Fisk: 'Brunson' krizinin tek kelimesine dahi inanmayın - BİRGÜN

İngiliz Independent gazetesinin kıdemli Ortadoğu muhabirlerinden Robert Fisk, Türkiye ile ABD arasındaki 'Brunson' krizini mercek altına aldı.

Gazete Duvar'ın aktardığına göre Fisk, Independent’ta yayımlanan yazısında,“Az bilinen bir pastör yüzünden ABD Türkiye ile ticaret savaşına mı girecek? Tek bir kelimesine bile inanmayın” başlığını kullandı. Fisk, iki ülke arasındaki krizin Pastör Brunson’ın tutukluğu nedeniyle yaşandığına inanmadığını vurguladı.

İngiliz yazar, makalesinde, “Erdoğan’ın kafayı biraz üşüttüğüne inanan bizler için bile, Türk versiyonundan çok daha çatlak olan bir ABD başkanının NATO’nun ikinci büyük ordusunu zayıflatmaya çalışması şaşkınlık verici” dedikten sonra şöyle devam etti:
“Evet, Erdoğan, aralarında bir Amerikalı pastörün de bulunduğu 50 binden fazla kişiyi iki yıl önceki darbe girişiminden sonra hapse attı. Fakat Mısır’ın Cumhurbaşkanı/Albayı Abdülfettah Sisi 60 binden fazla sözde İslamcıyı kendi ülkesinin hapishanelerine tıkarak bu rekoru kırmadı mı? Peki Haydar Abadi’nin Irak’taki toplu idamlarına ne demeli? Ya da, Yemen’de sürekli çocukların öldürüldüğü korkunç savaş bir yana, Suudi Arabistan’da bu hafta yaşanan idamlara? Veya İsraillilerin Gazze’de onlarca silahsız Filistinliyi öldürme alışkanlığına? Ya da Trump’ın espri anlaşıyışına hitap eden Kuzey Kore’deki o saksıya?”

‘TEK KELİMESİNE BİLE İNANMIYORUM’
“Hapse atılan ya da öldürülen masumları zerre kadar umursamayan Trump, bir anda Türkiye’yi iğdiş etmeye çalışıyor ve bunların hepsi Pastör Andrew Brunson ev hapsinde tutulduğu için yaşanıyor” diyen Fisk, “Tek kelimesine bile inanmıyorum. Trump, Brunson’ın aylar süren tutukluluğu hakkında pek az ses çıkardı” ifadelerini kullandı. ABD’deki evanjelik Hıristiyanların bu tutuklamayı ‘Hıristiyanlığın yargılanması’ gibi sunduğunu belirten Fisk, Trump’ın yaptırım kararlarını ve TL’deki değer kaybını aktardıktan sonra şöyle devam etti:

‘İŞTE ERDOĞAN’IN SUÇLARI…’
“Fakat makul olalım. Tüm bunlar bir Piresbiteryen pastör nedeniyle mi yaşanıyor? Hayır. Erdoğan’ın asıl suçlarının listesi şöyle: Türkiye’ye, Rus yapımı S-40 füze sistemi alıyor. ABD’nin Kürt müttefiki YPG’ye desteğini kabullenmeyi reddediyor. İslamcı savaşçıların Türkiye sınırından çok sayıda silah, havan topu ve füze ile akmasına izin verdi. Ki, O dönem Erdoğan’ın eski dostu Beşar Esad’ı devirmeye çalışan ABD’nin bu hiçbir itirazı olmadı. Ardından, bir Rus savaş uçağını Kasım 2015’te düşürmesi -Moskova bunu hemen boykot etti- sonrasında Erdoğan Putin’e yanaştı. Bu şekilde, Ruslar ve İranlılar, Erdoğan’ Temmuz2016’daki Gülen darbesi konusunda ilk uyaranlar oldu. Türk ordusunun iç radyo trafiğini dinliyorlardı ve İstanbul’un Sultanı’na haber verdiler.”

‘İRAN YAPTIRIMLARINI HAFİFLETECEK’
Robert Fisk bu listeye, Türkiye’nin İran’a yönelik yeni Amerikan yaptırımlarını kabul etmeyerek Tahran’dan petrol almayı sürdürmesinin Trump’ın planlarını bozduğunu da ekledi. “Trump’ın en yakın müttefiklerinden biri olan ve Pastör Brunson’ın benzerleri için din özgürlüğünün hiç var olmadığı Suudi Arabistan da Erdoğan’a öfkeli” diyen Fisk, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın ‘Türkiye’nin İran ve İslamcı militanlarla birlikte şeytan üçgeninin bir parçası olduğu söylediğini’ yazdı.

‘KRİZİN KAZANANI ESAD OLABİLİR’
Erdoğan’ın Rusya ve İran’ın yanı sıra Suudi Arabistan’ın abluka uyguladığı Katar’la da arasının iyi olduğuna dikkat çeken Fisk, yazısına şu dikkat çekici yorumla son verdi:
“Ve, Suriye ile Katar arasındaki ilişkilerin çok yavaş olmakla beraber düzenli olarak yeniden ısındığı düşünüldüğünde, tüm bunlardan en büyük yararı kimin sağlayacağını merak ediyorum.

Belki de Beşar Esad? Rus askerleri şu an işgal altındaki Golan Tepeleri’nin güneyindeki Suriye-İsrail hattında devriye geziyor. Ruslar İsrail’e, Suriye’deki az sayıda İran gücünün bu bölgenin en az 50 mil uzağında tutulacağına söz verdi. Rusya’nın müttefiki Suriye’nin İdlib’deki son İslamcı kalesini Rus yardımıyla ezmesi ve vilayetteki savaşçıların inatçı olanlarını tekrar Türkiye’ye göndermesi gerekiyor. Katar, Suriye’yi yeniden inşa edecek ve böylece nüfuzunu Levant topraklarından Akdeniz’e genişletecek nakit paraya sahip. 

Eğer Katar Türkiye’ye daha da fazla para akıtacaksa, o zaman Doha ile Ankara arasında bir tür stratejik dengeye tanık olabiliriz. Ve belki de Erdoğan ile Esad arasındaki aile dostluğunun yeniden keşfedilmesine?…”

BİRGÜN

İstanbul metrolarının geleceği - ÇİĞDEM TOKER

Bayrama günler kala Ataköy-İkitelli metro hattı şantiyesinde 700 işçi işten çıkarıldı. Cumhuriyet’teki Leyla Kılıç imzalı habere göre hattın inşaatını üstlenen Bayburt Group, devletten hak edişini alamamış. Yozgat’tan dört ay önce gelen İslam Güneş, firma çalışanlarının belinde silahla gezdiğini, şantiye içinde ateş ettiğini söylüyor.

700 kişinin işsizliğini aileleriyle birlikte düşünür, İstanbul’un dört bir yanında yüzlerce km metro inşaatı sürdüğünü hatırlarsanız durumun vahameti daha iyi anlaşılır.

***

Ataköy-İkitelli metro hattı 2015’te ihale edildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Raylı Sistem Daire Başkanlığı’nın açtığı ihalede teklifleri Avro üzerindenverilmişti.
Yaklaşık maliyeti 490 milyon 904 bin 389.87 Avro olan ihaleyi Aga Enerji, 338milyon 272 bin 200 Avro teklifle kazandı. Bayburt Group’un web sitesinde grup şirketleri arasında görünmemesine karşın, birçok kaynakta Bayburt Group iştiraki olarak anılan Aga Enerji ile İBB sözleşme imzaladığı sırada bir Avro, ortalama 3.4 TL’ydi. (Aga Enerji, Bakırköy-Kirazlı metro hattını da yapıyor.)
Yani o dönemki maliyeti 1 milyar 150 milyon TL olan bu hattın, bugünkü kurlarla maliyeti 2 milyar 160 milyon TL’yi geçmiş durumda...

***

İBB’nin, kentin dört bir yanında çok sayıda metro projesi yürüyor. Eğer İBB, müteahhitlere hak edişlerini ödemekte zorlanıyorsa, bu darboğazın sadece Ataköy- İkitelli projesini ilgilendirdiğini düşünmek yanılgı olur. 

Oysa bundan tam da bir yıl önce, -istifa ettirilen- eski İBB Başkanı Kadir Topbaş, bu hattın inşaat alanında görüntü de vererek yaptığı açıklamada, “Şu an çoğunluğu metro olmak üzere 257.3 kilometre raylı sistemin yapımına devam ediyoruz. Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar yoğun metro yatırımı yok” demiş ve bütçenin yüzde 55’ini ulaştırma yatırımlarına ayırdıklarını söylemişti. 

O hesaba göre Bakırköy, Bahçelievler, Küçükçekmece, Başakşehir ve Bağcılar ilçelerini birbirine bağlayacak 13.4 kilometrelik Ataköy - Basın Ekspres - İkitelli Metro Hattı bu tarihlerde açılmış olmalıydı..

Artan 1 milyar kimin cebinden?
Evdeki hesabın kim bilir kaçıncı kez çarşıya uymadığı, uymayacağı ortada.
Gelinen noktada bütün bu sözlerin ve projelerin, sözleşmeleri. Hak edişleri, para birimleri ve yatırım süreleri bakımından gözden geçirilmesi gerektiği açık.
Çekiçle yahut pahalı erkek iskarpin topukları altında akıllı telefon parçalama gibi deli saçması gösteriler yerine, 2019 bütçe hazırlıklarının başladığı şu günlerde ülkeyi yönetenlerden rasyonel açıklamalar bekliyoruz.

Ataköy-İkitelli arasını 19.5 dakikaya indireceği açıklanan 12 istasyonlu bir metro milyonlarca insanı ilgilendirir. Devlete, zaten çok sayıda metro, havalimanı, demiryolu taahhüt etmiş bir gruba bu proje karşılığında bir de 338 milyon 272 bin Avro ödemek üzere sözleşme yapmışsanız bu açıklama daha zorunlu bir hale gelir.

İBB Başkanı Mevlüt Uysal göreve başladıktan sonra, metro hatlarını iptal etmediklerini, yaptıkları müdahale ile çalışmalara 2-3 yıl kazandırdıklarını, hepsinin zamanında biteceğini iktidara yakın bir gazeteye açıklamıştı.

İstanbul halkının metrobüslerde ziyan olduğu şu yaz günlerinde, giderek daha fazla insanın işini kaybedeceği sinyali gelen metro projelerinde hızdan ve Avro’lu yatırımlardan bir haber bekliyoruz. 

Ataköy-İkitelli ihalesinin Avro üzerinden yapılması sebebiyle, üç yılda en az 1 milyar TL artan maliyet, hangi kaynaklardan karşılanacak mesela?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Trump’ın medya savaşı - CEYDA KARAN

Küresel neo-liberal nizamın sözcüsü CNN International’ı önceki akşam ikaz üzerine açtım. Şaştım kaldım! 

Ekranda ABD Başkanı Trump ve AKP’li Başkan Erdoğan’ın ‘eski iyi günlerinden’ kalma görüntüleri eşliğinde, Amerikalı bir ekonomi analisti yorum yapmaktaydı. Altyazıda “Türkiye Amerikan mallarına ağır yeni gümrük vergileri koydu”, yanında
‘Dow’un görünümünün’ altında “Türkiye ile ticaret savaşı Amerikan piyasalarını batırıyor” diye vurgulanmaktaydı. “Vay be, memleket Amerika’yı batırmaya hiç bu denli yaklaşmamıştı” diyerek gidip yüzüme su çarptım. 

ABD’nin GSYH’si 19 trilyon dolar, Türkiye’nin 700 milyar dolar kadar. Türkiye’nin ABD’ye ihracatı 8.7 milyar dolar, ABD’den Türkiye’ye ihracat 11.9 milyar dolar. Türkiye’nin diğer ortaklarla ticaret açıkları düşünülürse, normal koşullarda zaten ticaret savaşı açmaması gerektiği düşünülür. Tabii ekonomik mantık ve rasyonel akılla…

***

Amerikan ana akım medyasının, Türkiye’nin ABD’yi ‘batırmakta olduğu’ algısı yaratması da pek tuhaf! Haliyle, peki niye diyor insan? Ve ilk akla gelen asıl derdin Trump olduğu... Haksız değiller. Amerikan medyası, siyasi gelenekler açısından sıra dışının ötesindeki Trump ile açık savaşta. 

Nitekim dün sabah, bir baktık ne görelim? ABD’de 350 gazete, Trump’ın gazetecileri  'yalan haber’ yapmakla suçlayıp ‘halk düşmanı, hain’ ilan etmesi karşısında ‘Halk düşmanı değiliz’ sloganıyla kampanya başlatmışlar. Başını Boston Globe çekiyor. Yayımlanan editoryallerde ve sosyal medyada #EnemyofNone (Kimsenin düşmanı değiliz) etiketiyle Trump’ın medyaya saldırılarını kınıyorlar ve özgür medyanın toplum için önemini vurguluyorlar. 

Bir tek has liberal Wall Street Journal katılmamış. Onun yerine James Freeman imzalı editoryalde, bu girişimin yazı işleri bağımsızlığına aykırı olduğu savunulurken, Trump’ın da muhalif medya kadar ifade özgürlüğü hakkı bulunduğunun altını çizmiş. İşte liberal diye buna denilir! 

Tabii ABD medyasından nefret edip Trump şakşakçılığından geçilmeyen bizim yandaşlar da sabah kalkıp “Trump’a kendi medyası da sırt çevirdi. Amerikan medyası Trump’a karşı ayaklandı” diyerek 180 derece dönmeyi yine başarmışlar. ‘Bozacının şahidi şıracı’ diye boş yere dememişler.
***

Elbette açık savaş var. Trump yalanları ve şuursuzluğunu sergileyecek soru soranların Beyaz Saray akreditasyonlarını engellerken, ‘Yalan haber ödülleri’ bile açıkladı. Ama iklim o ki, Fort Drum, New York’ta ‘yalancı medya’ söylemi muvazzaf askerler tarafından alkışlanmakta. Halkın yarısı arkasında. Diğer yarısı, basın özgürlüğünü garanti eden ABD Anayasası’nı anımsayıp utanç içinde dizlerini dövmekte. Çuvaldızı en başta ana akıma batırsalar yeridir.
***

ABD’deki bu haşin iktidar savaşında, ana akım gazetecilik açısından pek gurur duyulacak işlere imza atmadı. Rusyagate’te yalan yahut manipülasyon çıkan pek çok habere düzeltme ve özür getirmek zorunda kaldılar. Aralarında ABC, CNN, TIME, Washington Post eksik değil. Amerikan halkı nezdinde itibarlarının zedelenmesi ise en başta düşünce ve ifade özgürlüğü adına hayıflanılacak mesele.

***

ABD iç politikasında ekseriyetle büyük sermayeden yana durmuş ana akım, dış politikada da hep emperyalist liberal müdahaleciliğinin arkasında hizalandı. Yakın tarihte Irak savaşı yalanlarından Suriye’ye uzanan kırık notları ortada. Suud/Körfez sermayesinin paydaş olduğu medya şirketlerinin çalışanları, Ortadoğu’ya ‘demokrasi’  yerine El Kaide ve IŞİD barbarlığının taşınmasının baş sorumlularından. 

Buna Britanya’yı da ekleyip Anglo-Amerikan diyelim, Trump işte bu ana akımın yapısal patolojik halini ortaya serdi. Düne kadar yalanları ustalıkla eğip bükenler, şimdi göstere göstere yalan söyleyen hakiki bir yalancı buldular. Sistemin temsilcileri olarak şimdi onlar ‘muhalif’. Kasabanın şerifi tarafından ‘hainlikle’ suçlanıyorlar. Oysa misyonları hakikatleri gizleyip eğip bükmek olanlar zaten mesleklerine, ülkelerine ve insanlığa ihanet içindedirler. 

Halk adına sorgu sual eden, hesap soran, hakikatlerin peşinde koşmaktan vazgeçmeyen gazetecilik herkese lazım. Neyse ki, ABD’de topunun kirli çamaşırlarını seren hakiki sol muhalif medya var.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Emperyalizm ile savaş mı? - ALİ SİRMEN

İsmet İnönü’nün Harbiye’den sınıf arkadaşı olan, okul birincisi ve İnönü hakkında bir de kitap yazmış olan General Ali Fuat Erden, “Paris’ten TİH Sahrasına” adlı otobiyografik yapıtında 1. Dünya Savaşı’na giden günlerde, Alman subaylarının Osmanlı meslektaşlarını, harita başında toplayıp, kendilerinin yanında savaşa girmeleri halinde nerelere yeniden sahip olacakları konusunda nasıl gaza getirdiklerini anlatırken, diğer arkadaşları gibi bu hayallerden heyecana kapılamadığı için ne kadar üzüldüğünü söyler. 

Son günlerde kendi halim bana Ali Fuat Erden Paşa’yı hatırlattı. 

Gazete sütunlarında, nutuk kürsülerinde, TV ekranlarında bir seferberlik havası var ki sormayın! 

Bu çığlıklara bakarsanız, küstah kovboy Trump’ın kişiliğinde somutlaşan emperyalizme karşı yeni bir beka savaşı vermekteyiz. 
Ben de Ali Fuat Paşa gibi, ortada anti emperyalist bir direniş falan göremiyor, bu çığlıklarla heyecanlanamıyorum. 
Olay ne? 
Olay yeni Cumhuriyet ile birlikte, TL’nin olağanüstü değer yitirmesi, enflasyonun baş döndürücü şekilde fırlaması ve yoksullaşmamız.

***

Endişeli değil misin derseniz, fevkalade endişeleyim, TL’nin feci düşüşünün nerelere kadar varacağını, ekonominin ne hale geleceğini, daha ne kadar yoksullaşacağımızı kara kara düşünüyorum. 

Uzun süredir, geleceği bilinen ama zamanı tam olarak kestirilemeyen kriz tabii ki, sürpriz olmadığı gibi sadece, Trump’ın çıkışının sonucu meydana gelmiş de değil. 
Brunson olayı ve Trump’ın çılgınlığı olmasa da kriz olacaktı. Bunu da, “aman kriz geldikten sonra sandığa gömülürüz, iyisi mi seçimleri bir an önceye alalım” diyen AKP ve MHP önderleri de gayet iyi görüyorlardı. 

Olay tıpkı 2001 krizini andırıyor. 19 Şubat 2001’de Sezer ile Ecevit arasındaki anayasa kitapçığı olayının, çok daha önceden bütün emareleri belirmiş olan krizin nedeni olduğunu söyleyenler kurnazca oyunlarla kendi sorumluluklarını gizleme çabası içinde olanlardı. 

Şu anda yaşadığımız ve boyutları henüz tam olarak belli olmayan kriz de, Trump’ın çıkışının ürünü değildir. TL’nin baş döndürücü düşüşü bu olaydan önce kendini belli etmişti. 

Kriz, Osmanlı’dan bu yana toplumuzun sık sık duçar olduğu kaçınılmaz bir akıbettir. 
Genel kuraldır, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen toplumlar, eninde sonunda duvara toslarlar. 

Bu kaçınılmaz akıbete duçar olanların, başlarına gelenden emperyalizmi sorumlu tutmaya çalışmaları, kendi kusurunu kabul edip, yapısal bozuklukluklarını giderecek yerde, “Emperyalizmin şu bana ettiğine bak” diye sızlanmaları ya safdilliktir ya da herkesi enayi yerine koyan bir sözde kurnazlık.

***

Ekonomisinin çarklarını başka toplumların birikimiyle çevirmeye yönelenler, anti emperyalist bir mücadele veremezler. Çünkü onlar ekonomik yapıları gereği emperyalizmin kucağına oturmuşlardır.
 
Borcu borçla ödemekten başka umar bulamayacak kadar yabancı kaynak bağımlısı olmuş olan toplumların emperyalizme karşı savaş açmalarına olanak yoktur. 
Çünkü o toplumlar o savaşın finansmanı için de emperyalizme avuç açmak durumundadır. 

O tür toplumlar ile onları yöneten iktidarların finansörleri ile aralarındaki çelişki bir anti emperyalist çelişki değildir. 

Alt emperyalist ile efendi arasındaki çelişki de anti emperyalist çelişki değildir. 
Kavramları birbirlerine karıştırmamak gerekir. Kendi lagarlığının, kısırlığının sorumluluğunu etrafı vaveylaya vererek, emperyalizmin sırtına yüklemek anti emperyalizm değildir. 


Emperyalizme karşı mücadeleyi, ancak birleşmiş, bütünleşmiş toplumlar başarıya eriştirebilirler. Emperyalizme karşı mücadele ancak, onunla eşit veya yakın güçte, onunla baş edebilecek bir değerler bütünü ve birikim yaratmakla kazanılabilir. 
Bu durumda ben şu anda ortada emperyalizme karşı mücadele falan görmüyorum.
 
Siz görüyor musunuz?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Muhabbet sokağı numara doksan! - Servet AVCI

İyi değilim bu aralar…

Mazgallara kola dökerek yaptığım büyük eylemden sonra memleketimde törenlerle kola fabrikası açıldığını görünce psikolojim bozulmuştu…

Bi ara toplamıştım kendimi… Dâvâm için gerekirse güneşte amele gibi yanacak ama o Yahudi malı güneş kremini orama burama sürmeyecektim… Deterjan yerine Arap sabunu kullanacaktım… Hazır çorbayı ağzıma sürmeyerek Siyonizm'i ayaklarımın altına alacaktım…

Ardından petrol ticaretini öğrenince yıkıldım resmen… Mücadeleyi bıraktım mı? Bırakmadım tabii ama kalbimde bir ufak kırıklık oluşmadı dersem yalan olur…

                                                                         ***

Amerikalılar konusu kafamı çok karıştırıyor… Öyle bir hava esiyor ki, medyanın gazına gelip, tam balta-nacak eşliğinde Pasifik'ten çıkarma yapacağımızı zannederken, bir anda 'hiç olmadığımız kadar yakın' olduğumuzu okuyorum, şaşırıyorum…

'Türk Lirası korkusuna kapılmış ABD' haberlerini inceledikçe rahatlıyor, onların nasıl diz çöktüğünü gördükçe gururlanıyorum… Trumph'ı, harfler benziyor diye 'turp' yapıp dişleyerek ağır mesajlar veren vatandaşımıza şahit oldukça göğsüm kabarıyor…

Tam havaya giriyorum, sonra birden bire ABD'den ithal pirincin vergisini yükseltirken Pirinçlik'in ve de İncirlik'in neden kapatılmadığını dert ediyorum… Ardından protesto için kendimi vergisi yüzde 140'a çıkarılmış olan ABD menşeli alkollü içkiler yerine ucuz yerli ispirtoya veriyorum…

'Stratejik ortak', 'hiç olmadığımız kadar yakın dost', 'PKK'yı silahlandıran düşman', 'İsrail'in koruyucusu emperyalist' gibi git geller yaşıyorum ispirtoyu çektikçe… Hayal kırıklığımı ve ümidim, kızgınlığım ve aşkım birbirine geçtikçe "Bir daha denesem mi? Elimde çiçekle kapıyı tıklasam mı?" diyorum ama aklıma o dizeler geliyor, tedirgin oluyorum:
"Yanlış mı aklımda kalmış acaba / 
  Muhabbet sokağı numara doksan / 
  Boşa mı gidecek bu kadar çaba / 
  İçim ürperiyor ya evde yoksan…"

                                       ***

Resmi Gazete'de son olarak yayımlanan karardaki ABD'den ithal manikür ve pedikür malzemelerine yüzde 60 vergi konulması muazzam bir şey… Halkımızın, Amerikan malı manikür ve pedikür malzemesi kullanmayarak ABD ekonomisine ağır darbe vuracağından hiç şüphem yok…
Bundan sonrasını artık onlar düşünsün düşünmesine de 11 milyar Dolarlık Boeing siparişimizi neden iptal etmediğimizi kafam bir türlü almıyor… İşte o zaman da yine vergisini yüzde 60'a çıkardığımız ABD malı 'yaprak tütün ve tütün döküntüleri' yerine mısır püskülü sarıp, derin derin ciğerlerime çekiyorum…
                                                                         ***

Neyse ki Almanya biraz hizaya geldi… Topraklarında bizi konuşturmayıp, PKK'ya yer verince çok kızmıştık… Galiba hatasını anladı…

O yüzden boykotu kaldırıyorum… Ve daha önceki yaptırımlarımı iptal ediyorum… Söz: Dr. Oetker'in doktorluk lisansını iptal etmeyeceğim, emeklilik hakları kendisine tekrar verilecek… Seçim akşamları turlar Mercedes'lerle, Ford'larla, BMW'lerle, Audi'lerle, Wolksvagen'lerle, Skoda'larla atılacak... Braun'a kapılarımız sonuna kadar açılacak, oraya buraya Nivea sürülebilecek...
Adidas giyen yağlı kurşunlara gelmeyecek, Bayer marka ilaçlardan şifa aranacak… Siemens kullanan asla çarpılmayacak… Deutsche Bank "Açlıktan ölüyoruz" diye kapımıza düşerse 'dost ve kardeş banka' muamelesi görecek… Dünya kupalarında Almanya tutulmaya devam edecek ve hepsinden önemlisi bundan sonra hangi savaşta olursak olalım Almanya yenildi diye biz de yine kendimizi yenilmiş sayacağız!..

Bu arada Hollanda'yla da arayı düzeltmek lâzım… Onlara kızgınlıkla sokaklarda kameralar karşısında az portakal hacamat etmedik hani… Bizim her şarta uyum sağlama üstadı kıvrak gazetecilerimiz ve de aydınlarımız için Amsterdam hukukuna göre evlenme izni verirseler neden olmasın…

                                                                          ***

Yazımın başında her ne kadar "İyi değilim bu aralar" dediysem de hepten ümitsiz değilim… Parası döviz cinsinden zaten ödenmiş Iphone'a mermi yağdıran, balyozla girişen, tamamen yerli ve millî hakiki Çengelköy hıyarlarını gördükçe gelecekten ümitleniyor insan… Ayrıca Samsung'u Osmanlı sikkeleriyle ithal ettiğimiz için bir nebze de olsa rahatlıyorum…


Servet Avcı / YENİÇAĞ

Papazı verip zamları alacağız - Ayşe Yıldırım

Kimi halay çekiyor, kimi yakıyor, kimi çocuğunun üstüne takıyor, kimi ayaklarının altında eziyor… 
Kendilerince protesto ediyorlar. 
Kimi de düşsün diye yağmur duasına çıkar gibi dolar duasına çıkıyor… 
Yükselen kur, daha doğrusu değersizleşen Türk Lirası’yla halkın mücadele yöntemi bu. 


En yetkili yani tek yetkili, dolarlarınızı, Avro’larınızı bozun diyor. Bozduranların fotoğrafları, görüntüleri yandaş medyada çarşaf çarşaf yer alıyor. Ne hikmetse kimi illerde -ki o iller AKP’nin en yüksek oy aldığı iller- insanlar döviz ve altına hücum ediyor. Elbette bu görüntüler yandaşlarda yer bulmuyor. 

Kimi de rüyasında dolar görmeye başlıyor. Ve Google’a Türkiye’den en çok sorulan konuların başında “Rüyada dolar görmek ne anlama geliyor” oluyor. 
Dolarla yatıp dolarla uyandığımız günlerde normal mi bilemedim… 


Her şey gelip rahip Brunson’a dayandırılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye yutturulmaya çalışılan başkanlık seçimlerinin baskın seçime çevrilmesinin arkasında yaklaşan ekonomik kriz olduğu muhalefet çevrelerinde dillendirilmişti. Ama bunun önemi yok. Önemli olan AKP’nin algı operasyonunun çerçevesi sonuçta. 
Ve öyle de oldu. 

Her krizi fırsata çeviren muktedir aynı yöntemi yine devreye soktu. Muhalefet de kendisini ve ne yazık ki bizi şaşırtmadı. 

Gerçekleri dile getirmeye çalışanlar da bizzat İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma ile tehdit edildi. 

Dedim ya bildiğimiz hikâye… 

Erdoğan, boykot edin dedi diye ABD menşeli telefonlar kırılmaya başlandı. 
Hatta sosyal medyada dolaşan görüntülere göre kimi iPhone’una kurşun sıkıyor, kimi balyozla vuruyor. 

Bazıları da ikinci el sitelerine ilan veriyor. “Reisin boykot kararına uymak için iPhone’umu satışa çıkartıyorum” diye.
 
Oysa bir yandaş bile “iPhone boykotu demek şu saatten sonra almayın demek. Sahip olduğunu kırıp milli servete zarar vermek değil” diyordu. Muhtemelen, boykot edilecek telefonları kullanan devlet büyüklerini korumaya yönelik bir refleksti arkadaşın sözleri.. 
Bakalım o devlet büyükleri iPhone’larını ne yapacak? Kıracaklar mı yoksa internetten ikinci el sitelerinden protesto amaçlı satışa mı çıkaracaklar. 

Malum, bazı kişiler böyle yapıyor ya. 

Hakikaten akıl tutulmasına alışkın bir toplumuz ama bu kadarına pes dediğimiz şeylerden biri bu. Arkadaş, protesto ettiği için ABD malı telefonunu elinden çıkarıyor. Para karşılığı satıyor. 

Muhtemelen sattıktan sonra da o telefonu alan kişiyi en hafifiyle vatan hainliğiyle suçlayacak. 

Kendisinin protesto edip kullanmadığı ABD malını kullanıyor çünkü. 
Nitekim bunun ilk ipucunu da havuz yazarı Mehmet Barlas dün köşesinden verdi. 
“Bu iş böyle giderse mesela iPhoe’u sadece FETÖ’cüler kullanacaklar.” 

ABD’nin yaptırımları, ona karşı Türkiye’nin yaptırımları. Yani ithalata gelen ek vergiler sanıyor musunuz ki fiyatlara yansımayacak.
 
Elektriğe, doğalgaza gelen zamlar kısa süre sonra iğneden ipliğe dönüşecek. Mutfaktaki yangın her yanı saracak… İnanmıyorsanız dün açıklanan ek vergi gelen ABD ürünlerine bir göz atın… 
Yok, yok… 
Sonuçta ne mi olacak? 
Elbette rahip Brunson serbest bırakılacak ve biz bu süreçte sanki yapılması normalmiş gibi gösterilen zamlarla baş başa kalacağız. 

Evet, Brunson bırakıldıktan sonra zamlar geri alınmayacak… 

Dolar belki bir yerde duracak ama ekonomik tablo aynen devam edecek. Yapılan zamların sorumlusu ABD olarak gösterilecek. 

AKP, Pirus zaferini gerçek zafermiş gibi yutturmaya devam edecek.
 
Ne diyordu dün Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın
“Türkiye krizi fırsata dönüştürmek üzere.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Mahmut Makal’ın önemi.. - SELÇUK EREZ

Geçenlerde yitirdiğimiz Mahmut Makal, bu ülkede önemine orantılı olarak tanınmayan, bilinmeyen bir insandır. Oysa 1950’de yazdığı “Bizim Köy” ve köylerimizin durumunu, o tarihe kadar görülmemiş gerçekçi bir üslupla anlatan diğer yapıtları, Almanca, Rusça, Fransız, İngilizce vb. birçok dillere çevrilmiş, 1967’de UNESCO tarafından “Dünya Gençliğine Örnek İnsan” seçilmiş bir köy enstitüsü mezunudur. 


Köy Enstitülerinin kapanmasının memlekette bilgi ve kültürün yayılmasını nasıl kısıtladığını bilmek isteyenler Mahmut Makal’ın kitaplarını okumalıdırlar.

Demokrasimizin bu günkü yoz haline nasıl geldiğini öğrenmek isteyenler de onun kitaplarını okumalıdırlar. 

Mahmat Makal anlatır: 
Aksu Köy Enstitüsü’ne Sağlık Bakanı gelir bir gün. Öğrenciler okul alanına toplanacak, Bakan da onlara nutuk atacak.. Kampana çalıp alan dolunca başlar Bakan, “Siz ne biçim öğrencisiniz? Kiminizin paçası, kiminizin yeni sallanıyor..” demeye. 
Bir öğrenci fırlar: “Toplantınıza yetişmek için koştum, paçamın lastiği koptu. Sözünü ettiğiniz öğrenci benim. Herkesi suçlamayın” der... 
Paçasının lastiği kopan öğrenci Abdullah Aksakal’dır.... 
Aksakal’ın böyle uluorta yanıtına kızan Bakan, konuşmayı da keserek Aksakal’a, “Sen benimle idareye gel” der. Lastikle birlikte yüzyılların alışkanlığı da kopmuş, bir öğrenci bir bakanın karşısına çıkmıştır. Bu durum Köy Enstitülerinde doğaldır... Saygı-sevgi sınırı içinde müdürü de, öğretmenleri de eleştirmek doğaldır. Düşündüklerini söylemekten onları alıkoyacak hiçbir engel yaratılmadığı gibi olan engeller de ortadan kaldırılmıştır. 

Mahmut Makal, Köy Enstitülerini şöyle tanımlamıştı: “Köy Enstitülerindeki özgür düşünme ve tartışma ortamı, öğrencilerin toplum sorunları üstünde düşünmelerine yol açıyordu. Yeri geldiğinde, çekinmeden düşüncelerini açıklıyorlardı. Köydeki haksızlıkları önleyeceklerini, köylünün eğitim yoluyla uyandırılıp haklarına sahip çıkmasını sağlayacaklarını, çağa uygun bir yaşam düzeyinin sağlanması açısından düşünsel ve ekonomik yeniliklerin köye girmesi için uğraşacaklarını söyleyip yazıyorlardı.” 


Bugün kocaman kurumları yöneten işadamlarının ve kadınlarının, köşe yazarının, üniversite yöneticisinin sergileyemediği uygar cesareti sergileyebiliyordu Köy Enstitüsü öğrencileri. 


Sadece bunları öğreneceğimiz kaynakları bize bıraktığı için değil yaşamı boyunca demokrasi uğrunda, köy kalkınması uğrunda sergilemiş olduğu örnek tutumu nedeniyle de saygı ile, hayranlıkla anmamız gerekir Mahmut Makal’ı. 

Bu ara Makal’ın değerini o henüz bir Köy Enstitüsü öğrencisiyken sezmiş, yazılarını 1948’den başlayarak Varlık dergisinde yayımlamış olan Yaşar Nabi Nayır’ı da anmamız gerekir: Başka önemli bir yayımcının, Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun Nayır’a, “Bu yazılar bana gelse çöpe atardım” demiş olduğunu Mahmut Makal’dan dinlemiştim. 

Nayır’ı da birçoğumuzun değerini henüz kavramamış olduğu Makal’ın önemini bunca yıl önce bilip onu gün ışığına çıkarmış olduğu için bu vesileyle anmalıyız.

SELÇUK EREZ / CUMHURİYET

İşte Es-Es gerçeği - Arif Kızılyalın

Belediye altyapı için benzinlik verdi, otopark verdi, yönetimler transferde parayı çarçur etti ve kulüp tarihi zarara imza attı.

Aslında Türk futbolunun en önemli motifi Eskişehirspor... Hatta “futbolun 68 kuşağı” benzetmesi yapan bile vardı. Futbolla alakası olmayanların dahi diline pelesenk olmuştur “Es-Es, Ki-Ki-Ki, Eski, Eski, Es..” sloganı.

Fethi-Nihat-Ender üçlüsü de Türkiye’nin değil, Avrupa kupalarının tozunu atmıştı. Ve şimdi o Eskişehirspor, neredeyse kapısına kilit vurma noktasına geldi.

Peki niçin?

Elbette ki, Türk futbolunun sorunu, “savurganlık”, Es-Es’i kapanma noktasına getirdi. Oysa, daha 8-10 yıl önce Türkiye’nin ‘kendi kendine yeten’ kulübüydü. Çünkü Altay, Gençlerbirliği, Trabzon gibi sağlam bir altyapısı vardı, daha önemlisi futbolcu izleme komiteleri çevredeki yıldız adaylarını Es-Es altyapısına kazandırıyordu.

Üstelik arkalarında da Belediye gücü vardı. ‘Önce otopark’, sonra da ‘benzinlik tahsisi ile altyapısını, tesislerini, günlük ödemelerini garanti altına almıştı Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Eskişehirspor’un...

Ne var ki, Türk futbolunun yakasına yapışan savurganlık virüsü Eskişehirspor ’a da sirayet edecekti. Sorumsuz, hesapsız harcamalar, derken kulübü 3 milyon borçla devralan Halil Ünal’la 200 milyon liraya çıkan borç yükü.

Üstelik bu arada Alper’i F.Bahçe’ye, Tarık’ı G.Saray’a satıp 12.5 milyon Avro’yu da kasalarına koymuşlardı.

Bugün ise yönetime göre 130, 140, denetçilere göre 200 milyonluk borç ve transfer yasağı, ardından Kulüp Başkanı Halil Ünal ’ın, “Kulübün anahtarını Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’e vereceğim, kapıyı o kapatsın” demeci.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var ki, Türkiye’deki yasalar gereği bir belediye başkanının spor kulüplerinde bırakın başkan, yönetici olması bile yasak. Yine yerel yönetimler yasası gereği, Belediyeler, profesyonel takım istihdam edemezler, spora ayrılan binde 8’lik payı da o bölgedeki halkın spor ihtiyacı için harcamak zorundalar. Gel gelelim, Ümraniye Belediyespor başta olmak üzere birçok AKP’li Belediye bu yasayı öyle ya da böyle delmiş.
İşte mesele de burada kilitleniyor.

Rivayete göre Eskişehirspor ’daki Halil Ünal yönetimi, “Sen niye delmiyorsun yasayı” diyor Yılmaz Büyükerşen’e. Hatta kulağımıza geldiği kadarıyla, “3-5 müteahhitle anlaşsan, toprak zemin ihalesi kaya zemin olarak gösterilse, aradaki işçilik hak ediş farkı da kulübe verilse” diye çirkin tekliflerin bile yapıldığı iddiaları var.

Elbette iddialar bununla da sınırlı değil. Örneğin, Halil Ünal yönetiminin, Eskişehirspor’u 2019 yerel seçimleri öncesi bir siyaset merkezine çevirmek istediği yolunda. Yanaştıkları liman ise iktidar partisi AKP ve bu partinin Eskişehir’e aday olarak koymayı düşündüğü eski Milli Eğitim Bakanı Bilecikli Nabi Avcı. Öyle ki Gençlik Spor Bakanlığı aracılığı ile yapılan Yeni Eskişehir Stadı’na asılan, “Teşekkürler Nabi Avcı” posteri bile Eskişehirsporyönetimi ile AKP arasındaki teması doğrular nitelikte. Yine önceki yıl Eskişehirspor’un sürekli puan kayıpları yaşadığı haftalarda teknik direktörlüğünü yapan Alpay Özalan’ın AKP’den milletvekili seçilmesi, Eskişehirspor yönetimi ile iktidar arasındaki önemli bir köprü. Hatta iddialara göre, TFF de Yıldırım Demirören aracılığı ile bu yakınlaşmanın bir parçası. Bir başka iddia ise Halil Ünal’a ait olduğu söylenen benzin istasyonunun Demirören grubunun bayiliğini yapması.

Başkan ne diyor?

Eskişehirspor ile Eskişehir Belediyesi arasında yaratılmaya çalışılan ‘suni’ kavgadan ise en çok Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen şikâyetçi. Eskişehirspor’un ilk gözağrısı olduğuna, Fethi Heper’ler başta olmak üzere tüm efsaneleri izlemiş, beraber çalışmış yönetici kimliğine vurgu yapan Büyükerşen, “ Eskişehirspor’a canım feda, ama yasalar çerçevesinde. Şimdi biz kulübe kaynak yaratıyoruz, hatta kullanım şartnamesine madde koyuyoruz, ama son 10 yıldaki yönetimler bir yolunu bulup bizim kulübün altyapısı, tesisi, ödemeleri için yarattığımız bu kaynağı çarçur ediyor. Başarısız olunca da ‘Belediye Başkanı suçlu’ böyle bir şey yok” diyor.
Soruyoruz, kulüp için ne yaptınız diye.

Yanıtlıyor: “Yıllarca önce bir otopark veriliyor Belediyeden. Ama yönetim hemen o otoparkı mafyatik tiplere satıyor aldığı parayı transferde batırıyor. Daha yeni kurtardık o alanı. Sonra benzinlik açalım kalıcı gelir olsun diyoruz, hatta istasyonun idaresine de memur koyuyoruz, onlar da bu kez istasyonu kiralayıp toplu para alıp yine transferde tüketiyor. Aldıkları futbolcular da kulübü mahkemeye verince Eskişehirspor zarar görüyor. Yine yıllarca önce dedim ki, AŞ olalım, Vakıf olalım, üniversite ile birlikte yürüyelim, Fethi Hocalar, Gegic (Abdullah), İngiltere ve Fransa’dan hoca getirelim, yerli antrenörleri ve futbolcuları yetiştirelim, akademi olalım dedik, hiçbiri kabul görmedi. Yine de tüm desteği verdik, en son bizi karalamak isteyen başkan kulübü 3 milyon borçla aldı, şimdi 200 milyon. Ayrıca kulağımıza Eskişehirspor’un siyasi malzeme olarak kullanılmak istendiği iddiaları geliyor. Ben dahil kimse Eskişehirspor’u siyasete alet edemez.  Eskişehirspor siyaset üstüdür. Ne mutlu ki, gerçek taraftar bizi tanıyor.”

Ve Yılmaz Büyükerşen daha çok şeyler söylüyor. Ama “Kulüp zarar görür” diye yazılmaması ricasını düşüyor kayda.

Evet, görüldüğü gibi başarılı bir kulüp nasıl battı Yılmaz Hoca’nın söylediklerinde gizli. Artık iş Spor Bakanı ve TFF’de. “Para bitti, belediye versin, olmadı iktidara yanaşırız”  yaklaşımı bitmezse Türk sporu zarar görür...

 Arif Kızılyalın / CUMHURİYET


Krizin arka planında Brunson mı var? Brunson buzdağının sadece görünen yüzü - İBRAHİM VARLI

Ankara ile Washington arasındaki krizde Brunson buzdağının görünün kısmı. Krizin nedeni Suriye özelinde Ortadoğu’ya dair yaşanan ayrışmalar.

Ankara-Washington hattındaki krizin görünürdeki nedeni rahip Andrew Brunson’un tutukluluğu. Erdoğan yönetimi krizi Brunson’a bağlamak için özel bir gayretkeşlik içerisinde. Oysa ki Bronsun krizi buzdağının sadece görünen kısmı. İki ülke arasında uzun bir süredir devam eden kriz ikliminin çok daha yapısal nedenleri var. Mesele Brunson olsaydı tıpkı Almanya ile Deniz Yücel olayında yaşanan krizde olduğu üzere olay kapalı kapılar ardında sorun bu aşamaya gelmeden çözülür, Brunson da bir gecede bırakılırdı. Fakat mesele Brunson değil!

O halde yaşanan krizin arka planında ne var? En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. AKP ile ABD arasında yaşanan krizin temel nedeni Suriye özelinde Ortadoğu’ya dair yaşanan bölgesel fikir ayrılıkları. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de, AKP’nin BOP’tan ilham alan yeni Osmanlıcı tahayyülleri de Suriye’de çöktü. Çöküşle birlikte ortaya çıkan yeni denklemde iki ülkenin bölgeye yönelik konumlanışında farklılıklar oluştu. Suriye, İran, Irak politikalarındaki ayrışmalar iki ülke arasındaki makası daha da açıyor.

Rusya’dan alınması planlanan S-400 füzeleri, ABD’nin vermeyi durdurduğu F-35 savaş uçakları, Fethullah Gülen’in iadesi, Rıza Sarraf davasında eski bakan Zafer Çağlayan hakkındaki tutuklama kararı, Halkbank’a kesilen ceza, Washington’un İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e yaptırım kararı, ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz’un FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanması ve Brunson’un tutukluluğu krizi zirve noktaya ulaştıran unsurlar.

Suriye krizi
ABD ile Türkiye’yi karşıya getiren, Erdoğan ile Trump yönetiminin arasını bozan temel mesele Suriye özelinde vuku bulan gelişmeler. Suriye savaşının ilk dönemlerine kadar AKP ile ABD arasında sular sızmıyordu. Her iki ülke de rejimin değiştirilmesi, İhvancıların işbaşına getirilmesi konusunda uzunca bir süre ortak hareket etti. Savaşın Şam lehine dönmesiyle birlikte ABD ile AKP arasındaki sorunlar da gün yüzüne çıkmaya başladı. ABD’nin Suriye’nin yeni dizaynına yönelik A, B, C planlarını devreye sokmasına karşılık AKP iktidarı, “Esad gidecek, Şam devrilecek” politikasında ısrar edince, çıkarlar çatıştı. Bitmeye yüz tutan savaş sonrasında yeni Suriye’nin dizaynına yönelik görüş farklılıkları belirgin bir şekilde kriz üretiyor.

Kürtlere statü
Temel kırılma noktalarından bir diğer ise Kürtler. ABD Suriye’deki rejim değiştirme projesinin çökmesinin ardından Kürtlerle özel bir ilişki içerisine girdi. Geliştirilen bu ittifak Ankara nezdinde büyük bir rahatsızlık yarattı. Suriye’nin doğusunu ve kuzeyini kapsayan coğrafyada Kürtler üzerinden yeni bir dizayna girişen ABD, Fırat’ın doğusunda varlığını SDG üzerinden meşrulaştırma arayışında. Kürtlerin olası bir statü kazanmasına şiddetle karşı çıkan, bu durumu “kırmızı çizgi” ilan eden Ankara, ABD ile ciddi bir yol ayrımına girdi. ABD’nin yeni Suriye’de Kürtlere özel bir önem atfettiği, müttefiklik ilişkisini daha geliştirmek istediği ortada.

Rusya faktörü 
Birlikte yola çıktığı ABD ile savaşın sonlarına doğru yol ayrımına düşen Erdoğan yönetimi, koşulların da etkisiyle Rusya-İran hattına yanaşmak zorunda kaldı. Astana sürecine dahil olan ve birçok konuda Moskova-Tahran ittifakıyla hareket eden Ankara’nın bu cepheye yanaşması, bölgede farklı tasavvurlar peşinde olan ABD’nin tepkisini çekiyor. Rusya ve İran’a yönelik ekonomik, politik, askeri yaptırımlar uygulayan ve bu ülkelerle bilek güreşine tutuşan ABD açısından Türkiye’nin bu ülkelerle hareket etmesi bir sorun. 

İran’a ambargo
Başından itibaren Tahran’ı hedef alan Trump, İran’a karşı saldırgan politikasında Türkiye’yi de yanına çekmeye çalışıyor. Ancak Ankara, uygulamaya geçen ambargolardan yana değil. Başta enerji olmak üzere İran ile birçok konuda anlaşmaları olan Ankara, Tahran ile işbirliğinden yana ve ambargonun kendisini derinden etkileyeceğini farkında. Hayata geçirilen yaptırımların ikinci ayağından ciddi şekilde etkilenecek olan Türkiye, İran’a yönelik müdahalenin kendisini de vuracağını hesapladığından ayak diretiyor. İran ile Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmayı kağıt israfı olarak gördüğünü söyleyen Trump yönetimi İran ile yapılan ve Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın da yer aldığı anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiş ve ambargo uygulama kararı almıştı. 

Sarraf/Halk Bankası etkisi
ABD’de görülen Halkbank’ın eski genel müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın cezalandırıldığı dava da iki ülke arasında sorun yaratan konulardan. Ankara, bu davanın bir komplo teorisi hâline getirilerek “Türkiye’ye saldırı amacıyla” kullanıldığını düşünüyor. Halk Bankası’na kesildiği belirtilen cezanın yakın bir süre içerisinde açıklanması bekleniyor. Ambargoyu delmekle suçlanan Rıza Sarraf’ın itirafçı olması, eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkındaki tutuklama kararı hepsi İran’a yönelik kuşatmanın kendisiyle ilgili.

S-400 tehdidi, F-35 ambargosu
Krizin tırmanmasındaki bir diğer konu da Rus hava savunma sistemi S-400. Türkiye, Amerika’dan Patriot hava savunma sistemleri istemiş ancak olumlu karşılık alamamıştı. Türkiye ise kendisini savunma gerekçesiyle alternatif Rusya’ya yöneldi. Rusya ile Türkiye arasında uzun müzakereler sonunda anlaşma ile bitti. Ancak ABD, hem Türkiye’ye Patriot’ları vermeyerek, hem de S-400 sistemlerini almayı gerekçe göstererek Ankara’yı birçok kez tehdit etti. S-400 sistemlerinde artan gerilim F-35 savaş uçaklarına da yansıdı. Trump önceki akşam 2019 yılı ABD Savunma bütçesinin tasarısını onaylarken savaş uçaklarının Türkiye’ye verilmesini reddetti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kenetlenmeyi, "zor günler"de mi hatırladınız? - Arslan BULUT

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, "ABD'nin ekonomimize bilinçli saldırılarına karşı mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde bazı ürünlerin ithalatında vergi oranları artırılmıştır" bilgisini verdikten sonra "Zor günlerde liderinin etrafında kenetlenen milletimiz, kural tanımaz tavırlara ve haksızlıklara karşı dünyayı cesaretlendirmiştir" dedi.


Türkiye'nin yaşadığı sorunun asıl sebebi, bu sözlerde saklı. Milletin zor günlerde liderinin etrafında kenetlendiğinden bahsediliyor. İyi de sıcak paranın bol olduğu rahat günlerde kenetlenme ihtiyacı yok muydu? O zamanlar "liderimiz", kurucu liderlerimizden "iki ayyaş" diye söz ediyor, "camileri ahır yaptılar" diyor, asgari müşterekleri tanımıyor, "Türk demeyelim, Türkiyeli diyelim, milleti İbrahim diyelim" propagandası yapıyordu.  Zor günlerde ise "Büyük Türk Milleti"ne sığınıyor! Üstelik bunu yaparken de yine muhalefeti suçluyor. Ekibi de Atatürk lafzını bütün resmi belgelerden çıkarmaya devam ediyor!

                                                                          ***

Oysa rahat zamanlarda bütün milletin başbakanı veya bütün milletin Cumhurbaşkanı olduğu kabulüyle hareket etmiş olsaydı, zor günler de yaşanmazdı. Çünkü bütün milletin lideri olmak için bütün milletin hukukunu korumak gerekir. Bu da bütün kurum ve kurallarıyla hukuk devletini hayata geçirmekle sağlanır.
Hukuk devletinde ise sıcak parayı betona yatırmanıza, çarçur etmenize izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, ABD ile birlikte hareket ederek Suriye'nin iç işlerine müdahale etmenize, çeşitli grupları eğitip donatmanıza izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, FETÖ'yü devlete hâkim kılmanıza izin vermezlerdi.
Hukuk devletinde, devleti kuran millet iradesini hiçe sayarak, etnik amaçlı bir açılım politikası uygulamanıza izin vermezlerdi.

Böylece zor günler de yaşanmaz, kenetlenme ihtiyacı da doğmazdı. Siz hukukun üstünlüğüne kenetlenseydiniz, partizanlık yapmasaydınız, devleti ideolojik olarak dönüştürmeye kalkışmasaydınız ve kuruluş ilkelerine de bağlı kalsaydınız zaten ekonomide de dış politikada da sıkıntıya düşmezdiniz.

Şimdi, zor günlerde millet, sizin arkanızda durmuyor; devletin arkasında duruyor. Çünkü devletin çözülmesi demek, milletin çözülmesi demektir. Devleti ayakta tutmanın tek formülü, milletin hukukunu korumaktır.

Tabii muhalefetin görevi de ABD ve AB'ye "Ben dayatmalarınızın gereğini daha iyi yaparım" mesajı vermek değildir. Veya muhalefetin görevi, "Ben seçilmezsem Dolar 10 lira olur" dediğinizi hatırlattı diye yazar Nihat Genç'e saldırmak değildir.

                                                                         ***

Şimdi Türkiye, ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi'nin en önemli ayağı olan Fırat-Dicle havzasını ele geçirme planlarına karşı direniyor. Direnmek zorundadır. Üstelik kendi Cumhurbaşkanı, söz konusu projenin eş başkanlığını üstlenmiş olduğu halde!

Defalarca uyardık! Özetle dedik ki, "Yol yakınken bu yanlış tutumlardan vazgeçin. Liderlik kabiliyetiniz var ki bu kadar insanı peşinize taktınız ama bu yetmiyor! Önemli olan seçtiğiniz yoldur! Gelin, cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönün. Bu çizgide hareket eder de aynı zamanda milli ve dini idealleri de hayata geçirmeye çalışırsanız, size kimse dokunamaz!"

Fakat iktidara yürürken meşruiyeti ABD ve AB desteğinde aradınız... Devletin temel niteliklerini de onların yardımı ile değiştirebileceğini zannettiniz. Kadrolarınız, "Ankara'nın şerrinden Brüksel'in şefaatine sığınıyoruz" dedi. Sonuçta Ergenekon ve Balyoz operasyonları da FETÖ eliyle girişilmiş bir Amerikan saldırısı idi. Darbe girişimi de öyle, ekonomik saldırı da. Fakat bütün bunlara sebep olan, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi değil midir? İlk düğme milletin hukukudur, egemenlik hakkıdır. Milletin adını bile tanımayan bir siyasi kadronun yapacağı iş, devletin başını belaya sokmaktır.
Şimdi, millet kerhen destek veriyor ama şu anda başka bir siyasi seçenek göremediği için!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Orta sınıflar ve kriz - AYDEMİR GÜLER

Şu orta sınıf lafını, başka sınıflar için kullandığımız türden bir analiz kavramı olarak kullanamayız. Ama işe de yarıyor. Analiz için değilse de, betimleme için yarıyor. Hatta daha fazlasına…

Bugün kriz karşısında birkaç politik-sınıfsal pozisyon ayırt edebiliyoruz. 

İlki AKP’ye aittir ama sermaye sınıfını temsil gücüne sahip olduğu açık hale gelmiştir. Sabancı Holding ve İş Bankası sözcülerinin açıklamaları başka türlü yorumlanamaz. Bunlar iktidar sözcülerini mumla arattıracak kadar boş konuşuyorlar. Normaldir. Kapitalizm yalan ve aptallıktır.

Amerikan tıraşı yapmayı bırakmak ve dolar yakmak aptallığa denk düşüyor. Erdoğan’ın tehdidinin muhatabı olan döviz spekülasyonu ise sermayenin yalancı karakterini ve davranış biçimini temsil eder. Erdoğan söylediğine inanıyor mu, bilinmez, ama kapitalistler böyle davranırlar. İktisat el kitaplarında bile yazar…

İkincisi bu yalan ve aptallığa iltihak edenlerin pozisyonudur. CHP ve İyi Parti milliyetçilik trenine, aynı gemideyiz safsatasına tamamen sınıfsal güdülerle angaje oluyorlar. Aynı şey MHP için de geçerli. 

Nedir bu sınıfsal güdü? 

Bu partiler eğer sermaye sınıfı içinde kriz politikasında anlamlı ayrışmalar gözlemleselerdi gemi demagojisinden vazgeçmezlerdi, ama milliyetçilik öyle değil böyle yapılır derler, gemi yarıştırmaya kalkışırlardı. Böyle bir veri yoksa, burjuva muhalefeti de reisin etrafında toplanmak durumundadır. 

Yeri gelmişken, Erdoğan’ın “Saldırı bir kişi veya partiye değil ülkeye yöneliktir” biçimindeki mütevazı (!) mesajının şükran ve çağrı olarak okunması gerekir. Sonuç olarak Erdoğan, AKP’li yıllarda görülmüş en ağır ekonomik kriz patlak verirken, içerde hegemonyasını tazelemiştir. Çünkü muhtemelen sermaye sınıfı bu ortamın siyasi hesaplaşma için istismar edilemeyecek kadar ciddi olduğunu düşünmekte ve düzen partileri de bu yaklaşım doğrultusunda hizaya girmektedir.

Üçüncü pozisyon başlıkta ve baştaki orta sınıflara denk düşüyor. Siyasal temsilcisi belirsiz olmakla birlikte ideolojik renk esasen liberaldir ve mensupları toplumda en görünür konumlanışa sahiptirler. Bunlar, şimdilik, Erdoğan, damat, Sabancı, İş Bankası genel müdürü, kriz örtücü AKP medyası gibi unsurları sağlam biçimde alaya almaktadırlar. Bu alaylar can yaktığından olmalı ki, anlaşılan AKP yargısı yeni bir suç türü yaratmak için hazırlıklara başlamış bulunuyor. Twitter marifetiyle ekonomik krizi derinleştirmek suçlamasını tiye almak, Trump’ın süreci aynı mecradan yönettiği bir dünyada biraz sıkacaktır!

Bu pozisyonun açılışı, ABD’nin AKP’li bakanlara yaptırım açıklamasını “gol” olarak tweetleyen Ahmet Şık’a nasip olmuştu. Sonra daha eğlenceli ve zekâ ürünü espriler patladı. İlk iki kategorinin ipe sapa gelmez beyanları daha nicelerine vesile olacaktır. Mesele bunların komik olup olmadığı değil. Bir bölümü cidden komik ve kasvetli havayı dağıtmaya bile yarayabilir. Gülmek insana yakışır sonuçta… Hele espriler savcılık soruşturmasına ve tutuklamalara vesile olmaya başlarsa, bu kanaldan mücadele tınısı bile alınabilecektir. Ama…

Ama ortada eğlenecek bir şey yok ve yaşananlarla dalga geçmek basbayağı gerçeklik duygusunu yitirmek anlamına geliyor. Gerçeklikten uzaklaştıran alaycılık orta sınıf kalabalığının tamamının çaresizliğini katlanılır kılmaya yaradığı ölçüde, aslında alay edilen aptal ve yalancıların işine gelecektir. 

Söz konusu kalabalığın içinde yakın geçmişte her fırsatta ucuz bir tur yakalayıp Avrupa tatiline çıkanlar vardır ve bu yaşam biçimi hızla çökmektedir. Kalabalığın içinde tüketici kredilerine ve kartlarına yüklenip cep telefonunu veya arabasını yenileyip patron dayatmalarına esir düşenler vardır ve tüketim döngüleri sekteye uğradıkça hayli mutsuz olacaklardır. Yine aynı kategorinin içine çocuğun okul taksitine, hastane masrafına yetişemeyeceği açık hale gelenler de vardır ve onların hali içler acısı olmaya başlamıştır bile. Yaklaşan kış aylarında doğalgaza para yetiştirememe ihtimali kafası biraz çalışanın gündemine girmiş olmalıdır. En ağırı işsizlik olacaktır kuşkusuz.

Bütün bunlar orta sınıflarda yakın zamanda gülecek hal bırakmayacak ve ilk haftaların eğlencesinin yerini hızla ağır depresyon alacaktır. Zira dalga geçmek ne yazık ki kendi başına bir eylem ve direniş yolu değildir!

Depresyonun bir çıkış olmadığı belli. Bugünkü alaycı psikolojinin AKP’nin krizi atlatmasına dua etmeye dönüşmesi olasılığını hiç hafife almayalım. En fazlası yerel seçimlerde “Beni seçerseniz krizi bitiririm” propagandasına dalacak olan adaylarla heyecanlanmak olacaktır.

Daha da kötüsü, bu halin işçi sınıfını kuşatmasıdır. İşçi sınıfının ihtiyacı işten çıkartmaların yasaklanması, borçların iptali, fiyatların sabitlenmesi gibi talepler doğrultusunda mücadeleye ve örgütlenmeye girmektir. Öyleyse orta sınıf veya küçük burjuva aymazlığı işçi sınıfı saflarından kovulmalıdır. 


Dördüncü ve son politik-sınıfsal pozisyon da budur. Bu pozisyon solculuktur ve bugün tek bir siyasi partide, TKP’de karşılık bulabilir. 

Aydemir Güler / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...