek bir kuruş vermedi. Heykelin maliyeti yükselince Fransız-Amerikan Birliği bir piyango düzenledi. Paris’teki tüccarlar da bir hayli bağışta bulundular. Heykeltraş Bartholdi de heykelin, satın alanların adının yazıldığı minyatür versiyonlarını yapıp satmıştır gelir olsun diye. 1880 yılının Temmuz’unda heykel için gerekli para tamamlanabilmiştir. böylelikle. Bakır ve çelikten yapılan heykelinin toplam maliyeti o zamanın parasıyla iki milyon frankı bulmuştu. Ama heykelin New York’ta dikilebilmesi için altı yıl daha geçecektir. Çünkü heykele itirazlar olmuştur uzun süre.

ozgurluk-heykeli-ne-kurus-vermedik-biz-499194-1.
Heykelin yapılışında çekilen bu kare önemli tarihsel belge niteliğinde

Heykelin meşalesinin ilk kez 1876’da Philadelphia Fuarı’nda sergilenmesi üzerine, bazı New Yorklular yapılacak devasa heykelin kentteki diğer heykelleri önemsizleştireceği endişesi duyunca itiraz eder gibi olmuşlar. Bunun üzerine Bartholdi, New Yorkluların heykeli istememesi halinde belki de Boston’a dikilmesi daha iyi olur diye söylemiş saga sola. Bunun üzerine New Yorklular hemen her konuda rekabet halinde oldukları Boston’a kaptırmamak için razı olmuşlar sonunda.

Fransa’da o kadar para toplanmasına rağmen ABD’de ihtiyaç vardır paraya hâlâ. Toplamak için neler yapmışlar meğer. Wall Street’te bir miting bile düzenlenmiş. Fon sağlamak için sanat etkinlikleri yapılmış, dönemin tanınmış şairi Emma Lazarus’tan heykel için bir şiir yazması istenmiş. Onca kadın heykele karşıyken Lazarus’un bunu kabul etmesi de bir başka gariplik.

Şu Pulitzer işte bu sırada devreye giriyor. Gazetesi World’de her bağışçının adını, yaptığı bağış miktarı ne olursa olsun gazetesinde yayımlayacağını duyurmuş. İşe yaramış da bu fikir. Ülke çapında milyonlarca insan bağış yapmış. Böylelikle heykelin kaidesi için gerekli olan para toplanabilmiş. Kaide Pulitzer için bir gurur kaynağı oldu tabii. Yıllarca heykel figürü gazetenin logosunda yer almıştır.

Bunları şunun için anlatıyorum; Osmanlı Sultanı Abdülaziz’den para falan gitmedi. Gitse Pulitzer’in gazetesinde hem de geniş yer alırdı kuşku yok ki. Koca Sultan sonuçta.

Mısır’dan esinlendi
Sevimsiz, sahte bir özgürlük simgesi olan bu heykelin yüzü de heykeltraş Bartholdi’nin annesinin yüzüdür, öyle derler. Bu Frédéric Auguste Bartholdi’nin Mısır’da Luksor’a yaptığı yolculuktan sonra tutulduğu Oryantalist tutkularının sonucu ortaya çıkmıştır bu heykel. Süveyş Kanalı’nın girişine aslında bir deniz feneri olan bir heykel yapma projesi vardı bu adamın. 1867’e Mısır Hidivi ile de tanışınca ona da açtı bu düşüncesini. Sonra Mısır’da işler bozulunca kaldı proje. O Fransız siyasetçi ABD’de heykel yapalım dediğinde de aynı projeyi ABD’de gerçekleştirmiş oldu.

Bizim Sultan’la bağ kurulmasının nedeni de işin içinde Mısır, Hidiv falan olması. Hidiv varsa mutlaka Osmanlı Sultanı da var diye düşünmüş olmalı bizim paparazi tarihçimiz. Tabii aklına heykele karşı olan bir dinin en yüksek temsilcisi olan Sultan’ın para vermeyeceğini düşünmek gelmemiş.

Kimileri bu sevimsiz heykelin bizim Perge’de bulunan Hitit uygarlığının sonuna doğru yapılmış Libertas adlı heykele benzediğini de söylerler bu arada. Doğru mu yanlış mı bilemem. Uzmanları bilir tabii.

Bizimle ilgisi şu
Sultan Abdülaziz’in heykele para yolladığı külliyen uydurma. Hiç bir kanıt, belge yok bu konuda. Biz şunu yapmışız, o heykelin kaidesinde Türkiye’den taş yollanmış. Bunu söyleyen bir uzman değil, 12 Mart’ın ünlü mü ünlü Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş. Anılarında yazar. Hepsi bu.

Yani Meral Hanım fena kandırılmış. Kaldı ki doğru olsa bile duyduğu iddia, söylenecek laf mı bu şimdi? Ya Trump kalkıp “alın paranızı” derse ne olacak?

Ha Uşak Belediyesi’nin ABD kaynaklı sosyal paylaşım sitelerini boykot etmesi ha Meral Hanım’ın “heykelinize para verdik” demesi. İkisi de birbirinden gülünç.

Hatırlatacaksa o taşları hatırlatsaydı bari Meral Hanım.

Attığı taşa değerdi hiç olmazsa.
                                                          ***
Amin’e saygıyla...
Samir Amin’in birçok eserini Türkçeye kazandıran Yordam yayınları, Amin’in ölümünün ardından bir açıklama yayımladı. Yordam’ın açıklamasında yazarın ölümünden duyulan üzüntü belirtilirken Amin’in eserlerinin Türkçeye çevrilmeye devam edileceği belirtildi. Açıklama şöyle:

Bu ay yayımlayacağımız Avrupa-Merkezcilik’in ardından bu değerli Marksist düşünürün diğer yapıtlarını da yayımlamaya devam edeceğiz.

Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ezilen halkların organik aydını - FİKRET BAŞKAYA

Samir Amin, Marx için kıyısı olmayan derdi... Aslında Samir’in kendisi de kıyısı olmayandı...

6 ağustos Pazartesi. saat 23.30 da Senegalli dostum Chérif Salif SY’dan kısa bir not ulaştı. Samir Amin’in sağlık durumunun kötüleştiğini, Paris’te bir hastaneye kaldırıldığını haber veriyordu. Hemen eşi Isabelle’i aradım... Isabelle sorularıma tuhaf cevaplar veriyordu... Chérif’e durum hakkında Isabelle’den tatmin edici bilgi alamadığımı söyledim... Chérif, aslında İsabelle’in sağlık durumunun da pek iyi olmadığını söyledi... İki gün sonra Chérif’ten bir mail daha ulaştı.

Samir Amin’in bilincinin açıldığını, reaksiyon verdiğini ama durumun kritik olmaya devam ettiğini söylüyordu... Ve önceki akşam (Pazar) saat 21.20 Chériff, Samir’in saat 16.18’de aramızdan ayrıldığını duyurdu... Bunun benim için ne demek olduğunu ifade etmekte kelimeler kifayetsiz kalırdı... 

1970 Eylül başında [Fransa’da doktora öğrencisiydim], fakültenin ana giriş kapısında yapıştırılmış büyük bir afiş: “ 1970’lerde Kapitalizm- Tilbourg Kongresi”... Kongreye o dönemin en parlak Marksist teorisyenleri davet edilmişti. Onlardan biri de Samir Amin’di... Hemen birkaç arkadaşı ikna ettim ve Tilbourg’un yolunu tuttuk... Tilbourg, Almanya sınırında küçük bir Hollanda kenti... II. Dünya Savaşı’nda Hitler kenti yerle bir etmiş, Kilise dışında tüm evler yıkılmış, savaştan sonra yeniden inşa edilmiş sevimli bir kent... O kongre hayatımda bir ‘dönüm noktası’ oldu desem abartı olmaz... Birçoklarıyla orada özel görüşmelerim oldu. Bazılarıyla mektuplaştım, bana kitaplarını gönderenler oldu...

Paris’e dönüşte Samir Amin’in, Dünya Ölçeğinde Birikim [L’Accumulation à l’Échelle Mondiale] adlı kitabını satın aldım ve bir solukta okuyup-bitirmiştim... Birikim, beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu... Dostluğumuz ondan sonra hep devam etti. Birçok uluslararası etkinlikte, konferans. sempozyum, kollokyum’da birlikte olduk... Birçok kitabını ve makalesini Türkçeye çevirdim... Onunla söyleşiler yaptım... Yazdığı yazıları bana iletme inceliğini gösterdi hep... 

Samir Amin, Marx için kıyısı olmayan derdi... Aslında Samir’in kendisi de kıyısı olmayandı... Realitenin ancak bir bütünlük olarak anlaşılabileceğini çok iyi biliyordu. O sadece yetkin bir iktisatçı, sosyolog, antropolog, tarihçi, filozof değildi, bunların ötesinde veya hepsiydi... Aksi halde Samir Amir diye bir figür olmazdı. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini bir bütün olarak anlamaya ve anlatmaya çalıştı hayatı boyunca... Geride kalan yaklaşık 70 yıllık dönemin birkaç parlak beyninden biriydi... Muazzam bir kavrayışa ve tahlil yeteneğine sahipti... Hayatını ezilen halkların, sömürülen sınıfların kurtuluşuna adamıştı... Yaşadığı sürece ezilen halkların, sömürülen sınıfların gözü, kulağı ve yüreği oldu hep... 

Gerçi Samir, aramızdan ayrıldı ama insana yaraşır, sömürünün, baskının, sosyal eşitsizliğin, her türden ayrımcılığın olmadığı, özgürlüğün, sosyal eşitliğin, insan emansipasyonunun gerçekleştiği, yaşanabilir bir dünya yaratma mücadelemiz için devasa bir entelektüel miras bıraktı. Bize düşen, onun bıraktığı yerden yolumuza devam etmektir...

İşte o zaman Samir bizde yaşamaya devam edecek...

FİKRET BAŞKAYA - Özgür Üniversite Kurucusu / BİRGÜN