İtinayla Adnancı promosyonu yapılır! - Mine G. Kırıkkanat

FETÖ ile Adnan Oktar mafyasının, aynı patronaj, yani Amerikan Evangelist lobisinin desteğine sahip olması bir raslantı değildir. 

Türkiye’yi kurumsal ve toplumsal anlamda bir yozlaşmışlık beldesine dönüştürmek için kullanılan bu iki terör ve suç örgütünün arasındaki organik bağlantı “al gülüm, ver gülüm” prensibine dayanır. 

Her iki örgüt de İslamiyet’in Evangelist yorumu altında Said-i Nursi’den feyz almış gibi yapıyor; FETÖ devletin dibini oyup kurumlarını çökertirken, Adnancı mafya da toplumsal ahlakı dinamitliyordu. Adnan Oktar, çevresine dizdiği silikonlu motorları ve damızlık müritleriyle (makinist?) ansızın zenginleşince parasal olanaklarla dini yasaklar arasında sıkışan buldumcuk Müslüman ya da Süslümanlara “çok eşlilik ve sınırsız seks mubahtır” mesajı veriyordu.

Adnancı fuhuş ve şantaj mafyası; FETÖ’nün kumpas kurmak için kullandığı “teknisyen ekibi”dir. Adnancılar FETÖ’ye teknik destek; yani kurbanları izlemek, dinlemek, sesli ve görüntülü kaydetmek, haklarında çakma kanıt üretmek hizmeti sağlardı. Bu hizmetin karşılığında da FETÖ’cü savcı ve yargıçlar, zaman zaman dürüst emniyetçilerin eline düşen Adnan Oktar ile bendelerini kollar, haklarında hasbelkader çıkan mahkûmiyet kararlarını Yargıtay’daki FETÖ yapılanması (özellikle de 9. Ceza Dairesi) bozar, bazı davaları da zamanaşımına uğratıp çeteyi kurtarırlardı!*

***

Bugün bu yazı dizisini yayımlayabiliyorsam, yargı ve Yargıtay FETÖ’cü savcı ile hâkimlerden bir ölçüde temizlendiği içindir.

Keza Adnan Oktar ve mafyasının 2013 yılından öteye aleyhimde açtığı bazı önemli davalarda, mahkûmiyetimi isteyen savcılar FETÖ soruşturmasına uğradığı ya da hâkimler aynı soruşturma sonucunda değiştikleri için beraat ettiğimin bilincindeyim… 

Adnancı mafya avukatları, 2002 yılından öteye Türkiye çapında ota çöpe dava açmaya başladılar. Sonuçta sayısı 10 bini aşan ve özellikle Anadolu Adliyesi’ni adeta çalışamaz hale getiren bu dava furyası, FETÖ’nün yargıdaki genişlemesiyle “paralel” yürüyordu.
Ama 2007 yılında şahsımı henüz “mahkeme” düzeyinde kıstıramamışlardı. Çünkü o tarihin sosyal medyası, en azından benim özelimde internet ve e-posta ile sınırlıydı.
Adnan Oktar ve çetesini çıldırtan, çünkü Yaratılış Atlası’na düzdükleri yabancı basın övgülerinin sahteliğini ortaya çıkaran İsveçli Politiken gazetesine ilişkin yazımı takiben küfür, tehdit, taciz içerikli olanlar bir yana, virüs programları yüklü binlerce mesajla bilgisayarımı çökertmeye çalıştılar. Adnancıların ne kadar çok teknisyeni ve ayakçısı vardır, tahmin bile edemezsiniz, sevgili okurlarım. Hâlâ da var ve bugün de saldırıyorlar zaten!

Neyse ki doğruların yanında da bir bilgisayar mühendisi bulunur, bazen. O günlerde, kayda değer bir şey yapamadılar. 

Sanal âlemde Evrim Teorisi’ne ilişkin her yazım için adımı koydukları bir internet sitesi açıp, asla ne yazdığımı aktarmadan cevap yetiştirmeye başladılar.

***

2009 yılında Yiğit Bulut, HaberTürk kanalındaki Sansürsüz programına Adnan Oktar’ın iki müridini davet etti. Müritler, adeta beş yıldızlı bir hapisane mahkûmu ya da müşterileri gibi aynı renk, aynı pahalı kumaş, aynı model takım elbiseleri ve kravatlarına milimi milimine aynı hizada takılmış kravat iğneleriyle robot değillerse, kurulmuş otomat gibi “yaratılış” güzellemesi yapmak için ekrana çıkarılmışlardı, belliydi.

Doğan Medya’dan beri hakkında belli bir fikir sahibi olduğum Bulut’u HaberTürk’te beni sık sık çağırdığı Basın Kulubü’nden tanıyor; en azından “yaratılışçı” olmadığını gayet iyi biliyordum.

Kuşkusuz, bir yakınını korumak için Adnancı müridleri programa çıkarmak zorunda kalmıştı…

Kanalları değiştirirken rastladığım programı, küplere binerek izliyordum. Telefon çaldı, çağrılmadığım programa “karşıt görüş varmış gibi görünmek” üzere telefonla katılmam istendi. 

Müritlerin kravat iğnesinden başlayıp Yiğit Bulut’u bir güzel giydirdiğim ve çakma mehdinin çakma atlasını yerden yere vurduğum birkaç dakikalık konuşmam, ertesi gün ve sonrasında Adnan Oktar’ın A9 televizyonunda her biri birer saatlik, iki cevabına mazhar oldu!

Cevaplar, “Zeki, çılgın, sevimli Mine” diye başlayan üstü kapalı tehditler içeriyordu.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya…

*https://www.trthaber.com/haber/ gundem/adnan-oktar-orgutunun- feto-ile-bagi-desifre-edildi- 376844.html

Uçağın da saraylısı... - TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU

Danimarka'dan arpa ithal ediyoruz...
Meksika'dan, Arjantin'den kuru fasulye...
Üzüm İran ve Şili'den geliyor, pirinç Rusya'dan...
Ekonomideki son ileri atılım sütün Amerikan ineklerinden sağılması üzerineydi!..

                                                                           *

AKP'nin çöküş ekonomisi Türk parasını pula çevirdi!
Alım gücü yerlerde sürünüyor. Geçim derdi yerini, açlık ve yetersiz beslenmeye bırakıyor!
Ancak memleketi yönetenlerin böyle bir gündemi yok... alım gücü vatandaşa düştü tabii... itibardan asla tasarruf etmeyen Saray'a "uçan saray" yakışırdı!
Yatak odası çift kişilik, banyo, toplantı odası, 7 salon... içinde hastanesi de var; bulut manzaralı...
Millete dolar yaktıran akıl, yarım milyar dolarlık uçağı ekledi filosuna...
Bakın filo diyorum... bu kaçıncı uçak unuttuk... isterse butik bir havayolu şirketi kurabilir.
CHP'li vekil Gaye Taşçıer uçan sarayın izini sürmüş; "Bu uçak satın mı alındı yoksa hediye mi?" tartışmasına girmiş. Uçağı satmakla yükümlü firmanın "satıldı" bilgisine ulaşmış.
Oysa yandaşlar "hediye" diyorlardı...
Satıldı ise "nasıl alındı?" Hediye ise "ne karşılığı?"

                                                                            *

Vatandaş havalar soğuyacak diye karalar bağlamış!
Doğal gaz parasına yetişmek için bankalardan kredi çekmeye çalışanlar var! Bu yoksullar; bir dönem "orta gelir grubunda" dediğimiz okumuş, meslek sahibi olmuş insanlar!
Aile geçindirmeye çalışan annelerin, babaların gelirleri ile birlikte hayatları da eriyor. Geleceğe dair umutlar, başta gençlerde olmak üzere sıfırın altında seyrediyor.
Ancak görünen o ki memleket; ister uçan banyolusu, ister 1000 odalısı olsun Saray'dan bakılınca farklı görünüyor!
                                                                            ***

"Aşırılık" Türk ve Arap zenginlerinde var!
Ağabeyi İtalya'nın en pahalı düğününü yapmış... Cemiyet hayatının ünlü isimlerindenmişler...
Roma'daki tarihi Bracciano Kalesi'nde evlenen Kerim Sengir'in, "ülke tarihinin en pahalı düğünü" unvanını kız kardeşi geride bıraktı...
Yasemin Sengir ve Yağız Sözmen çifti Versay Sarayı'nda dünya evine girdiler... Çift Fransa "tarihine" imza attı...
Düğünleri 5 milyon Euro'ya mal olmuş... Allah mesut etsin...
Bu parayı şimdi TL'ye falan çevirmeye kalkmayın. Benim gördüğüm "aşırılık" ve şatafatta Türk zenginlerin Araplarla yarışıyor olduğu...

                                                                             *

Fotoğraflara bakınca bir anı canlandı gözümde... İstanbul'da ahlakı ve devlete bağlılığı ile dikkat çeken bir isim geldi aklıma;
Kadir Boy... İstanbul Defterdarıydı. Vergi toplayabilmek için türlü çareler arar, projeler üretirdi. "Kambur hep yoksulun sırtında" derdi...
O dönemin ünlü gece kulüplerine ekip gönderir, kapılara yanaşan süper lüks otomobillerin plakalarından sahiplerine ulaşırdı.
"Bir gecede servet harcayanlar acaba sıra vergiye gelince aynı cömertliği gösteriyor mu?" diye...
Şöyle ifade edeyim; milyon dolarlık spor otomobillerin bile şirketlerde "ulaştırma aracı" olarak gösterilip vergiden düşüldüğü ortaya çıkmıştı.
Bu tatlı genç çift ve ailesi üzerine alınmasın tabii... Onlar belki de vergi listelerinde en ön sıradadır.
Söylemek istediğim; İstanbul'a magazin gündemine böyle bakacak bir Kadir Boy lazım...

                                                                         ***
Tilki kümese müdür olunca...
Devletin tüm imkânları elindeydi.
Seçmenin çoğunluğu onu destekliyordu.
Meydanlarda "Emperyalizmle mücadele edeceğim, sizi yoksulluktan kurtaracağım" diyor ama arka kapıdan küresel şirketlerle el sıkışıyordu.
Memlekette devlete ait ne varsa sattı. Her satışta bir yolsuzluk hikâyesi yazıldı.
Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar açığa çıktı.
O ülkenin yöneticisi kanunlar çıkararak tüm gücü kendine bağlamaya kalkınca şu fıkra ortaya çıktı;
"Kümese müdür aranıyormuş, Tilki başvurmuş... tam bir laf cambazı, hitabet ustasıymış. Tilki'yi çok sevmişler, 'işe hemen başla ne kadar istiyorsun?' demişler.
Tilki'nin yanıtı; "gülmekten söyleyemiyorum..."
Evet, siz anladınız... Arjantin'den söz ediyorum. Arjantin'in bir dönem devlet başkanı olan ve ülkeden kaçtığında 5 milyar dolar serveti ortaya çıkan usta Hatip'ten... Carlos Menem'i kümese müdür yapmışlar.


TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Alman pastasına Osman bombası - ORHAN GÖKDEMİR

Osman’la tanışıklığımız 1980’li yılların sonuna rastlıyor. Ben “Toplumsal Kurtuluş” cephesindeydim, Osman ve arkadaşları “Edebiyat Dostları” adlı bir başka cephe açmışlardı. Dönemin etkili iki dergisidir. Dergi çıkarmıyorduk, savaşıyorduk. Çoğumuz genç adamlardık.

Dövüştüğümüz, gerçekte 12 Eylül’dü, siyasal ve edebi etkinliği kırmaya çalışıyorduk. Cunta özellikle edebiyat cephesinde hiç ummadığı bir destek bulmuştu, yarattıkları tahribatta zehirli çiçekler boy veriyordu. Çok örneği var; Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Latife Tekin o tahribatın çiçekleridir. Bir kısmının etkinliğini kırdık, bir kısmı hala ayakta, zehir saçmaya devam ediyor. Bizim cepheden Yalçın Küçük, bu edebiyatı “küfür romanları” diye adlandırmıştı. Temel işlevi solu karalamak ve insanı aşağılamaktı. Şimdi saray teorisyeni olarak faaliyet gösteren Alev Alatlı da o taze çiçeklerdendi. Cüretliydi. Bu direnci Yalçın Küçük’ün kişiliğinde kırmaya bile yeltenmişti. Yaptığımızı pek seçkinci ve pek despot buluyordu. “Aydın Despotizmi”, bulduğu ad buydu.

Bakın bugünkü hallerine. AKP’nin ve cemaatin arkasında hizalanıp laikliğe ve cumhuriyete suikast düzenlemeye kalkıştılar. Başardılar da. Fakat karşı devrimin kahramanları olmaz, bilmedikleri budur. Şimdi kimi sürgünde, kimi içeride çile dolduruyor. Bir kısmı kayıp gitti, silindi. Bizi despotizmle eleştiren ise despotun arkasında etek taşımakla meşgul. Tahribat çoktan çürümeye dönüştü. Karşı devrimin lanetlileridir.
Biz ise cephede dilimiz döndüğünce ve kalemimiz yettiğince savaşmaya devam ediyoruz. Bizim de kayıplarımız, düşenlerimiz var. Ama her şeye rağmen savaş sürüyor işte. Bir insan olma ve insan kalma mücadelesidir.

                                                                 ***

Yalçın Hoca’dan başladık madem onunla devam edeyim. Yıllar önce bir TV programında kitaplarından birini kaldırıp ortalığa atmıştı. Attığının kitap değil bomba olduğunu iddia ediyordu. Şimdi gönül rahatlığı ile söyleyebilirim, bu çürümede yazdığınız kitap bomba değilse bir hiçtir. Zaman ayarlı bombalar üretiyoruz o nedenle, 12 Eylül’ün çürüttüklerinin üzerine atıyoruz. Böylece yayılmasını durdurmaya çalışıyoruz. Osman’ın Yazılama Yayınevi’nden çıkan “12 Eylül Bir Alman Pastası” kitabı o bombalardan biridir.

                                                                 ***
Şöyle başlıyor Osman;
“Kimse tersini iddia etmedi: Cumhuriyet kazanımlarının silinmesi ve ‘bildiğimiz Türkiye’nin tescilli gericiler tarafından ve kitle desteğiyle çökertilmesi, 12 Eylül 1980’deki askeri darbeyle başladı. Çeyrek yüzyıla yakın bir süre sonra AKP iktidarıyla da nihai aşamasına geldi. İlk darbe bayıltmıştı, son darbe öldürdü. Bildiğimiz Türkiye, çeyrek yüzyıl içinde imha edilebildi. Tamam. Tamam da, bu Ankara’da pişirilen senaryonun eylemli dış destekçisi, gerçekten sadece ABD ve onun ünlü istihbarat örgütü müydü? 
Washington, böyle büyük bir ülkeyi yeniden örgütleyip taşıyacak bir güce sahip miydi? 

Demokratik Avrupa, özellikle de Türk ekonomisinin kilit noktalarını 1960’lardan sonra artan bir hızla ve 1970’lerin sonunda iyice ele geçirdiği anlaşılan Bonn Cumhuriyeti işlevsiz miydi? ‘Sosyalist’ Mitterand’ın Fransa’sı hadi bir yana, Türkiye’de Paris’in pek öyle bir ağırlığı yoktu, peki ya sosyal demokrat hükümetiyle Federal Almanya? SPD yönetimindeki Federal Almanya, 1980 yılında, Kenan Evren ve arkadaşlarının iktidar gaspına gerçekten karşı çıktı mı? Eylemli ve sonuç kalıcı önlemler içeren herhangi bir ciddi tepkiye tanık olan var mı? İnsan hakları ve işkence nedeniyle ‘yöneltilen eleştirileri’ tepki falan sayamayız.”

Yani? 

Darbenin arkasında “demokratik dünya” vardır. O dünya bir yandan demokrasi ve insan hakları havariliği yapmakta, öte yandan solun tüketilmesi ve insanın silinmesi için darbecilere her türlü desteği esirgememektedir. Emperyalist-kapitalist dünyadan ne beklenebilir bundan başka? Osman’ın sözleriyle tamamlıyorum: “Türkiye’nin belini kırıp insanını süpürerek, ülkenin ilerici, sosyalist bir dünyaya kapılarını daha rahat açabileceği cumhuriyet kazanımlarını tamamen kazıyacak olan AKP’nin ‘islamofaşist’ eline bırakan 12 Eylül, daha doğru bir ifadeyle, ‘24 Ocak Kararları darbesi’, Bonn sayesinde başarıya ulaştı.”


Osman’ın bombası Alman muktedirleri karşısında “dalkavuk” pozisyonu alanların üzerine atılmıştır aynı zamanda. Cumhuriyet gazetesi vesilesiyle çıkan kavgaya bir de böyle bakın. Eski yayın yönetmeninin Bonn sürgününü, onun geride bıraktıklarının Ahmet Altan’ın yazılarını gazetede basmak için koşuşturmasını, AP Raportörü Kati Piri’nin Cumhuriyet açıklamasını, hatta Merkel’in başı her sıkıştığında Tayyip Erdoğan’a yardıma koşmasını bir de böyle okuyun. 

Çöplüğü koruma, çürümeyi sürdürme savaşıdır.

Ama çok şükür bizim de bombalarımız var. Atıyoruz ve her hamlelerini dağıtıyoruz.
Diyor ki Osman, 12 Eylül bir Alman pastasıdır. Türkiye’deki işbirlikçilerine altın tabak içinde yemeleri için uzatmışlardır. İki gün önce yıldönümüydü, hemen herkes lanetledi. Ama yeterli değil, mücadele etmeye niyetliysek eğer anmak yetmez anlamak da gerekir…

Hadi öyleyse, Osman bombayı ortalığa bıraktı, pimi sizin elinizde!

Orhan Gökdemir / SOL

Krizin eşiğinde büyüyen ekonomi - KORKUT BORATAV

TÜİK Nisan-Haziran 2018’de millî gelirin yüzde 5,3 oranında büyüdüğünü belirledi. Kriz algılamaları yerleşirken bu bilgiyi nasıl karşılamalı?


Haziran’dan bu yana, Türkiye ekonomisinin bir kriz gündemine girdiğini defalarca yazdım. Kriz gündemi, krize geçiş tarihinden elbette önce gelir. Bunalımın ön-göstergeleri, sermaye hareketlerinin gerilemesiyle Mart’ta ortaya çıktı. Sonraki aylarda titizlikle incelediğimiz üretim, istihdam verileri, yaygın eğilimin küçülme değil, durgunlaşma olduğunu belirledi.

Ekonomik küçülmenin yaygınlaşması, millî gelirin düşmeye başlaması, krize geçiş dönemeci olarak görülebilir.  

Geçen hafta bu köşede, son istatistiklere “durgunlaşma mı; küçülme mi?” sorusuyla göz attım ve şu sonuca vardım: Türkiye ekonomisi, 2018’in ikinci yarısında durgunluktan küçülmeye geçmektedir.

TÜİK’in son bulgusu yılın ilk yarısıyla ilgilidir ve durgunlaşma eğilimini yansıtmaktadır; bana göre, biraz hafifleterek…

Kırılgan ortamda seçim ekonomisi
Haziran 2018’e kadar tipik bir seçim ekonomisi izlendi. Kamu açıkları ve Hazine destekli kredi genişlemesi iç talebi pompaladı. 2017’de TÜİK’e göre %7,3’lük, IMF’ye göre %7’lik büyüme temposu böyle gerçekleşti.

Ne var ki uluslararası likidite daralma dönemine girmişti. ABD tahvil faizleri ve dolar yükselmekteydi. Spekülatif yatırımların “kırılgan yükselen ekonomiler”den çıkışa başlaması beklenmekteydi.   

Türkiye, yıllardan beri “kırılganlar listesi” içindeydi; ilk etkilenenlerden biri oldu. Büyüme ivmesi, hızla üretim ve dış kaynak sınırlarına tosladı; enflasyon ve cari açıklar tırmandı. Bu olgular Mart’ta sıcak para çıkışlarını tetikledi. Yine de finans çevreleri, Haziran seçimleri sonrasında siyasi iktidarın (geçmişte olduğu gibi) “sağduyuya, istikrara  döneceği” beklentisindeydi. Cumhurbaşkanı’nın Londra’da zirveye çıkan “aykırı söylemleri” bu beklentiyi çökertti. “Papaz davası, Trump’ın tepkisi” de eklendi. Dış kaynaklarda “sert durma” gerçekleşti. Dışsal şok, döviz fiyatlarının çalkantılı tırmanması (ve uzantıları ile) ekonomiye taşındı.

Nisan-Haziran büyüme verileri zıt yönlü bu iki hareketin türevidir: Ekonomiyi kamu maliyesi genişletmekte; döviz piyasalarından gelen etkiler frenlemektedir.
Millî gelir istatistiklerine yansımasını gözden geçirelim.

Nisan-Haziran 2018: Sektör göstergeleri
2018’in Ocak-Mart ve Nisan-Haziran dönemlerinin millî gelir bulgularını önce sektörlere göre karşılaştıralım. TÜİK’in ana sektörler için belirlediği ortalama büyüme hızları yüzdeler olarak ve ana sektörler itibariyle aşağıdadır:

Tarım:    6,1 → -1,5
Sanayi:   8,1 → 4,3
İnşaat:    6,6 → 0,8
Hizmetler: 10,4 → 8,0
M. Gelir: 7,3 → 5,2

Bu bulgular, durgunlaşmanın tüm sektörlerde yaygınlaştığını gösteriyor. Son üç ayda tarım küçülmüş; inşaat sektörü sıfır büyümeye yaklaşmıştır. Sanayide büyüme temposu yarı yarıya düşmüştür. Ne var ki bu son bulgu dahi, İstanbul Sanayi Odası anketleriyle hesaplanan sanayi PMI (Markit)  endeksleriyle tutarsızdır. Sektör-içi anketlerle derlenen sipariş, üretim, istihdam, stoklar gibi bilgilerden türetilen bu endeks, Mayıs ve Haziran’da sanayi sektöründe daralma göstermiştir.

TÜİK, 2016’dan bu yana sektörel milli gelir verilerini üretim anketlerinden değil, idarî kayıtlardan derlemeye başladı. Bu yöntemi ve sonuçlarını defalarca eleştirdik. Öyle anlaşılıyor ki yeni veriler, sanayi sektöründeki üretim hareketlerini gecikmeli olarak izlemektedir. Sektörün daralması herhalde bir sonraki millî gelir tahminlerine yansıyacaktır.  

Bir başka sorun daha var: Nisan-Haziran aylarında tarım, sanayi ve inşaat sektörleri, büyüme  temposu bakımından millî gelirin gerisinde (tarım ise küçülerek) kalmıştır. Bu üç üretken sektörün (ağırlıklı) ortalama büyüme hızı yüzde 1,3’tür.  Ekonominin büyüme hızını yukarı çeken sektör, %8’lik bir tempo ile, “hizmetler” olmuştur. TÜİK, bu başlık altında ticaret, ulaştırma, depolama, konaklama, yiyecek alanlarını toplamış; kamu yönetimi, finans ve küçük “hizmet” kolları dışta tutulmuştur.

Bu kapsamdaki “hizmetler”in, üç üretken sektör (tarım, sanayi ve inşaat) ile yoğun geri ve ileri bağlantılar içinde olduğu açıktır. Ekonomik olgunlaşmanın uzun dönemde “hizmetler” sektörünü genişleteceği de iyi bilinen bir eğilimdir. Ancak, üç aylık bir dönemde TÜİK’in kapsamına giren “hizmetler”de belirlenen (yüzde 8’lik) büyüme hızını,  tarım-sanayi-inşaat sektörlerindeki ortalama büyüme (yüzde 1,3’lük) ile yan yana koyunuz. Üretken sektörlerden bu kadar kısa sürede ve bu boyutta bir “bağımsızlaşma ve kopma”, en azından abartılı görünmelidir. 

TÜİK’in millî gelir hesabında kullanılan idarî kayıtlar, bir kez daha tartışmalı  sonuçlar üretmektedir.

Nisan-Haziran 2018: Ana harcama kalemleri
Şimdi de TÜİK’in 2018’in Ocak-Mart ve Nisan-Haziran için belirlediği büyüme hızlarını  yüzdeler olarak ve ana harcama kalemleri itibariyle karşılaştıralım:         

Özel tüketim: 9,3 → 6,3
Kamu tüketimi: 4,9 → 7,2
Sermaye birikimi: 7,9 → 3,9
İhracat:          0,7 → 4,5
(“Eksi”) İthalat: 15,4 → 0,3
Millî gelir: 7,3 → 5,2

Harcamalara göre millî gelir hesabında özel, kamusal tüketim, sermaye birikimi ve ihracat toplanır; mal ve hizmet ithalatı bu toplamdan çıkarılır.

Nisan-Haziran bulguları yukarıda değindiğim politikaların izlerini taşıyor:  Büyüme hızını özel tüketim ve devletin cari harcamaları (kamu tüketimi) sürüklemektedir. Özel tüketim artışları 2017’de başlatılan KGF destekli kredi genişlemesinin ivmesini içermektedir; kamu harcamalarındaki (ikramiye, teşvik vb ödemeler) artışlar ise bu dönemde öne çıkmıştır.  Bu iki harcama kaleminin artış hızı, GSYH büyüme temposunu aşmıştır. Kredi genişlemesinin Ocak-Mart döneminde sermaye birikimine yansıması ise son üç ayda aşınmıştır.

Dış ticaret, ihracat artışının ithalatı aşması nedeniyle millî geliri yukarı çekmiştir. Bu bulgu, ilk bakışta şaşırtıcıdır; zira,  dolarlı dış ticaret verilerine göre Nisan-Haziran 2018’de mal ve hizmet ithalatı, ihracattan daha hızlı artmış; dış ticaret açığı 1 milyar dolar civarında genişlemiştir. Buna göre dış ticaretin millî geliri aşağı çekmesi beklenmeliydi.
Bu “tutarsızlık”, Nisan-Haziran 2018 dış ticaret verilerinin sabit (ve 12 ay öncesine ait) fiyatlar (“hacim endeksi”) ile hesaplanmasından kaynaklanıyor. Son üç ayda, ihracat/ithalat fiyatları arasındaki makas (“dış ticaret hadleri”) yüzde 1,9 oranında ihracat aleyhine seyretmiştir.

TÜİK, dış ticareti milli gelir hesaplarına katarken, “Nisan-Mayıs 2017’nin ihracat ve ithalat fiyatları değişmeden, olduğu gibi devam etseydi on iki ay sonra GSYH ne olurdu” sorusunu yanıtlamaktadır.  12 ay öncesinin fiyatları, Nisan-Haziran 2018’de bozulmuştur. Büyüme, “…miş gibi” hesaplanırsa, “hissedilmez”. Zira, bozulan fiyatlarla yapılan dış ticaret, aslında, ekonomiyi yoksullaştırmaktadır.

Bu yanıltıcı bulgu, bir sonraki dönemde ters yönlü işleyebilir ve TÜİK’in yeni “hacim endeksi” yönteminden türeyen bir sapma olarak hep karşımıza çıkabilir.

2016’dan itibaren GSYH “gelir yöntemi” ile de hesaplanıyor. Böylece cari fiyatlarla millî gelirde ücretlerin payı belirlenebiliyor. Bu bulgu, harcamalar yoluyla millî gelir hesabını denetleyen bir etken de olabilir.

Nisan-Haziran 2018’in ücret payını bir önceki yılla karşılaştıralım; bölüşümün ücretliler aleyhine dönüştüğü gözlenecektir: %32,3  →  %32,0… Ücret payındaki aşınma 2017’nin tümünde ve Ocak-Mart 2018’de de süregelmiştir. Türkiye toplumunun en kalabalık tüketici öğesini ücretle, maaşla geçinenler oluşturur. Bu insanların (ücretlerin) millî gelirden paylarının aşındığı dönemlerde özel tüketim GSYH’dan daha hızlı  artmıştır. Nasıl? Bir hesap hatası yoksa tek yanıt, AKP’nin Türkiye emekçilerine “armağan” ettiği borç tuzağı ile.

Temmuz 2018 ve sonrası…
Geçen hafta bu köşede küçülmeye işaret eden ekonomik göstergelere değindim: İç talep daralması Haziran’dan itibaren ithalatı aşağı çekmiş; kredi faizleri yatırımları durduracak, emekçileri “borç tuzağı”ndan kaçıracak oranlara sıçramış; PMI sanayi endeksi Temmuz-Ağustos’ta da daralma göstermiştir.

Ekonominin tümü aşağı çekilmekte midir? 

Nisan-Haziran GSYH istatistikleri,  2018 millî gelirinin küçülme olasılığını dışlamaktadır.  Son altı ayda sıfır büyüme varsayalım; 2018’in ortalama büyüme hızı yüzde 2,8’e inecektir.  Capital Economics adlı bir kuruluş, makul bir öngörü yapmış:  GSYH Ekim-Aralık 2018’de yüzde 2; Ocak-Mart 2019’da yüzde 4 oranında daralacak… Bu öngörüyü, Temmuz-Eylül ayları için sıfır büyüme kestirimi ile birleştirin; 2018’in tümünde yüzde 2,3’lük büyüme hesaplanacaktır.

Ne var ki dolarlı millî gelir düşecektir ve buna ilişkin öngörüleri de eklemeliyiz. Dünya’da (12 Eylül) Alaatin Aktaş  titiz bir  çalışma yapmış: Farklı ortalama dolar kuru, GSYH deflatörü (enflasyonu) ve reel büyüme varsayımları ile 2018 milli gelirini 736-759 milyar dolar aralığında öngörmüş. Bu öngörü, dolarlı milli gelirin 2018’de yüzde 11-13 civarında düşmesi anlamına gelir ve dış borç / millî gelir oranını yüzde 62-63 aralığına çıkarır.  

Bu son aralık, bir dış borç krizinin ön-göstergesi olarak yorumlanabilir. Geçen hafta tartıştığımız bu “kâbus senaryosu” belki de ufuktadır.

Yeni istatistikler yayımlandıkça “iyi haberler” azalacaktır.

Korkut Boratav / SOL

Antrasitteki sonsuzluk ve arşa uzanan yalakalık - FERİDE GÜRDAL / SOL

"Antrasitteki (kumaş) hareketleri daha çok hava filelerinin uzlaşmacı, zıtlaşmayan dengeli kırılmalarına benzettim. O doku bana sonsuzluk işaretinin dizi halinde sonsuzluğa koşuşu heyecanını da verdi." (1)

Yukardaki paragraf THY’nin yeni üniforması için Uğur Cebeci tarafından kaleme alınmış. İnanmak zor biliyorum. İlk gençliğinde neler yaşadı, hangi duyguları içinde kaldı da altı üstü bir üniforma için, bu edebi sınırları zorlayan benzetme sanatının eşsiz örneği kupleleri döktürdü bilmiyorum. Yazıyı okumanıza gerek yok. 
Bildiğin çöp.

THY’nin reklamları da üniformaları da her zaman gündem olmuştur. Ülkemizin görünen yüzü THY, yıllık 68,6 milyon yolcu taşımakla övünen, 11,8 milyar dolar hedef gelirli  bir kurum olarak Türkiye’nin reklam yüzüdür de. Hele 3. Havalimanı gibi herkeslerin bizi kıskandığı bir gündemde daha da göz önünde olması doğaldır.

THY’nin üniformasını estetik olarak değerlendirebilme niteliğine haiz değilim. Havacılık  sektöründe bir kadın olarak çıplak gözle ‘haminine çorapları mı o?’ dışında bir yorumda bulunamam. Ama o üniformalar ile havayolu emekçilerinin fazla mesainin de ötesinde dinlendirilmeksizin çalıştırıldığını, iş garantisinin olmadığını, herkesin birbirinin ispiyoncusu olmaya zorlanıp herkesin sömürüldüğünü iyi biliyorum.

Özellikle kadın çalışanların çoğunlukta bulunduğu mesleklerin; hemşirelik, hosteslik, sekreterlik vs, erkek egemen anlayış tarafından nasıl seksüalize edildiğini biliyoruz. Kadınlara genellikle hizmet sektöründe görevler verildiği bir ülkede herkesin güzel görünme ve güleryüzlü olma zorunluluğu ayrı bir yazı konusu. Derdim şimdilik bu kumaş parçasından yalakalığı arşa uzanan ‘havacılık uzmanları’ ile, kendi haber sitelerinde kendi bloglarına sahip havacılık sektöründe kimin neyi bildiği ile, ‘bir pilot arkadaşla konuştum’, ‘kulede tanıdıklarım var’, ‘PPL lisansına sahibim’ ekolünden gelen uzmanların bilirkişi olduğu bir sektörde önümüzü görebilmekle, tüm yazma amacı ‘Ey THY yönetimi, havacılık camiası size sesleniyorum’ diye farklı yerlere verilen mesajlarla. Alın size muhteşem bir örnek.

TAI (Türk Havacılık Uzay Sanayi) ziyareti sonrası yazdığı yazıya "Hiç bu kadar akıllı insanı bir arada görmedim" (2) diye başlayan Uğur Cebeci,  devlet uçağında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile geçirdiği 8 saati; Başbakanın çoraplarının detaylarını anlatacak kadar ballandıra ballandıra yazmış, THY’nin kadın kabin memurlarına kırmızı ruj yasağını ‘Kırmızı ruju kontrolsüz bulduğu, pastel renklerin kabin memurları için kullanım kolaylığı sağladığından’ hareketle uçuş güvenliği açısından irdelemiştir.  11 kişinin ölümü ile sonuçlanan Başaran uçak kazasında ‘Zaten pilotlar kadındı’ yazacak kadar kendini bilmez, THY’nin” business class”da ağırlayıp kabin ekibini öncesinde tembihlediği Uğur Cebeci, Hürriyet gibi bir gazeteden bile kendini attırmayı başarmıştır.
Uzatmaya gerek yok. O övgü dizdiği kumaşlardan önce de kumaşı da safı da belliydi.

Üniforma ile çalışmanın temel koşulu üniformanın rahat olmasıdır. Üniforma ile örgütlenen ‘taassup’ bir yerde dursun, üniformalarla pazarlanan ‘genç güzel bakımlı kadın’, ‘geleceğin mesleği’ imajları diğer yanda, üniformanın içindeki emekçilerin söyleyecekleri var. İstanbul 3. Havalimanı Babil Kulesi gibi ölü işçi bedenleri üzerinde yükselirken, antrasit kumaşın dokusundaki dizi dizi sonsuzluktan edindiğiniz heyecanı bir gün gelir o üniformaların içindekiler kursağınızda bırakabilir.

FERİDE GÜRDAL / SOL

Neoliberalizmin krizi: Arjantin ve Türkiye’de neler oluyor?- PRF. DR. ALPASLAN AKÇORAOĞLU

Arjantin ve Türkiye 2018 yılında bir döviz ve borç krizine sürüklendiler. İki yerdeki iktisadi kriz, bağımlı finansallaşmaya dayalı modelin sürdürülemez olmasıyla ilgili.

Arjantin ve Türkiye 1990’larda izledikleri neoliberal politikaların sonucunda 2001 yılında finansal krize girdi. Türkiye, IMF programı eşliğinde 2000’li yıllarda neoliberal ideolojiye bağlılığını sürdürürken, Arjantin ‘Kirchnerizm’ olarak adlandırılan anti-neoliberal ve ‘yeni kalkınmacı’ politikalara yöneldi. Arjantin’de 12 yıl süren (2003-2015) Sol-Peronist hükümetlerin halkçı/yeni kalkınmacı politikaları oldukça başarılı sonuçlar verdi. Buna karşın, Arjantin’de 2015 yılı sonunda başkan seçilen Mauricio Macri yeniden neoliberal politikalara dönerek, sol/halkçı politikalara son verdi. Dış borç ve ithalat bağımlılığı yaratan yarı-çevre ülkelere özgü neoliberal modelin olumsuz küresel konjonktürde çıkmaza girmesi sonucunda, Arjantin ve Türkiye 2018 yılında bir döviz ve borç krizine sürüklendiler. Dolayısıyla, bu iki ülkedeki iktisadi kriz, bağımlı finansallaşmaya dayalı neoliberal modelin elverişsiz küresel koşullarda sürdürülemez duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Arjantin’in genişlemeci/popülist ve neoliberal rejimler arasında gidip gelmesine ‘Arjantin sarkacı’ adı verilmektedir. Her bir rejim genişleme ve kriz dönemlerini içermekte ve yeniden diğer rejime geçilmektedir. Yaklaşık olarak 12 yıl süren sol-Peronist dönemden sonra yeniden Amerikan-yanlısı (emperyalizme bağımlı) radikal bir neoliberal döneme geçilmiştir.

Yeni kalkınmacı dönem (2003-2015)
Sol-Peronist başkanlar Nestor Kirchner (2003-2007) ve Cristina Fernandez de Kirchner (2007–2015) uyguladıkları ilerici/halkçı politikalarla iktisadi ve sosyal alanda önemli iyileşmeler sağladılar. Sermaye sınıfının ve yüksek gelir gruplarının vergilendirilmesi ile elde edilen vergiler, gelir dağılımının iyileştirilmesi için kullanıldı. Bu dönemde, kamu istihdam planı, yoksullara koşullu nakit transferleri ve halkçı emeklilik politikaları gibi emek-yanlısı iktisat politikaları izlendi. Yeni kalkınmacı yaklaşım çerçevesi içinde iktisadi öncelikler değiştirildi. Enflasyon hedeflemesi yerine istihdam artışına, ithalat yerine iç üretime, sermaye için vergi kolaylıkları yerine iç tüketime, dış borçlar yerine ihracat karlarının vergilenmesine öncelik verildi.

Arjantin’deki sol/yeni kalkınmacı politikalar 2003-2014 döneminde oldukça başarılı sonuçlar vermiştir. İşsizlik bütün zamanların en yüksek düzeyinden (% 22.5), en düşük düzeyine inmiş (% 5.9), yoksulluk oranı % 50’den yaklaşık % 24’e gerilemiş ve gelir eşitsizliği büyük oranda azalmıştır (Gini katsayısı 0.54’den, 0.43’e düşmüştür). İlerici/halkçı Kirchnerist hükümetlerin 2005 ve 2010’da yaptıkları müzakereler sonucunda, neoliberal hükümetler döneminde biriktirilen dış borç 146.3 milyar dolardan, 111.5 milyar dolara düşmüştür. Ayrıca, hızlı iktisadi büyüme sayesinde dış borcun Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranı azaltılmıştır. Dış finansman için küresel finans sermayesine yönelen neoliberal hükümet (Carlos Menem) 1990’larda kitlesel dış borç ve iktisadi çöküntü (depresyon) yaratırken, yüksek fiyatlı ihracatın vergilendirilmesi yoluyla finansmanı seçen sol/yeni kalkınmacı hükümet işsizliği düşürmüş, yoksulluğu azaltmış ve dış borcu asgari düzeye indirmiştir.
Kirchner hükümetlerinin ilerici politikalarının finansmanı büyük oranda ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki önemli artışlara dayanıyordu. Bu ürünlerin fiyatlarının düşüş eğilimine girmesiyle birlikte, sermaye-emek uzlaşmasına dayalı toplumsal sözleşme zayıfladı. Peronist-solun halkçı ve yeni kalkınmacı modelinin çökmesinden yararlanan Mauricio Macri’nin liderliğindeki sermaye-orta sınıf-yabancı (Amerikan) sermaye ittifakı Aralık 2015’deki seçimi kazanarak, iktidar oldu. Başkan Macri’nin yürüttüğü yüksek yoğunluklu ‘sınıf savaşımı’, Kirchner hükümetleri döneminde emek-yanlısı politikaların yarattığı sosyal kazanımları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Macri, IMF stili arz-yönlü bir neoliberal şok program uyguladı. Döviz kontrollerinin kaldırılması ve serbest döviz piyasasına geçilmesi, kamu hizmetlerine ilişkin katkıların sona erdirilmesi, kamu kesimi çalışanlarının sayısının azaltılması, tarım sektörü ihracat vergilerinin azaltılması, küresel finansal piyasalara açılma (dış borçlanma), enflasyon hedeflemesine geçilmesi, merkez bankası bağımsızlığının sağlanması gibi klasik/ortodoks neoliberal politikalar uygulanmaya başlandı. Ayrıca, özel ABD’li kreditörlerle olan anlaşmazlıkları gidermek amacıyla, bazı eski dış borçların (vulture funds) geri ödenmesi kararı alındı. Macri hükümetinin neoliberal programı ilk yılında (2016) Arjantin ekonomisinin stagflasyona (resesyon ve yüksek enflasyon) girmesine neden oldu. Diğer yandan, neoliberal Arjantin hükümeti dış borçları hızla arttırmaya başladı. Arjantin’in dış borcu 2015 yılında GSYH’nin % 28’i kadarken, 2018 yılında bu oran % 38’e yükseldi. Arjantin ekonomisi hızla artan dış borçların yardımıyla 2017 yılında iyileşme eğilimine girdi.

Döviz cinsinden dış borçlarının yüksekliği ve borçla finanse edilen cari işlemler açığının büyümesi (GSYH’nin % 4.6’sı) ve yüksek enflasyon oranı (% 30) dikkate alındığında, Arjantin ekonomisi 2018 yılında küresel finansal sermaye bakımından riskli bir ülke olarak görülmeye başlandı. Küresel finansal koşulların kötüleşmesi ve döviz piyasasının serbestleştirilmesi sonucunda Arjantin pesosu çok büyük değer kaybı yaşadı. Bu yılın başında 1$ = 18 ARS iken, 30 Ağustos’ta 39 ARS’ye (% 100’ün üzerinde değer kaybı) çıkmıştır. Faiz oranını % 40’a çıkarmak (şu anda % 60) da ulusal paranın hızlı değer kaybını önlemeyince, Macri hükümeti IMF’den finansal yardım istemek zorunda kaldı.

Sonuç
Arjantin ve Türkiye’deki kriz, aşırı dış borçlanma ve döviz açığından kaynaklanmasına karşın, Arjantin’de dış borçlar ağırlıklı olarak kamu borcu niteliğindedir. Ayrıca, iki ülkede uygulanan neoliberal politikalar birbirinden bazı farklılıklar göstermektedir. Arjantin’de Macri hükümeti, neoliberal ideolojinin ilkelerine uygun (merkez bankası bağımsızlığı gibi), daha saf bir neoliberal program uygulamaktadır. Ayrıca, seçim öncesi bazı vaatlerine (4 yıl içinde sıfır yoksulluk gibi) karşın, neoliberal Macri hükümeti popülist politikalar uygulamaktan kaçınmakta ve politika faiz oranını düşük tutmaya çalışmamaktadır. Macri hükümeti neoliberal ideolojiye uygun biçimde, politika faiz oranını % 60’lara çıkarmaktan çekinmemiştir.

PRF. DR. ALPASLAN AKÇORAOĞLU / BİRGÜN

Bilinmezlikler havalimanı! - TARIK ŞENGÜL

Ekonomik kriz ve doların durumu bir yana bırakılırsa, son günlerde en önemli konumuz 3. Havalimanı! Açılışı yaklaştıkça, isim tartışmaları da büyüyor. Ancak dün itibariyle konu bir başka boyuta kaydı. Bir anda işçilerin hem yaşam, hem de çalışma koşullarını geniş bir katılımla protesto edişlerine ilişkin haber ve görüntüler sosyal medyada yayıldı. Belli ki, bıçak kemiğe dayanmış ve işçiler işlerini kaybetme ve gözaltına alınma pahasına, isyan ediyorlar. Bu isyana döneceğim ama önce bazı tespitleri yapmak önemli, isyanı bağlamına oturtmak zorundayız.


Birçok önemli kamusal yatırım ve projede olduğu gibi, 3. Havalimanı da, dört bir yanından fışkıran bilinmezlikler içinde hızla yükseliyor. Bilgi çağında yaşıyoruz ama hiçbir dönemde bilgiden bu derece uzak olmadık!

Örnek, ihalenin tam koşullarını bilmiyoruz. İnşaat bedeli nedir, firmalar kamuya ne ödeyecek, tam bilmiyoruz. Bir sözleşme imzalanmış durumda, ama bu sözleşmede ilgili firmalara ne tür yaptırımlar var bilmiyoruz, kamuya nasıl bir ödeme planları var bilmiyoruz. Geçen günlerde firmaların, sözleşme gereği kamuya başlatacakları ödemeler için erteleme istedikleri ve bu isteklerinin de kabul edildiğine ilişkin haberler çıktı, ama onun da içeri tam nedir, bilmiyoruz. Verilen garantilerin ne tür bir içeriğinin olduğunu ve kamuya ne büyüklükte bir yük getireceğini bilmiyoruz. Garantilerin dolar üzerinden olduğunu duyuyoruz ama onu da tam bilmiyoruz!

Bilmediğimiz o kadar çok ki; örneğin üçüncü havalimanı için tahsis edilen alan bu firmalara tam olarak hangi koşullarla tahsis edildi, ne kadarı havalimanı için, ne kadarı başka işler için kullanılacak bilmiyoruz. İlgili firmaların söz konusu alanda başka işler yapacakları yönünde geçen günlerde haberler çıktı, ne iş yapacaklar, ne koşullarda yapacaklar, onu da bilmiyoruz.

Bu havalimanına yapılan inişler için, Bulgaristan’a her uçuş için para ödeneceği yönünde bazı haberler çıktı, o nedir, niye Bulgaristan’a ödeme yapılıyor, ne büyüklükte bir ödeme olacak onu da bilmiyoruz.

Alana ulaşımın nasıl sağlanacağı konusunda da ortada bir kargaşa var; metro hattının bitmeyeceği söyleniyor, otobüs taşımacılığından söz ediliyor, ciddi ücretler ödeneceği dile getiriliyor, ama net olarak havalimanına nasıl ulaşılıp, nasıl bu uzak havalimanından İstanbul’a dönüleceğini de bilmiyoruz.

Bilinmezler bu alanın ötesinde! Dahası başlangıçta sadece jet uçuşları için açık kalacağı söylenen Atatürk Havalimanı’nın nasıl işlevlendirileceğini de bilmiyoruz. Millet bahçesi olacağı söylendi, kapanmayacağı yer yer dile getiriliyor, ama ne uzman olarak ne de vatandaş olarak, mevcut havalimanının kaderini de bilmiyoruz.

Bu boyutlar daha çok devletle sermayenin girdiği ilişkinin bilinmezliklerine işaret ediyor. Ancak bilinmeyenler bir tek bu ilişkiye yönelik değil! Orada binlerce işçi uzunca bir süredir çalışıyor. Gün geçmiyor ki, inşaat alanından kaza ve ölüm haberleri gelmesin! İşçiler her gün en az 1-2 kişinin öldüğünü söylüyorlar. Bugüne kadar 400 kişi öldü deniliyor. Ölen işçilerin bedenlerinin sessizce ceset torbalarına konulup, büyük bir gizlilik içinde gönderildiği söyleniyor. Bunların ne kadarı doğru, şu ana kadar kaç işçi inşaat sahasında öldü, bilmiyoruz.

Dün itibariyle sosyal medyada şantiye sahasındaki işçilerin iş bırakma eylemi üzerine haber ve görüntüler paylaşıldı. İşçiler iş güvenliği, çalışma koşulları, yaşadıkları şantiyelerdeki olumsuz koşullar nedeniyle isyan ediyorlar. Bildikleri gördükleri ve anlaşılan gördükleri yetiyor!

Peki, kim biliyor? 

Bir miktar meslek odaları üstün gayretlerle olup biteni izlemeye, bilgiye ulaşmaya raporlar hazırlamaya çalışıyor. Bilginin gizli tutulması bu kamu yararı gözeten kurumların çabalarına ket vursa da, eğer herhangi sistematik bir yaklaşım varsa, o da onların gayretiyle oluyor.

Aynı kaygılarla bilgiye ulaşma çabasını sınırlı sayıda gazetecide görüyoruz. İşte Çiğdem Toker, bilgiyi önemseyenlerden bir gazeteci olarak öne çıkıyor. Ama tam da aynı nedenle yıldırmak için hakkında ilgili şirketler milyonlarca liralık davalar açıyorlar. Belli ki bilgi önemli ve ulaşılmaması gerekiyor!

Bu durumda, dağın başında bir yerde isyan eden işçilerin çığlığı dış dünyaya nasıl taşınacak? Daha da önemlisi onların karşı karşıya olduğu bu adaletsizlik, daha büyük bir resmin ve adaletsizliğin parçası haline nasıl getirilecek?

Marksist düşünür Fredric Jameson, içinde yaşadığımız dar dünyayı daha geniş bir dünyanın içine yerleştirmenin her geçen gün biraz daha zor hale geldiğini söyler. Bilgi ve bilinçle desteklemiş bu tür bir bilişsel haritalama imkânsızlaştığı ölçüde, iktidarın dışına düşmek kaçınılmaz hale gelir. Bu noktada, işçilerin havalimanında yaşadıkları koşullar karşısında isyanı önemli, ancak biliyoruz ki bu çıkış, kendi yakın çevrelerinde yaşadıklarından dışarı doğru yaptıkları bir projeksiyonun sonucu ve hem zamansal hem de mekânsal sınırları var.

Bir kez daha sorma ihtiyacı duyuyorum; bütün bu olumsuzlukları daha geniş bir zaman ve mekâna kim yerleştirecek? Bu noktada, bu sorunun birincil muhatabı ne meslek odaları, ne de dar bir kesim gazeteci! Birincil muhatap, kuşkusuz muhalefetteki siyasal partiler. Var mı yukarıda sorduğumuz sorulara yönelik bilgi başta CHP olmak üzere muhalif partilerin elinde? Bu bilgiye dayanan bir bilişsel harita koyabiliyorlar mı toplumun önüne?

Eğer yoksa bu konularda sistematik bir bilgi ve bilişsel haritanız, o zaman iktidar da yok! Diyor ya düşünür, “bilgi iktidardır”. An itibariyle, inşaat alanındaki işçiler kendi başına yürüyor, siyasete ise anlaşılan boş bir isim tartışması kalıyor!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Ilımlı ve radikal İslamcılar bir elmanın iki yarısı gibi - CAN UĞUR

Rusya ‘Ilımlı İslamcılar ile radikalleri ayırmak Türkiye’nin görevi’ diyor, ancak uzmanlara göre cihatçıları bu tarz bir ayrıma tabi tutmak mümkün değil.

Türkiye, Rusya ve İran’ın ortak gerçekleştirdiği Tahran Zirvesi’nin ardından İdlib’de süreç hızlandı. İdlib’deki cihatçılara yönelik çevreleme stratejisi kapsamında Rusya ve Suriye’nin havadan müdahaleleri sürüyor. 
Bu müdahalelerin kapsamlı bir operasyona dönüşeceği yüksek sesle dile getirilirken Rusya’dan gelen açıklama kamuoyunun gündeminde geniş biçimde yer edindi: Türkiye, İdlib’de mücadele eden ılımlı ve radikal İslamcı grupları ayıracak ülkedir.

Ilımlı İslamcılar ile radikal İslamcıların arasındaki farkın derin bir ayrılığa mı yoksa günlük pragmatik çıkarlara mı hizmet ettiğini anlamak için hem söylemlere hem de eylemlere bakmak gerekiyor. Bundan 3 sene önce radikal diye adlandırılan bir grubu bugün ılımlı diye tarif edildiğini görmek mümkün Özellikle AKP iktidarının bu konudaki tavrı izaha muhtaç. Çok değil 1 sene öncesine kadar ılımlı denilen Heyet Tahrir üş Şam kısa süre önce ‘terör örgütü’ kapsamına alındı. Yine El Kaide bağlantılı ya da kökeni oraya ait örgütlerin bir kısmı hala ‘ılımlı’ kategorisinde değerlendiriliyor. KHK ile ihraç edilen Akademisyen Erhan Keleşoğlu ‘ılımlı’ ile ‘radikal’ arasında köklü ideolojik bir farkın bulunmadığını dile getiriyor.

► BirGün’e konuşan Keleşoğlu şunları söyledi:
İdlib Astana Süreci’nde belirlenen çatışmasızlık bölgelerinin sonuncusu. Diğer bölgeler rejim ve müttefikleri tarafından ele geçirildi. Ele geçirilen bölgelerde yapılan anlaşmalarla bir çok silahlı unsurun aileleriyle birlikte İdlib’e ve Fırat Kalkanı-Afrin bölgesine gitmelerine izin verildi. Hatta Deraa’da olduğu gibi anlaşma yapılan silahlı muhalifler Suriye Ordusu ile birlikte ortak harekat bile yaptı. İşte İdlib’de bulunan gruplar arasında kaybedilen bölgelerden gelen binlerce silahlı muhalif var. Ve bunların ezici çoğunluğu ideolojik-politik olarak selefi-cihatçı ekole yakın veya onlara hasmane bir tavır içerisinde olmayan İslamcı örgütler.

► IŞİD’in tasfiyesinin ardından ortaya çıkan tablo ile bugün arasında önemli bağlantılar bulunduğuna işaret eden Keleşoğlu şöyle devam etti:
IŞİD’in büyük oranda tasfiyesinden sonra Suriye’de selefi-cihatçılığın en büyük grubu sayılan Heyet Tahrir üş Şam da (HTŞ- El Kaide’nin Suriye kolunun devamcısı) burada üslenmiş durumda ve bölgenin önemli bir kısmını kontrol ediyor. HTŞ içinde yabancılar olsa dahi Suriyeliler çoğunlukta. Türkiye’nin bu gruplar üstündeki nüfuzu büyük oranda dışarıya açılan tek lojistik kapı olmasından kaynaklanıyor. O yüzden de Türkiye İdlib’de Astana Süreci kapsamında 12 gözlem noktası oluştururken aslında bundan pek de memnun olmayan HTŞ ile ortak hareket edebildi. İdlib’deki halk savaş yorgunu, Halep’te olduğu gibi yıkıcı bir taarruzdan korkuluyor ve özellikle de Suriyeli olmayan yabancı cihatçıların kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarından çok rahatsız. Ve bu yabancıların gidecekleri yer de yok.

► Rusya ile Çin’in kendi topraklarından Suriye’ye gelen yabancı savaşçılar konusundaki tutumuna ilişkin yorum yapan Keleşoğlu analizini şu ifadeyle noktaladı:
Rusya’nın ve Çin’in isteği kendi coğrafyalarından gelen cihatçıların orada imha olması. Bunun rejim ve müttefiklerinin eliyle mi veya Türkiye güdümünde hareket edecek grupların eliyle mi olacağı tartışılan asıl mesele. Türkiye HTŞ’yi terör örgütü olarak ilan etti. Ancak bu örgütü tasfiye ederek, Suriyeli muhaliflerden oluşacak bir cephe örmesi çok zor görünüyor. Elindeki lojistik destek kartını da kullansa ideolojik-politik olarak radikal olan HTŞ harici unsurların böyle bir projeye iknası için bambaşka şartların teklif edilmesi gerek. Bu da Suriye rejimi ve müttefiklerinin politika değişikliğine bağlı (af vs.); mevcut şartlarda eli güçlenmiş olan ve Türkiye’nin halihazırda Kuzey Suriye’deki fiili varlığından tehdit algılayan rejimin bu yönde bir adım atması pek olası değil. Kaldı ki politik bir çözüm olsa dahi radikal muhalif unsurların kendilerini güvende hissetmeleri pek mümkün olmaz. O yüzden çok çetrefilli bir durumla karşı karşıyayız. Rejim ve müttefiklerinin HTŞ’ye karşı gerçekleştirecekleri kısmi bir harekat dahi içiçe geçmiş grupları birbirlerine yakınlaştırabilir.

***

İdeoloji değil çıkar farkı var
Suriye’yi yakından takip eden araştırmacı yazar Hüsnü Mahalli BirGün’e yaptığı açıklamada Türkiye’nin işinin zor olduğuna değindi. Mahalli, Suriye’ye dışarıdan gelen savaşçıların durumunun kritik olduğunu ve ciddi bir tehlike arz ettiğini belirtti. Mahalli’ye göre bu gruplarla ılımlı denilenler arasında çok ciddi ideolojik-politik farklar bulunmuyor, kısa ve orta vadeli çıkarlar asıl belirleyen durumunda. Bunun ne anlama geldiğini sorduğumuzda Mahalli şu şekilde yanıtladı: Yani bu grupların yapacakları birbirinden farklı değil. Çok rahat biçimde terör saldırısı gerçekleştirebilirler. Ilımlı denilen de radikal denen de benzer saldırgan amaçları taşıyor.

Can Uğur / BİRGÜN

Bizde Metinler birbirine benzer - İsmail Sarp Aykurt

Bugün Metin Oktay'ın ölüm yıldönümü. Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini, Denizlerin idamına karşı imza topladığını dillendirebilen, ‘futbol müsveddesi’ denilen kategoriye girenler gibi eğilip bükülmeyen büyük futbolcunun...

Futbol, tüm olgularıyla esir alınmış durumda. Bu esaret, yalnızca yeşil sahada değil, tüm halkalarıyla ele geçirileli çok olmadı. 

Dün, BeIN Sports’un "Türkiye’nin Süperleri" dediği oyuncular için düzenlediği ödül töreninde Emre Belözoğlu’nun, Fatih Terim’in ödül almasından, spor patron ve baronlarının samimiyetsiz, ikiyüzlü konuşmalarından sonra izlenecek çok fazla şey kalmadığı açık.

Tribünlere ve ilk on birlere yerleştirilen "bindirilmiş kıtaların", Rabia işaretleri yapıp, dinci sloganlarla takımı "coşturmaya" yeltendiği, Passolig fişlemeleri, envai çeşit gerici araç ile tribün ve yeşil sahaların esir alınmaya çalışıldığı bir spor ortamının ne yeşil sahası ne de renkli tribünleri haz veriyor, izleyene…

Yine de izlemek isteyenler, katlanmaya hazır olsunlar.

Bu futbol ortamı, Türkiye’nin indiği mertebenin mutlak yansımasıdır.
Kendimizi kandırmayalım, futbol, bizim ve bizden olmaktan çıkmıştır.
Ancak hala "bizim" dediğimiz ve bizimle olmaktan kıvanç duyduğumuz emekçi insanlarımız, spor emekçilerimiz var.

Metinlerimiz…

Dün 12 Eylül’dü. Bugün ise 13’ü. Metinlerimizden biri, Metin Oktay, şimdilerde adı değiştirilen o köprüde kaza yaptığından beri yeşil sahalar eksiklidir.

Ancak o, bedenen var olmayışına rağmen bu saldırılara karşı bir duruşun en önemli çimentolarından biridir, hala…

O, bir futbol yıldızı iken düzenin borusunu öttürenlere, düzen partilerine ağzının payını verebilir. Yakasını ilikleyip, saygı duruşuna geçecek kadar düşmüyor bazıları gibi, hiç alçalmaz.

“İkinizin de teklifine hayır diyorum beyler. Benim sahada yaptığım ayak oyunlarının ne değeri olur, ne sözü olur, mecliste sizlerin arasında?” derken emekçi karakterini saklamaz, unutmaz…

Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini, Denizlerin idamına karşı imza topladığını dillendirebilir, "futbol müsveddesi" dediğimiz kategoriye girenler gibi eğilip bükülmez…

Hikmet Çetin’in, “Metin Oktay sosyalistti. Oyunu Türkiye İşçi Partisi’ne verdiğini açıklayan ilk futbolcuydu. Bir tren seyahatinde Çetin Altan’a "Bizi sosyalist yaptın, ama sen aramızdan çekip gittin" diyen de odur, çekinmeden. 

Emekçilerin gözünde öyle büyür Metin, iki kale arasında diyebilecek kadar az taraftarı olduğu söylenen kulüp, o ve onun yaptıklarıyla büyür…

Metin Oktay’ı farklı  yapan tüm bu özellikler karakteri, düşüncesi ve davranışlarında somutlanır. Yoksa atılan goller, gol krallıkları ya da güzellemeler geçiyor, mazi oluyorken; Metin Oktay, o maziyi de makûs talihini de yırtıp atar.

Metin Oktay bir iz bırakır ülkenin çorak ve toprak futbol sahalarına…

Ağları delen golünü attığında “O gol, bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe’nin büyüklüğündendir” diyecek kadar naif, mütevazı ve sportmen olur.

Şimdilerdeki gibi adına ödül düzenlenmesine ihtiyaç duymaz. 

“Fenerbahçe’ye attığı çok ünlü bir gol vardır. "Uçan Manda" olarak anılan Özcan’ın beklediği kalenin ağlarını yırttı. Ayıp olmasın diye ve rakip takıma bir cemile olarak şemsiyesiyle örttü orayı. Şemsiyesinin hâlâ orada olduğu söylenir” der Cemal Süreya…
Milyon dolarların havada uçuştuğu günümüzde, paraları elinin tersi ile itmesi ve sadakatiyle hala bazılarını utandırır.

“Metin Oktay’ın bir özelliği de hiçbir zaman şımarmamış olması. O rolü yanında oynayan diğer futbolculara bıraktı.” (Cemal Süreya, 2000’e Doğru, 5-11 Haziran 1988).
İşte o yüzden taçsızdır, taca ihtiyaca falan yoktur.

Makine işçisi babası ile ev hanımı annesinin 9. çocuğudur. Sekiz kardeşinin beşi yaşamını yitirmiş, üç kız kardeşi ile büyümüştür.
Yoksulluk çekmiş, yoksullukla büyümüştür. 
Yaptıkları ve gösterdiği tutumlarıyla ise hiç alçalmamış, hiç ödün vermemiştir. 

Çünkü biliyoruz, bizde Metinler birbirine benzer…

O yüzden Taçsız Kral’ız biz, siz ise saray soytarısı…

İsmail Sarp Aykurt / SOL

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...