Hepimiz aynı saraydayız! - FATİH YAŞLI

İki gemi var, ya Erdoğan’la birlikte Türkiye gemisine bineceksiniz ya da (Erdoğan’a karşı) ABD gemisine” diyen majestelerinin ulusalcıları, döviz kurlarındaki yükselişin kâğıt fiyatlarını vurması nedeniyle gazetelerini üç gün yayımlayamadı. Oysa daha geçen hafta çıkan bir haberde, Ziraat Bankası’ndan kullandırılan kredilerle Doğan medyasının adeta bedelsiz bir şekilde üzerine zimmetlendiği Demirören grubuna SPK tarafından 264 milyon liralık kur muafiyeti getirildiği yazıyordu.

E bu durumda insanın, “Hani aynı gemideydiniz, siz kur artışı yüzünden gazetenizi çıkaramazken, neden kamunun parası olan 264 milyon, hem de hiçbir yasal dayanağı olmaksızın Demirören’in cebinde bırakılıyor, neden kriz onu vurmuyor” diye sorası gelmiyor değil tabi.

Neyse, devam edelim. Bilmeyenler, “Kur artışıyla kâğıt fiyatları arasında nasıl bir bağlantı var” diye merak edenler olabilir. Şöyle bir bağlantı var: SEKA’yı, yani kâğıt fabrikalarımızı özelleştirdiğimiz ve bu nedenle de yerli kâğıt üretemediğimiz için, döviz kuru arttıkça kâğıt ithalatı daha da pahalılaşıyor, daha da zorlaşıyor. Bu ise elbette ki maliyet artışı anlamına geliyor.


Peki SEKA’nın başına neler geldi, nasıl bir süreç yaşandı? Bunu da Sözcü gazetesinin pazartesi günkü özel haberinden takip edelim. SEKA, Cumhuriyet’in 1930’lardaki devletçilik politikalarına uygun bir şekilde, 1936’da Kocaeli’nde faaliyete geçti ve 2005 yılına kadar üretim yaptı. 2005 yılında ise özelleştirme kapsamında kapatıldı ve yerine bir kâğıt müzesi açıldı. 1981’de Balıkesir’de açılan fabrika ise 2003’te dünüre, yani Albayraklar’a satıldı. Fabrikanın maliyeti 198 milyon dolar, satış fiyatı ise sadece ve sadece 1 milyon 100 bin dolardı. Danıştay kamunun zarara uğratıldığı gerekçesiyle satışı iptal etti ama 2012 yılında yapılan bir yasal düzenlemeyle “Özelleştirme ihaleleri konusunda yargının verdiği kararlarda son sözü Bakanlar Kurulu söyler” denildi ve fabrika Albayrak grubunun oldu. Fabrikanın 2018’de faaliyete geçeceği söyleniyordu ama böyle bir şey olmadı, fabrika hâlâ faaliyete geçmedi. Türkiye’de kâğıt üretilmiyor ve gazete, kitap, dergi, hepsinin kâğıdı yurtdışından geliyor.

O halde soralım, Cumhuriyet’in olabildiğince bağımsız bir ekonomi inşa etmek için kurduğu fabrikaları kapatanlarla, satanlarla, yerli üretimi bitirenlerle aynı gemide miyiz, ülkesine bunu yapanlarla ABD emperyalizmine karşı mücadele edebilir miyiz?

                                                           •••

Bu gemi metaforu o kadar çok kullanıldı ki, artık sıkılmış olabiliriz çoğumuz, o halde soruyu biraz değiştirip şöyle soralım: “Hepimiz aynı sarayda mıyız?”
“Bu da nereden çıktı” demeyin, daha pazar günü, yeni rejimin Cumhuriyet’in milli gün ve bayramlarının yerine ikame etmek için icat ettiği günlerden biri olan Malazgirt kutlamalarında, Bahçeli’nin tavsiyesi üzerine alınan kararı ve “Reis”in verdiği müjdeyi, bir saray da Kâhta’ya yapılacağı müjdesini duymamış olamazsınız. Diyelim ki duydunuz, şu cümleler karşısında titreyip özünüze dönmemiş olamazsınız:
“Bugün vali ve belediye başkanımızla görüştük. Onlar 1071 metrekare yer düşünmüşler. Dedik olmaz. 1071 metrekare oturum alanı olur en az 5 dönüm çevre düzenlemesiyle. Belediye başkanımız da coştu en az 10 dönüm dedi. Bu bir işaret fişeğidir, inşallah sonu da hayır olur.”

Bu işaret fişeğinin patladığı, bu müjdenin verildiği gün, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan da bir “müjde” gelmiş, gazetelerde yer alan haberlere göre tasarruf tedbirleri kapsamında bakanlık bütçesinde iki milyar liralık kesintiye gidilmişti. Kesintinin yapıldığı kalemlere bakıldığında ise kesintilerin okulların onarımı, kamulaştırma giderleri, parasız yatılılara verilen pansiyon yardımı ve öğrenci ailelerine verilen burslarda yoğunlaştığı görülebiliyordu. Yani zaten çoktan büyük ölçüde özelleştirilmiş olan eğitim alanında, tasarruf tedbirlerinin ilk vurduğu her zaman olduğu gibi yoksul çocukları, emekçi çocukları oluyor, itibardan, saraydan değil de yoksulun çocuğunun cebine giren üç kuruştan, gittiği okuldan tasarruf edilmesine karar veriliyordu.

                                                           •••

Türkiye daha önce hiç görülmemiş bir krize doğru doludizgin sürüklenirken, muhalif saflarda adeta bir felç, bir kilitlenme durumu yaşanıyor, uzun zamandır yapılan ilk eylem olan Cumartesi Anneleri’nin 700. buluşmasına verilen yanıt ve Malazgirt gazlamaları ise bundan sonrası için bir ipucu niteliği taşıyor. Kriz derinleştikçe hem dinciliğin, milliyetçiliğin ve hamasetin hem de zor politikasının dozajının artacağını görebiliyoruz.

Öte yandan, dinciliğin, milliyetçiliğin, hamasetin karın doyurmadığının, işsizliğe, enflasyona, geçim derdine bir faydasının olmadığının daha net anlaşılabileceği, “Hepimiz aynı saraydayız” söyleminin giderek daha az işe yarayacağı zamanlara da adım adım yaklaşıyoruz. Siyaset, hem o anlamayı hızlandırmak hem de o anlamanın ortaya çıkaracağı duruma müdahale etmek anlamına geliyor ve mevcut felç halinden çıkış da orada gizli. Oraya odaklanmak, oraya hazırlanmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN


BM’nin ‘makul’ raporu - MUSTAFA K. ERDEMOL


Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde kurulan uluslararası Yemen Heyeti nihayet “incelemesinin” sonuçlarını bir rapor halinde dünyaya açıkladı. Rapora göre BM, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerince işgal edilmiş bulunan Yemen’de hem hükümetin hem de söz konusu güçlerin “savaş suçu” işledikleri konusunda “makul gerekçelere” ulaşmış.

Kendi adıma böyle bir incelemeden Yemen’de olup bitenlerin bir insan hakları ihlali vakası olduğu sonucunun “kesin gerekçeleri”nin çıkmasını beklerdim. Ama buna da şükür, BM, ABD’nin de açık desteğiyle gerçekleştirilen bir işgale ancak bu kadar “dokunabiliyor” demek ki.
BM Raporu’nun “makul gerekçeleri”ni geçip, orada hem insan hakkı ihlallerinin hem de savaş suçunun varlığını kanıtlayan “kesin gerekçeleri” sıralayayım. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün yakın zamanlarda yayımladığı raporundan da yararlanarak tabii.

2015’e Suudi Arabistan öncülüğünde, BAEile bazı Körfez ülkelerinin katılımıyla Yemen’e yönelik işgal harekatında, işgal güçlerinin belgelenebilen 85 yasadışı hava saldırısı var. Sadece bu saldırılarda binden fazla sivil katledildi.  Yasadışı hava taarruzlarının hedefleri ise evler, hastaneler, pazarlar, okullar ve camilerdi. Mart ayında Somalili göçmenleri taşıyan bir bot da Yemen sahillerinde koalisyon güçlerine bağlı savaş uçaklarınca bombalandı. Çok sayıda göçmen hayatını kaybetti bu saldırıda.

Suudi Arabistan zaman geçtikçe artan sivil kayıplarına yönelik uluslararası tepkiler üzerine geçen yıl “sivil zaiyatı” azaltacağına söz vermişti. Bu hem sivillere yönelik saldırıların kabulü anlamına geliyordu, hem de “azaltmak” gibi bir sözcükle sivil kaybının sürebileceğinin işareti veriliyordu. Suudi Arabistan’ın bu “sözü” verişinden kısa bir süre sonra, yine İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün belirlemesine göre, 33’ü çocuk 55 sivilin hayatına mal olan bir hava saldırısı daha gerçekleştirildi. Saldırıda ölenlerin 14’ü aynı ailedendi.

BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Yemen Bürosu, sivil kayıpların çokluğunun nedeninin yasadışı hava saldırıları olduğunu açıklamıştı bir süre önce. Asıl korkunç olan da Yemen’de koalisyon güçlerince misket bombası kullanımıydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü, ABD ile Brezilya’da üretilenler de dahil altı tip misket bombasının yerleşim alanlarına atıldığını belgeledi.

Bunun üzerine ABD, 2016 yılında Suudi Arabistan’a misket bombası satışını (yasaklamadı) askıya aldı. 19 Aralık 2016’da koalisyon güçleri İngiltere yapımı bir misket mühimmatını kullanmayı bırakacağını açıkladı. Ama bu açıklamadan kısa bir süre sonra Yemen’in kuzeyindeki iki okula yakın bir mevziye atılan misket bombası sonucu iki sivilin öldüğü, biri çocuk altı kişinin yaralandığı haberi geldi. Koalisyon güçleri Brezilya yapımı misket bombaları kullanmıştı yine.
Bu arada belirteyim, Yemen, Suudi Arabistan ve müttefikleri 2008 tarihli Misket Bombası Savaşları Sözleşmesine taraf değiller.

Suudi destekli Yemen hükümet ile BAE destekli güçler, çocuklar dahil, binlerce Yemenliyi keyfi olarak gözaltına aldı. İddialara göre gözaltına alınanlar cinsel istismara da uğradılar. Gözaltındakilerin büyük bir bölümünün de “kaybedildiği” belirtiliyor. Devlet kontrolü altında olan güney Yemen bölgelerinde İnsan Hakları İzleme Örgütü, dördü çocuk 50’den fazla kişinin keyfi olarak gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolduğunu belgeledi.
Suudi öncülüğündeki Yemen işgal güçleri ülkeyi sadece silahlarla, saldırılarla yıkıma uğratmadı. Getirdikleri ithalat/ihracat yasağı ile zaten zayıf olan Yemen ekonomisini iyice çökerttiler. Dışarıdan petrol getiren tankerlerin ülkeye girişine izin vermediler ya da geciktirdiler. Ülkenin önemli limanlarını kapattılar. 

Yakıtsızlık yüzünden ülke hastanelerinde tek bir ameliyat yapılamadı örneğin.
Suudi Arabistan, sık sık kendisine yönelik füze saldırılarını bahane ederek Yemen’e tüm giriş, çıkışları durdurdu. Sanaa Havalimanını kapattı. Bu, “ülke dışında acil tedavi görmesi gereken hastaların” yurt dışına gitmesini engelledi.

Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Yemen’de nasıl bir insani krize yol açtığına yüzlerce örnek verilebilir. Ama buna rağmen, harekete geçmeyen, raporu da resmi olarak bağlayıcı olmayan BM, Yemen’de insan hakları ihlali ile savaş suçu işlendiğinin kanıtı olarak “makul gerekçeler”in varlığından söz ediyor.

Dediğim gibi buna da şükür, “makul gerekçe” bulamadık da diyebilirdi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yüzde 7 kuralı - HAYRİ KOZANOĞLU

“Faiz ödemeleri dünyasında bir sihirli rakamdan söz edilir. Bir hükümet borçlanmak için yüzde 7 faiz ödemek zorunda kalırsa, temerrüde düşmüş gibi algılanır”.

Ekonomide genel kabul gören bazı başparmak kuralları vardır. Bunlardan biri de yüzde 7 ilkesidir.

İngiliz John Lanchester küresel kriz sırasında çok satanlar listesine giren “Paranın Dilini Nasıl Konuşmalı” 
kitabında bu olguyu şöyle açıklıyor:
“Faiz ödemeleri dünyasında bir sihirli rakamdan söz edilir. Bir hükümet borçlanmak için yüzde 7 faiz ödemek zorunda kalırsa, temerrüde düşmüş gibi algılanır. Neden? Emin değilim: Birçok para uzmanı kişiye sordum, kafalarını kaşıdılar ve “Bilmiyorum ama böyledir işte!” diye cevap verdiler…”

Bu ampirik tezin doğruluğundan hareket edelim ve Türkiye’nin halini bu teste tabi tutalım. 24 Ağustos 2018 itibariyle ülkenin Eylül 2022 vadeli tahvillerinin faiz oranı yüzde 8.25’e yükselmişti. Bu oran bir ay öncesine göre yüzde 2’ye yakın, tam yüzde 1.99 daha yüksek bir düzeye denk geliyordu. Aynı vadeli ABD tahvil faizlerinin getirisi yüzde 2.71 olduğuna göre, Türk tahvilleri tam yüzde 5.54 bir risk primi içeriyordu. Diğer bır ifadeyle, yüzde 7 prensibine göre Rubikon’u yani kritik noktayı geride bırakmıştı. Aşağıdaki tablo “yükselen ülke” sınıflamasına dahil bazı ülkelerin benzer vadeli tahvillerinin faiz (getiri) oranlarını ve Türkiye’nin nasıl olumsuz ayrıştığını açıkça gösteriyor:

yuzde-7-kurali-503427-1.
Sırf Meksika örneği bile sorunun sırf Trump’la çatışmasıyla sınırlı olmadığının kanıtı gibi... Uluslararası sermaye, Trump’ın sınırına duvar örmekten vazgeçmediği, daha yeni solcu bir devlet başkanı seçen Meksika’nın 4 yıl vadeli tahvillerine 39 baz puan risk primi layık görüyor. Buna karşın Türkiye’nin benzer kâğıdının risk primi ise yüzde 5.54 ile tam 14 kat daha fazla.

Krizi UYP istatistiklerinden okumak
Türkiye ekonomisinin yaklaşan dış borç dış boğazını en iyi “Uluslararası Yatırım Pozisyonu” (UYP) istatistiklerinden okumak olanaklı. 2017 sonunda -459 milyar dolar olan net yatırım pozisyonu 2018 Haziran itibariyle 403 milyar dolara daralmış durumda. İlk bakışta, “Fena mı?” ne güzel daralmış denebilir. Ne yazık ki gerçekler biraz daha farklı.

Açalım: Net yatırım pozisyonu bir ülkenin tüm döviz varlıklarıyla döviz yükümlülükleri arasındaki farkı gösterir. Tablo-2’den görülebileceği gibi döviz varlıklarında sınırlı (8 milyar dolar) bir düşüş var. Bunun tek kaynağı, Merkez Bankası’nın fazlasıyla gerileyen döviz rezervleri (9 milyar dolar). Çünkü kriz dönemlerinde şirketler ve kişiler yurtdışındaki yatırımlarını muhafaza etme eğilimindedirler.

yuzde-7-kurali-503428-1.

Net pozisyondaki azalış, büyük ölçüde yükümlülüklerin düşüşünden kaynaklanıyor. Doğrudan yatırımların (45 milyar dolar), portföy yatırımlarının (22 milyar dolar) dolar karşılıkları hızla irtifa kaybediyor. Çünkü bir yandan yabancılar ülkeyi terk ederken, içeride hapis kalan pozisyonları hem piyasa değerlerinin düşüşünden (borsa endeksinin çakılması, yükselen faizlerle tahvillerin fiyatının azalması vb.), hem de TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybından olumsuz etkileniyor. Gelgelelim tahvillerin yurtdışında döviz cinsinden ihraç edilenleri ve diğer yatırımlar başlığı altında izlenen döviz kredisi borçları kapı gibi yerlerinde duruyorlar. (96 milyar dolar ve 328 milyar dolar).

Bunun anlamı, bu borçların yenilenmesi ve/veya yeniden tahvil ihraç edilmesi söz konusu olduğunda ya gerekli fonlama yapılamayacak, ya da çok kötü koşullara rıza gösterilecek. Cari açık azalsa dahi devam ettikçe, üzerine bir de yukarıda açıklamaya çalıştığımız yenilenme sorunu eklenince, Türkiye bir “borç krizine”sürüklenecek…

Burada, kriz dönemlerinde net yatırım pozisyonundan ziyade brüt yükümlülüklere bakmanın daha doğru olduğunun altını çizelim. Çünkü bir kriz anında, nakite sıkışan bazı firmalar bir yana bırakılırsa, yatırımcılar paralarını yurda getirmek yerine “güvenli limanlarda” muhafaza etmeyi yeğlerler. Bu nedenle yurtdışı varlıklar fazla değişmez. Buna karşın yükümlülüklerin borç yaratmayanları (doğrudan yatırım, hisse senedi gibi) daralırken, borç yaratanları ilk anda sabit kalır. Ne var ki zamanı gelince onlar da sel suları gibi hızla çekilir, ülkeyi döviz kıtlığına sürüklerler. Borçlar ödenemeyince de bu vahim manzara bir IMF programına davetiye çıkarır.

Unutmayalım ki yukarıda analiz etmeye çalıştığımız tablo, henüz doların 4.57 TL olduğu döneme ait. Şimdi durumun daha da kritik hale geldiğini, bir fırtınanın yaklaştığını tahmin etmek hiç de zor değil!

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İdlib’de başladı İdlib’de bitmeyecek - İBRAHİM VARLI

İdlib’de başlayıp İdlib’de bitecek olan şey radikal İslamcılarla yaşanan savaş. Suriye’de bundan yedi yıl önce patlak veren savaş sanılanın aksine güneydeki Dera’da değil, kuzey batıda Hatay sınırındaki İdlib’de başladı. 4 Haziran 2011 tarihinde, radikal İslamcı cihatçılar Cisr eş-Şuğur kasabasında yüzden fazla asker ve polisi öldürüp Asi Nehri’ne atması savaşın başlangıcıydı.


İdlib hem Akdeniz’e uzanan koridorun ucunda yer alması, hem de Lazkiye gibi rejimin kalesi kentlere sınırdaş olması hasebiyle stratejik bir konumdaydı. Dünyanın dört bir tarafından getirilerek Suriye’nin başına musallat edilen radikal İslamcı çetelerin dağıtım üssüydü İdlib. Kentin diğer bölgelere nazaran dağlık olması İslamcı militanlara korunak da sağlıyordu.

Dışarıdan destekle harlanan savaş, kısa sürede bölgesel bir hegemonya çatışmasına dönüşürken, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin de desteğini alan radikal İslamcı çatı örgütü Fetih Ordusu, Mart 2015’te kentin tamamını ele geçirdi. Üç yılı aşkın bir süredir Selefilerin kontrolünde bulunan İdlib, Dera’nın Suriye ordusunun kontrolüne geçmesinin ardından cihatçıların elinde kalan tek büyük kent.

Dera, Halep, Hama, Kalamun, Kuneytra, Doğu Guta, Humus ve Şam kırsalından çıkarılan cihatçıların aileleriyle birlikte transfer edilmesi İdlib’i büyük bir milis ve cihatçı havuzuna dönüştürdü. Üç milyona yaklaşan bir nüfusu barındıran kentin kurtarılması için Suriye yönetiminin Rusya ve diğer müttefik güçlerle birlikte gerçekleştireceği operasyonun başlaması an meselesi. Selefi militanların çevre bölgelerle bağlantılarının koparılması, Hama, Humus, Halep, Lazkiye hatlarının koparılması için ön operasyonlar haftalar öncesinden başladı.

İdlib’in Türkiye’ye yansıması
Hatay’ın hemen yanı başında cihatçı militanların merkezi konumundaki İdlib her yönüyle Türkiye’yi de yakından etkiliyor.
1)Büyük göç dalgası: Çatışmaların şiddetlenmesiyle Türkiye iki milyonluk yeni göç dalgasıyla karşı karşıya kalabilir. Birleşmiş Milletler (BM), İdlib’e yönelik olası bir operasyonun 2 milyon 500 bin kişinin Türkiye’ye göç etmesine yol açabileceği konusunda uyarıda bulundu.
2)On binlerce radikal İslamcı militan: İdlib’in Şam’ın kontrolüne geçmesi halinde on binlerce militanın yeni adresi Hatay ve dolayısıyla Türkiye olacak. Bu durum büyük bir güvenlik sorunu oluşturacak.
3)Garantörlük: Astana ve Soçi zirvelerinde İdlip’in çatışmasızlık bölgesi yapılırken Türkiye de garantör ülkelerden oldu. TSK bu kapsamda bölgede 12 gözlem noktası kurdu. Cihatçılarla Suriye ordusu arasında tampon kuran Türkiye’nin misyonu operasyonla boşa düşecek.

Yeni Suriye’de pay kapma telaşı!
İdlib sonrası Suriye’de yeni bir aşama başlamış olacak. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesiyle Cenevre ve Astana’da kurulan siyasi müzakere masaları da yeniden tanzim edilecek, paylar/roller yeniden dağıtılacak. Günlerdir “kimyasal saldırı” bahanesiyle Suriye’yi vurmakla tehdit eden ABD, Fransa ve müttefikleriyle “askeri bir hareketlilik işleri daha da mahveder” diyen Türkiye’nin kaygısı da İdlib’in kaybedilmesiyle masadan daha az pay kapacak olmaları.

Türkiye, Astana çerçevesinde verdiği sözü yerine getiremedi. Radikal İslamcıları “ılımlılaştırarak” ortak bir paydada buluşturamadı. Gözlem noktaları işlevsiz kaldı. Olası operasyondan duyulan rahatsızlık da bundan kaynaklı. Suriye’nin yeniden inşa sürecinde pay kapmak isteyen Türkiye, Şam’la masaya oturan Kürtlere özerklik tanınmaması konusunda diretiyor. Afrin ve Cerablus hattındaki askeri varlığın sonlandırılması için yapılan pazarlıklar da doğrudan bununla ilintili.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Milli savunma Bakanı Hulusi Akar ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın aynı gün aceleyle Moskova’da soluğu almaları, operasyonu ötelemeye yönelik. Yeni Osmanlıcılar kaygılı. Operasyonun elindeki pazarlık kozunu yok edeceğinin ve sıranın TSK’nin fiili kontrol sağladığı kuzeydeki Afrin-Cerablus bölgelerine geleceğinin pekala farkındalar. ABD açısından ise Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve Batı Suriye’de söz sahibi olmanın yegane yolu İdlib’in Şam’ın eline geçmemesi.

Afrin, Fırat’ın doğusu, Kürtler
Suriye’deki savaş İdlib’de başladı ancak, İdlib’de bitmeyecek. Kapanacak olan sadece savaşın radikal İslamcılarla olan bölümü olacak. Fırat’ın doğusuna yerleşen ABD’nin bölgeden gitmeye niyeti yok. Şam’daki müzakerelere rağmen kuzeydeki Kürt otonom bölgeleriyle Kürtlerin ne tür bir statüye kavuşacaklarına dair belirsizliğin kısa sürede giderilmesi zor görünüyor. ABD Fırat’ın doğusundan istikrarsızlık üretmeyi sürdürecek.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Düşkün - ORHAN GÖKDEMİR

Birçok anlamı var başlıktaki kelimenin. Tutkun, bağlı, âşık anlamına gelebiliyor yerine göre. Ama daha çok “maddi” hallerle ilgili bir yanı var. Geçim sıkıntısına düşme, yoksulluk sebebiyle refahını veya yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş olma anlamına da gelebiliyor.

Bizi ise daha çok mecazi anlamları ilgilendiriyor. Değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaksız manasını içeriyor bu yanıyla. 

Anlamlı bir rastlantı, toplumsal bir vaka haline kapitalizmin doğuşunda, piyasa toplumunun eski feodal ilişkileri parçalayarak kendine yer açtığı bir zamanda gelmiş. “Speenhamland 1795” Karl Polanyi’nin piyasa toplumunu incelediği şahane “Büyük Dönüşüm” kitabının başlıklarından biri. Polanyi, bu başlık altında Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de ortaya çıkan hızlı düşkünleşmeyi inceliyor. 
Dediği şu; o yılların İngiltere’sinde hem toprağı temsil eden toprak sahipleri, hem de parayı temsil eden kapitalistler emeği temsil eden işçi sınıfından önce örgütlenmişti. Kapitalistler ve toprak sahipleri o şartlarda feodalizmden kalan bütün ilişkileri düzlemeye girişti. 
Şöyle devam ediyor: “On sekizinci yüzyıl toplumu, onu piyasanın önemsiz bir parçası durumuna düşürme çabalarına karşı bilinçsizce direndi. Bir emek piyasası içermeyen piyasa ekonomisi düşünülemezdi; ama böyle bir piyasanın kurulması, özellikle İngiltere’nin kırsal uygarlığı içinde, ancak toplumun geleneksel dokusunun toptan parçalanmasıyla gerçekleşebilirdi.” Acımasızca parçaladılar. Köylüler topraktan koparıldı ve fırlatılıp atıldı. Onlar da çareyi şehirlerin kapısına yığılmakta buldu. Bir emek piyasasının oluşması için şartlar hazırlanmış görünüyordu. 

Ancak, Polanyi, Sanayi Devriminin bu en canlı döneminde, 1785’ten 1834’e kadar bir emek piyasasının yaratılmasının Speenhamland adı verilen yasayla engellendiğini haber veriyor. Türkçesi “Düşkünler Yasası”dır.

Yasanın içeriği şu; Şehre göçmüş ama bir iş bulamamışsan yasa sana Kilise aracılığıyla verilen hizmetlerden yararlanma imkânı veriyor. Kilise bu durumdakilere bir öğün yemek ve yatacak bir yer gösteriyor. Uzaktan bakıldığında gayet insani görünmektedir.

Fakat sorun şu ki bir iş bulmayı başarmışsan aldığın ücretle bir öğün yemek yemen ve yatacak bir yer bulman imkânsızdır. Bu durumda çalışmayı bırakıp düşkün olmak en iyisidir. İngiltere’nin müstakbel işçileri de bunu görüp işçi olmak yerine düşkün olmayı tercih etmiştir. Topraksız köylülere çalışmayı reddetmek, onun yerine kilisenin kapısında kuyruğu girmek daha avantajlı görünmüş ve bu nedenle de bir “emek piyasası” oluşamamıştır. Hem bir emek piyasanın oluşması hem de ilk sendikaların ortaya çıkması için Speenhamland’ın kalkmasını beklemek gerekecektir.

Emek piyasasının akıbeti bir yana, bizi daha yakından ilgilendiren şey bu yasadan yararlanıp kiliseye sığınanların durumudur. Şöyle özetleyebiliriz vaziyetlerini: Bu yasadan yararlanan hemen herkes değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaki değerlerini yitirmiştir. Siz “insanlıklarından çıkmışlardır” diye anlayabilirsiniz. Kapitalizmin tarihinin en yıkıcı eylemi budur, toplumu çözmek ve insanı düşkünleştirmektir. 

Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür. 
                                                                ***

Özellikle son 16 yılda toplumun dönüşümünün özetidir bu. AKP eliyle hızla bir düşkünler toplumu yaratıldı. Bu kadar çok düşkün olan ülke de bir düşkünler evine dönüşür. Büyük bir düşkünler evindeyiz şimdi. Koşup korkuyla camilere sığındık hep beraber. Bir kap yemeğe ve uzanacak bir şilteye yurdumuzdan vazgeçtik. Tarlaları yağmalayıp betona boğuyorlar, köylüleri şehirlere yığıp düşkünleştiriyorlar. Koyun sürüleri ülkeyi yeniden işgal ediyor. Bu çürümenin ardında paranın ve mülkiyetin sınırsız iktidarı sürüyor. Emek(çi), dilenci düşkünlerin arasında silinip kayboldu. Sanayi Devrimi’nden yüzyıllar sonra yine düşkünler yoksullara, lümpenler işçilere galebe çalıyor. 

Ülkedeki çöl iklimine bir de böyle bakılmalıdır. Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, bu düşkünleştirmenin birer türevidir. Düşkünlük yükselmişse, orada ne insan kalır ne de sınıf. Orada yalnızca ibadethanelere sığınmış zavallıları görürsünüz. Kapitalizmin en yıkıcı halidir.
                                                               ***

Yalnız, burada bozulanın sadece alt sınıflar olduğunun sanılması bir yanılsamadır. Düşkünlük bütün toplumu ve bu arada aklı bozmuştu. Siyasal iktisat işte bu bozulmadan türedi. Voltaire ve Diderot’nun yerini Bentham ve Malthus alıyordu. İnsanı piyasa toplumunun sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak tanımlamak için önce onu insanlığından arındırmak gerekiyordu. İnsanı önce düşürdüler ve sonra ihtiyaç oranında emekçilere dönüştürdüler. Sonuçta varılan yer gerçekten akıl almazdı. Polonyi, durumu, “Ricardo ve Malthus’a hiçbir şey mallardan daha gerçekçi görünmüyordu” diye özetliyor. Demek ki artık insan ve toplum düzlenmiş ve silinmişti. 

Yersiz bir iyimserliğe sapacak değilim. Ricardo’nun, Malthus’un, Bentham’ın dönemi çoktan gelip geçti. Bizim gecikmiş düşkünlüğümüz yepyeni tiplerin doğuşuna ebelik ediyor. İşlevleri düşkünleştirmek ve dokundukları her şeyi içeriksizleştirmektir.

Örnek vereyim; şimdi Can Dündarların, Ahmet Altanların dönemindeyiz. Birine adı Cumhuriyet olan gazeteyi verdiler. Tez zamanda gazeteyi bir düşkünler evine çevirdi. Taraf’ta kim varsa gazeteye devşirdi. Sonra rüzgârın tersine döndüğünü haber alıp Almanya’ya sığındı. Doğu ile Batı arasındaki yeni bağlarımızdan biri ilan edildi. (Eskisi malum Orhan Pamuk’tu.) Boş duracak hali yok, o da kalktı Doğuya, “Doğu Almanya” topraklarına gitti. Orada cezaevi müzesini gezerken rehberinden hukukun olmadığını, adalet sisteminin tamamen tek partinin elinde olduğunu öğrendi. Aklına hemen AKP geldi. O “Doğu Almanya”yı gezip sosyalizm düşmanlığında iman tazelerken, düşkünler evine çevirdiği Cumhuriyet, ömrünü cumhuriyete sövmeye vakfetmiş Ahmet Altan’a açtı sayfalarını. Ki o da bir yeminli antikomünisttir.

                                                                 ***

Marksizm ve onun kurguladığı komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, komünizm ise düşkünler toplumunu ortaya çıkaran piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise iktisadın gereklerinden öte birer insanlar toplumu haline getirmenin biricik yoludur bu. 

Ama hepsinden öte, komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir.  İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir. 

Demek ki toplumun en derinlerinde ve ideolojinin en tepelerinde kıyasıya bir savaşın içindeyiz. İnsan kalmak isteyenlerle insanı silmek isteyenler arasında amansız bir mücadele var. 
                                                                 ***

Düşkünler böyledir; bir süre sonra sadakayı reddedeni, üretmekte, yaratmakta, direnmekte ısrar edeni düşman görürler. Sultan Tayyar’dan kaçar Şansölye Merkel’e sığınır, kurtulacağını sanırlar. Oysa aslolan sığınmak değil, dünyayı değiştirmektir. 
Sordunuz söylüyorum; Onlarla bizim meselemizin esası budur.

Orhan Gökdemir / SOL

Zor günler - Oğuz Oyan

Hem Trump hem de Erdoğan için zor günler… 

Birincisi soruşturma/azil ve ara seçimler kıskacında; ikincisi ekonomik kriz, ekonomik/askeri yaptırımlar ve İdlib kıskacında. Üstelik ikincisinin baş ağrılarının bir bölümü birincisinin salvolarından kaynaklanıyor. Birincisi, ikincisine yaptırımlar uygulayarak hizaya getirmeye uğraşırken kendi kamuoyunu lehinde etkilemeye çalışıyor; ikincisi, bu yaptırımları bahane ederek ekonomik krizdeki sorumluluğunu üzerinden atmaya çabalıyor. Demek ki aralarındaki görünür sürtüşmeye karşın, dolaylı kader birlikleri var; biri diğerine muhtaç.

Birincisinin ülkesindeki güçler ayrılığından hazzetmediği biliniyor ama onun tarafından tarihe gömülmek üzere; ikincisi ise “güçler ayrılığı” adına ne varsa tarihe gömmüş veya buyruğu altına almış durumda. Birincisi ikincisinden hazzetmese de ülkesi içindeki gücüne hayran.

Bu arada İdlib sorunu aslında ikisi için de kıskaç anlamına geliyor. Suriye Devleti’nin kendi topraklarını silahlı Cihatçı çetelerden temizleme hakkının meşruiyeti bir an bile sorgulanamazken, bu güçlere şimdiye kadar dolaysız/dolaylı destek vermiş Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa ve çeşitli Arap ülkeleri gibi dış güçlerin İdlib’te şimdilerde “barışçı” çözüm peşine düşme fırsatçılığının hiçbir inandırıcılığı yok.

AKP iktidarı için olduğu kadar diğer Cihatçı severler açısından da büyük bir yenilginin son perdesi oynanmak üzere. AKP Türkiye’si buradan bir çıkış bulmak için Rusya’nın kapısını aşındırmakta. Çünkü İdlib’te Suriye Devleti’nin egemenliğinin sağlanması demek, AKP’nin şimdiye kadarki bütün Suriye politikasının yerel seçimler bile beklenmeden hızla çökmesi demek. İşgalcilerin İdlib’ten kovulması demek, sıranın Afrin ve Batı Fırat’a gelecek olması demek. İdlib’in tedhişçi gruplardan boşaltılması demek, Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının vurması demek; daha da önemlisi, onbinlerce silahlı Cihatçının Türkiye sınırlarından sızması demek… 

AKP’nin kendi gücünü doğru dürüst tartmadan, ideolojik yakınlıklara fazla prim vererek, Suriye’nin ve olası müttefiklerinin gücünü denkleme dâhil etmeden ve ABD ile ortak hareket edebileceğine (veya onu peşinden sürükleyebileceğine) güvenerek 2011 sonrasında giriştiği Suriye macerası, büyük hesap hataları sonucunda epeydir çökmüş durumdadır. Üstelik Suriye’de ABD ve Rusya varlığının perçinlenmesi, Kuzey Suriye’de bir PYD özerk bölgesinin kurulması da AKP Türkiye’sinin yanlış politikalarının bir sonucu olmuştur. AKP, iç politik ittifakları (FETÖ) konusunda olduğu gibi, hiçbir dış politika hatasının da siyasi bedelini ödememiştir. Bu nedenle, yanlışlarından öğrenme süreci çok aksamıştır. Yanlışlarından ders alamamak, sürekli olarak yeni yanlışlara kapı aralamıştır.

Türkiye’nin ABD-Rusya arasında ip cambazlığı yapmaktan daha iyi bir çözümü hep var oldu aslında: Başından beri yapması gerekeni yapmak ve Esad iktidarı ile barışçı bir ilişki kurmak. Hemen sonrasında da Suriye’den anlaşmalı bir biçimde çekilmek. Gerçi Cihatçı gruplarla şimdiye kadar kurulan ilişkilerden birdenbire vazgeçmenin de bedelleri olacaktır. Buna rağmen böyle bir geri çekiliş tek gerçekçi ve akılcı çözüm. Ama AKP iktidarının bu özellikleri taşıdığı şüpheli; dolayısıyla buna ancak çok zorlanırsa girecekmiş gibi görünüyor; dolayısıyla bu zor durumdan en az zararla sıyrılma seçeneği sanki işlemeyecek gibi.

İdlib’in “kaybı” ABD ve peşindeki güçler açısından da aynı ölçüde dramatik bir son anlamına gelecek. O nedenle şimdiden “Suriye kimyasal silah kullanırsa müdahale ederiz” bayat gerekçesini yeniden piyasaya sürmekteler. Ama Rusya faktörü artık bölgede çok belirleyici. ABD işgal koalisyonunun provokasyonlarla, anlık “cezalandırma” operasyonlarıyla sonuç alması pek zor. 
                                                                  ***

Trump yönetimi sadece bölgede veya kendi ülkesinde değil, tüm dünyada bir sıkışma yaşıyor aslında.  Bunu sadece sağ popülizmin sorunları veya salt “Trump fenemoni” üzerinden açıklamak yetersiz kalabilir. Gerileyen bir dünya hegemon gücü olarak ABD’nin yükselen yeni güçlere karşı yeni bir savunma mekanizması oluşturmaya, güçlü olduğu askeri/sınai alanlarda pazılarını daha da şişirmeye, bir “ekonomik yurtseverlik” hamlesi üzerinden ABD sermayesini daha fazla ülke içine çekmeye, ticaret savaşlarına girişmeye, ambargolar politikasını bir savaş aletine dönüştürmeye yönelerek giriştiği bu meydan okumanın nihai sonuçları beklediği gibi olmayabilir. ABD, hem geleneksel müttefiklerini, hem II. Dünya Savaşı sonrasında kendi kurduğu finansal (hatta askeri) sistemin kurumsal düzeneklerini karşısına aldığı sürece bu defa kaybedebileceği bir meydan okuma içine girmiş olabilir. 

Neoliberal düzenin düzenleyici lider ülkesi rolünü adım adım terk ederken (veya mecbur kalacağı bir süreci hızlandırırken) hâlâ sistemin hegemon gücü olarak kalmaya heves etmenin ve bunun sadece askeri/ekonomik güç gösterileriyle sürdürülebilir olduğunu zannetmenin yaratacağı sadece hayal kırıklıkları değildir; daha kaotik daha az barışçıl bir geçiş sürecidir de.

Oğuz Oyan / SOL

Pera dedikleri - ORHAN AYDIN

Beyoğlu Yeni Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağının görünür yüzüdür.
Tüm kültürel hayat, ortak yaşam alanları tek tek budanıyor. 
Taksim Meydanı, meydan olma özelliğini yitirdi açık adıyla bir Çıfıt çarşısı.
Geceleri ise insan pazarı.
İstiklal Caddesi'nden esnaf kaçıyor. 
Kiralık ve satılık dükkân sayısı 351.
Sokak aralarında ve ana cadde de Suriye-İran-Irak-Afganistan-Katar çaputlarının satıldığı ve hiç bir vergiye tabi olmayan mağazalar, nargileciler, lokantalar, oteller açıldı.
Onlarca Arapça tabelası olan dükkân var.
Cadde Taksim’den tünele her tür arabesk düttürünün çalındığı, göbeklerin atıldığı Arap müziğiyle çınlıyor.
İki yıl öncesinin müzikholleri, türkü barları, kafeleri, barları artık yok.
Meyhaneler boş.
Tiyatro, sinema salonları, galeriler kapatılıyor, kitapçı dükkânları kebapçı oluyor.
Daha on yıl önce 7 tiyatro, 14 sinema salonu olan Beyoğlu’nda şimdi 2 tiyatro, 4 bölünmüş sinema salonu, 5 kitapçı dükkânı var.
Bir sığınak olduğuna inandığım Aslıhan Pasajı’nda sayıları her gün azalan sahaflar kimsesiz.
Üç özel galeri dışında galeri yok, onlarında izleyeni yok.
Bir adet müze var, içinde dolaşan ise gün başına 5 kişiyi geçmiyor.
İstiklal caddesindeki her üç insandan ikisi Arap ve Araplar film seyretmiyor, kitap okumuyor, oyun izlemiyor, müze gezmiyorlar!
Ülkenin en eski ve en saygın kültürel dokusu olan SES Tiyatrosu Ferhan Şensoy’un emeği ve direnci ile ayakta duruyor, Muhsin Ertuğrul ustanın hayata kattığı binlerce oyuna, oyuncuya ev sahipliği yapmış, şimdilerde devlet tiyatrolarının kullanımında olan Beyoğlu Küçük Sahne’nin başka yer yokmuş gibi, Sinema Müzesi yapılacağı konuşuluyor.
Cenevizlilerden beri insanlığın ortak değeri olmuş kültürel varlıklar talan ediliyor, mimari dokuların tamamı viran.
Narmanlı Han’ın durumu restorasyon adıyla yapılan maskaralıkla içler acısı. Bölge esnafı “Burasının Beyoğlu İmam Hatip Lisesi olması için girişimde bulundular” diyor.
Beyoğlu’nun en görkemli mimari yapıtı Suriye pasajı can çekişiyor, komşusu durumundaki dillere destan Markiz Pastahanesi öldürüldü.
Muammer Karaca Tiyatrosu AKM’den sonra AKP’nin en büyük sanat düşmanlığının örneği olarak 8 yıldır ağlatılıyor.
Çaprazındaki 150 yıllık anlı şanlı geçmişe sahip Elhamra tiyatrosu viran, pasajı bile kapalı.
Naum Tiyatrosu ölü.
Fransız Tiyatrosu’nun tabelası var kendi yok, Kallavi sokaktaki tarihi Beyoğlu Sahnesi gece kulübü.
Çiçek Pasajı tüm sevincini yitirmiş. Yakında içki satışı da yasaklanınca Balık Pazarı ile birlikte tarih olur.
Galata bankerlerinin oteli olarak anılan Tokatlıyan Han nefes bile alamıyor.
Emek Sineması için sözüm artık küfre erişti.
Yerine yapılan gudubet, yanındaki kaçak bina Demirören bomboş, karşısındaki Alkazar sinema-tiyatrosu öldürülüyor.
Bütün bu iç etmenin, yok etmenin “dönüşüm” adıyla yapılan üleşmenin tek nedeni, adı “yeni” olan AKP Türkiye’sinin ta kendisi olduğundan hiç bir kuşkum yok.
Yaşanmışlıkları değersizleştirip silen, akıl yıkayan, yıktığının yerine talanı, yalanı inşa eden, ortak yaşamı hançerleyip ayrıştıran, kültürel talanı önce varlıkları yok ederek becermeye çabalayan bir düşmanlıktır bu.
Burada barış yok, eşitlik yok, kardeşlik yok, özgürlük yok.
Sanat ve kültürel hayatın budanıp yok edildiği yerde bunları aramak nafiledir.
Dillere destan Pera’da yaşananlar ülkenin dört bir yanında hayat bulmaktadır.
Tüm ortak yaşam alanlarımız hançerleniyor.
Anadolu, gericiliğin talan edip kendinin kıldığı her anlamıyla büyük bir çöl olmaya yüz tutmaktadır.
Sahilleri, ormanları, ırmakları, gölleri, dereleri, parkları iç edilmiştir.
Tüm kültürel kalıtlar kimsesizleştirilerek ölüme terk edilmiştir.
İnsanlık tarihinin en büyük Açıkhava müzesi Anadolu haramilerin saltanatına terk edilmiştir.
Pera bu talanın görünen yüzüdür.
Sosyal medya paylaşımlarımla bütün bu evirmeyi, betona gömülmüş sokakları ile işgal edilmiş Beyoğlu’nu, en tepeden başlayarak bir AKP yetkilisi ile canlı yayınlarda konuşmak-tartışmak isterim demiştim.
Vazgeçtim.
Gelemezler, gelmeyecekler.
Onlar arsızca “Araplar para bırakıyorlar” diye övünüyorlar.
Olmadı her zaman yaptıklarını yapıp “terörist”, “hain” deyip kendi yandaşları nezdinde karalayacaklar.
Sizinle konuşuyorum değerli okur.
Daha ne kadar sabredeceksiniz bu gerici kalkışmaya, talana, yalana, hırsızlamaya?
Daha ne kadar susacaksınız?
Ne zaman çocuklarımızın geleceklerinin çalınıp karartıldığını anlayacaksınız?
Ne zaman?
Ne bekliyorsunuz, gün ola kapınızın çalınıp “artık burada oturmuyorsunuz” denmesi mi, yoksa kırmızı kar yağmasını mı?

Orhan Aydın / SOL

Otağ Merkezi ve bütçe - ÇİĞDEM TOKER

Malazgirt Zaferi’nin 947. yıldönümü “vesile” oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sultan Alparslan’ın otağ kurduğu yere Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapılacağını açıkladı. 

Ahlat’a inşa edilecek yeni Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün fikir babasının MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli olduğunu da aynı vesileyle öğrendik: 
“Sağ olsun Sayın Bahçeli bir ziyaretinde 26 Ağustos’u konuşurken, güzel birhatırlatmada bulundu. Dediler ki Ahlat’a bir Cumhurbaşkanlığı köşkü yakışır.” 
26 Ağustos malum Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası olan Büyük Taarruz’un yıldönümüdür. Erdoğan böyle bir günde Malazgirt’ten seslenip eşzamanlı olarak 3. köşkü de duyurarak, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete ikame edilen   “başkanlık”  fikriyatının yayılmasına dönük bir kitle psikolojisi çalışması da yapmış oldu.

***

1071 Malazgirt Zaferi vurgusunun yeni olmadığını, “başkanlık” rejimine giden yolda birçok açıdan “eşik” sayılan 2012 AKP 4. Olağan Büyük Kongresi’nde yüksek sesle dile geldiğini yeri gelmişken hatırlatalım. Erdoğan’ın Malazgirt Zaferi’nin 1000. yıldönümü 2071’i bir hedef olarak gösterdiği o kongrenin konuklarından biri de Barzani’ydi. 
Bu detay niye önemli? 

Bugün “fetihçi” ve “milliyetçi” bir hedef olarak sunulan 2071, altı yıl önceki Kongre’de AKP’nin önde gelen isimlerince ve de gururla “Malazgirt Kürtlerolmasa idi kazanılamayacak bir zaferdi. 2071’de de Kürtler ile yaşamayı planlıyoruz” diye yorumlanmıştı da ondan. 

“Neredeen nereye” deyip konuya dönelim, 

Ahlat’a “Başkan” için bir Otağ Merkezi önerisini Bahçeli’nin Erdoğan’ı “bir ziyaretinde”  getirmiş oluşu da dikkatten kaçmayacak bir mühim detay.
 
“Cumhur İttifakı” temelleri sürecine rastlamış olması muhtemel bu öneri, ahaliye yastık altındakini çıkarmasını telkin eden Erdoğan’a kuşkusuz pratik bir kolaylık da sağlamıştır. Bir anlamda “Bunu aslında Bahçeli istedi” diyerek, ittifak tabanını konsolide etmediğini kim söyleyebilir?

Otağ’ın bütçeye maliyeti?
Ne var ki, tatlı mı tatlı bir espri olarak önce 1071 metrekare olarak tasarlanıp, sonra yetmeyeceğinden bahisle, 10 dönüme çıkarılan bu “Otağ Merkezi”nin bütçeye maliyeti konusunda henüz bir şey bilmiyoruz. “Henüz” demek bile doğru değil aslında. Çünkü bu maliyeti belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. 

Marmaris Okluk’ta yapımı süren, binlerce ağaç kesilen, ağaç kesilme haberine erişim engeli getirilen, ulaşımı için yol yapılan Yazlık Saray’ın maliyetini biliyor muyuz ki, Otağ Merkezi’ni bileceğiz?
 
Eski Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fahri Kasırga, 2018 bütçesi görüşülürken dahi, yani en söylenebilecek ortamda, milletvekillerince sorulmasına rağmen bu bilgiyi vermemişti. 

Hatta bırakalım yapım maliyetini, o yazlık saray için ihale bile açılmadı. İhale makamı olması gereken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu konuda açıklama filan da yapmadı. İnşaat Rönesans Holding şirketi tarafından yapılıyor. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği habere göre Selçuklu mimarisi ile yapılacak olan Otağ Merkezi de ihtimal böyle realize olacaktır. “İnşallah çok kısa zamanda bitiririz”  ifadesine bakılırsa yine güvenilir bir müteahhit şirket göz açıp kapayıncaya dek inşaata başlar da bitirir bile. 

Kim soracak, kim ilgilenecek, kim dert edecek nasılsa, değil mi? 

Ana muhalefet mi, Sayıştay mı, Meclis mi?
 
İflasa sürüklenen fabrikaların kuşkulu yangınlarda art arda yandığı, krediler ödenemediği için bankalara geçen ipotekli gayrimenkullerin on binlerle ifade edildiği bu dönemde bir Otağ Merkezi yapılmış çok mu?

İtibardan tasarruf mu edilecek yani? 

Aşk olsun.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

O tivitin önünü arkasını da paylaşsanız da bir anlasak... - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Sarayı var...
Yazlık sarayı var...
Yer ve zamanla illiyet bağı kurmadan "bu da av köşkü olacak zahir" dedim önce; malum "hünkâr"lar buna bayılırlar.
                                                                          ***
Meğer mevzunun "perde arkası" başkaymış;
Cumhurbaşkanlığı Ahlat Köşkü, Cumhurbaşkanı'nın arzusu üzere değil MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin önerisiyle yapılıyormuş.
MHP cenahındaki arkadaşlar bu durumla gurur duyuyorlar, "ülkeyi biz yönetiyoruz", "bakııııın AK Parti'yi nasıl da kendi çizgimize getirdik"in vesikası olarak Bahçeli'nin 2012 Nisan ayında paylaştığı sosyal medya mesajını yeniden yayıyorlar.
Mesaj şöyle:
"Bitlis'in Ahlat ilçesinde yeni bir "Cumhurbaşkanlığı Köşkü" için ne dersiniz."
"O günün şartlarında" ben "ala" derdim kendi adıma!

                                                                            ***

Sahi, "o günün şartları" neydi; MHP Genel Başkanı ne diye durduk yere böyle bir öneri getirme ihtiyacı duymuştu acaba?
Ya da "durduk yere" miydi?
Takip edenler bilir; Sayın Bahçeli öyle tek tivit atıp çıkacak insan değildir; mesajını uzun tivit dizileri aracılığıyla verir.
Bu "köşk" önerisi mesajını paylaşan arkadaşlar keşke önünü arkasını da paylaşsalar da Bahçeli'nin "Ahlat'a köşk" çıkışını, "neye tepki" olarak gündeme getirdiğini de hatırlatsalar topluma!

                                                                           ***

Tarihe bakınca, benim bir tahminim var:
Doğal ve tarihi SİT alanıyken, önce bu nitelikleri üzerinden çekip alınan Atatürk Orman Çiftliği Arazisi, projesi ilan edildiği andan itibaren Bahçeli de dahil olmak üzere "dönemin muhalefet liderleri"nin çok sert eleştirilerine neden olan Beştepe'deki "Cumhurbaşkanlığı Külliyesi"ne -"Başbakanlık Hizmet Binası" gibi bir mütevazi adla- 2012 yılında tahsis edilmiş; hakkında iki ayrı idare mahkemesince, iki defa durdurma kararı çıkarılan "saray"ın inşaatına da günlerde başlanmıştı.
Bir de "Çözüm Süreci"nin en cafcaflı günleri; İmralı'da Öcalan'la görüşüldüğü "gururla(!)" açıklanmış, "milliyetçilik ayaklar altına alınıyor" filan...
Hepsinin toplamından müteşekkil "büyük resme" tepki olarak bu öneriyi ortaya attı muhtemelen Bahçeli o günlerde;
Yoksa, ağanın eli tutulmaz, bir tane Ankara'ya yaptın bir de burada olsun diye değil yani!
Türk lirası erirken hiç değil...
Dolar birikimini tavandan bozdurup varlığını ikiye katlayamamış olan gariban vatandan ekonomik darboğazda inim inim inlerken zinhar değil...


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

III. Abdülhamid Han’ın oyuncak deposu - OSMAN ÇUTSAY

Ankara’nın İslamcıları, şu sıralarda ne kadar övünseler ve “Abdülhamid Han”ın meşru evlatları olduklarını ne kadar vurgulasalar yeridir.  Baksanıza ABD ile AB ve Almanya resmen birbirine girdi. Ticaret savaşları patlak veriyor. O zaman “III. Abdülhamid” ve adamları, emperyalistler arasındaki çatışmaları kullanarak “Yeni Osmanlı”yı feraha çıkarabilir. 

Yapabilirler mi? 


Kıt zekâlı tüccar imamlar böyle rüyalara yatabilir, ama gerçekler çok acıdır. 
Ülkeyi kolayca batırdıkları ve cumhuriyeti de direniş görmeden kazıdıkları için her şeye güçlerinin yettiğini sanıyorlar. Dolayısıyla, bu krizin Türkiye gibi ülkeleri dağıtarak, onların sırtından finanse edildiğini/edileceğini algılamaları mümkün değil. Böyle bir algı kapasiteleri bulunmuyor. Hiç de olmadı.  
Ancak, dünyanın üst katlarında işlerin yolunda gitmediği de açık. Sağır sultan duydu, bizdeki İslamcılar da duymuş olmalı.

Misal: ABD ile Avrupa Almanyası’nın yıldızları bir türlü barışmıyor. Özellikle Trump’tan beri ciddi ihtilaflar ortaya çıkıyor. Berlin üzerinde Trump yönetiminden kaynaklanan o kadar yoğun bir baskı var ki, sonunda, geçen hafta ortasında, Federal Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Almanca konuşulan dünyanın tek ve çok etkili günlük ekonomi gazetesi Handelsblatt’ta  bir yazıyla ABD’ye adeta bayrak açtı. Tabii, Batı ittifakını koruma iddiasıyla... 

Bizdeki sosyal demokratları hiç aratmayacak kadar renksiz bu sosyal demokrat bakan, bıçağın kemiğe dayandığı mesajı mı verdi, bilemiyoruz. Ama birden aslan kesilmesi ve Washington’dan AB’ye açılan ticaret savaşının gereklerini yerine getireceklerini duyurması, gerçekten anlamlıdır: Maas, IMF’ye karşı bir Avrupa Para Fonu kurma niyetlerini açıkladı, bu arada Avrupa’nın ABD’den bağımsız bir uluslararası banka ödeme  sistemi geliştirmeye mecbur olduğunu da sergiledi. İyi...
İyi ama, AB’nin hegemon devletindeki bazı sorumluların böyle niyetleri var da, bu niyetlerin gerçekleştirilme şartları nedir, onu bilen var mı? 

Yok.

Ancak her durumda dünya sisteminde ağır bir huzursuzluk var ve yayılıyor. İşler fena karışıyor. Metropoller arası bir savaştan söz edecek değiliz; metropoller arasında böyle bir hava egemen değil, ama sistemdeki çatırdamalar da göz ve kulak ardı edilecek gibi değil. 

Kriz her yerde. 

Türkiye çöktü de, metropoller ve Ankara’nın ilk en önemli dış bağlantı merkezi Almanya gönendi mi? Onlar da yeni ve büyüyen sorunlarla başa çıkmaya çalışıyor. 
Çünkü emperyalist sistemde her taş bir diğerini vuruyor. Dış ticaret fazlasında ve içeride de bütçe fazlasında dünyaya parmak ısırtan Berlin, bu şaşırtıcı birikime rağmen mutlu olamıyor. Dünyanın yoksulları sığınmacı kitleler halinde buraya yönelince nasıl “kağıttan kaplan” oldukları ortaya çıkıverdi. 

Her şey çok fazla birbirine bağlı ve bu, krizsiz kapitalizm olmadığı için, çok olumsuz bir bağımlılık. Ne zaman patlayacağı bilinmeyen saatli bombaların üzerinde zenginler de... Sistemik çöküşler engellenemiyor. 

Basit iki örnek verelim.

Birincisi, Türkiye’deki “devalüasyonun”, dövizdeki büyük gerilemenin Alman otomotiv devlerini de vurması. Tamam, yere sermez, ama sorunlu bir kalem bu büyük talep düşüşü. Dünyanın en güçlü otomotiv sanayilerinden birine, belki de birincisine sahip Almanya, Türkiye’deki döviz tuzağından hemen etkilenen ülke oldu. “CAR-Center Automative Research”tan yapılan açıklamalarda haziran ayında Alman otomobilleri kadar kamyon ve otobüs gibi ağır vasıtaların da krizden payını aldığına dikkat çekildi. 2015’ten beri gerileyen bir otomotiv pazarına dönüştü Türkiye. BMW, 2015’te 33 bin otomobil satmış Türkiye’de mesela, bu rakam 2017’de 21 bine düşmüş ve 2018 döviz krizinden sonra onların da çok aşağıya çekileceğine garanti gözüyle bakılıyor. Daimler, “Türk pazarında müthiş gerilemeler yaşandığı” düşüncesinde. VW, ağır vasıtalarda 2017’de bile bir önceki yıla göre yüzde 30-40’lara varan gerilemeler yaşandığına dikkat çekiyor. 

Türkiye’deki ekonomik çöküş, Alman devlerini de hemen vuruyor demek ki.  

İkinci örnek futbol dünyasından... Benzer bir kader futbol pazarında da geçerli. Dövizdeki düşüşle, Türkiye’de futbol oynayan yabancıların durumlarının fena halde bozulduğuna dikkat çekiliyor medyada. Demek ki, yabancılar apar topar Türkiye’den ayrılacak; belki de bir toplu çıkış yaşanacak... Aşırı borçlanmış Türk kulüplerini ve yabancı futbolcuları çok zor günler beklediği artık Avrupa spor medyasının önemli konularından... Dolar ve avro ile yurtdışından borçlanan Türk kulüpleri, içeride TL kazanarak bu borçları ödemek zorunda. Görünen o ki ödeyemeyecekler ve Türk futbol pazarını ek bir çöküş bekliyor. Spor adına bir gerileme olarak bakamayız, ama Türk mafya futbolunu çok zor günler bekliyor; bu, açık. 

Küresel bağımlılık böyle bir şey. 
Krizlerin boyutu küçük bölgelerle sınırlı kalamıyor. Metropollerin refahını da vuruyor. Sömürenler sömürülerinin hayrını göremiyor bir türlü...
Gelmek istediğimiz nokta şu: Emperyalist sistemde ve demokrasilerinde, tıpkı Ankara gibi, pek bir rasyonellik bulunmaması, bu sorunların büyümesinde bir başka etken. 

Donald Trump kadrolarıyla Ankara’daki İslamcı kadro arasında köklü farklar olduğunu kim ileri sürebilir? 

Pek yok. 

Trump ve Erdoğan arasındaki sürtüşmenin akılcı bir açıklamasını bulmak zor mesela. Fakat bu irrasyonelliğin belki de kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki yasaları çerçevesinde normal karşılanması gerekiyor. Hıristiyan köktenciliğine oynayan bir sağcı zenginin (Trump) dünya emperyalizminin lideri bir ülkeden hareketle, bağımlı bir ülkedeki İslamcı politikacılarla (Erdoğan ve kadroları) arasındaki sürtüşme, geleceğin muhtemel çatışmalarına yönelik bir sinyaldir. 

Huzur yok.

Emperyalizm ciddi ve “sistemik” bir krizden çıkmaya çalışıyor. Reel sosyalizmi çok arar hale gelecekleri anlaşılıyor frenler tamamen boşalınca...

Kısa olsun: İnsanlığın imhası istenmiyorsa, dünyaya yeni bir “reel sosyalizm” şarttır. 

Osman Çutsay / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...