Medreseler açıldı haberiniz var mı? - KADİR SEV

Dikkatinizi çekti mi bilmem; Diyanet İşleri Başkanı (DİB) son günlerde çok sık “medrese” güzellemesi yapıyor.

Medreselerin bu denli gündeme getirilmesi pek hayra alamet değil.

DİB Başkanı 13 Eylül günü Türkiye Güzel Ezan Okuma Yarışması için Bitlis’e gitti. Polis evinde Kanaat önderleri ve STK temsilcileriyle buluştu ve medreselere şu sözlerle övgüler yağdırdı: “En zor zamanlarda Medreseler ilminin inkıtaya uğramaması için her türlü zorluğa ve sıkıntılara göğüs gerdiler. Özellikle bu bölgelerde Müslümanların çocuklarını, gençlerini aldılar, okuttular. Camiler o vesileyle imamsız, kürsüler vaizsiz, minberler hatipsiz kalmadı.”

Aynı gün, Bitlis Üniversitesi Rektörüne gitti, “bir şehre gelince ilk ziyaret edilmesi gereken yerin üniversite olması icap …(ettiğini)” söyledikten sonra şöyle bir cümle kurdu: “…medrese akademiden, akademi medreseden istifade etsin. Yani bu şekilde daha güzel ilmi faaliyetlere adım atılmış olsun”. Bu arada Rektörün görevini anımsatmayı ihmal etmedi: “Buna üniversite olarak sizler öncülük yapacaksınız.”

Diyanet Başkanının, neden önce üniversiteyi ziyaret etmesi icap ettiğini sonra sorarız. Önce şu medrese işini açıklığa kavuştursak iyi olacak. Bu memlekette medrese yok ki kiminle dayanışacaklar?

Üniversitenin konferans salonuna topladığı bürokratlara ve diyanet işleri memurlarına şu sözlerle seslendi: “Her cami aynı zamanda bir medresedir, bir mekteptir.”

Demek ki varmış!
Toplantıda din görevlilerine, “Sadece camilerde değil, okullarda olacaksınız, çocuklarımızı ziyaret edeceksiniz, öğretmenlerimizi ziyaret edeceksiniz, onlarla hasbihal edeceksiniz…” sözleriyle bir görev de verdi.

Konuşmasından, din adamlarının peygamberin varisi olduğunu öğrendik: “Madem ki Peygamberin varisleriyiz, o zaman Peygamberimiz gibi davranmak zorundayız…Peygamberimizin görevini bizler üsleneceğiz…”

Benzer sözleri 6 Eylül günü Kütahya’da İslami İlimler Fakültesinin açılışında da söyledi: “Dinin mekasıdı ile yükseköğretimin müfredatı arasında güçlü bir ilişki kurulması zorunludur…ilimleri dini/dini olmayan şekilde keskin çizgilerle tasnif …(edemeyiz) hayata bütüncül yaklaşmalıdır.”

Daha çok örnek verilebilir ama burada keselim.

Bu devletin anayasasında “laiktir” yazıyor. Diyanetin yasasında, görevlerini laiklik ilkesine uygun yürütmek zorunda olduğu belirtiliyor. Dahası, kendi hazırladıkları stratejik planlarında, laiklik ilkesine uygun davrandıklarını söylüyorlar.
Laiklik ilkesinden ne anlıyorlar acaba?

MEDRESELER YASAYLA MI YOKSA GENELGEYLE Mİ KAPATILDI?
Bu soruyu çok önemsiyorlar: 3 Mart 1924 günlü, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası, Anayasanın 174’ncü maddesiyle “inkılap kanunları” kapsamında korunuyor. Medreseleri yeniden açabilmek için; Yasada medreselerin kapatılmasına ilişkin bir kural olmadığını; Yasayla değil, 8 gün sonra çıkarılan Bakanlığın bir genelgesiyle kapatıldığını kanıtlamaya uğraşıyorlar.

Oysa “kapatılmıştır” yazmasına hiç gerek yok. Yasaya baktığınızda, bütün okulların Maarif Vekâlet’ine devredildiğini; din okullarını açmak/yönetmek görev ve yetkisinin Bakanlığa tanındığını; Bakanlığın örgüt yapısında ise medreselerin olmadığını görüyorsunuz.

Başka kanıt arayan olursa önce niyetleri sorgulanmalı.

Yakın gelecekte medreseler konusunun sıcak gündem maddelerinden biri olacağı anlaşılıyor. O nedenle düzenlemelerine kısaca göz atalım.
Yasa, yürütme ve yürürlük dahil 5 maddeden oluşuyor. Kritik düzenlemeleri şunlar;
  • “Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur. (Bağlanmıştır)”
  • “Şer’iye ve Evkaf Vekaleti veya hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.”
  • “Maarif Vekaleti, yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin (din hizmetlerinin) ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.”
                                                                  ***

Cumhuriyetin kurucusu kadrolar, tarikatlar ile güçlerini tanrıdan aldıkları iddiası taşıyan şeyh, bey, mir gibi yerel otoritelerin egemenliğini kırmadıkça başarılı olamayacaklarının bilincindeydiler.

Aydınlanma mücadelesinde epeyce yol almışlardı…

Yazık oldu. Bugün 90 yıl öncesinin çok gerisindeyiz.

Kadir Sev /SOL

Açlığın sesi mehterin sesini bastırdığında - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin siyasal olandan neyi anladığı ve nasıl bir “yönetme teknolojisi”ni kullandığı artık biliniyor. Dost-düşman ikiliğine dayanan, “Ya bizdensin ya onlardan” söylemiyle yürütülen, “biz”den olmayanın anında “bölücü, terörist, vatan haini, darbeci” ilan edildiği, tehdit algısını süreklileştiren, “yedi düvele ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele” iddiası üzerine kurulmuş, kitlelerin bunlar üzerinden teyakkuz halinde tutulduğu ve mobilize edildiği bir teknoloji var karşımızda.


Bu teknolojiye milliyetçiliğin ve dinin pervasızca istismarı eşlik ediyor, fonda sürekli mehter marşının çaldığı, ekranda sürekli Diriliş Ertuğrul’un göründüğü bir siyasal iklimde, “Osmanlı’yı yeniden kurmak”, “yeniden cihan devleti olmak”, “saltanatı ve hilafeti yeniden ilan etmek” kolektif bir sağ fantezi olarak icra ediliyor. Böylece “küçük adamın güç istenci” ve arzuları muazzam bir manipülasyona tabi tutuluyor. Evine ekmek götüremeyen, ay sonunu getiremeyen, tepeden tırnağa borca batmış milyonlar özellikle “liderle özdeşleşme” üzerinden, fantezinin bir parçası oluyor, arzularını çarpıtılmış bir gerçeklik üzerinden tatmin ediyor.

Kuşkusuz bu mehterli fantezi ve arzu üretimi, bu manipülasyon evreni, boşlukta ortaya çıkmıyor. Kitlelerin özellikle borçlanma aracılığıyla tüketim olanaklarının artırılması, örneğin TOKİ aracılığıyla ev sahibi olabilmeleri, binek ya da ticari bir araç alabilmeleri, daha alttakilerin ise yardımlaşma ağları üzerinden başta gıda ve kömür olmak üzere temel ihtiyaçlarının hiç olmazsa belli bir kısmının karşılanması, fantezinin yaşanmasını, arzunun manipülasyonunu güçlendiriyor. Çünkü yönetenler de A Haber izleyerek karın doymayacağını, açlığın gurultusunun mehterin sesini duyulmaz kılacağını biliyor.

Şimdilerde, krizin derinleşmesiyle beraber siyasetteki yönetim teknolojisinin birebir ekonomiye de uyarlandığını, aynı yöntemin devreye sokulduğunu görebiliyoruz. Buna göre ekonomik kriz Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmıyor, ortada dış kaynaklı bir ekonomik suikast girişimi, hatta bir ekonomik darbe girişimi var. Kuşkusuz buna bir de “içerideki işbirlikçileri” eklemek gerekiyor ki, o da Merkez Bankası oluyor. Buram buram mizansen kokan bir şekilde “Reis” çıkıp Merkez Bankası’yla kavga ediyor, “Bugüne kadar tutturduğunuz tek bir tahmin var mı” diyor, faiz artırımına karşı olduğunu açıklıyor ve birkaç saat sonra Merkez Bankası faizleri artırıyor. Alın size işbirlikçilik, alın size ihanet!

Tabloya bir de “durumu fırsat bilip yok yere zam yapan” firmalar eklenince tablo tamamlanıyor. Olan bitende iktidarın hiçbir sorumluluğu yok, ekonomik kriz Türkiye’nin büyümesini, güçlenmesini çekemeyen dış güçlerin, onların içerideki işbirlikçilerinin ve bir de fırsatçıların eseri. Demek ki nasıl 17-25’e, nasıl Gezi’ye, nasıl 15 Temmuz’a birlikte direndiysek, ekonomik kriz çıkarmaya çalışanlara karşı da öyle direnmemiz, aynı gemide olduğumuzu unutmamamız, havalimanı işçilerininki gibi provokatif işlere girişmememiz, “Yeter artık” demememiz, her ne olursa olsun Reisimizin ve devletimizin etrafında kenetlenmemiz gerekiyor!

İşte burada bizi ilgilendiren ve esas olarak üzerine düşünmemiz gereken mesele, siyasetteki yönetme teknolojisinin ekonomik krizde de işe yarayıp yaramayacağı ve bunun işe yaramaması için ne yapmamız gerektiği. Yani daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, açlığın sesi mehterin sesini duyulmaz ya da tahammül edilmez kılabilir mi, kılması için ve kılması halinde biz ne yapabiliriz?

Kitleler işsizliği, hayat pahalılığını, tüketim olanaklarının giderek daraldığını, sosyal yardımların azalışını gördüklerinde, yani giderek daha da yoksullaştıklarını fark ettiklerinde, mehtere, hamasete sarılmaya devam mı edecekler, yoksa homurdanmaya mı başlayacaklar? Tarihsel deneyim ikisinin de mümkün olduğunu ama krizlerin homurdanma potansiyelini artırdığını gösteriyor. On altı yılın sonunda belki de ilk kez, iktidar partisi ile yoksul kitleler arasındaki bağlantının hasar görmesi, kopması, kısa devre yapması ihtimali bu kadar güçlü. Eğer hamaset boşlukta oluşmuyorsa, bir maddi zemini varsa, mehterin karın doyurmadığının anlaşılmasının maddi, pratik, gözle görülür sonuçları olacak, havalimanı işçileri örneğinde görüldüğü üzere alt sınıfların sesini yükseltme ihtimali artacak.

Öte yandan, insanların maddi durumlarının onların politik bilinçlerini doğrudan belirlemediğini, sol siyasetin tam da bu nedenle var olduğunu bildiğimize göre, “mehterin karın doyurmadığının” kitlelere anlatılması, üstelik bununla da yetinmeyip “Ne yapmalı” sorusunun da yanıtlanması bizler için bir zorunluluk teşkil ediyor. Kriz derinleştikçe açlığın sesi daha fazla duyulacak; iktidar o sesi duyulmaz kılmak için çalışırken, bize ise o sesi yükseltmek, duyulur hale getirmek ve siyasallaştırmak düşecek. Çünkü biliyoruz ki mehterin ve hamasetin sesini ancak açlığın sesinin politize edilmesi bastırabilir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Duyuyor musunuz? - SELİN SAYEK BÖKE

Tahtakuruları. Eksik ödenen, hatta ödenmeyen haklar. Ölümler. Görünmeyenler.

Aylardır, yıllardır hayatın her köşesinde, verilerin içinde gizli gerçekler bunlar. Türkiye, iş cinayetlerinde AB birincisi, çalışırken can kaybı AB ortalamasının 5-6 katı. Üstelik her şey gibi iş cinayetleri de kayıtdışı! Yani bu rakamlar dahi gerçeği tümüyle ortaya koymuyor. Ha kimi için zaten bu rakamlar yuvarlanabilir sayılardan ibaret, insan canından değil. İşin vahşetini, düzenin hoyratlığını bundan daha somut ortaya koymak mümkün olmasa gerek.


“Ezilenlerin ve itiraz edenlerin hayaleti yeniden meydanlarda dolaşıyor...” Bundan aylar önce, o tarihi manifestodan ilhamla, bu müthiş tespiti bir kez de Gelecek için Biz olarak hatırlatmıştık. Amacımız, siyaset tarafından yok sayılanların potansiyel siyasi gücünü ve önemini hatırlatmaktı.

Şimdi o “hayalet”, Türkiye’nin dört bir yanında sarı baretlilerin, mavi önlüklülerin şimdilik sessiz ve mütevazı itirazında vücut buluyor.

Saray rejiminin ranta dayanan politik ekonomisi gümbür gümbür çöküyor. İhtiyacımızın bugünden farklı bir siyaseti örgütlemek olduğu her geçen gün daha da belirginleşiyor. İtirazın dolar garantili avanta ihalelerle kaynak aktardıkları yandaş şirketlerin şantiyelerinden yükseliyor olması, çöküşün de, bu yeni siyaset ihtiyacının da tescili adeta. 

Bu ihtiyaç duyulan siyaseti örgütleyecek politik özneyi hala hakkıyla ortaya çıkarabilmiş değiliz... Bırakın Sanayi 4.0 devriminin doğuracağı yeni üretim şeklinin ortaya çıkartacağı yeni emekçi tanımını yapmayı, bugünün ücretli çalışanlarını dahi bu siyasette ortaklaştıracak bir okumayı egemen kılabilmiş değiliz henüz. Ama sınıf çağırmaya devam ediyor. Flormar’dan, Cargill’den, 3. Havalimanında duyduğumuz haykırış işte bu çağrının başlangıcı.

Çelişkiler derinleşiyor
Bunca baskıya, bunca karşı propagandaya, bunca örgütsüzlüğe rağmen emekçilerden yükselmekte olan bu ses sürpriz değil. Rejimin, krize yol açan politik ekonomisinde, sınıfsal tercihi her zaman çok açıktı. Yüzde 99’u yok sayan yüzde 1’i zenginleştiren bu ekonomik düzende yok sayılan sınıflarla, kimlikler üzerinden kurulan koalisyonlar ekonomi çöktükçe kırılganlaşıyor. Ekonomi sıkışırken, ekonomik olarak yok sayılanlar belirginleşiyor, çelişkiler derinleşiyor.

Daha da belirginleşecek, daha da derinleşecek…
Ekonomik kriz derinleştikçe saray rejimi kendini var eden politik ekonomiyle uyumlu davranmayı da sürdürüyor. Krizin faturasını, krizi çıkartan düzenin rantçı ortaklarına değil yüzde 99’a yüklemekte kararlı. Bu böyle olmayı sürdürdükçe de sınıfın çağrısı güçlenecek.

Bugün mesele, toplumsal muhalefetin örgütlü güçlerinde sorumluluk üstlenen bizlerin, eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir siyaseti oluşturmamıza, daha da önemlisi bu işi de bu siyaseti çağıran politik özneyle buluşturmamıza dayandı, bir kez daha. Şimdi hiç vakit kaybetmeden ekonomik krizin bedelini, krizi çıkaranların ve krizi yaratan bu düzenden beslenenlerin ödemesi için toplumsal muhalefeti, bu düzende kaybeden, sömürülen yüzde 99 ekseninde örgütlemenin yollarını bulmalıyız. Aynı zamanda da yaklaşmakta olan yerel seçimleri, bu toplumsal dinamiğin artık siyasete taşınmaya başladığını gösterecek bir dönüm noktasına çevirmeliyiz. 

Şu açık ki, yerel siyaset ve kent yönetimi anlayışıyla, Saray rejiminin politik ekonomisi çok derin bir yapısal ilişki içinde. Belediyeler üzerinden kentteki yaşam alanlarının talan edilmesiyle yaratılan imar rantları, rejimin devasa “havuzunun” önemli bir parçası. Tam da bunun ışığında, bugün yerel seçimler, rejimin Belediyelerden başlayan bu mihenk taşına karşı, insan odaklı sosyal demokrat belediyeciliği; kente bakınca rant gören beton ekonomisine karşı da kapsayıcı ve demokratik bir kent yaşamını kurmanın bir fırsatı... Yani yeni bir siyasetin ilk pratiğini…

Elbette böyle bir dönüşüme talip olabilmek, bizim için de süslü sözlerin, anahtar kelimelerin ve program açıklamalarının ötesinde bir anlayış değişikliğini gerektiriyor.

Rantçı belediyeciliğe karşı gerçek ve inandırıcı bir alternatif önerebilmenin yolunu, samimi ve açık bir şekilde ortaya koymamız gerek. Bu yol, aday belirleme yönteminden, adayın profiline; hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarının önceleneceğinden, uygulanacak yönetim modeline kadar, tümünü çevreleyecek genel siyaset anlayışı ve iddiasında bir dönüşümü gerçekleştirebilmemizden geçiyor.

Yani yerel seçimlere giderken önümüzde bir kez daha aynı temel sorular var.

Kimin sesine kulak vereceğiz?
Yine “Türkiye’nin yüzde 70’i sağcıdır” şeklindeki ezbere sarılarak, “muhafazakar” adaylar, ılımlı söylemlerle mütedeyyin seçmene sağın diliyle seslenme derdine mi düşeceğiz? Yoksa evrensel değerler, sınıfsal bakış açısı ve kendi dilimizle bu düzenin dışladığı milyonların önüne, ihtiyacını bizzat kendilerinin haykırıyor olduğu yeni bir siyaseti, yeni bir kent hayalini mi koyacağız?

Aday belirlerken, gerçekten katılımcı, toplumsal muhalefetin talep ve beklentilerine kulağını açan, geniş tabanlı demokratik bir süreç mi işleteceğiz? Yoksa dar kadroculukla, parti içi siyasi hesaplarla, mevcut ilişkiler bütününü muhafaza etmeyi mi tercih edeceğiz?

Profilde, iddiada ve ideolojide veya işin felsefesinde gerçekten ayrışmaya cesaret edip, yeni bir politik ekonominin, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan bir siyasetin nüvesini mi ortaya koyacağız, yoksa proje ve hizmet siyaseti adı altında siyasetsizlikte mi boğulacağız?

Hangi sese kulak vereceğiz?

3.Havalimanı’ndan, Flormar’dan, Cargill’den, Adalet Yürüyüşü’nden, Gezi’den yükselene mi, yoksa düzenin kalemlerinden, danışmanlarından, yorumcularından, anketçilerinden fısıldanan ezberlere mi?

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Kocama Mersedes hediye ettiler - KAAN SEZYUM

Düşünün ben bir ev hanımıyım. Bir gün eve geliyorum, beyimin altında bir araba. Mersedes S500 filan... Pahalı...

Biz ise orta halliyiz, evde bir ay boyunca kendi kendimize geçinemiyoruz, kira zor çıkıyor, çocuk okuma yazma bilmiyor, zaten en az 3 çocuk sayabiliyorum evin içinde.

Evin güneş alan yerlerine para getirsin diye başkalarına tezgah açtırmışız, camları perdeleri de açamıyoruz zaten... Eve acayip bir araba geliyor, kocam diyor ki ‘Yan mahalleden Semih var, beni çok seviyor, o hediye etti bu arabayı...’...

Haliyle ev hanımlığının da getirdiği bir ağırbaşlılık ve düzenli dayak yemenin de getirdiği gri maddelerde azalmadan dolayı kocama soruyorum ‘Ya bu Semih necidir?’...

Beyim bana Semih’i ve havadan gelen Mersedes S500’ün hikayesini anlatıyor. Diyor ki, ‘Ya bu Semih şimdi Sahibinden.com’a bu arabayı koymuş, benim ilgilendiğimi de görünce, Kaan, gel sana bunu ben hediye edeyim dedi’... Ev hanımı olarak bu ani hediyeyi sorgulamıyorum haliyle. Adam satacakken, -satış sitesine koymuş- birden bizimkinin ‘A bu araba satılık mı?’ demesi üzerine, ‘Gel Kaan kardeş, sana bu arabayı hediye edeyim’ diyor... Tam Nuri Alço filmi gibi olay. Bayram değil, seyran değil, bu araba bizim Kaan’a neden hediye edildi?

Kocam bana dönüp ‘Şanımız şeklimiz yürüsün hayatım’ diyor, ‘Sonuçta benim arabam değil bu, ikimizin arabası’ diye de ekliyor... Ben Kaan’a diyorum ki ‘Kaancım, kocacım, eğer bu araba evimizin arabasıysa, gel satalım evin borçlarını ödeyelim, kredi kartı borçlarımızı ödeyelim, çocukların başına üst baş alalım, arabanın parasıyla onları güzel bir okula yazdıralım... Hem kimmiş bu adam da durduk yerde kocama araba hediye ediyor?’ Neden yani?

O esnada Seda Sayan’ın Erol Köse hakkındaki konuşmasındaki ‘KİM?’ diye bağırmak istiyorum. Seda Hanım bağırdıktan sonra sesinin yansıması salonda çınlıyordu ya, onun gibi... Neyse ki şimdilerde kendisini Simit Sarayı’nın önünde yerlerde sürünürken görüyoruz. Canım, bir eli de taa Londra’daki simit sarayının simidine tutunmuş bekliyor...

Neyse, zaten kadının tercihi saraylar, kimse kimsenin tercihine karışamaz.

Kocama hediye edilen arabayı düşünüyorum. Acaba bu Semih, arabanın içinde gizli kamera filan mı koydu da bizim Kaan’a durduk yere hediye etti. Yani hikaye insanı huylandırıyor ister istemez. Bu Semih’i zaten pek gözüm tutmuyor. Belki de bu manyak Semih arabanın içine gizli kamera koydu. Benim kocamı dikizliyor. Cinsel sapık mıdır nedir? Belki de benim koca Kaan Efendi, geceleri arabayla saçma sapan ortamlara giriyor. Semih delisi de bunu kaydedip benim Kaan’ı tehdit edecek belki? Ne malum? Ya bu ülkede berberler bile dinlenildiklerini düşünüyor. Berberlere bile telefonlarınız dinleniliyor hissini yaşatan bir yerdeyiz. Kocama durduk yerde deli gibi lüks araba hediye ediliyor. Bunun karşılığında da ne isteniyor? Ya da neden bi şey istenmiyor? Neden bu araba bana hediye edilmedi? Ben böyle bir hediye alsam, kocam ne derdi? Ne derdi gerçekten de?

Bunu gittim Kaan’a sordum bana ‘Ya fiyatı 400 mü ne?’ dedi... koskoca araba 400 bin dolar... Kocam olacak adam 400 bin dolara nasıl ‘400’ diyebiliyor. Bizim bilmediğimiz bir yerde çok büyük bir zenginliğimiz mi var da binlerce doları ‘400’ diye özetliyoruz? Çocuğun pantolonu yırtık daha geçen gün yine diktim. ‘Anne hep oradan yırtılıyor, ben alıştım rahatsız olmuyorum istersen dikme’ dedi... Gariban evladım, hep özverili, hep iyi niyetli... Babası Mersedes’le şimdi pazara gitti. İki kilo patates, iki kilo da soğan almış. Döndüm ‘Bu ne?’ dedim, bana dönmüş bakıyor ‘Durumumuzu biliyorsun, paramız yok’ diyor...

İşte böyle sevgili okur. Hiç tanımadığın bir yerde, hiç tanımadığın bir insan sana spor bir araba hediye ederse, bir düşün. Adam senden ne istiyor? Bu arabayı evime nasıl götürürüm? Bu arabanın içinde bi şey mi var da adam bana veriyor, beni kurye gibi kullanıyor? 
Her şey olabilir, belki de hiçbir şey olmaz.

 KAAN SEZYUM / BİRGÜN

Türkiye, ABD'nin teröristlerini mi korumuş olacak? - Arslan BULUT

Soçi'de Tayyip Erdoğan ve Putin'in üzerinde anlaştığı "İdlib'de 15-20 kilometrelik askerden arındırılmış bölge", Nejat Eslen'in önerdiği gibi Türkiye yani Hatay sınırı boyunca değil de İdlib'in Doğu tarafına kurulacak. Bu durum, Türkiye'yi, Tahran zirvesinden iki gün önce terör örgütü ilan edebildiği El Nusra'nın adı değişmiş hali olan Tahrir El Şam ile baş başa bıraktı.

Türkiye böylece kendi güvenliğini sağlamış olmadı, tam aksine Suriye ordusu ile El Nusra arasına 15 kilometrelik bir şeritle girerek, belâyı kendi üzerine aldı! Türkiye, başarılı olursa, içinde El Kaide unsurları bulunan ve ağır silâhları olan Tahrir El Şam örgütünün Rus üslerine ve Suriye ordusuna saldırmasını önlemiş olacak. Tabii bu arada Tahrir El Şam örgütünü de maaşa bağladığı Özgür Suriye Ordusu'nu da Rusya'nın hava saldırılarından ve Suriye ordusundan korumuş olacak.

                                                                           ***

Uzlaşmanın ayrıntıları ortaya çıkınca herkes memnuniyet bildirdi. Rusya memnun zaten... Dolayısıyla Suriye de memnun! Amerika memnun, Avrupa memnun!
Hatta Amerikan derin devletinin uzantısı olan Uluslararası Kriz Grubu da memnun! Bakın ne diyorlar:
"Kriz Grubu, muazzam bir insani faturası olacak yeni bir ölümcül çatışmayı önleyen bu uzlaşmayı memnuniyetle karşılıyor. Ancak anlaşmanın uygulanması muhtemelen zor olacak ve çöküşü önleyemeyecek. Türkiye, bölgede biriken isyancıların ağır yükünü omuzladı ama cihatçıları boşaltma sırasında militanların direnişiyle karşılaşabilir.
Çatışma Idlib'i tüketirse, sivillerin çoğunun hiçbir sığınağı yoktur. Onların tek hedefleri, şimdi kapalı olan Türk sınırı veya Halep'in kuzeyinde bulunan ve hali hazırda aşırı kalabalık olan Türk kontrolündeki bölgelere ulaşmak olacaktı. Türkiye ise yeni bir göç dalgasını engellemeye kararlıydı.
Çatışma devam etseydi, Türk-Rus ikili ilişkilerini zayıflatacaktı. Putin ve Erdoğan'ın uzlaşması, bu ayın başlarında Kriz Grubu'nun savunduğu formülasyonla paralel sayılabilir.
Fakat Türkiye'nin İdlib'deki cihatçıları nihayetinde yok edip etmeyeceği belli değildir. Bu anlaşma geçicidir. Suriye'deki çatışmayı sona erdirmek isteyen uluslararası aktörler, haftalarca süren yatıştırıcı retoriğin Rusya'nın askeri çözümlerden uzak ve Şam'ın kontrolünün ötesinde Suriye'nin bu bölgeleri için daha uzlaşmacı yerleşimlere doğru bir gidişi işaret ediyor."

Bu açıklamayı, Fransız akademisyen Fabrice Balanche'nin aylar önce Washington İnstitute için hazırladığı Suriye raporu ile birlikte değerlendirirsek, ABD'nin İdlib'i özerk bir bölge olarak tasarladığını, haritasını da yayınladıklarını hatırlarız. Dolayısıyla ABD, bu ihtimalin devam ediyor olmasından memnundur.

                                                                          ***

15 kilometrelik silâhtan arındırılmış şerit, Hatay sınırı boyunca kurulacak olsaydı, Türkiye hem kendi sınırlarını koruyacak, hem de sivilleri ve desteklediği silâhlı unsurları geçici olarak bu bölgeye çekerek onları, Rusya'nın hava saldırılarından ve Suriye ordusundan kurtaracak, El Nusra ile Rusya ve Suriye'yi karşı karşıya bırakacaktı.

Şimdi, El Kaide'den El Nusra'ya, El Nusra'dan Tahrir El Şam'a dönüşen ve başlangıçtan beri Amerikan istihbaratının ürünü olan örgütü korumayı, Türkiye üstlenmiş oldu!

                                                                          ***

Nejat Eslen'in canlı yayında yaptığı öneriyi Ruslar dinlemiş ama kendi çıkarlarına göre değiştirerek sunmuşlar. Öyle anlaşılıyor! Türk Dışişleri'nin Soçi'deki zirveden önce, Hatay sınırında 15 kilometrelik şerit kurmak önerisinin emekli bir Türk generale ait olduğundan haberinin olduğunu ise sanmıyorum. Haberleri olsaydı, Türkiye'yi terör örgütüyle uğraşmak zorunda bırakan bir uzlaşmaya yanaşırlar mıydı?

Tahrir El Şam'ı Rus bombardımanından ve Suriye topçusundan kurtarmak Türkiye'nin üstüne vazife midir? Öyleyse bu vazifeyi kim vermiştir?


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Lehman’ın batışının 10. yılında… - HAYRİ KOZANOĞLU

Geçtiğimiz hafta ABD’nin o zamanki 5 büyük yatırım bankasından biri, Lehman Biraderler’in batışının 10. yıldönümüydü. 1929 Büyük Bunalımı’ndan sonra kapitalizmin yaşadığı ikinci büyük sarsıntının zirve noktası 15 Eylül 2018 kabul ediliyor.

Hatırlanırsa aynı yılın Mart ayında diğer bir yatırım bankası Bear Stearns, Merkez Bankası’nın vergi mükellefine 30 milyar dolar maliyet yükleyen operasyonuyla JP Morgan Bankası tarafından ele geçirilmişti. Dönüp geriye bakınca, Lehman’ın kurtarılmayışının ABD yönetiminin gelen büyük sarsıntıyı görüp, sade yurttaşa devasa bir fatura çıkaran kurtarma paketini yürürlüğe sokmak için koşulların olgunlaşmasını hızlandırma amaçlı olduğu varsayılıyor.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılıp, ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bilindiği gibi kapitalizm nihai zaferini ilan etmişti. 2000’ler başında teknoloji balonunun patlamasıyla oluşan sarsıntı bir yana bırakılırsa, artık kapitalizmin yaşadığı “konjonktürel dalgalanmaların da” törpülendiği, kesintisiz bir büyüme dönemine geçildiği kanısı güçlenmişti.

Örneğin, “rasyonel beklentiler” kuramını geliştiren Nobel ödüllü iktisatçı Robert Lucas bu aşırı özgüveni şu ifadelerle dile getiriyordu:.....Bu dersteki ana tezim; makro-ekonominin nihai bir başarıya ulaştığıdır, depresyonu önleme merkezi sorunu pratikte çözülmüştür, gerçekten de onlarca yıl sürecek biçimde çözülmüştür. 

Borsaların temel dayanağı “etkin piyasa hipotezine” göre de, eğer ekonomide bir sorun varsa bu herkesin bilgisi dahilindedir. Kısa sürede borsa endekslerinden, fiyatlanma davranışlarından kötüyü gidiş okunabilir. Hisse senedi piyasalarında işler tıkırında olduğuna göre, küresel sermaye akışları temposunu sürdürdüğüne göre endişeye mahal yoktur.

“Maestro” diye adlandırılan ABD Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan da, hem faizleri çok düşük tutup borsalara gaz vererek, hem de demeçlerinde bu aşırı iyimser iklimi pompalayarak krizin ağırlaşmasında vebal sahibi oldu. Daha sonra ABD kongresinde ifade verirken, mahcup bir biçimde, “şaşkınlığa uğradığını”, piyasaların kafasındaki “modele” ve onun varsayımlarına göre davranmadığını itiraf edecekti.

Krizin gelişimi…
Lehman’ın batışının ardından müthiş riskli operasyonlara girişmiş AIG sigorta şirketinin, özellikle “emlak piyasası” bağlantılı “kredi temerrüt takası” (meşhur CDS’ler) ağırlıklı yükümlülüklerini karşılayamayacağı anlaşıldı ve 85 milyar dolarlık bir kurtarma paketi yürürlüğe sokuldu. Bankaların birbirine güveni kalmadığı için para piyasaları kilitlendi, fonlardan çıkış yapmak isteyen yatırımcılara ödemeler durdu. Sonunda özellikle Demokratların ön ayak olmasıyla 700 milyar dolarlık TARP adı verilen bir varlık alım programıyla “finans kapitale” yardım eli uzatıldı.

FED swap operasyonlarıyla diğer merkez bankalarına da likidite sağlayarak bir anlamda küresel finans sisteminin batışını da engelledi. Obama’nın başkan seçilişinin ardından da General Motors ve Chrysler gibi otomotiv devleri kurtarıldı. 

Haliyle, bıraksalar da ekonomi batsa mıydı, sorusu yöneltilebilir. Bu noktada, tam da can simidi atma sırası “eşik altı” emlak piyasalarından patlak veren kriz nedeniyle konutlarını kaybetme tehlikesiyle karşılaşan yurttaşlara sıra geldiğinde “mali disiplinin” hatırlandığının, “şefkatli” yaklaşımların son bulduğunun altını çizelim. 

The Economist dergisinin aktardığına göre, toplamın yüzde 10 ila 15’i 9 milyon konut sahibi evlerinden tahliye edildi. Zaman içerisinde özellikle bankacılara ödenen aşırı “ikramiyelere” son verme, çok riskli finansal enstrümanları kontrol altına alma vaatleri de yerine getirilmedi.

Aynı koşullar yeniden oluştu
Yine The Economist’in Lehman dosyasında, 2017 yılında AIG’nin yeni patronu Brian Duperreault’a 43 milyon dolar, JP Morgan’dan bay Dimon’a 29.5 milyon dolar, Goldman Sachs’dan Lloyd Blankfein’a 24 milyon dolar, Bank of America’dan Brian Moynihan’a ise 23 milyon dolar ikramiye ödendiği bildiriliyor.

Emlak fiyatları yine yükselişe geçmiş, ev sahibi olma oranı yüzde 64’ten yüzde 69’a yükselmiş durumda. Yine insanlar borçlanma yoluyla, aşırı iyimser öngörülerle üstlenemeyecekleri risklerin altına girmeye teşvik ediliyorlar. Gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri ivmesini artırarak sürüyor. 

The Guardian gazetesinin Lehman’ın batışının 10.yılı dolayısıyla gerçekleştirdiği soruşturmayı yanıtlayan Yunanistan eski maliye bakanı Yanis Varoufakis şunları dile getiriyor: 

Bir azınlık için kurtarma, çoğunluk için kemer sıkma anlayışı 2007’den bu yana küresel borçların yüzde 40 daha fazla artışıyla sonuçlandı. Evet, bazı İngiliz ve Avrupa bankaları küçüldü ve bilançoları denetim altına alan ulusal kurallar uygulandı.

Ne var ki böylece finansal aracılık bankalardan sermaye piyasalarına geçti. Gölge bankacılık sisteminin pozisyonları 2010’da 28 trilyon dolardan, 2018’de 45 trilyon dolara sıçrarken, riskler de batıdan yükselen piyasalara aktarıldı. Son on yılda 3.7 trilyon dolara ulaşan borçlanmaların sonuçları şimdi Türkiye ve Arjantin’de hissediliyor. Kısaca, risk azalmadı ancak göz önünden uzaklaştırıldı ve coğrafi olarak yayıldı. Ek olarak, toksik politikalar 2008’de kapitalizmi kurtaran AB ve Çin’in bu aynı ortak refleksi göstermesini engeller…

Bu küresel koşullar hiçbir öngörüde bulunmaksızın tüm riskleri bodoslama üstlenen AKP yönetimlerinin ekonomide karşılaştığımız ağır tablodaki veballerini ortadan kaldırmıyor. Ancak küresel koşulların da 2007’de küresel finansal krize çanak tutan kurgudan farklı olmadığını, krizlere davetiye çıkarmaya devam ettiğini vurgulamamız gerekiyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Balık az mazot pahalı - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Dolar kuru nedeniyle artan mazot fiyatları balıkçıyı vurdu. Foça Limanı’na gittiğinizde denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. 35 yıllık balıkçı olan Latif Turgut Tekin, “Teknenin günlük mazot maliyeti 2-3 bin lira arasında” diyor.

Geçen hafta WWF-Türkiye’nin küçük ölçekli balıkçılığı yaşatmak için bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları yerinde izlemek üzere Foça’daydım. Düzenlenen çalıştayda, Bakanlık temsilcileri, altı ayrı üniversiteden akademisyenler ve balıkçıların sorunlarını ve çözüm önerilerini dinleme şansım oldu. Foça Belediyesi’nin düzenlediği Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen bir başka panelde de Mersin (Erdemli), Antalya (Kaş) ve İzmir’den gelen balıkçıları dinledim. Dertleri çok; anlatmak, gündeme getirmek de bize düşüyor.

Sayıları 14 bini bulan küçük balıkçıların iki büyük sorunu var. Birisi, “şebeke” denen, yasaya, doğaya aldırış etmeden kaçak avcılık yapan balıkçılar. Cuma günü BirGün’de, “Denizde şebeke var” başlığıyla haberleştirdik. Okumadıysanız lütfen okuyun. Öyle bir şebekeden bahsediyoruz ki, sahil güvenliğin botunu takip etmek için limanı gören yerde ev tuttukları, içine diğer teknelere haber vermesi için adam koydurttukları bile söyleniyor.

Bakanlık durumu biliyor ama yaptırımlar yetersiz. Yasadışı avcılık yapan tekneyi yakalasa bile ceza kesip bırakıyor, tekne sahibi akşama kalmadan yeniden denize açılıyor. Yakalanan teknelerin imhası için yasal değişiklik hazır. Bu madde yasalaşırsa herkes etkili olacağından emin ancak daha önceki iki değişiklik taslağı geri dönmüş. Gizli bir güç, yasaya uyup, emeğiyle para kazanmaya ve aynı zamanda denizleri korumaya çalışan balıkçıyı rahatlatacak bu değişikliği istemiyor sanki.

Tarım ve Orman Bakanlığı üstüne giderse önemli bir sorun ortadan kalkacak, biz bir kez daha yazıp aklın isteğini iletelim.

İkinci sorun ise mazot fiyatları. Dolarla birlikte artmış. Sadece mazot mu? Kasa fiyatı, tekneden çalışan işçilerin ücreti… Foça Limanı’na gittiğinizde sezonun yeni başlamasına rağmen denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. Tekne sayısının çok, balığın az olduğunu söyleyen 35 yıllık balıkçı Latif Turgut Tekin, bir teknenin günlük mazot maliyetinin 2-3 bin lira arasında olduğuna dikkat çekiyor.

Fiyatlar el yakıyor
Fotoğrafın tamamını görmek için Foça Balık Hali’ne de gittim. Balıkçı Burçin Tekin, bir ay önce 18 TL’ye aldığı balığı 26-28 TL’ye aldığından yakınıyor. Yemlerin ithal olması nedeniyle çiftlik balıklarının bile fiyatları artmış.
Misafirlerine balık almaya çalışan Tuba Urhan da, “Bir hafta önce deniz levreğini 35 TL’ye aldım şimdi 50 TL. Fiyat böyle olunca ne yapacağımı şaşırdım” diye yakınıyor. İş sadece yem, mazot gibi maliyet kalemlerindeki artışla da bitmiyor.
Balıkçının kilosu 20 TL’den sattığı barbun, aracılardan sonra tezgaha 50 TL’den çıkıyor. Küçük balıkçı, kendi ürününü satmanın yollarını arıyor.

Balık sezonu Foça’da açıldığı gibi kapanmışa benziyor. Balık fiyatları artmadıkça teknelerin denize açılması zor. Fiyatlar artarsa da alıcı bulmak iyice zorlaşacak.

Görüldüğü üzere ekonomik krizin denize yansıması da farklı değil. Dalgalar üstümüze üstümüze geliyor.

                                                          ***

Çöp toplamak iyi mi kötü mü?
İki gün önce Türkiye’de binlerce insan çöp topladı. İnsanların zaman ayırıp çöp toplaması, durumun vahametini görmesi elbette kötü değil. Sorun, çevreciliğin, çözümün bu tip eylemlerden geçtiği fikrinin yayılmasında.

Yanıbaşındaki termik santrala itiraz etmeyen ama çöp toplayan çevrecileri yaratmak için az uğraşmıyor devletler. Atıklar gibi kangrene dönmüş sistemsel bir sorunu çöp toplayarak değil, çöp üretmeyerek, üretileni geri dönüştürerek çözebilirsiniz. Plastik şişe, karton kutu gibi ürünleri üreten şirketlere bunları geri toplamaları için depozito koymalarını sağlayamazsanız, onlar üretir, birileri atar ve siz de toplamaya devam edersiniz. Bizim her zaman balık tutmayı öğretmemiz gerek, çöp toplamanın “pansuman tedbir” olduğunu unutmayalım.

Avrupa’da belediye atıklarının geri dönüşümünde en başarılı ülke Almanya. Almanya’da atıkların yüzde 64’ü ya kompost tesislerine gidiyor ya da geri dönüştürülüyor. Türkiye’de bu oran yüzde 10. Başarının ardında depozito uygulaması gibi katı kurallar yatıyor. Almanya’da camdan, pet şişeye aldığınız her ürün için depozito ödüyorsunuz. Hem de öyle birkaç kuruş değil; 25 avro sentten (yaklaşık 2 TL) bahsediyoruz. Kimse bir pet şişe su içip iki lirasını çöpe atmak istemiyor.

Madem ülkede seferberlik ilan edip, herkesi çöp toplamaya çağıracak kadar kritik bir durumdayız, hükümetin elini kim tutuyor? Her türlü ambalaja depozito eklensin, doğaya bırakılan çöp miktarının ne kadar azaldığını birlikte izleyelim. Yetmedi mi? Sokağa çöp atana, atığını ayırmayana ceza kesilsin. Yurt dışındaki iyi örneklerin hepsinde bunlar var. Sadece bilinçlendirmeyle sorun çözülseydi, İngiltere, Fransa gibi çevre duyarlılığının bizden önce başladığı yerlerde böyle cezalar uygulanmaz, sadece çöp toplama etkinliğiyle sorun çözülürdü. Öyle olmuyor, devlet doğayı korumakla görevli ve bunun için ne gerekiyorsa yapmalı. Çevrecilerin görevi de çöpleri toplamak değil, ürettirmemek, attırmamak olmalı. Hadi, hemen depozito uygulamasına geçelim. Şirketlerin değil doğanın isteğini hayata geçirelim.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Her şey borçla başladı… - ERİNÇ YELDAN

“Her şey borçla başladı…” McKinsey Küresel Enstitüsü’nün eylül ayı raporu (*) bu sözlerle başlıyor. Malum 2008/09 küresel krizinin üzerinden on yıl geçti. Küresel ekonominin bir bütün olarak 1930 Büyük Buhranından bu yana ilk kez daralma gösterdiği krizin başlangıç tarihi olarak 15 Eylül’de Lehman Biraderlerin iflası gösterilmekte. 

Ancak, Lehman Biraderlerin çöküş öyküsünü krizin nedeni değil, tetikleyici sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Krize giden yolların yapı taşları daha 1970’lerde, kapitalizmin merkez ekonomilerinde sanayi başta olmak üzere, reel üretici sektörlerde kâr oranlarının düşme-si; işsizliğin yapısal olarak derinleşmesi; ve toplam talebin gerileyerek küresel kapitalizmin tıkanmasıyla döşenmişti. Küresel sermaye çıkış yolunu finansal rant ve spekülasyon oyunlarında bulmuş, kapitalizmin kumarhane masalarında yaratılan sanal kârlar aracılığı ile birikimini sürdürebilme çareleri aramaya yönelmişti. 
Nitekim 2008’in Aralık ayında yayımladıkları “Küresel Kriz Kapitalizmin Ta Kendisidir”  başlıklı raporunda Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu krizi şu sözcüklerle betimlemekteydi: 
“Küresel ekonominin içine sürüklendiği 2008 krizi, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini finansallaşma ile açma çabasının doğrudan bir ürünüdür. Günümüzde kapitalizm ve uluslararasılaşmış sermayenin genişleyen yeniden üretimi finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı duruma gelmiştir.”

***

Evet, bu koşulların yansıması olarak her şey borçla başladı ve borçlanma baş döndürücü bir hızla ivmelendi. Hükümetlerin, şirketlerin ve hane halklarının toplam borçları 2007’den bu yana 72 trilyon dolar artış göstererek 169 trilyon dolara sıçradı. Bu on sene içerisinde özellikle gelişmiş ülke ekonomilerinde devlet borçları iki misli arttı ve 60 trilyon dolara ulaştı. 

Küresel krize parasal müdahale aracı para basmak oldu. Ancak, “modern” merkez bankacılığının iletişim stratejisi gereği “para basmak” deyimi uygun düşmediği için, küresel para piyasalarına 3.5 trilyon dolarlık bu ek katkı “miktar kolaylaştırılması” adı altında sunuldu. Söz konusu operasyon sonucunda küresel mali piyasalarda faiz oranları sıfıra değin geriledi. “Sıfır” faiz oranı şirketler kesimi için yerçekiminin de sıfırlandığı bir ortama dönüştü. Şirketler kesimi bono ve tahvil ihraç ederek borçlanma yarışına katıldılar. Şirketler kesiminin toplam borçları da iki mislinden fazla artış gösterdi ve 66 trilyona yükseldi. 

Bunca parasal genişlemeye ve borçlanmaya karşın, 2008 sonrası dönemin küresel finans piyasaları açısından en büyük çözümsüzlüğü uluslararası toplam sermaye hareketlerindeki yavaşlamaydı. 2007’de yılda 12.7 trilyona değin yükselmiş olan küresel sermaye akımları, 2009’da 2 trilyon doların altına düşmüş; sonra da ancak 5.9 trilyon dolara kadar yükselebilmiş idi. Küresel sermaye akımlarındaki bu önlenemez gerilemeye koşut olarak, uluslararası doğrudan (sabit sermaye) yatırımları 2007’den bu yana yarı yarıya azalmıştı (3.2 trilyon dolardan 2017’de 1.6 trilyon dolara). 
Parasal genişlemeye karşın, doğrudan sabit sermaye yatırımlarındaki söz konu-su gerileme küresel kapitalizmin birikim rejimini artık “üretimden” değil “finansal rantlardan” sağlamayı tercih ettiğini belgelemekteydi. 

Sözlerimizi Bağımsız Sosyal Bilimciler’in 2008 raporundaki tespitleriyle bağlayalım: 
Küresel kriz sayesinde serbest piyasanın dengeli ve istikrarlı bir ekonomi yaratacağı ve her türlü devlet müdahalesinin kaynak israfına yol açacağını savlayan neoliberal iktisat dogmalarının geçersizliği açıkça ortaya çıkmıştır. “Serbest” piyasaların kuralsızlaştırılarak  “derecelendirme kuruluşları” ya da “bağımsız idari otoriteler üst kurullar” aracılığıyla denetlenebileceği savı boşa çıkmıştır. İnsan için ve insani koşullara sahip bir üretim yapısı kurulmasının yolu, öncelikle finansal ekonominin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde topyekün bir kurallar bütünü içinde, sistemik olarak gözetim altında tutulmasından geçmektedir. 

Kapitalist dünya böyle bir ekonominin ön koşullarını sizce yaratabilir mi? 

ERİNÇ YELDAN / CUMHURİYET

(*) McKinsey Global Institute, “A Decade After the Global Crisis: What Has (And Hasn’t) Changed?” 

Cihatçılar Türkiye’ye kaldı - SERTAÇ EŞ / CUMHURİYET

Türkiye sayıları 70 bini bulan cihatçıyı Rusya’ya karşı eylem yapmaması için kontrol altında tutacak. Prof. Çelikpala, “Siyasi hedef olmadan askeri operasyon olmaz, yoksa çamura saplanırız” dedi.

Türkiye ile Rusya’nın Soçi zirvesinde İdlib konusunda mutakabata varırken, sonraki aşamalar kritik bir süreci kapsıyor. Türkiyeİdlib’de bulunan 30-70 bin civarındaki farklı gruplara üye cihatçının Rusya’ya karşı eylem yapmamasını sağlayacak.

Rusya politikaları uzmanı Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mitat Çelikpala, Türkiye’nin bütün ılımlı ve radikal unsurları kontrol etmek için mutabakata imza attığını belirtti. İdlib’deki radikal grupların tek bir merkeze bağlılıklarının söz konusu olmadığını belirterek provokasyon olasılığına dikkat çeken Çelikpala, “Bunları kontrol edeceğini düşünüyorsan, görüşüp konuşacaksın demektir. İçerdeki silahsızlanmayı biz yapacağız. Tampon bölgeleri bunlardan nasıl koruyacaksın? Gruplar çıkarları için birbirlerini yok ediyorlar” diye konuştu.

İdlib konusunda Türkiye ve Rusya’nın vardığı mutabakatın diplomatik unsurlarını Cumhuriyet’e değerlendiren Çelikpala, varılan uzlaşmanın Tahran Zirvesi’yle başladığına dikkat çekti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın irticalen konuşmayı sevmesine karşın üç sayfalık metin okuduğunu anlatan Çelikpala, “Bu da işin hassasiyetinin önemine vardığını gösteriyor. Arkada bir devlet aklının olduğu belli” dedi. Erdoğan’ın sahadaki gruplara, ABD’ye ve uluslararası topluma atıfta bulunduğunu anımsatan Çelikpala, “Bence Rus bombardımanının hedefi Türkiye’yi sahaya çekmekse, Türkiye sahaya başka bir versiyonla indi. Türkiye cihatçıları, ılımlı muhalefetin tamamını kontrol etmek durumunda. Buradan saldırı olursa Rusya, Türkiye’yi sorumlu tutacak. Çünkü altına imza attık” dedi.

‘Provokasyon olabilir’
İdlib ’deki radikal grupların belli bir merkeze bağlılıklarının bulunmadığını belirten Çelikpala şunları söyledi: “Bunlar çıkarları için birbirlerini yok ediyorlar. İçerdeki silahsızlanmayı biz yapacağız. Tampon bölgeyi bunlardan nasıl koruyacaksın? Gözlem noktaları buna yetecek mi? Burada provokasyon potansiyeli yüksektir. Türkiye askeri operasyonel varlığını Suriye’ye yığmaya başladı, Türkiye bunlarla uğraşmaya başlayacak, bunun maliyeti ne olacak?” Gelinen noktada Türkiye’nin elinin Cenevre sürecinde güçlendiğini belirten Çelikpala, operasyonun siyasi hedefinin de net olarak belirlenmesi gerektiğini kaydetti. Çelikpala, “Siyasi hedef olmadan askeri operasyon olmaz, yoksa çamura saplanırız. Ruslar rejime bu anlaşmayı onaylatırsa Türkiye’nin varlığı meşrulaşacak. Peki, ana hedef nedir, bunun konuşulması lazım” ifadelerini kullandı.

‘ Türkiye zor sürece girdi’ 
İdlib ’deki tüm askeri faaliyetlerden artık Türkiye’nin sorumlu olduğunu belirten Çelikpala, “Bence Türkiye çok zor bir sürece girdi. Demek ki Türkiye’nin çözecek kapasitesi vardır. Bir süre sonra Türkiye radikal unsurları kabul ediyor mu dedikodusu başlayacak. Çünkü artık sorumlusu biziz. En ufak bir drone havalandığında bunu Türkiye’ye soracaklar. Askeri ve istihbari yığınak gerekir. Süreç Türkiye’yi bu noktaya sürükledi. Rüzgâr başka yerden üfleniyor, sen üflemiyorsun, dolayısıyla bunu yönetmek çok zor” değerlendirmesini yaptı.

‘Rusya adım adım ev ödevlerini yaptırıyor’
Emekli General Ali Er, İdlib mutabakatının askeri stratejik boyutunu gazetemize anlattı. Er, “Oyun planının finaline gelindi” dedi.
İdlib mutabakatının askeri stratejik boyutunu anlatan Emekli General Ali Er, varılan uzlaşmanın ardından Türkiye için zor dönemin başladığını söyledi. Rusya’nın Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan (FKH) sonra adeta “ Türkiye’ye ödevler verdiğini” belirten Er, “Esad rejiminin İdlib ’de başarısız olacağını gören Rusya, bu nedenle Türkiye’ye inisiyatif sağladı. Şimdi oyun planının finalindeyiz. Türkiye ideolojik bakış açısından kurtulmalı” diye konuştu.
Er, iki ülke savunma bakanının imza altına aldığı mutabakatın önceki temaslardan ayrı düşünülemeyeceğini, Türkiye ile Rusya’nın askeri duruşunun kayıt altına alındığını söyledi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) güven veren kurumsal hafızasına dönüşünün hissedildiğini, MİT’in Suriye, Balkanlar, Ukrayna gibi bölgelerde gerçekleştirdiği operasyonlarla bu kurumun da kendi kurumsal özgüvenine kavuştuğunun ortaya çıktığını belirten Er, “Bunlar önemli. Türkiye’nin bölgedeki yumuşak gücünü de görmemiz lazım. Bence, Soçi’de ‘buyurun yapın’ dendi” değerlendirmesini yaptı.

20 km. tampon bölge
Kontrol bölgelerinde 20 kilometreye kadar tampon bölge oluşturulacağını, zırhlı, obüs, havan gibi silahların buralardan çekileceğini anlatan Er, Rusya’nın üslerinin bulunduğu bölgeyi terörden arındırmaya çalıştığına dikkat çekti. Türkiye’nin FKH, Zeytin Dalı Harekâtı, son olarak da İdlib ile çevirme Harekâtını tamamladığını belirten Er, “Bu Rusya’nın, ABD’nin, Suriye’nin işine gelir. Burada korgeneralin komuta edeceği müşterek harekât görev kuvvetine ihtiyaç vardır. Çünkü her türlü hizmet vermek gerekebilir” dedi.
Gelişmelerden ABD’nin de memnun olduğunu belirten Er, “ABD’nin ses çıkarmıyor oluşu, Fırat’ın doğusuyla ilgili. Türkiye bu işin içine bu kadar girdiği sürece Fırat’ın doğusuna kuvvet ayıramaz. Böylece kendi hedefine ulaşacaktır. ABD, İran’a yapılabilecek ve askeri harekata evrilebilecek baskı sürecinin içinde burayı askeri üs, çıkış bölgesi, yığınaklanma bölgesi olarak güven altına almak istiyor” ifadelerini kullandı.
Er, Türkiye ’nin terörün temizlenmesi noktasında YPG’nin bölgeden temizlenmesinde de ısrar etmesi gerektiğini, Suriye’den tedbir almasını istemesi gerektiğini kaydetti.

‘İdeolojik bakılmamalı’
Mutabakatla Suriye içinde Türkiye’ye sempati duyan Sünni Araplarla gönül bağı kurulabileceğini belirten Er şunları söyledi: “Bunun önüne geçilemez. Bu Türkiye için önemlidir. Hatay, İskenderun, doğudan gelecek Kürt koridoru, Suriye’nin emellerinin engellenmesi için önemlidir. Ama her şey, Türkiye’nin ideolojik bakış açısından çıkıp terör örgütlerinin, terör örgütü vasfını iyi görmesi gerekir. Bence bunun güvenini vermediği için bu anlaşma kolay oldu.” Er, Rusya’nın Türkiye ’ye bu bölgede inisiyatif tanımaktan başka yolunun olmadığını savunarak, “ Suriye’nin İdlib’e girdiği zaman başarı şansı yoktur. Rusya bunu görüyor” dedi.

‘Finale girdik’
Türkiye için zor dönemin mutabakattan sonra başladığını anlatan Er, “Rusya adeta Türkiye’ye bazı ev ödevlerini adım adım yaptırıyor. Oyun planının finaline girdik. Türkiye’nin başında çok sayıda bölgesel sorun var. Diğer gelişmeler de Türkiye’yi tehdit ediyor. Bu bölgedeki askeri başarı diğer bölgedeki sorunları çözmeli. Türkiye’nin ABD, NATO, Fransa, Almanya hatta İsrail ile olan sorunları çözülmeli. Bu görüşmelerde devlet aklının Rusya’yı görmediğini düşünmüyorum” değerlendirmesini yaptı.

SERTAÇ EŞ / CUMHURİYET


İnsan bazen hayret ediyor-Selcan Taşçı Hamşioğlu

Her şeye rağmen...
"Olmaz"ları kalmayan bir ülkede bile...
İnsan bazen hayret edebiliyor bir şeylere...

                                                                         ***

Düşünsenize mesela...
"Çocuklarımızı belli kalıplara sıkıştırmak yerine onların kendi özelliklerine göre evlatlarımıza yaklaşmalıyız" diyen kişiyle;
- Bütün iktidarını çocukları aynı kalıptan çıkmış gibi yetiştirmeye adayan; bu uğurda okulların niteliklerini, müfredat içeriklerini, tekrar tekrar sitemi değiştiren,
- Hiçbir farklı sese tahammül edemeyen,
- "Dolmabahçe'de, Kadıköy'den gelenlerin durumunu görüyorum... Bütün bu durumları gördüğüm zaman bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil..." diyen,
- "Kız ve erkeklerin aynı evlerde kaldığı ihbarlarının gereğini yapacağız... Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık. Her tür şeyler olabiliyor..." diyen,
- Gezi Parkı'nda "ağaç nöbeti" tutan gençleri "birkaç çapulcu" ilan eden,
- Ali İsmail Korkmaz gibi "belli kalıplara sıkışmak yerine kendini ifade etmeye çalışan" gençleri katleden polisleri "destan yazdılar" diye öven,
- ODTÜ'lü gençlerin mezuniyet töreninde taşıdıkları karikatürlerden alınıp, bunları "hakaret sayan" ve tutuklanmalarına yol açan iklimi yaratan,
- Konjonktür uyarınca bazen "genç sivil", bazen "kindar", bazen "yerli ve millî" diye adlandırdığı kalıplara uymayanları "marjinal", "terörist", "darbeci" diye hedef gösteren aynı kişi.


Hayret verici değil mi?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...