Beton Tayyar’ın izinde - ORHAN GÖKDEMİR

İzmir’deyiz. Pazar akşamı Karşıyakalıların kendini attığı deniz kıyısına inmeye karar verdik. Portatif sandalyelerimizi aldık. Buralarda gelenek olduğu üzere biralarımızı da stoklayıp düştük yola. Niyetimiz deniz melteminde serinlemek. Ara sokağı arşınlayıp sahil yoluna varınca sahilin yerinde olmadığını fark ettik. Sağa sola bakındık, yok!

Olmamasının sebebi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bütün sahili metal panolarla halka kapatması. Karşıyaka’da artık denize ulaşmanız imkânsız. Panoların üzerine kapatma sebeplerini de yazmışlar, beton dökeceklermiş kıyıya. Buna hazırlık olsun diye bütün çimleri, ağaçları söküp atmışlar. Her yerde iş makinalarının ve beton mikserlerinin hummalı çalışması sürüyor. Bunun adı çevre düzenlemesiymiş. Çevre düzenlemesinin ne anlama geldiğini denizle bağı koparılmış, imbatla arasına duvar örülmüş Karşıyakalılar kırmızı boyalarla not düşmüş panoların üzerine: Beton var çimen yok!

Vaktiyle buranın sağcı Belediye reisi Burhan Özfatura Kordon’u doldurup lastik tekerlekli taşıtlar için üst geçiş yaptırmaya kalkışmıştı. Tepkiler nedeniyle İzmir’e tecavüz etme girişimi akamete uğradı. DYP’liler silinince CHP’liler koşup yetişti. Şimdi Aziz Kocaoğlu o mirası başarıyla taşıyor. Her yer beton, her yer asfalt, her yer tuhaf, şekilsiz, göğü delen beton yığını. Biri “merkez sağın” uzantısıydı, diğeri “merkez solun” uzantısı olduğu iddiasında. Betonda birleşiyorlar ama. Düzenin birleştirici gücüdür beton. 
Beton var, çimen yok. İzmir kıyılarındayız…

                                                                  ***

Betonun düzen için ne kadar önemli birleştirici bir güç olduğunu şöyle anlatayım; AKP ve CHP İzmir’de beton sayesinde birleşmiştir. Her iki partinin temsilcileri el ele İzmir’i betona boğmaya çalışmaktadır. Şaka yaptığımı sanmayın diye anlatayım esasını.
İzmir’in körfezin en ucundaki ilçesi Çeşme’de bir beton dökme kavgası sürüyor. Kavganın nedeni “Folkart” adlı inşaat şirketinin Çeşme’nin konut yapılmasına izin verilmeyen bakir koylarından birinde otel ruhsatı alarak dev bir bina yapması ve bitince lüks konut olarak pazarlamaya kalkışması. Temiz İzmir Derneği Başkanı Niven Kurtuluş bu usulsüzlüğün peşine düşmüş. Nazikçe uyarmış rahatsız olan betoncular haliyle, telefon açıp “OHAL var. Bunlar son güzel günlerin. Seni deliğe tıktıracağım” demişler. 
OHAL kalktı, demokrasi geri geldi, buna güvenip yazmayı sürdürüyorum. Çeşme’de tartışılan o binayı gördüm. Tepeden sahile doğru uzanan tarifsiz çirkinlikte bir beton yığını. Otel de değil, bildiğiniz rezidans. Yani Niven Kurtuluş haklı.

Peki, nedir bu Folkart? Mesut Sancak adlı bir betoncunun şirketi. Gözlerden ırak İzmir dükalığını yağmalamak onun payına düşmüş. Yolunu açan kişi ise İzmir’in CHP’li Belediye Reisi. Dediklerine göre Mesut Sancak ile Aziz Kocaoğlu pek sıkı fıkı. İzmir’e adım attığınızda körfezde karşınıza dikilen cep telefonu taklidi ışıklı yüksek binalar bu işbirliğinin ürünü. Mesut Sancak tahmin edebileceğiniz gibi AKP’nin kumbaralarından Ethem Sancak’ın yeğeni. İzmir’deki bütün yüksek binalar onun marifeti. 
Geçenlerde tuhaf bir gelişme oldu. Mesut Sancak'ın Bornova'da devam eden “Folkart Incity” adlı projesine ilişkin imar plan değişiklikleri mahkeme tarafından iptal edildi. Davayı açan Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi karar üzerine belediyelere çağrı yaparak, "Folkart Incity inşaatı derhal durdurulmalıdır" dedi. Açıklamaya yanıtı kim verdi biliyor musunuz? Hayır, ilgili belediyeler değil, inşaatı durdurulan Folkart firması. Şöyle dediler; “Dava Bornova ve İzmir Büyükşehir Belediyeleri tarafından üst mahkemeye taşınacaktır.”
Bu özgüvenin sebebi hikmeti AKP ve CHP’yi birleştiren güçlü betondur. Beton söz konusu olduğunda siyasi farklar derhal silinmekte ve beton sağlamlığında yekpare bir blok ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu beton bloğa yargı sistemimiz de dâhildir. Çünkü Folkart açıklamasında “İnşaatımız sürecektir. Konutlarımız tapu sahiplerine, söz verdiğimiz sürede teslim edilecektir" denilmektedir. Peki ya inşaatı durduran mahkeme kararı? 
Dedik ya beton birleştirir.

                                                                  ***

Kapitalizm yalnızca insanlar arasındaki ilişkileri değil, şehirlerin biçimini de belirler. En kronik hali şehr-i İstanbul’dadır. Sınırsız kar hırsının şekillendirdiği bir kapitalist ucubedir İstanbul. İzmir’in CHP’li belediyesi de AKP’li beton çetesi eliyle şehri hızla İstanbullulaştırmaktadır. İzmir körfezinden Çeşme’nin en ucuna kadar yüksek, şekilsiz bir bina gördüğünüzde başınızı kaldırın bakın. Hep aynı inşaat firmasının logosunu göreceksiniz. Yok mu koca şehirde başka iş bilir müteahhit peki? Var ama Kocaoğlu bir tane! 

Geçtiğimiz günlerde tamamına eren İzmir Enternasyonal Fuarı ile ilgili de bir tartışma sürüyor mesela. CHP'li İzmir Büyükşehir Belediyesi, başka iş bilir olmadığından olacak son yıllarda olduğu gibi, bu yıl da fuarın sponsoru olarak Sancak ailesine ait Folkart’ı seçmiş.  

Gariban İzmir halkı şehrin hala CHP’nin kalesi olduğunu sanıyor fakat. Oysa çoktan beton lobisi ele geçirmiş şehri. Kıyıları düşmüş, çayır çimeni kaldırılıp atılmış. Sahilin bitimindeki İstanbul özentisi TOKİ kalıntısı Mavişehir’in görünümüne uygun bir biçim veriliyor kıyıya. Çimler kaldırılıyor, yerine beton dökülüyor. Kapitalizm böyle, gölgesini satamadığı ağacı keser. Şehrin kıyısı yoksulların yan gelip yatma yeri olmayacak artık. Rant kapıyı çaldı mı, halka yer kalmaz.

                                                                  ***

İzmir Folkart Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, harcıâlem bir siyasetçi. Aslında ne sağcı ne solcu olan o iş bilir simalarımızdan. Onu heyecanlandıran kayda geçmiş tek olay Binali Yıldırım’ın AKP Genel Başkanı adayı olması. Olunca “Hayırlı olsun, dileğimiz gerçekleşti” diye gözyaşı dökmüşlüğü var. İşçilerden, hele direnen cinsinden hiç hazzetmiyor. Yolsuzluktan yargılandı, aklandı. Dava bitince AKP’ye teşekkürlerini ve kucak dolusu selamlarını gönderdi. Akıllı adam, yargıya selam gönderecek hali yok ya.
Yerel seçim yaklaşıyor. “Tekrar aday olacak mısınız” diye sordular önceki gün. “Genel merkezde CHP'li olmayanlar etkili” diye cevapladı soruyu, dolayısıyla belli değildi kararı. Bence boşuna telaşlanıyor. Mesut Sancak onu seçmişse kim başka bir ihtimali düşünebilir ki? Genel merkezde CHP’li olmayanlar etkili de İzmir’de değil mi? İlahi!
Bir kelam daha etti o söyleşide. “İzmir CHP’lilerin kalesi değil” dedi. Bence değil. AKP çoktan ele geçirdi şehri, beton döküp biçimlendiriyor. Yakında tamamen düşer.
Neden peki? Çünkü İzmir İzmirlilerin de kalesi değil. Sadece CHP’ye oy vererek cumhuriyet meltemini sürdüreceklerini sanıyorlardı. Yanıldıkları kabak gibi ortada. Beton cumhuriyeti öldürür. O son çimi kaptırmayacaksın öyleyse…

                                                                 ***

İzmir’de Karşıyaka’nın kıyısından, İstanbul’da Kuzey Ormanlarının ortasına sınırsız bir yağma sürüyor. Beton dökülüyor dağa taşa. Haliyle fukara halka, gariban emekçiye yer kalmıyor. Bu kadar betona rağmen işçiye başını sokacağı bir barınak, halka üzerine uzanacağı bir avuç çim çok görülüyor. Sidikli havuz medyasından kiralık kalemleriyle tahtakurusu edebiyatı yapıyorlar sırıtarak. Hâlbuki bu ülke bizim, bu dağ, bu taş, bu deniz, bu orman bizim. Biz öldük, biz öldürdük bu topraklar için, biz vurduk, biz vurulduk. Peki ya kimdir şehirlerimize dadanan bu utanmaz istilacılar? 


İzmir’deyiz, kıyıdayız. Beton duvara çarpıp düşen bir meltem yerde yatıyor. İş makinaları teyakkuzda bekliyor. Anlamsız bir grilik hâkim kıyıya. Beton var çimen yok. Körfezin en ucunda mobil telefon taklidi yapan iki gökdelenin ışıklarının şavkı düşüyor suya. 

Kapitalizm var insan yok!

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa Kıbrıs’a, Almanya Ürdün’e - İBRAHİM VARLI

Yeni pazarlar kapma, nüfuz ve güç alanları oluşturma şeklinde vuku bulan 21.yüzyıla özgü paylaşım savaşı dikkat çekici gelişmelere sahne oluyor. Bir süredir vuku bulan transatlantik hattındaki çatlağın ardından ABD’ye olan bağımlılığının azaltılması gerektiğini dillendiren Avrupa’nın emperyal güçleri Almanya ve Fransa Ortadoğu’da kendi hegemonik alanlarını oluşturmak için harekete geçti.

Ankara ile yaşanan krizin ardından İncirlik’teki askerlerini Ürdün’e çeken Almanya, Ortadoğu’da kalıcı üsler peşinde. İlk işaret hafta sonunda Ürdün’e giden Savunma Bakanı Von Der Leyen’den geldi. Leyen, Azrak kentindeki askeri üssü ve burada bulunan Alman askerini ziyaretinde ülkesinin Ortadoğu’da uzun vadeli bir üs konumlandırmasının ihtimal dahilinde olduğunu söyledi. Leyen, Almanya’nın bölgede bir stratejik üsse ihtiyacı olup olmadığı sorusuna, “Bu fikrin üstünü çizmek istemiyorum, böyle söyleyeyim” şeklinde cevap verdi.

Von der Leyen ve Şansölye Merkel, İdlib’de kimyasal silah kullanması ihtimaline karşı Almanya’nın bu duruma seyirci kalmayacağını açıklayarak, ABD’nin yanında saf tutacaklarının işaretini de vermişti. Almanya, Irak ve Suriye’de IŞİD ile mücadeleye keşif ve yakıt ikmal uçaklarıyla destek veriyor. ABD, Berlin’den daha fazlasını talep ediyor.

Irak’ta Peşmerge’ye eğitim veren, Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadeleye destek sunan, Ürdün’de asker konuşlandıran Almanya, artık ben de varım diyor. Benzer şekilde Konya’da da NATO bünyesinde asker bulunduran Almanya’nın militarist yığınağı dikkat çekici.

Doğu Akdeniz’de sular ısınıyor
Suların ısındığı Doğu Akdeniz’de ise Fransa kalıcı üs peşinde. Güney Kıbrıs ile 11 yıl önce imzalanan anlaşma, geçen Temmuz’da genişletildi. Suriye’de ‘IŞİD ile mücadele’ adı altında asker bulunduran Fransa, kapsamı genişletilen anlaşmayla Güney Kıbrıs’taki hava ve deniz üslerini daimi kullanma hakkı kazanırken, Güney’in istediği sondaj ve deniz trafiğinin güvenliğini de üstlendi.

Rum lider Anastasiadis geçen hafta Paris’e giderek Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüştü. Elysee Sarayı’ndaki görüşmede, Kıbrıs’taki askeri üslerin ortak kullanımı konuları ele alındı. Rum Politis gazetesinin, ‘Larnaka’ya Fransız donanma istasyonu’ manşetiyle verdiği habere göre Fransa ile 2007’de imzalanan işbirliği anlaşması genişletilerek yürürlüğe girdi. Haberde Fransa’nın Larnaka Limanı’nda savaş gemilerinin bulunmasını istediği belirtildi. Buna göre, Fransız deniz filosu Larnaka’da kalıcı olacak.

Dışişleri Bakanı Jean-yves Le Drian’ın geçen haftaki Güney Kıbrıs’a yaptığı ziyarette, tesisler konusunda sürecin hızlandırılmasına karar verildiği ifade edildi. Suriye, Ürdün ve Lübnan Fransa için önem arz ediyor. İsrail, Mısır ve Yunanistan ile doğalgaz adımları atan Rum yönetimi, bu gruba Fransa’yı da dahil etmek istiyor.

Ortadoğu’ya uzanan savaş gemisi: Kıbrıs
Doğu Akdeniz’in ortasındaki jeo-stratejik konumuyla her daim küresel güç odaklarının ilgi odağı olan Kıbrıs, Ortadoğu’ya uzanan bir savaş gemisi adeta. Kıbrıs’ta İngiltere’nin biri hava diğeri deniz olmak üzeri iki üssü bulunuyor. Türkiye ve Yunanistan’la birlikte Kıbrıs’ta garantör ülkelerden olan İngiltere’nin üsleri, kendi toprağı kabul ediliyor ve AB sınırları dışında yer alıyor. İngiltere Ortadoğu’daki askeri faaliyetlerinin büyük bölümünü bu üslerden gerçekleştiriyor. İngiltere Ada’da ayrıca, Ortadoğu’nun en büyük dinleme tesislerine de sahip. Rum yönetiminin, ABD’yle de benzer bir askeri işbirliği anlaşması var. İngiltere ve ABD’nin Suriye ve Ortadoğu’daki harekâtları buradan yapılıyor.

İsrail, Lübnan, Mısır, Filistin, Yunanistan, Kuzey ve Güney Kıbrıs ile Türkiye’nin dahil olduğu Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesi Suriye’deki paylaşım savaşıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgeye yapılan savaş yığınağı daha net bir şekilde anlaşılmış olur. Almanya eski dışişleri bakanı Jorschka Fischer’in Suriye savaşını Ortadoğu’daki hegemonya mücadelesinin bir sonucu olarak görmesi tam da bundan.

Alman militarizmi geri dönerken...
Almanya, ikinci dünya savaşı sonrasında yeniden militarist kimliğine bürünürken, Merkel’in Doğu Avrupa’dan Kafkaslar’a oradan da Afrika’ya yaptığı seri ziyaretlerin arka planında yeniden dünya siyasetinde aktif olma niyeti bulunuyor. Hem ekonomik hem de askeri atılımlarda bulunan Almanya ne vakit sahneye çıktıysa beraberinde bir dünya savaşı da gelmiştir. Bu nedenle Almanya ve Fransa’nın Ortadoğu hamlelerini yakından takip etmekte fayda var.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

"Demokrasi şehidi" mi dediniz! - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Ölüm/öldürülme yıldönümü dolayısıyla yeni bir "Menderes ve demokrasi şehitlerini anma" sezonu açıldı...

Adnan Menderes'i sevmek başka bir şey; kimseden izin yahut onay alacak haliniz yok sevebilirsiniz...

Siyasi aidiyet duymak başka bir şey; siyaseten kendinizi onun çizgisine/çizgilerinden herhangi birine yakın hissedebilirsiniz...

"Gelenek" olarak görüp, benimseyebilirsiniz...

"Dede yadigarı" diye saygı duyabilirsiniz...

Onun üzerinden darbelerle (onun darbeye, darbe koşullarını olgunlaştıran hatalar zincirini de dahil ederek) hesaplaşabilirsiniz...

Ama her şeyin de bir oluru var.

İktidarının sicilinde;
Bilim ve fikir adamlarına getirilen yasaklar...
Köy Enstitüleri'nin kapatılması...
Tahkikat Komisyonlarıyla hukuksuzluğun hukuk kılıfına sokulması...
 "Kara Cübbeliler" çıkışı...
Üniversitelerin kapatılması...
Tarikatlaşmanın Cumhuriyet tarihinde görülmemiş seviyeye ulaşması...
 "Kütük marifetleri"...
İnönü'nün seçim bölgesi Malatya'nın ikiye bölünmesi, Bölükbaşı'nın seçim bölgesi Kırşehir'in ilçe yapılması...
Yayın yasakları ve gazetecilerin cezaevlerine atılması...
"Muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı Vatan Cephesi kurun" çağrısıyla, toplumu kamplaştırılması...

Ve benzeri yığınla "demokrasi karşıtı" tavır bulunan bir siyasi liderden "demokrasi şehidi" olur mu?

Hiç itirazım yok;
Adnan Menderes ve arkadaşları, Yassıada'da hukuksuzluğa uğramıştır. Çok ağır hukuksuzluğa uğramışlardır.

Yassıada Mahkemesi bir "tiyatro"dur ve tekrarından ancak korunmayı dilememiz gereken bir tragedya sergilemiştir.

Menderes ve arkadaşlarının idamıyla sonuçlanan yasal görünümlü süreç Türk hukuk tarihinin en lekeli sayfalarından biridir.

Menderes, "darbe"nin "kurbanlarından biri"dir;

Ama zinhar "demokrasi" merkezli bir kahramanlık atfedilebilecek biri değildir.

Sapla samanı karıştırmadan da sahip çıkmak mümkün sanıyorum "hatıralarınıza"!

Sevdiklerimizi çarpıtmaya gerek duymadan sevebildiğimiz, savunabildiğimiz... Onlarla mesnetsiz mübalağaların desteği olmadan övünebildiğimiz...

Sevmediklerimizi çarpıtmaya gerek duymadan yerebildiğimiz...

"Ölçü"lerimizin olduğu günler geldiğinde her şey -hiç değilse- daha medeni, daha saygılı bir çizgide seyredecek...


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

İŞ'i bilene bırakın!.. - AHMET TAKAN

Şu dönüş uçakları bir alem oluyor!..


Kabin ekibi gazeteciler, öyle sorular yöneltiyorlar ki, cevap verirken dünya liderini ter basıyor olmalı.
Mesela, Telekom'un batışını, Varlık Fonu'nun başına kendisinin geçişini vekaleti de damada bırakmasını, eğitim yılı başında yaşanan rezaletleri, İstanbul 3'üncü havalimanında yaşanan olayları sormamışlar. 
Peki neyi sormuşlar?..

"CHP'nin bir TV kanalını satın aldığı iddiasını" büyük bir cesaretle  gündeme getirip dünya liderini sıkıştırmışlar!.. Hepsini yanaklarından tek tek öpüp, bu cesaretlerinden dolayı altın yaldızlı basın kartı vermek gerek.

"CHP'nin bir TV kanalını satın aldığı iddiası"nın sorulmasında önceden bir ayar olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Gerçekten bu soru, ülkenin en hayati meselelerinden biri. Bu CE-HA-PE zihniyeti maazallah bir televizyon kanalına sahip olursa neler karıştırırlar  neler... Allah göstermesin, ülkenin altını üstüne getirirler!.. O TV kanalı ile ülkedeki tüm camileri yıkıp, Kur'an kurslarını da kapatırlar. Hem neymiş öyle?.. Siyasi partinin TV kanalı olur mu?.. Bakınız iktidar partisine; bir tane gazetesi bir tane TV kanalı var mı? "Var" deyip ispat edenin alnını karışlarım. İspatlayın bana gazeteciliği bırakırım!..

CHP'nin bir TV kanalı olsa ne olur olmasa ne olur demeye getirip, dünya lideri, o iddiadan yola çıkarak topu nereye bırakmış;
"Ama daha önemli bir suçu var. Siyasi partiler banka kurabilir mi? Hayır, kuramaz. Ama şu anda CHP, Gazi Mustafa Kemal'i suistimal ederek, onun cebihümayunu'ndan dediğim, İş Bankası hisselerinin yüzde 28'inin sahibi durumunda. Oradan para almıyor ama yönetim kurulunda 4 üyesi var. Bu 4 üye ne iş yapar? Atatürk'ün bu tür bir varlığı herhangi bir siyasi partinin etkisi altına giremez. Girse girse Hazine'ye girer."

Dünya liderinin, CHP'yi eleştirisinin ardından ortalık birbirine girdi. Nur topu gibi yeni bir gündem maddemiz oldu. Banka sert bir açıklama yaptı. CHP'liler cevap yetiştirmeye çalıştı...

ATATÜRK'ün mirası konusunda tüm hassasiyetler bir kez daha ortaya döküldü!.. Ama kimsenin aklına burnumuzun dibindeki Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) gelmedi. Aynı, AKP iktidarının talan ettiği dönemde olduğu gibi!.. İçindeki tarihi mekanların yandaşlara peşkeş çekildiğinde olduğu gibi... Atatürk Orman Çiftliği arazisinin bir bölümünün bedelsiz olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne tahsis edildiği ve söz konusu arazinin, büyükşehir belediyesi tarafından tespit edilecek şartlarla 29 yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebilmesini öngören yasanın çıkarıldığında olduğu gibi... Bunlarla da bitmedi. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün, 1925'te kurduğu 1937'de ise vasiyet mektubu ile Hazine'ye emanet ettiği Atatürk Orman Çiftliği arazisinin devasa bir bölümünün, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ne tahsis edildiği hatırlanamadı. Emperyalistlere, Türk'ü yurdundan kovmak isteyen düşmanlara karşı Kurtuluş Savaşını veren ATATÜRK'ün mirasının üstünde şimdi dev bir ABD Büyükelçiliği inşaatı yükseliyor. CHP ne yapıyor? TV kanalı satın almaya çalışıyor... İş Bankası'ndaki hisse senetlerini kaptırmamak için amansız bir mücadele veriyor...

Adam haklı!..
Gazi Mustafa Kemal suistimal ediliyor...

AOÇ tarumar edilirken ses etme... SEKA, Tekel, Eti Maden, Sümerbank, Şeker Fabrikaları satılırken yeri göğü inletme...
Ne işi var CHP'in İş Bankası'nın hisse senetleri ile?..
İş Bankası da Varlık Fonu'na devredilse dünyanın sonu mu gelir?..
THY, Ziraat Bankası  devredildi de kıyamet mi koptu?.. Hem mutlaka bir bildiği vardır dünya liderinin. THY, İş Bankası, Halkbank, Katarlılara satılsa kötü mü olur?.. Memlekete 3-5 kuruş para girse!..

Bir de şu Katar Emiri'nin hediye iddia ettiği iddia edilen lüks uçak... Ankara'nın derin kulislerinde konuşulanlara göre, uçak hibe değil. Karşılığı ödenecek ama tiko para ile de değil. Ya THY gibi bir kuruluşun hisse senetlerinin devri ya da Halkbank veya önemli bir savunma sanayi kuruluşunun Katar'a verilmesi formülleri üzerinde konuşuluyor. CHP de uyanıklık yapsın. Hazır yol açılmışken, fırsattan istifade o çok arzuladığı TV kanalını gitsin Katar'dan alsın!..

Miras dediğin nedir?..

Ana, babaların Hakk'ın rahmetine kavuştuktan sonra yemeleri için çocuklarına bıraktığı mal varlıklarıdır.

Bence, formül bulunmuştur. Yakında bir Cumhurbaşkanı Kararı'nın Resmi Gazete'de yayımlanması ile haberdar oluruz. CHP'nin siyaseti bırakıp medya alanında uğraş vermesi ülke adına daha yararlı olur!.. Böylece, zırt vırt olağanüstü kongre toplama külfetinden de kurtulmuş olurlar.. İşsiz kalan gazetecilere de yeni bir ekmek kapısı açılır!..

İtiraf edeyim; Adamlar çok usta.. Hem iktidarlar hem muhalefet. Sorunu ortaya çıkarıyorlar. Sonra da işi kitabına uyduruyorlar.

Goebbels mezarında dönüp duruyordur!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

O uçağın 'kanadı kırık' - MURAT İDE

Türkiye Cumhuriyeti'nin en üst temsil makamına, Cumhurbaşkanlığı'na, Katar Emiri'nin 400 milyon dolarlık hediyesi (!) uçağı konuşuyoruz..

Konuşmak durumunda kalmak bile ayıp ama gerçeğimiz bu..

Bu pahada bir hediyeyi hiçbir yönetici kabul etmez.. Kaldı ki, 'Satın alma mı hediye mi?'
Çünkü, aklı başındaki her ülkede, '2.5 milyar liralık bir hediye neyin diyeti?' diye sorarlar..
Mevzu, 'Canım adamın gönlünden kopmuş' diye hafife alınabilecek bir mevzu değil..
Bakın size 10 yıl önceki olayı bir kez daha hatırlatayım..
Bir yıl önceki yazımda da aynen şöyle anlatmıştım olayı;

                                                                          ***
POLEMİK
Katar Emiri'nin hediyesini niye iade ettik..
 "2008 yılında Sky Türk Televizyonu'nun Ankara Temsilcisi olarak Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL'ün Katar ziyaretine katıldım..

Tüm gün süren temas ve toplantıları izledikten sonra yorgun argın geldiğimiz otelde odama çıktım.. Yatak üzerindeki bir paket dikkatimi çekti.. Açtım, içinden bir saat kutusu çıktı..
'Katar Emiri El Thani'nin armağanı' notu iliştirilmiş saati görünce şaşırdım.. Pahalı bir saat olduğu belliydi..


Lobiye indim, sohbet eden meslektaşlarımın yanına gidip durumdan haberdar ettim.. Saatlere ilgisini bildiğim Murat ÇELİK önce inanmadı.. Sonra oradaki gazetecilerden Bilal ÇETİN, Serpil YILMAZ, Murat ÇELİK ve Erdal SAĞLAM da odalarına çıktılar.. Birkaç dakika sonra döndüklerinde hepsi de odalarında birer saat olduğunu söylediler..

Ben saati almayacağımı, iade edeceğimi söyledim.. Orada bulunan gazeteciler de iade etmenin doğru olacağını belirttiler..

Ertesi gün gazeteciler için ayrılan araca bindiğimizde konu gündeme geldi..

Bazı gazeteciler "İade edersek Emir'e ayıp olur" dediler.. Bir gazetecinin "Diplomatik heyete dahil olduğumuz için böyle bir davranış tüm heyeti bağlar" sözü üzerine tartışma başladı..

Ben "O halde Türkiye'de Mehmetçik Vakfı'na bağışlayalım.. Vakfın Gazi sporcuları var, onlara ödül olarak verir" önerisini getirdim..

                                                                            ***
OKAN

Bu öneri üzerine o zaman ki adıyla VAKİT bugünkü adıyla AKİT Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi Serdar ARSEVEN "Niye Mehmetçik Vakfı, 'Kimse Yok mu Derneği'ne verelim" dedi.. (Mehmetçik yerine F-Tipi'ne.. Bugün bi görseniz F-Tipi düşmanlığını. :)
Bazı gazeteciler ise hediyeyi iade etmeyeceklerini söyledi..

Mehmetçik Vakfı Genel Müdürü E. Tümgeneral Melih TUNCA'yı arayıp, bu hediyeleri kendilerine iletmek istediğimizi söyledim.. Melih Paşa, "Düşündüğünüz için teşekkür ederim ama o kadar çok sporcumuz var ki, bazılarına verip diğerlerine vermezsek incitiriz.." dedi..
Bunun üzerine iade edeceğimi söyledim..


Nitekim dönüşte havalimanında Türk Büyükelçiliği'nden bir görevliye, Katar Dışişleri'ne teslim edilmek üzere saatleri teslim ettik.. Nezaketsizlik olmasın diye iliştirdiğimiz notu da bizzat ben yazdım;
"EKSELANSLARINA BU GÜZEL HEDİYE İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ.. ANCAK, MESLEK AHLAKI VE KURALLARIMIZ GEREĞİ BÖYLE BİR HEDİYEYİ ALMAMIZ DOĞRU DEĞİLDİR.. NEZAKETİNİZE TEŞEKKÜR EDER, ANLAYIŞINIZI İSTİRHAM EDERİZ.."

Orada teslim eden gazeteciler; (Olayın seyrine göre gazetelerde bu sıralamayla yer aldığı için.)
- SKY Türk Ankara Temsilcisi Murat İde
- Bugün gazetesinden Murat Çelik
- Vatan'dan Bilal Çetin
- CNNTürk'ten Yavuz Oğhan
- NTV'den Murat Akgün
- Hürriyet gazetesinden Erdal Sağlam
- Milliyet Gazetesi köşe yazarı Serpil Yılmaz
- Sabah Gazetesi köşe yazarı Okan Müderrisoğlu

Türkiye'ye dönüşte tartışma devam edince birkaç meslektaşım daha bilmediğim bir yöntemle saatleri iade etti..

Ancak, bugün ekranlarda yandaş yandaş boy gösterip, herkese ahlak dersi vermeye kalkan bazı iktidar kalemşorları 5-6 bin dolarlık saatleri keyifle kabullendiler..

"Söz hakkımı koruyorum"
Türkiye'ye dönüşte televizyonlarda ve gazetelerde bu konu tartışılmaya devam etti.. Görüşüm sorulduğunda şu yanıtı vermiştim;
"Ben o saati alamazdım.. Alsaydım, bundan sonra Katar Emiri'nin ülkemde atacağı her adımı, o hediyenin gölgesi altında değerlendirmek zorunda kalırdım.. İade ederek, Katar Emiri ülkem için iyi bir şey yaptığında ALKIŞLAMA, kötü bir şey yaptığında da SÖZ SÖYLEME hakkımı korudum.. Hepsi bu.."
                                                                           **
İşin Türkçesi şu;
Ben olan bitenlere MASKELİ BALO dediğimde, sayın Savcılarımız hemen soruşturma açtı ama bunların ki vallahi de billahi de tallahi de MASKELİ BALO..
Ben o saati almadığım için bugün özgürce yazıp konuşabiliyorum.. Ama bakıyorum alanlar, neredeyse Katar vatandaşlığına geçecek.. Keşkeeee..
Onlar, o saatle başlayan fikri mahkumiyetin diyetini ödüyor bugün..
Ülkeyi yönetenler de henüz bilmediğimiz alış-verişlerin diyetini ödüyor bugünlerde..
Demem o ki, balo her alanda devam ediyor.. Bu kadar basit..

                                                                             **

İşte yeni Katar Emiri'nden, Erdoğan'a hediye edilen uçakla ilgili tartışmayı bu olay üzerinden yorumluyor vicdanım..

Türkiye, birkaç bin dolarlık saati "ahlaki" sorun haline getirebilen gazetecilerin ülkesiydi..
Bugün 400 milyon dolarlık (2.5 milyar lira) bir uçak hediye edilmesi, o gün o saati alan kafalar tarafından "Ne var ki bunda" diye yorumlanıyor..

Ve dikkat buyrun, bütün bunlar, sözüm ona 'Hira Dağı kadar Müslüman' edasındakilerin marifeti..

Atatürk, uçak hediye eden liderdi..
Konuyu yıllardır kavga ettikleri Cumhuriyetin bir gerçeğiyle kapatayım..
Yıl 1932.. Mustafa Kemal Atatürk, İran Şahı'na bir uçak hediye ediyor..
İran dediğiniz bugünkü 'Mollaların İran'ı' değil, Şah'ın kardeş ülkesi..

                                                                                      ***
UÇAK
Beğenmediğiniz o Cumhuriyet 9 yaşındayken uçak hediye ediyordu..
Siz 95 yıl sonra hediye uçak alıyorsunuz..
Nerdeeeeen nereye değil mi?

"E o uçakla bu uçak bir mi?"
Bir değil tabii ki, onur kurtaran uçak, size hediye edilen ve onurumuzu yerle bir eden uçağın yanında tel maşa..

Ama zaten Gazi sizin gibi düşkün değildi lükse, şatafata..

Temsil ettiği makam adına, sofranın da, mekanın da, giyimin de hakkını veren ama şatafata uzak bir liderdi.. Görgülüydü yani..


                                                                          ***

Bazı büyüklerim bana söylenecek ama Atatürk'ün hediye ettiği uçağın yapıldığı Kayseri'deki uçak fabrikamız kimin döneminde kapandı biliyor musunuz; Bu abilerin yere göğe sığdıramadığı Adnan Menderes döneminde..

Amerika'nın meşhur Marshall yardımları dolayısıyla kapatılan birçok tesisimiz oldu o dönemde..
O gün Amerikan hediyesiyle sanayi kuruluşlarımızı tasfiye eden zihniyet, bugün Katar'dan hediye uçağa balıklama atlıyor..

Cumhuriyetimizi getirdikleri hal bu işte..

Murat İde / YENİÇAĞ

Bu rejimde bilimsel laik eğitim hayal - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Ders zili bir kez daha çalıyor ama ne öğrencilerin ne velilerin ne de öğretmenlerin içi ferah. Halbuki kabine açıklandığında iklim başkaydı, herkes Milli Eğitim Bakanı 'sürprizini' konuşuyordu. Zira yeni Milli Eğitim Bakanı Selçuk, AKP kadrolarında görmeye alışık olduğumuz profilden epey farklıydı. Sosyal medyada eğitimin bilimsel niteliğinin arttırılması için mesajlar vermekle kalmamış, Atatürk'ün eğitim politikalarını da övmüştü. Bu duruma bakıp 'tamam rejim değişti ama Milli Eğitim Bakanı şahane' yorumları yapıldı. Birçoklarına göre Selçuk'un tercih edilmesi eğitimde umutlanmak için yeterliydi.


O günlerde bakanların isimlere değil sisteme, tercihlerin arkasındaki zihniyete odaklanmanın gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyorduk. Bakanlar doğrudan yatırımcılar arasından seçilmişti, hepsi hanedan-şirketine dönüştürülmek istenen devletin çarklarındaki yeni dişlilerdi. Eskinin teknokratlarının yerini 'piyasa kurallarını bilen' ceo-bakanlar almıştı.

Ancak sistemin mimarisi bakanlara karar alıcı bir rol biçmiyor, onları tek adam rejiminin ideolojik çerçevesinin uygulayıcılarına indirgiyordu. Esas politika Saray ve onun koridorlarını mesken tutmuş zevat tarafından belirlenmekteydi.

Milli Eğitim Bakanının da bir ayrıcalığı yoktu, tıpkı diğerleri gibi rötuşlarla ilgilenecek kendi camiasına sıcak mesajlar verecekti.

Milli Eğitim'deki cila erken döküldü. Zira MEB, Kurum Açma, Kapatma ve Ad Verme Yönetmeliği'nde tam da yeni dönem başlamadan değişiklik yaptı. Değişiklikler içinde en dikkat çekicisi çok programlı Anadolu liseleri, mesleki ve teknik eğitim merkezlerinde karma eğitim şartının kaldırılmasıydı. Bu durumu BirGün ve Cumhuriyet'in haberleştirmesi üzerine MEB karma eğitimin esas olduğu ama "eğitimin türüne, imkan ve zorluklarına göre okulların yalnızca erkek ve yalnızca kız" olarak ayrılabileceği maddesini öne sürdü. Cumhurbaşkanı sözcüsü de karma eğitimin devam ettiğini ancak seçenekleri çoğaltarak "demokratik bir görevin" yerine getirildiğini iddia etti.

Bu iki açıklama aslında nicedir karma eğitimi sınırlandırma çabasındaki iktidarın ajandası ile çelişmiyor aksine onu alttan alta destekliyor. Pakistan'dan Filipinler ve Nijerya'ya eğitimin dinselleştirildiği tüm coğrafyalarda süreç benzer şekilde gelişti. Önce 'opsiyonları çoğaltmak' adı altında kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı eğitim gördüğü okullar teşvik edildi, daha sonra karma okullara çocuklarını gönderen aileler üzerinde sosyal baskı kuruldu; neticede bu okullardaki kız öğrenci sayısı azaldı. 

Türkiye'de karma eğitimi bir çeşit istisna, eğitim sisteminde bir tür çeşni haline getirme hedefi başta Eğitim-Bir-Sen olmak üzere yandaş sendikalar tarafından dışa vuruldu. Karma eğitimin norm olmaktan çıkarılması için büyük bir kampanya yürütüldü ve işe imam hatip okullarından başlandı. 'Nitelikli' kategorisindeki imam hatip liselerinin 3'te 2'sinde karma eğitim yok. Halihazırda MEB ile protokol imzalamış İslamcı vakıfların da bu konuda çalıştığı ve kamuoyu yaratmaya çalıştığı sır değil. Öte yandan karma okullarda sınıfların fiilen kız erkek diye ayrıldığı, okulun içine sokulan ibadethanelerin cinsiyet ayrılığını teşvik ettiği aşikâr.

Hal böyleyken kimse karma eğitim meselesinin abartıldığını iddia etmesin. Eğitim alanında bu zamana dek 'bu kadarına da cesaret edemezler, toplumsal tepkiden çekinirler' denen ne varsa gerçekleşti. Merdiven altı sıbyan mektepleri yarı-resmi hale büründü, seçmeli din derslerini çoğaltmak bahanesiyle müfredat dinselleştirildi, doğrudan Saray'a bağlı vakıflar TMSF'den devredilen mülklerle zenginleştirildi ve okullara girdi, yurtlarda huzur 'manevi ablalara' teslim edildi, solcu-cumhuriyetçi nitelikli öğretmenler küstürüldü, idareciler yandaş sendikalara mensup olanlar arasından seçildi...

Laik eğitim sisteminin temellerini sarsmak için hayata geçirilen 4+4+4 nasıl pedagojik kaygılardan kaynaklanmadıysa karma eğitimi norm olmaktan çıkarma arayışları da pedagojik nedenlerle yapılmıyor. Karma eğitim kalksın diyenlerin kız öğrenciler daha başarılı olsun, eğitim süreleri uzasın gibi bir derdi yok. İslamlaştırma nihai hedef. Bu nedenle seküler yaşamın kendini yeniden üretme imkanını ortadan kaldırmaya dönük bu hamlelere karşı amalı fakatlı cümleler kurulamaz. 

Diyanete devasa ödenek 'yetmez' ek bütçe tahsis edilirken MEB bütçesinden kesinti yapan, müftülüklere para akıtırken yurtdışına öğrenci göndermekten vazgeçmeyi tasarruf tedbiri olarak sunan bir iktidarın eğitimin gelişmesine zerre kadar faydası olamaz. Bu gerçekten hareketle veliler, öğretmenler ve öğrenciler arasında bilimsel laik eğitim talebini yükseltecek yeni kanallar inşa etmek zorundayız. Anlık tepkilerle yetinmeyen, kişisel kurtuluşu değil kolektif çıkış yollarını tercih edenlerin sayısını arttırmak ancak örgütlü ve planlı bir mücadeleyle mümkün.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Televizyonlarda PKK devleti karartması var! - Arslan BULUT

Cenevre'de "Suriye için yeni bir anayasa" toplantıları yapıldı! Suriye'ye yeni anayasa yapmak isteyen ülkeler Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ile görüşmeler yaptı.
Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'in haberine göre "Mistura, ilk iki gün Astana sürecinin garantörü Türkiye, Rusya ve İran'ın temsilcileriyle bir araya geldi. Hemen ertesinde ise Mistura'nın masasında, ABD'nin başını çektiği Fransa, Almanya, İngiltere, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'dan oluşan 'Küçük Grup' temsilcileri vardı. Toplantıda ABD'yi Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi James Jeffrey ile yardımcısı Joel Rayburn temsil etti."

Cansu Çamlıbel haberde şu bilgileri verdi:
"Görüşmelerde ABD kapsamlı bir çerçeve öneri sundu. Hürriyet'in bir kopyasına ulaştığı belgede ABD, kurulacak anayasa komisyonunda 'kuzeydoğu Suriye'den de temsilciler bulunmasını istiyor. 'Kuzeydoğu Suriye', terör örgütü PKK'nın uzantısı YPG'nin ana unsur olduğu SDG'nin kontrolünde bulunuyor. Yeni anayasada cumhurbaşkanının yetkilerinin bölgesel hükümet kurumlarının bağımsızlığını garanti edecek şekilde düzenlenmesi gerektiği belirtiliyor."

                                                                           ***

ABD'nin Suriye için hazırladığı Anayasa önerisinin Türkiye'den sadece Hürriyet'e verilmesi ilginç değil mi?
Ben günlerdir Cenevre görüşmeleriyle ilgili haberleri takip ediyordum. Anadolu Ajansı, 11 Eylül tarihinde "Suriye için Anayasa Komitesi toplantıları sona erdi. İsviçre'deki BM Cenevre Ofisi'nde 4 saatten fazla süren toplantıların ardından Mistura ve katılımcı ülkelerden herhangi bir açıklama yapılmadı. Mistura'nın 18 Eylül'de BM Güvenlik Konseyi'ne hitap ederek, Cenevre görüşmeleri hakkında bilgilendirmede bulunacağı öğrenildi." diye bir haber geçmişti.
O haberde de "BM Özel Temsilcisi Mistura, cuma günü 'küçük grup' olarak adlandırdığı Mısır, Fransa, Almanya, Ürdün, Suudi Arabistan, İngiltere ve ABD temsilcileriyle görüşmeler yapacak." deniliyordu.

Mistura o görüşmeleri yaptı ve ABD tarafı, Türkiye'deki tepkiyi ölçmek için yaptığı öneriyi Hürriyet'e sızdırdı. Öyle anlaşılıyor!

Anadolu Ajansı, 12 Eylül tarihli haberinde de "BM gözetiminde Cenevre'de 10-11 Eylül'de bir araya gelen Türkiye, Rusya ve İran heyetleri, Suriye anayasasını yazacak komitenin oluşturulması için ortak Çalışma Grubu kurdu." diyordu.
Türk Dışişleri Bakanlığı ise "Süreç, Astana garantörleri arasında teknik düzeyde görüşmelerle devam ettirilecektir." diye açıklama yaptı ama 15 Eylül'de sızdırılan Amerikan önerileri hakkında hiçbir görüş bildirmedi!

Hürriyet'teki haber, aynı havuzdan yararlanan CNNTÜRK'te ve kaynak belirtilerek Akşam'da, Yeniçağ'da ve Aydınlık'ta da yayınlandı.

                                                                           ***

ABD, "Suriye'nin kuzeydoğusu" diyerek, kendi kurduğu PKK devletine bağımsızlık istiyor, bunun için de PKK'yı Cenevre'de masaya oturtmak amacıyla zemin yokluyor ama Türkiye'de televizyonlar "İdlib" diyor, "terör operasyonları" diyor!

Kısacası, medya bilinçli olarak ABD'nin PKK devletine bağımsızlık vermek girişimini görmüyor, işitmiyor! PKK devleti gözden kaçırılıyor, haberler karartılıyor!
ABD önerileriyle ilgili Nejat Eslen'in odatv'de yazdığı bir makale var.

Eslen, özetle şöyle diyor:
"Fırat'ın doğusunda Suriye'de 70 bin PKK'lı varken, 'PKK'nın belini kırdık' diyebiliyoruz.
Amerikan önerileri, Suriye'nin parçalanmasının kabulü anlamına gelmektedir.
Türkiye'nin anayasa hazırlık çalışmalarına, Amerika'nın talebi ile herhangi başka bir kimlik ile PKK-PYD temsilcilerinin katılmasını kabul etmesi, Suriye'de Fırat'ın doğusunda PKK-PYD yapısını meşru bir güç olarak kabul etmesi anlamına gelecektir.

Televizyonlarda sadece İdlib'i tartıştırarak bu süreci karartmak mümkün değildir.

Bu süreçte amaç su ve enerji zengini Fırat-Dicle havzalarını ele geçirmektir ve asıl hedef Türkiye'dir."


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Üçüncü Havalimanı’nın adı “Atatürk” mü olsun? - Fatih Yaşlı

Kütahya’ya bir havalimanı yapıp adını da “Zafer” koymuşlar. IC İçtaş adlı şirkete “yap-işlet-devret modeli”yle 29 yıl 11 aylığına verdikleri havalimanı 50 milyon avro harcamayla inşa edilmiş ve 25 Kasım 2012’de, yani 6 sene önce de hizmete girmiş. 2016 yılı itibariyle havalimanının iç hatlarından 124 bin 867 kişi uçmuş, Hazine’nin firmaya verdiği yolcu garantisi ise 2 milyon 395 bin 916 imiş. Dört yılda dış hatları 45 bin 677 yolcu kullanmış, firmaya verilen garanti yolcu sayısı ise 1 milyon 677 bin 142 kişi imiş. Yani gerçekleşen yolcu sayısı ile garanti edilen yolcu sayısı arasında  % 95,8’lik bir “sapma” gerçekleşmiş.

Peki bu “sapma”nın Hazine’ye bedeli ne kadar olmuş acaba? İşletici firmayla anlaşma yolcu geçiş garantili olduğundan, yani havaalanını bir kişi bile kullanmasa dahi, belirlenen yolcu sayısı üzerinden ödeme yapılacağından, üstelik anlaşma da avro üzerinden yapıldığından, firmaya aradaki fark olarak şimdiye kadar 20 milyon 855 bin 948 avro ödenmiş. 29 yıl 11 ayın sonunda ise ödenecek miktarın 205 milyon 281 bin 118 avro olacağı tahmin edilmiş.

Yani işletici firma, 50 milyon avro harcayarak yaptığı havalimanından, işletme gelirlerinin dışında, şimdiye kadar 20 milyon avro civarı bir parayı otomatik olarak Hazine’den tahsil edip cebe indirmiş, 29 yılın sonunda ise kasasına girecek 205 milyon avroyu garantilemiş. Yani Hazine soyulmuş, yani “Devletin kasasından tek kuruş çıkmıyor” denilerek uygulanan yap-işlet-devret modeliyle bir soygun daha gerçekleşmiş.

                                                           •••

Aynı modelle başka bir havalimanı daha, üstelik de bir “prestij projesi” olarak İstanbul’a yapılıyor biliyorsunuz. Hani şu “Almanların çok kıskandıkları” ve sırf bu yüzden, yapımı tamamlamasın diye “Gezi’yi başlattıkları” havalimanından söz ediyorum! Şehrin ortasında gayet kullanışlı bir havalimanı varken ve genişletilmeye de müsaitken, yepyeni bir rant alanı yaratmak için İstanbul’un kuzeyine yapılan, şehir yağmasının, doğa talanının, yap-işlet-devret modeli üzerinden rant aktarımının, beton ekonomisinin, işçi ölümlerinin sembolü yeni havalimanından. 

İşte o havalimanında çalışan binlerce işçi, “Köle değiliz” diyerek iki gün önce bir direniş başlattı. Öyle çok da şey istemiyorlardı aslında; kölelik şartlarında değil, asgari insanca çalışma koşullarında çalışmaktı tüm istedikleri. “Servis sorunu çözülsün, yatakhaneler ve banyo düzenli temizlensin, tahtakurusu sorunu çözülsün, yataklar değişsin, maaşların tamamı hesaba yatırılsın, elden verilmesin, işçilere tedavileri için gereken malzemeler revir tarafından sağlansın, 6 aydır maaş alamayan arkadaşların maaşları ödensin, iş kıyafetleri verilsin, iş cinayetleri çözülsün…” Talepleri bunlardı.

İşletici firma şantiyeye polisi, jandarmayı çağırdı. Geldiler. İşçileri biber gazıyla dağıtmaya çalıştılar, olmadı. Gecenin bir yarısı kaldıkları yerleri bastılar, kapıları kırdılar, 400’e yakın işçiyi, özellikle “elebaşı” dediklerini gözaltına aldılar, firmanın servis araçlarına doldurup götürdüler. Patronlara “OHAL’i grevleri engellemek için kullanıyoruz” diyenlerin işçilere karşı nasıl bir süreklileşmiş olağanüstü hâl uyguladıkları, ekmeğinin, hakkının peşine düşenlere göz açtırmamak için ellerinden geleni artlarına koymayacakları bir kez daha görüldü. Ancak görünen bir şey daha vardı. Tam da iktidarı sembolize eden bir projenin ve beton ekonomisinin ortasından bir direniş nüvelenmiş, uyuyan dev, yani Türkiye işçi sınıfı şöyle bir silkinmiş, o ufacık silkinme dahi düzenin sahiplerinde muazzam bir korku yaratmıştı.
                                                           •••

Üçüncü Havalimanı’nın, semboller siyasetine uygun bir şekilde 29 Ekim’de açılması planlanıyor. Bu esnada bir de isim tartışması yapılıyor ve kimi muhalif çevrelerden “Havalimanına Atatürk adı verilsin” çağrıları yapılıyor. Daha önceki kimi yazılarımda “Apolitik Atatürkçülük” olarak adlandırdığım bir yaklaşımın beslediği bu talep, o havalimanının yeni rejimin sembolü olduğunun ve Atatürk adının yeni rejimle beraber anılmaması gerektiğinin farkında dahi değil. O havalimanıyla rant düzeni, kayırmaya dayalı beton ekonomisi, doğa katliamı ve işçi ölümleri arasındaki bağlantıyı ise ya görmüyor ya da görmezden geliyor.

Katar Emiri’nden 400 milyon dolarlık hediye uçak alanlar, saray sofralarında ejderli bilmem ne içenler, bırakın havalimanına ne istiyorlarsa o adı versinler, kendilerinin prestij, bizim ise yıkım projesi dediğimiz bu proje, kendilerinden saydıkları birilerinin adını taşısın. Çökerttikleri Cumhuriyet’in yıldönümünde açmayı planladıkları bu havalimanının adı Atatürk olmasın. Biz ise isimlerle uğraşmak yerine, büyüyen ekonomik krizle birlikte soygun düzenine karşı homurdanmaya başlayan emekçilerin, işçilerin sesini duyalım. On altı yıllık iktidarın üzerine kurulduğu temel tam da sallanmaya ve sütunlar çatırdamaya başlamışken, emekçilerin, çalışanların, yoksulların, halkın sesini siyasete taşımaya, seslerimizi bir araya getirmeye çalışalım. İşimiz bu olsun, buna kafa yoralım.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Deniz kıyısındaki kütüphane - MELTEM GÜRLE

Eğer belli bir yaşın üstündeki bir Dublinliyle konuşuyorsanız, bu kütüphanenin adı geçtiği anda size Mrs. McCarthy’yi anlatmaya başlıyor. Bütün ömrünü Marsh’s Library’de geçirmiş olan bu kütüphaneci kadın, her konudaki akıl almaz bilgisi ve bütün kütüphaneyi avcunun içi gibi bilmesiyle meşhur.

Geçenlerde The Irish Times’da İrlandalıların kütüphanelerini çok sevdiğine dair bir yazı okudum. Bu habere göre, her sabah Dublin’in meşhur Merkez Kütüphanesi’nin açılmasına on dakika kala kapıda insanlar sıraya girip beklemeye başlıyormuş. Sıra bazen o kadar uzun oluyormuş ki, şehre dışarıdan gelenler burada bir şey satıldığını zannedip soruyorlarmış.

Dünyanın başka yerlerinde kütüphaneler tehdit altındayken, İngiltere’de bile mahalle kütüphaneleri birer birer kapanırken, İrlanda’da bu geleneğin kuvvetlenerek devam etmesinin altındaki nedenleri araştırmak gerekir belki de. Benim okuduğum yazı da biraz bu amaçla yazılmış zaten. Merkez Kütüphanesi’nin müdavimlerine oraya neden geldiklerini ve zamanlarını nasıl geçirdiklerini sormuşlar. 

Kimileri gündelik alışkanlığının bir parçası olarak burada vakit geçirmekten hoşlandığını söylemiş. Kütüphaneye düzenli olarak uğrayanlar arasında, kısa bir süre önce yakınlarını kaybetmiş yaşlılar var mesela. Onlardan biri, günlük gazetesini evde tekbaşına okumak yerine kütüphaneye gelmeyi tercih ettiğini anlatmış. “Hem burada gazete okurken, bazen gözüme bir kitap çarpıyor, o zaman onu da alıp eve gidiyorum,” demiş. Uzakça bir yerden geldiği için, o kadar uzun bir tren yolculuğuna değip değmediği sorulunca, “Mesele sadece evden çıkmak. Yaşlılar için seyahat kartım var, onu kullanıp geliyorum,” diye cevap vermiş. Gençten biri ise, kütüphaneyi beste yapmak için kullandığını, müzik odasında başkalarını rahatsız etmeden kulaklıkla piyano çalabildiğini ve bunun onu çok mutlu ettiğini anlatmış. 

Kütüphanelerin gitgide daha popüler hale gelmesinin sebeplerinden biri de, İrlanda hükümetinin halktan gelen talebi karşılıksız bırakmamak için çaba göstermesi olabilir. Merkez Kütüphanesi başta olmak üzere kütüphanelerin açık kaldığı saatleri artırma, kitap cezalarını azaltma ve bütçeden bu ihtiyaç için daha çok para ayırma gibi kararlar alınması şu aralar gündemde. Hükümet daha geçen ay, ülkedeki yüzlerce halk kütüphanesinde kullanılmak üzere iPad’ler, bilgisayarlar, akıllı tahtalar ve diğer teknolojik araçlar almak için 8 milyon Euro harcayacağını duyurdu. Kitaplar için harcanacak miktarı saymıyorum bile. 

Ben Merkez Kütüphanesi’nin müdavimlerinden değilim. Zamanımın çoğunu öğrenciler gibi üniversite kütüphanesinde geçiriyorum. Ama şehre kişiliğini kazandıran bu binaların bir kısmını dolaştım. Dünyanın en güzel on kütüphanesinden biri sayılan ve VI. yüzyıldan kalma elyazmalarına evsahipliği yapan Trinity’nin efsanevi kütüphanesi Long Room’u, St Patrick Katedrali’nin hemen yakınlarında yer alan Marsh’s Library’yi, Dublin Şehir Kütüphanesi’ni ve daha başkalarını. 

Ne zaman bu kütüphanelerden birinin adını geçirecek olsam, Dublinliler muhakkak bir anılarını ya da işittikleri eğlenceli bir hikayeyi anlatıyorlar. Mesela Marsh’s Library. 1701 senesinde kurulmuş bu köklü kütüphane hakkında söylenecek çok şey var: Her şeyden önce, Newton, Kepler, Galileo ve Descartes gibi bilim insanlarının ve düşünürlerin eserlerinin ilk baskıları burada. 25,000 kitaptan oluşan müthiş bir koleksiyonu ve aralarında James Joyce’un da bulunduğu bir üye listesi var. Ama insanlar size bunlardan bahsetmiyorlar. Eğer belli bir yaşın üstündeki bir Dublinliyle konuşuyorsanız, bu kütüphanenin adı geçtiği anda size Mrs. McCarthy’yi anlatmaya başlıyor. Bütün ömrünü Marsh’s Library’de geçirmiş olan bu kütüphaneci kadın, her konudaki akıl almaz bilgisi ve bütün kütüphaneyi avcunun içi gibi bilmesiyle meşhur. Bir de tabii çok otoriter biri olmasıyla. Herkes onun önünde korkudan en az bir kere titremiş ve saygıyla ceketini iliklemiş. Onun için bu tecrübeyi asla unutmuyorlar. Muriel McCarthy çoktan emekli olmuş ama kütüphanenin yaşayan bir parçası olarak Dublinlilerin hayatında hâlâ önemli bir yer kaplıyor. 

Bütün bu namlı kütüphanelerin arasında, diğerleri kadar güzel bir bina olmamasına rağmen konumu ve toplumsal hayatta oynadığı rol nedeniyle muhakkak anılması gereken bir yer daha var: Dún Laoghaire Halk Kütüphanesi. Dublin’in denize doğru bakan banliyö semtlerinden birinde kurulmuş bu büyük ve biraz da hantalca bina henüz inşaat halindeyken, semt sakinleri tarafından tepkiyle karşılanmış. Daha küçük ve “düşük profilli” bir kütüphaneyi tercih edenler ile, denizin dibindeki bu görkemli yapının çok isabetli olacağını düşünenler arasındaki tartışma bina tamamlanana kadar sürmüş. Ancak kütüphane tamamlandıktan sonra, galiba herkes buranın harika bir mekan olduğu konusunda tamamen ikna olmuş. Neredeyse denizin üzerinde yer alan konumuyla, seyir halindeki bir teknedeymişsiniz hissi veren bu bina, şimdilerde her yaştan okurlarla dolup taşıyor ve bölgedeki kültürel hayatın merkezi olarak faaliyet gösteriyor.

Benim şehir merkezinin oldukça dışında kalan bu kütüphaneyle tanışmam ise bir şiir sayesinde oldu. Dún Laoghaire’de yaşayan ve çocuk kitapları yazan Lucinda Jacob’un “Hopscotch in the Sky” (Gökyüzünde Seksek) adlı kitabını karıştırırken, “Deniz Kıyısındaki Kütüphanede” adlı şiir dikkatimi çekti. Bu şiirde yorgun bacaklarını dinlendirmek için, sahildeki kütüphaneye sığınan denizkızlarından söz ediliyordu. Havanın ve ışığın peşinden gelmişlerdi. Biraz da meraktan tabii. Bazıları ıslak ıslak bir köşede oturuyor. Daha cesur olanlar yeni ayakları üzerinde dengesizce yürüyordu. Üzerlerinden sular akarak, fısıl fısıl konuşarak raflar arasında dolaşıyorlar ve insan olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. 

Bazen de bankonun önüne sıralanıyorlar iri gözlerini kocaman açıp
tıpkı balıkçıların önüne dizilen foklar gibi.

Önce şiire, ardından da kütüphaneye vuruldum. Daha sonra bir tesadüf eseri Lucinda ile tanıştığımızda, bu şiiri neden yazdığını sordum ona. Kütüphane inşa edilirken, pazarda iki kadının konuşmasına şahit olduğunu anlattı. Binanın denize bu kadar yakın olmasından rahatsız olduğu belli olan biri diğerine demiş ki: “Neden burayı seçtiler anlamadım. Denizkızları mı gelip kitap okuyacak sanki?” 

“Geldiler mi bari?” diye sordum hikayeyi dinledikten sonra. Bunun üzerine Lucinda uzun uzun güldü. Gülünce gamzeleri ortaya çıktı ve bir çocuğa benzedi. “Bütün Dún Laoghaire orada,” dedi sonunda, “Denizkızları da gelmiştir herhalde. Kitapların arasında bir yerde sessizce dolaşıyorlardır.”

MELTEM GÜRLE / BİRGÜN

Raşit Taha: Kuzey Afrika’nın Fransa’ya büyük armağanı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Taha’nın bir özelliği ırkçılık ile batı saldırganlığını, dini fanatizmi ve Ortadoğu diktatörlüklerini aynı görmesidir. “Bush ile Bin Ladin bana iki Bedevinin çekişmesini anımsatıyor” derdi.


Kimse sesinin mükemmel olduğunu söyleyemez, ilk dinleyenlerde kaba izlenimi bile uyandırabilir. Ama bu sokak şarkıcısını başta entelektüeller olmak üzere herkes çok sevdi. Ünlü şarkısı Hassbouhoum’da yalancılardan, hırsızlardan, başkalarını küçük düşüren insanlardan, katillerden, zalimlerden, hainlerden, cahillerden, vaizlerden, kâhinlerden söz eder. Bunlardan yakınan herkesin sesi oldu Raşit (Rachid) Taha.

Cezayir’in batısındaki Oran kentine bağlı zeytinleriyle ünlü Sig kasabasında sadece on yaşına kadar yaşamıştır Taha, çünkü ülkenin 1968’de içinde bulunduğu siyasi ortamında yaşanamayacağını düşünen babası tüm aileyi alıp Paris’e getirmek zorunda kalmıştır. Ama bu kadar kısa bir Cezayir yaşamı olmasına rağmen Arap kültürünü ne kadar iyi özümsediği müziğinden anlaşılabilir. Paris’te Taha için de kaçınılmaz olan “kader” biraz büyüdüğünde bir fabrikaya kapağı atmak olacaktı. Oldu da. Bir ısıtma cihazı fabrikasında çalışmaya başladı.

Hayat bir göçmen için her zaman sıkıntılıdır. Yaşamı öyle bir cenderedir ki sıkışıp kalmışlıktan kurtulmak için çabalar göçmen. En büyük belası ırkçılıktır tabii. Taha da ırkçılıkla karşılaştı elbette. Ama onun tepkisi diğer göçmen çocukları gibi olmadı. Onlara en iyi bildiği “iş”le karşılık vermeyi seçti: Müzikle.

Çalıştığı fabrikada Kuzey Afrikalı arkadaşıyla Carte de Sejour adlı grubu kurdu. Carte de Sejour’nun Türkçesi “Yeşil Kart”, yeşil kartla kast edilen de “oturma izni”. Göçmen bir müzik grubuna bundan daha iyi bir isim bulunabilir miydi? Bu grup sadece Arap kökenlilerin değil Fransız gençlerin de dikkatini çekmekte gecikmedi.


Bir protest müzik: Rai
Taha’nın Arap ezgisinden popa kayan tarzına kayıtsız kalmak mümkün değildi çünkü. Şu Cezayir’in meşhur Rai müziği idi Taha ile arkadaşlarının yaptıkları. Taha’nın doğum yeri olan Oran’da türemiş, kökleri 1900’lere kadar giden, protest özellikler taşıyan bir müzik türüdür bu.

Kuzey Afrika’yı sömüren batılı devletlere karşı hınç, öfke de Rai’nin konusu olmuştur, umutsuz 
sevda da.


Protest dememin nedeni şu; Cheb ( Hareket anlamına gelen bir sözcük bu, Rai müzik yapanlar adlarının başına bunu ekliyorlar, kadınlarda Chebba’dır ) Hasni adlı ünlü bir Cezayirli Rai şarkıcısı vardı, aslında aşk şarkıları söylerdi ama İslamcı baskılara, tabulara direnen şarkı sözleri de yazardı. Şarkılarında “alkol”, “boşanma” gibi sözcükler geçtiği için Selefi İslamcılarca 1994’de bir suikast sonucu öldürüldü. Rai’nin özelliği budur. Karşı olunması gerekene karşı olmak.
Popa kaymasından ötürü daha sonra Pop Rai olarak adlandırılacak türün en büyüklerinden biri olan Cheb Halid bu türün küresel çapta tanınmasındaki en büyük isim aslında. O da uzun yıllar yaşadığı Cezayir’den Paris’e İslamcıların baskıları yüzünden kaçmak zorunda kalmıştı. Onun Paris’e gelişiyle de bu tür yaygınlık kazanmıştı.

Rai “fikir”, “inanç” gibi anlamlara geliyor. Bedeviler (çöl adamları) sayesinde ortaya çıkan bir müzik olarak Rai’de İspanyol folkundan da Fransız ezgilerinden de esintiler görülür. Afrika’dan, elbette Arapça’dan da aldığı çok tını vardır. Bir fakir müziğidir aslında. Kuzey Afrika’yı sömüren batılı devletlere karşı hınç, öfke de Rai’nin konusu olmuştur, umutsuz sevda da.

Raşit Taha’nın müzik kariyeri, 1981’de kurduğu sözünü ettiğim Carte de Sejour grubu ile başlar işte. Taha parçalarında göçmenlerin entegrasyonunu savunduğu gibi onlara hoşgörü de ister.

Parlamenterlere tek tek dağıtıldı
Grubun Douce France (Tatlı Fransa) adlı bir şarkısı vardır. Bu aslında Charles Trenet’in bir savaş zamanı şarkısıdır, ironiktir, duygusaldır bir hayli, ama Taha ile arkadaşları biraz daha arabesk bir hava katmışlardır parçaya. Nasıl ikna edilmiştir bilemem ama dönemin Fransa Kültür Bakanı Jack Lang bu parçayı Fransa Meclisi’ndeki tüm parlamenterlere dağıtmış, dinlemelerini sağlamıştır. Faşist Ulusla Cephe’nin yükselme gösterdiği bir dönemde parlamenterler üzerinde etkili olmuştur parça.

Taha’nın bir özelliği ırkçılıkla, batı saldırganlığını, dini fanatizmi ve Ortadoğu diktatörlüklerini aynı görmesidir. “Bush ile Bin Ladin bana iki Bedevinin çekişmesini anımsatıyor” derdi örneğin. Raşit Taha’yı, Cheb Hasni ya da Cheb Halid’den ayıran şu; onun müziğinde son derece etkili bir punk rock ve Arap müziği karşımı vardır. Bu tarzı onun dinleyici kitlesini her geçen gün büyüttü.

“Anarşist” olduğunu söylemesi, bir Rock’cı gibi davranması, batıya eleştirel bakışı, Doğu’nun geriliğiyle, şiddet doğuran iklimiyle hesaplaşması, kural tanımazlığı kimilerinin gözünde onu “Fransa’nın tek gerçek serseri” yaptı. Meydan okumadığı tabu kalmamış biri oluşu güzel en güzel “serseriliğiydi”.

Batıda büyük bir ün kazanmasına rağmen asla bir göçmen olduğunu unutmamıştır. Bir göçmenin yaşamı boyunca alacağı tutumun ne olacağını şu müthiş sözlerle ifade etmişti: Yolun yüzünden adını, adın yüzünden yolunu değiştirme.

Bu dediğini yapmış biri olarak mutlu öldüğü söylenebilir. Raşit olarak doğdu, Raşit olarak öldü.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

“Biz”i örgütleyemeyenlerin ülkesi - BARIŞ İNCE

Bugün AKP’nin de oy aldığı kimi kesimlere ulaşmanın yakıcılığından, emekçi kesimlere ulaşmanın öneminden, laik kesimlerin söylenen değil örgütlenen bir hale gelmesinden dertli yüzlerce yazı yazılabilir. Nasıl olacak ve kim yapacak sorusu ise belirsiz bir “biz”e havale ediliyor ki bu en kötüsü.


Boş hayal ile umut arasında bir fark var. Gece uzun sürdüyse gündüzün yakınsaması beklenir ama toplumların davranışı bu denli “gerekirci” değildir. Çoğu zaman güneşin doğurulması, günün uyandırılması gerekir. Son seçimlerden sonra ve gelen ekonomik çalkantıyla, ülkesinden ve toplumdan umudunu kesen geniş bir kesim olduğu açık. Üst üste yaşanan seçim yenilgileri, önlenemeyen hileler, bir atak içerisinde gözükmeyen muhalefet güçleri; iktidarın uygulamalarından memnun olmayan yurttaşları bir psikolojik buhranın içine soktu. Ülkeden ümidi kesmek ile mevcut rejimle kimi düzeylerde uzlaşmak arasında gidip gelen bir salınım hali yaşanıyor. Seçimlerden önce bir şeylerin değişeceğini düşünüp sert açıklamalar yapan sanatçıların, seçim sonuçlarından sonra “aslında hükümetin de iyi yönlerini görmek lazım” türünden açıklamaları da bu salınıma örnek gösterilebilir.

Bir taraftan da her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğini söyleyenler var. Bunu söyleyenlerin, “nasıl değişeceğine dair” somut öneriler getirmedikçe umutsuz kesimi ikna etme şansı zor. Muhtemelen kendi içinde çeşitli çabalar içerisinde olan muhalif grupların, bu çabalara katılmayan insanları suçlayıp, “ne umutsuzluğu canım, bakın biz şunları yapıyoruz” demesi yeterli olmuyor. Çünkü bu çabalar sıradan insanlar için yeteri kadar görünür değil. Üstelik gündelik yaşam kavgası içerisindeki yurttaşların bu çabalara katılma kanalları da yeterince açık değil. Kurulan meclislere nasıl dâhil olacağını bilemeyen, derneklerin faaliyetlerini idrak edemeyen, hatta çok basit olmasına rağmen muhalif yayın organlarına dahi nasıl abone olacağını bilemeyen çok geniş bir toplam var.

Dibe batmak
Umut tıpkı bilinç gibi birlikte edinilen bir şey… Umudu örgütlemedikçe ya da görünür hale getirmedikçe ümitlendiklerimiz hayalin ötesine geçmeyecek. Umudu yayılmayan kitleler ise çürümeye ve teslimiyete mahkûm. Kızmak ya da küsmek insani olmakla beraber sürdürülebilir değil. Çünkü biz küsmüş otururken kaybettiklerimizi geri almak kolay olmayacak. Son zamanlarda umutsuz kitleler, bir şeyler kötüleştikçe ya da kaybedildikçe, “beter olsun, dibe vuralım, belki vurur da zıplarız” görüşünü dile getiriyor. Oysa kuyunun dibinde balçık olduğu görülüyor ve zıplamak zor.

Ülkelerdeki kimi siyasi çalkantılar, ekonomik krizler ve savaşlar, sonrasında çiçekli birer gül bahçesi getirmez. Bilim kurgu filmlerindeki gibi çetin uzay savaşlarından sonra yeryüzünde güneş açıp çiçek bitmez. Pek çok ülke ve nesil perişan olurken eskinin yerine daha beteri gelmiştir. Her şey çok kötü olsun da baştan kuralım yaklaşımı, “devrimci” bir tutumdan ziyade felaketi izlemekle yetinip metafizik bir kıyamet sonrası cennet senaryosu beklemeye denk düşer.

Yapamamanın, becerememenin kılıfını bulmaktan ibaret söylemler bunlar... Çokça verilen Osmanlı ve genç cumhuriyet örneği de bu “teorik” kılıfa uymuyor. Ülkeyi korumaya dayalı ulusal bir kurtuluş savaşı içerisinden gelişip eski düzenle hesaplaşan mücadeleyi, “beter olunsun” diye oturup ülkenin sömürgeciler tarafından parsellenmesini beklemekle karıştırmak hangi akla hizmettir?

Siyasal İslam’ın bu ülkeye ettiği kötülüklerin daha berrak görülmesi ve tarih sayfalarında kara bir leke olarak kalması açısından “dibe vurmak” deyimi kullanılıyor olabilir. Bu doğru olsa da kaybedilen mevzilerin gelecek kuşakların zihninde yeniden canlandırılması daha zor olur. Üç nesil sonra çocuklara, “bir zamanlar karma eğitim vardı” dediğimizde zihinlerinde uçuk veya şeytani bir fikir belirmemesi için bu mevziinin somut haliyle gündelik yaşamdan uzaklaşmaması gerekir. Parasız sosyal devlet uygulamalarının bugünkü nesiller için “gerçekleşmeyecek birer ütopya, anlamsız birer proje” olması, kaybettiklerimiz ve gösteremediklerimiz nedeniyledir. 

Örnek yaratmak
O zaman burada iki görev çıkıyor karşımıza… Mevcut mevzileri korumak için çabalarken, gelecekte kurmak istediklerimize dair örnekler yaratmak. İlki refleks olarak dahi yapabileceğimiz bir şey iken ikincisinin üretilip inşa edilmesi gerekiyor. Ekonomik yıkımda mevcut fabrikaların, kamu tesislerinin peşkeşine karşı çıkarken; aynı zamanda mağdurlarla, yoksullarla dayanışma ilişkilerini geliştirecek faaliyetlerin görünür olması elzem. Kredi mağdurlarıyla, borçlularla, sosyal yardım alan kesimlerle, işten atılan yurttaşlarla kurulacak kalıcı dayanışma ilişkileri çokça söylenen “farklı kesimlere ulaşma” hedefine de muhalefeti yaklaştırır. Üstelik anlam dünyamızda yeri olacak örnekler yaratmak, o örneklerin yayılması için mücadele etmeyi de kolaylaştırır. İnsanlar “iyi de nasıl olacak” dediğinde en kestirme yol, onlara somut örnek göstermektir. Bu örnek pratiklere sıradan insanların katılımının önü açılmak zorunda… Aksi halde sınırı belli dernekler kurmanın ötesine geçemeyiz. Eğitim alanında da benzer dayanışmacı kurumlar oluşturulabilir ki bu, kamunun savunulmasından ayrı düşünülemez.

İyi de bunları kim yapacak? İşte kimileri için bir umutsuzluk bahanesi daha… Genelde yayınlarda” şu yapılmalı, bu yapılmalı” diye yazılan yazılara insanların tepkisi, “tamam, yapın o zaman” veya “peki kim yapacak” oluyor. Okudukça pek hoşa giden çok doğru “tespit ve öneriler” bir özne içermediğinde yazanın aklını sevdiren ve sosyal medyada paylaşım hevesine kurban giden cümlelere dönüşüyor. Yapılması gerekenler hiç bu kadar berrak değilken bunların yapıl(a)maması umutsuzluğun temel kaynağı. Bugün AKP’nin de oy aldığı kimi kesimlere ulaşmanın yakıcılığından, emekçi kesimlere ulaşmanın öneminden, laik kesimlerin söylenen değil örgütlenen bir hale gelmesinden dertli yüzlerce yazı yazılabilir. Nasıl olacak ve kim yapacak sorusu ise belirsiz bir “biz”e havale ediliyor ki bu en kötüsü. 

Burada özne olarak en geniş anlamda sol muhalefet bir çıkış noktası oluşturuyor. Bu muhalefet içinde kendi iç koltuk çekişmeleri ile uğraşanlar, işlevsiz parlamentoyu öncelikli bulanlar ya da etnik-mezhepsel temelli siyaset sınırlarını kendilerine yeterli görenler olabilir. Bu kesimleri bir kenara atamayız elbette ama onların dışında kalan daha dinamik unsurları ve halk kesimlerini şimdilik çekirdek özne olarak alabiliriz. Bu çekirdek özne, kendi dış halkasını da etkileyip kısır tartışmalardan uzaklaştırabilir. Sosyal medyada sıkça “biz” diye bahsedilen muğlak kalabalığı; hedefli ve umutlu bir “biz”e dönüştürecek olan da bahsettiğimiz çekirdek öznenin “biz” olmasından geçiyor. 

Burada “biz”i öldürmek isteyenler vardır olacaktır da… Bundan yakınabiliriz. Oysa asıl yakınılacak şey burasının “biz”i örgütleyemeyenlerin ülkesi olması.

Barış İnce / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...