Savunma Sanayii'nde neler oluyor?..(1) - Ahmet TAKAN

Savunma Sanayii'nde neler oluyor?..(1) 

2000'li yıllara kadar "Savunma" denilince o ülkenin askeri gücü, tarihten gelen dost ve düşman tanımı, komşularıyla ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan askeri tehditler karşısında sahip olunan kabiliyetler anlaşılırdı. Bu kabiliyetleri nereden aldığınız ya da ne kadarını ürettiğinizden ziyade, elinizde kaç adet bulunduğu kısmı daha önemliydi. Buradan yola çıkarak, Yunanistan ile aramızdaki husumeti sürekli kaşıyıp silah sattılar bize. Onlara bir füze sattılarsa bize karşı sistemini, bize yüz savaş uçağı sattılarsa onlara iki katını... Rusya'yı ve komünizmi gerekçe gösterip, topraklarımızın bir kısmını işgal edip askeri üs bile kurdular. Kimse demedi ki "bir dakika beyler, nedir bu komünizm, kaç silahı vardır, niye tehdit altındayız?" Yine kimse demedi ki "Yunanistan'ı NATO'ya aldıran biziz, bize nasıl saldırabilir ki silah alıyoruz" diye. Biz ülkemizi silah çöplüğüne çevirirken silah tüccarları ceplerini doldurdu.

Asla doymadılar. Çalıştılar, yatırımlar yaptılar, yenisini araştırdılar, üretmeye devam ettiler. Kendilerinin zerre ihtiyacı yoktu bu silahlara. Nasıl ki bir dönem altına karşılık Amerikan doları bastılarsa, petrole karşılık silah ürettiler. Dünya nüfusunun yüzde 4,3'üne sahip Amerika, dünyadaki tüketimin yüzde 35'ini ancak bu tür bir karşı ticaretle kapatabilirdi. Aynı hesabı yapan İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya dünyayı sömürme yarışına girmişlerdi. Bugün savunma alanında en büyük ülkeler bunlarsa, sebebi budur. Dev savunma sanayii firmaları yarattılar. Firma deyince aklınıza faydalı bir şey gelmesin, bildiğiniz silah üreten fabrikalar. Locheed Martin, BAE Systems, Northrop Grumman, Thales, Leonardo, Patriot HSS, Raytheon Company bunlardan bazıları.

Pasta küçülünce savunma konseptini daha ileri taşıdılar. Asimetrik terör tehditleri ile savunmanın yanına güvenlik konseptini de ekleyerek daha fazla satmaya, pastayı büyütmeye çalıştılar. Hatta o kadar ileri gittiler ki, kendi ülkelerini ve vatandaşlarını bile vurarak ikna edici olmaya çalıştılar. Başardılar da!.. 2000'li yıllara kadar iki ülkenin arasındaki bir mesele iken savunma denilen şey, o yıllardan sonra her bir vatandaşın problemi oldu. Bu daha fazla silah satışı demekti.

Türkiye ne yaptı?
Biz de boş durmadık. Silah alımları için Millet Meclisi'ne falanca ülkenin savunma harcaması örnek gösterilerek onu geçmemiz gerektiği söylendi; NATO'ya millî gelirin yüzde 2'sini silaha ayıracağımız taahhüt edildi.

Savunma sektöründe nasıl bir çevrim yarattıklarını anlamak, açlık seviyelerini görmek için daha derinlere de bakmak lazım. Amerikan stratejisinde askeri alanda işler devasa AR-GE yatırımlarına dayanır. Bizdeki gibi geliştirme ya da tersine mühendislik değil, bildiğin araştırmaya dayanır. Çoğu zaman çöpe giden bu yatırımlar sayesinde öğrenmeyi sonuna kadar kullanırlar, sonunda etkili bir silah ya da sistem yapınca kullanımını ve satışını sadece kendi orduları ile sınırlar, daha iyisini geliştirdiklerinde eskisini sömürge ülkelere "Dost ve müttefik" masalı altında satıp kanınızı emerler. Ona rağmen, "parayı verdim, silahı aldım istediğim gibi kullanırım" dedirtmezler. Örneğin, Kıbrıs'ta kullanımı yasaklar, terör bölgesinde kullanımı sınırlar, kaynak kodlarını vermez. Kural çok basittir. Parasını vermiş olabilirsin ama aslında silah ya da sistemin sahibi hâlâ Amerika'dır.

Bugün geldiğimiz nokta, savunma sanayii sektörü, askeri ihtiyaç üreten bir sektör olmanın ötesinde binlerce çalışanın istihdam edildiği, en iyi mühendislerin çalıştırıldığı, ortaya çıkan ürünlerin çift kullanım (dualuse) şeklinde pazarlandığı, ülkeler arasındaki ilişkileri şekillendiren, ekonomiye doğrudan etki eden bir sektör haline geldiğidir. Savunma sanayiinde güçlüyseniz, ekonominiz de o kadar güçlüdür ve uluslararası arenada liderlerin birlikte çektirdiği resmin en ön sıra ortasına o kadar yakınsınızdır. Ancak bu işler öyle kolay değil, bir kaç yeni yetme mühendisle tersine mühendislik yaparak, bir organize sanayi bölgesinde üç beş kaynak yaparak başarabileceğiniz bir mevzu değil maalesef.

Bazı değerlendirme ve sonuçlara ulaşabilmek için öncelikle tarihimize de bir bakalım. İlk adımın ne zaman atıldığı, falanca padişah, filanca mucit, ilk uçak fabrikası gibi tartışmaları bir kenara bırakırsak mihenk taşı olarak merhum Turgut Özal'ın o günkü adıyla "Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SaGeB)"nı kurmasını gösterebiliriz.

Bu sektöre bahşettiği öneme dair mesaj verebilmek için bu kurumu 1985 yılında ilk kurulduğunda Başbakanlığa bağlamaya çalışmışsa da, engellere takılmıştır. Savunma sanayii altyapısının tesisine ilişkin politikaların tespiti ve bu politikaları tatbik etme yetki ve sorumluluğuna sahip mekanizmaların oluşturulması görevi tevdi edilerek Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır. 1989 yılında Savunma Sanayii Müsteşarlığı olarak yeniden yapılandırılmış, 2017 yılında gerçekleştirilen bir düzenlemeyle T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı olarak güncellenmiştir. 1989 yılı bakışı ile 2017 yılı bakışı arasındaki temel fark, 1989 yılında amaç kurumu güçlendirmek ve yetkilerini artırmak iken, 2017 yılında ise kurumun imkânlarını kullanma ve bu imkanlardan sonuna kadar siyasi olarak faydalanmaktır.

AKP iktidarı yıllardır yerli savunma sanayiinden bahsediyor.

Peki, bu kurum neler yaptı da bu kadar önemli? Düne kadar engellemeye çalışılan, hatta 2000'li yılların başında bazı apoletli çevrelerin bu kurumu kapatma çabalarına rağmen elde edilen kazanımlar veya kayıplar nelerdir?.. Son yaşadığımız büyük ekonomik kriz savunma sanayimizi nasıl etkiledi?.. Ve çok daha fazlası...

Bugünden itibaren ADSIZ'da alışık olmadığınız tarzda, dizi söyleşiye yer vereceğim. Savunma sanayiinden çok üst düzey bir yetkili ile saatler süren bir söyleşi yaptım. Ama tahmin edebileceğiniz sebeplerden dolayı isim yok, fotoğraf da yok!.. Eğer, gerçekler hakkında bilgi almak istiyorsanız, güçlü ekonomi/güçlü devlet, güçlü savunma sanayiinden geçer diyor ve bu ülkenin sorunları beni çok yakından ilgilendirir diye düşünüyorsanız söyleşinin her satırını büyük dikkatle okumanızı öneririm.
Büyük bir sır perdesini aralayan o isme, bu köşeden de teşekkürlerimi bir kez daha sunarım...
(Devam edecek.)

Savunma Sanayiimiz ne kadar yerli?(2)

Savunma sanayiimizi de aile şirketine çeviren iktidarın, şöyle yerliyiz, böyle millîyiz propagandaları ne kadar gerçeği yansıtıyor?.. Dünkü yazımda bahsettiğim o üst düzey yetkili öncelikle şu tespiti yaptı;

"Savunma alanında güvenlik birimlerinin bu kuruma (SSM) bildirdiği ihtiyaçlar 1990'lı yıllara kadar doğrudan alım programlarıyla, 2000'li yıllara kadar ortak üretim programlarıyla, daha sonra ise yurt içi özgün tasarım sistemleriyle hayata geçirilmiştir. Bu kurumun kaderinde iki Müsteşar büyük rol oynamıştır. Kuruluş aşamasında var olma savaşını kazandıran ilk Müsteşar Vahit Erdem ile 2004-2014 arasında kurumun vizyonunu değiştiren, bazılarına göre bu ülkede ezber bozan Müsteşar Murad Bayar. Bugün iktidarın da sahiplendiği ne kadar askeri millî proje varsa (Atak Helikopteri, ALTAY Tankı, MİLGEM Gemisi, ANKA insansız sistemi, CİRİT Füzesi, Millî Piyade Tüfeği, Hürkuş Eğitim Uçağı vb..) bunların özgün tasarım vizyonunu ortaya koyan adamdır Murad Bayar.

Bu gelişmeler akan suyun yönünü değiştirme çabasıydı. Büyük oranda başarıldı. Bitti mi? Hayır. Eğer o suyun nereye gitmesi gerektiğine dair stratejik bir yön çizmezseniz, alt kritik teknolojilere eğilmezseniz, 10 yıl sonrasını değil bugünü düşünürseniz 1 yıl içinde 1985'e geri döneriz."

--Peki, neden?
"Şöyle bir örnekle açıklayalım. Bir zırhlı araç düşünün. Bugün konuşulan rakamlarla bu alanda yaklaşık yüzde 70 oranında yerlilik elde edildiği söyleniyor. Diyelim ki maliyeti 100 TL olsun. 70 TL'si Türkiye'de kalırken, 30 TL'si yurt dışına çıkıyor. 70 TL ise bu aracın devlete maliyeti. Bir de aynı mantıkla bunu üreten şirket açısından hesap yapalım.

(A) firması zırhlı araç üretebilmek için zırh malzemesini, motoru, aksı, şanzımanı, dişli aktarma sistemlerini, camı vesaire ithal ediyor. Basit bir yüzdeyle, aracın maliyetinin neredeyse yüzde 30'u. Düştü mü sizin yüzde 70 yerlilik yüzde 49'a. Durun daha bitmedi. (A) firması yerli alt yüklenici bir başka (B) firmasından diyelim ki lastik satın alıyor. (B) firması açısından da, lastik üretebilmek için ham maddelerden önemli kısmı ithal. Lastik kauçuğu, kauçuğu tutan kord malzemesinin ham maddesi, askeri araçlar için patlak gider sistemi (Run-Flat) bazı örnekler. Bu şekilde alta doğru kırmaya devam ettiğinizde yüzde 70 diye başladığınız yerliliğin çok daha aşağılara kadar indiğini görebilirsiniz. Size kalan işçilik ve üretim metoduna hâkimseniz tasarımdır. Yerli ham madde üretmediğiniz, ham madde ve/veya ara malzeme üretecek tesisler kurmadığınız, buralara yatırım yapmadığınız sürece sonraki adımları unutun. Kaldı ki, kara araçları sektörü savunma alanında en güçlü olduğumuz sektör."

--Hava araçlarında durum ne?
"Hava araçlarında veya elektronikte bu oran dip seviyelerde. Yok gibi bir şeyiz. Bu daha bir başlangıç denmesinin sebebi budur. Alta indikçe ithale dönen parçaları yerlileştirmeniz lazım ki, yerlilik oranınız gerçekten yüzde 70 olsun. Gerçekten teknolojik bağımlılığınız ortadan kalksın. Özel sektörün yurt dışına transfer ettiği paralara baktığımızda bu net olarak görülecektir. Özel sektörün 200 milyar doların üstüne çıkan döviz borcu nasıl oluştu sanıyorsunuz. Bugün yaşadığımız döviz krizinin derinliklerine baktığınızda bu kısır döngü vardır. Londra'daki birkaç spekülatörün işi değildir bu kriz. Spekülatörler kıvılcımı çakmış olabilir, asıl sebep bu kırılganlığımızdır."

--Sektörün yapısından da bahseder misiniz?
"Türk savunma sanayii, kamu ve özel sektör kuruluşlarından meydana gelmektedir. Sektörde yer alan firmaların giderlerinde en büyük harcama kalemleri malzeme ve işçiliktir. Firmaların ithalat giderlerine ve ham madde giderlerine bakıldığında ithalat bağımlısı olduğu ortaya çıkmaktadır. Burası önemli. Bütün sorunların ana kaynağı. Bu noktaya ilerleyen safhalarda tekrar döneceğiz. Şimdilik yapısını incelemeye devam edelim.

Ana yüklenici denilen, bir ihaleye doğrudan katılan ve o projeden sorumlu olarak sözleşmeye imza atan firmaların bilançoları üzerinden bir inceleme yapıldığında, sektörde genel olarak aktiflerin yüzde 70'i yabancı kaynak (borçlanma) ve yüzde 30'u ise firmaların öz kaynaklarından oluşmaktadır. Alt sektörlerde farklılık olmakla birlikte, bu durum öz kaynak yetersizliğine dikkat çekmektedir. Yani, firmalar avans ve öz kaynak ile karşılayamadıkları finansman ihtiyaçlarını kısa vadeli borçlanarak karşılamaktadırlar. Elektronik ve havacılık sektöründe ise kısa vadeli borçların uzun vadeli avanslara dönüştüğü görülmektedir. Bu durum yürüttükleri projelerin uzun yıllara sari olması ve çoğunlukla kamu sermayeli firma olmalarından dolayı yüksek avans ile borçlandıklarını göstermektedir.

Ana yüklenicilerin bazı işleri taşere ettikleri alt yüklenici ve yan sanayi firmalarında durum ise, avans alamadıkları için kısa vadeli banka kredileri veya firma dışı kaynak sağlamak yoluyla borçlanmak ve ihtiyaçlar finanse edilmeye çalışılmaktadır. Finansal piyasalara birebir bağımlı olduklarını ve ilk elden etkilendiklerini söyleyebiliriz.

Firmaların maddi duran varlıkları karşısında ne kadarlık bir satış hacmi başarısı gösterdiği incelendiğinde, silah sistemleri ve havacılık sektörlerinde yer alan alt yüklenici firmaların yapılan altyapı yatırımlarının, satışa yansımasının düşük olduğu anlaşılmaktadır. Alt yüklenici firmalarda atıl kapasite var demek mümkündür. Bu da alt yüklenicilerin maliyetlerini olumsuz yönde etkilemektedir." (Devam edecek.)

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Antepfıstığı üzerinden tarıma bakış (1) + Tarımda çıkış yolu var mı?(2) / ÖZLEM YÜZAK

Antepfıstığı üzerinden tarıma bakış (1)


9 kere yerine 2 kez toprağı sürerek ağaçtan daha fazla verim alınabiliyor. Üstelik daha az mazot ve daha az gübre kullanarak. Aşırı değil doğru sulama ile. Çevreyi daha az kirleterek daha fazla ürün elde edilebiliyor, dolayısı ile gelir de artıyor. 
Peki neden yapılmıyor? 
Yapılamıyor? 
Neden gıdada dünyanın kendine yeten 7 ülkesi arasında iken bu özelliğimizi yitirdik? Neden köylerimizin çoğu boş, kalanlar da 60 yaş üstü? 
Neden bir yandan eti, sütü, limonu, fındığı bu kadar pahalı yerken diğer yandan üreticinin iki yakası bir araya gelemiyor? 

Tarımın bugünkü hali bünyesinde onlarca soruyu barındıran bir çözümsüzlük sarmalı, çünkü hepsi birbirine bağlı ve Türkiye’nin hangi bölgesine giderseniz gidin ürün farklı da olsa sorunların aynı olduğunu görürsünüz. 

2 gündür Güneydoğu Anadolu topraklarındaydık. Tarihi milattan önce 7 binli yıllara kadar giden fıstığın izinde. TEMA Vakfı ile Nestle’nin 8 yıl önce antepfıstığı yetiştiriciliğinde verim ve kalitenin artırılması ile sürdürülebilir tarım uygulamalarının benimsetilmesi amacıyla başlattıkları “Fıstığımız bol olsun” projesinin geldiğini noktayı gördük. Antepfıstığının anavatanı, Türkmenistan, İran ve Türkiye. En çok üretim buralarda ve ABD’de. Türkiye dünya antepfıstığı bahçelerinin yüzde 35’ine sahip ama ne yazık ki üretimdeki payı yalnızca yüzde 12. Bunun en büyük nedeni de verim düşüklüğü.
 
Aslında parantez arası şunu da anımsatalım, Türkiye’de en fazla Şanlıurfa’da yetişiyor fıstık ancak işleme, pazarlama, ihracat daha çok Gaziantep’ten yapıldığı için adını bu ilden alıyor. 210 bin ailenin geçim kaynağı fıstık.

TEMA ve Nestle ortak projesi 8. yılında 
Gelelim projeye: İlk iki fazı tamamlanan ve bu yıl üçüncüsüne başlanan projede üzerinde çalışılan bahçelerde verimi yüzde 49 arttı. Bu rakam son derece önemli. Üstelik toprağı 9 kere değil 2 kere sürerek, daha az gübre daha az mazot harcayarak. Zararlılarla mücadele etmek için hepimizi zehire bulayan zirai tarım ilaçlarını az kullanarak onun yerine entegre mücadele teknikleri ile. Evet, proje TEMA ile Nestle’nin ortak projesi ama işi azimle yürüten bir kişi var ki o da bölgede “Fıstık Dede” diye tanınan Tema’nın orman mühendisi Metin Şenol. “Çiftçinin kendi atalarından bildiği doğruları değiştirmek kadar zoru yoktur” diyor. Fıstık ağacına ilişkin “baba diker, oğul yer” anlayışı örneğin. Ya da toprağı derinden sürmek... Fıstık Dede bakmış ki olacak gibi değil, tası tarağı toplamış Gaziantep’e yerleşmiş. Halen köy köy dolaşıyor ama ilk fazda 23 bahçede sağlanan başarı diğer çiftçileri de oraya daha hızlı çekmiş. Fıstık Dede, “10 yılda yemişi alma inancı kırıldı 2 -3 yıl içinde fıstıkları toplamaya başladılar” diyor. 
Yine proje kapsamında ikinci fazda toplam 5 bin 890 dekarlık 154 bahçede antepfıstığında sürdürülebilir tarım uygulamalarına rehberlik edildi. 
Tozlaşmayı artırmak üzere dişi ağaçlarla çiçek açma uyumluluğu olan 2 bin erkek ağaç dikimi yapıldı. Budama ve aşılama eğitimleri verildi. 

Şöyle size iki cümlede özetlediklerim şüphesiz kolay olmadı, Fıstık Dede, “Gittim Hamit Polat’a. Bahçenden 5 fidanı benim uygulamalarıma vermeni istiyorum. Zararın olursa cebimden karşılarım dedim. 2 yılda aşılanmaz dediği ağaçları aşıladım, böyle sürülmez dediği toprağı sürdüm. Gördüler sonucu böylece adım adım karşılıklı güvenin sağladık” diyor.

85 liradan 125 liraya çıktı. Neden? 
Neden bilgiyi böyle hemen reddediyorlar” diye soruyorum haklı olarak. Ancak Fıstık Dede’nin verdiği yanıt Türkiye’de tarımın can alıcı sorunlarından birine işaret ediyor: 
Köylü ne yapsın en az 7 otorite çıkıyor sürekli karşısına. Tarım il müdürlüğü, ilçe müdürlüğü, ziraat odası, ilaç satıcıları, gübre bayileri, malzeme satıcıları... hepsi kendi bildiğinin doğru olduğunu söyleyen bir bilgi kirliliği. Bu yüzden önce güvenin tesisi şart. 
Ne yazık ki ortak çalışma kültürü olmayan, koordinasyonu kabullenmeyen bir toplum olmamızın yansımaları bunlar ve her yerde olduğu gibi tarımda da sonuçları böyle oluyor. 

Yer kalmadı ama konuyu sürdüreceğim: Hasat başında yani 20 gün önce üreticiden kilosu 30-32 liradan toplanan fıstığın neden hasatın sonunda 50-52 liraya fırladığı ve neden markette, kuruyemişçide 85 lira olan fıstığın yine 15 günde 125 liraya çıktığı mesela? 

Bileniniz var mı?



Tarımda çıkış yolu var mı?(2)


Tarım konusuna 2 hafta önce kaldığımız yerden devam... Hepimizin bildiği gerçek şu: Tarım ürünlerine ödediğimiz fiyat sürekli artıyor. Limonun kilosu hâlâ 12-15 lira; dünyanın incir, fındık, antepfıstığı üretiminde ilk sıralarda olmakla övünüyoruz ama 10 liradan aşağı taze incir göremedik. Antepfıstığının kilosu 125 liradan satılıyor kuruyemişçide. 

Bu artışın sebepleri masaya yatırılmadan sadece tarım desteklerinin artırılması gibi geçici önlemlerle konunun çözülmesi mümkün değil. 

Hadi biraz hafıza tazeleyelim, geçen yıl haziran ayında neler olup bittiğine dair... 
Buğdayda yüzde 130 olan gümrük vergisi 45’e, arpada yüzde 130 olan vergi 35’e, mısırda yüzde 130’dan 26’ya düşürüldü. Yetmedi, yüzde 135 olan ithal canlı hayvan gümrük vergisi 26’ya, yüzde 225 olan hazır et vergisi 40’a düşürüldü.
 
Bu ne anlama geliyordu? O zaman bu köşede yazmışız (30 Haziran 2017): Hükümet, yerli üreticiye “Kardeşim, sen bu işlerle boşuna uğraşma. Başka ne yaparsan yap. Ben yurtdışındaki çiftçiyi beslerim. Halka daha ucuz ithal et, ithal buğdaydan ekmek, makarna yediririm” demeye getiriyor. 

Sonuç karşınızda şimdi. Dahası bir de nur topu gibi şarbon hastalığı, ithal canlı hayvanlardan... 

Yine o yazıda şunu söylemişiz: AKP iktidarı artan enflasyonun sorumlusu olarak gördüğü gıda fiyatlarını düşürmek için tarım ve hayvancılığı ölüme terk ediyor. 

Türkiye’yi ithalat cenneti haline getirerek gıda fiyatlarını düşürmek mümkün mü? 
Kesinlikle hayır. 
Zaten fiyatlar da düşeceğine arttı. 
Sadece ithalat yüzünden değil tabii ki. Sıralayalım diğer sebepleri de: 
1- Tarımsal üretim, nüfus ve tüketim artışı oranında artmıyor. Bunun farklı nedenleri var. Kente göç, köylerin boş kalması, özellikle gençlerin tarımla uğraşmak istememesi de nedenlerin arasında ve asla gündeme getirilmiyor. 
32 milyon dönüm arazinin atıl durumda olduğunu ve şu an sulanmayan 7-8 milyon dönüm arazinin ekilememe riskiyle karşı karşıya olduğunu da belirtelim.
2- Üretici ve tüketici fiyatı arasındaki büyük uçurumu denetleyen yok. 1 ay önce Gaziantep’te tüccarın üreticiden 30-35 liraya satın aldığı antepfıstığının bugün markette 125 lira olmasının nedeni ne? Bir dost anlattı. Libya’da çalıştığı dönem, Kaddafi yılları... Bir yıl yumurta fiyatları aşırı derecede artıyor. Kaddafi emir veriyor: Fahiş fiyattan yumurta satan herkes kapısına “Ben eşeğim, halkı kazıklıyorum” diye yazacak. Mecburen yazıyorlar ve fiyatlar birden düşüyor. 
3- Üretim planlaması ve stok kontrolü yok. Biliyorsunuz haziran ayında patates-soğanın kilogram fiyatı 6-7 liraya kadar çıkmıştı. Şöyle bir geçmiş haberleri taradım. 2012 yılında Bitlis’te çiftçi satamadığı patatesi hayvan yemi yapmış. 2016 yılından da bir haber Adana’dan. Tarlada kalan soğan hayvan yemi oldu. 2 yıl önce Antalya Adrasan’a gitmiş ve nar ağaçlarının tek tek sökülmesine içimiz acıyarak şahit olmuştuk. Çünkü Rusya ambargoya başlamıştı ve nar alıcı bulamıyordu. 
4- Doğru destekleme politikası sürdürülmüyor, amaçsız hedefsiz şekilde çiftçiye dağıtılıyor.
5- Üretici örgütsüz ve güçsüz. Üretici birlikleri, kooperatifler hatta ziraat odaları çok daha bilinçli hareket edebilir. 
6- Girdi fiyatları çok yüksek. 

CHP’nin geçen yıl açıkladığı “Tarım raporu” aslında Türkiye’nin tarımda dünyadaki yerini de gözler önüne seriyor: Türkiye’de 5.5 milyona yakın kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi 60 milyar dolar civarında kalırken ABD’de 2.3 milyon kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi Türkiye’nin üç katını aşarak 175 milyar dolara ulaşıyor. Avustralya’da tarımda kişi başına yıllık ortalama 93 bin dolarlık üretim yapılırken bu rakam Türkiye’de 10 bin dolarda kalıyor. 
 
Çin ne yapıyor?
Üniversite öğrencilerini tarlalara, köylere gönderiyor. Pekin’de Çin Tarım Üniversitesi, 10 yıldan beri bahçede, tarlada bilim ve teknoloji projesini sürdürüyor.
(Science & Technology Backyard -STB- Project) ve bu çerçevede üniversite öğrencilerini ülke genelinde köylere gönderiyor. Amaç ürün veriminin artırılması. 

Sonuçlar ise çarpıcı: 2009 yılında Hebaei eyaletinde Quzhou’da daha önce hektar başına 5.6 ton buğday elde edilirken 2015 yılında 7.2 tona yükselmiş. Mısır üretimi de 6.4 tondan 9.1 tona çıkmış. Üstelik kullanılan gübre ve zirai tarım ilaçları da azaltılmış. 
Bu yapılırken de bir taşla 2 kuş vuruluyor; hem verim artıyor, hem öğrenciler deneyim kazanıyorlar.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Dışarıdan Türkiye’ye Bakışlar - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin krize sürüklenmesi, Batı basınında, internet sitelerinde gündemde kaldı; değerlendirmeler yapıldı. Bir bölümünü ben de izledim.

Emperyalist sistemin merkezinde Türkiye’nin kriz ortamına bakışlardan üç örneği, okurlarımla paylaşmak istedim: İngiliz ve Amerikan emperyalizminin perspektiflerini yansıtan iki katkı ve “finans kapitalin ayak takımı”ndan bir örnek…

”Nasıl değerlendiriyorlar? 
Ne öneriyorlar? 
Farklılıklar var mı? 

Chatham House’tan Bir Bakış
Nisan 2018’de Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü’nün (diğer adıyla  Chatham House’ın) başkanlığına getirilen Jim O’Neill ile başlayalım. Bu zat, Goldman Sachs’ın yönetiminden aktif siyasete geçmiş; Cameron ve May hükümetlerinde görev almıştır. 

Chatham House ise, emperyalist sistemin “ortak akıl” oluşturma süreçleri içinde yer alır; büyük etkisi, prestiji vardır; 2017’nin düşünce kuruluşu unvanına sahiptir. Her yıl, uluslararası ilişkilere önemli katkı yapan bir kişi Chatham House Ödülü’ne layık görülür. 2010 Ödülü de Abdullah Gül’e verilmişti. 

Jim O’Neill, 14 Ağustos tarihli Project Syndicate’te “Yükselen Piyasalarda Saatli Bomba: Türkiye” başlıklı bir makale yayımladı. Yazarın ve kurumunun kimlikleri dikkate alınırsa, İngiliz emperyalizminin gözlükleri ile  Türkiye krizine bir bakılmaktadır.

O’Neill, yazıya, ilginç bir tespitle başlıyor: “Batılı siyasetçilerin çoğu, Türkiye’nin başına gelenlerden hoşnuttur; onlara göre krizin yarattığı  fırsat israf edilmemelidir.” 
Nedir bu fırsat? O’Neill’e göre, “popülist iktisat politikalarının sürdürülemeyeceğini algılayamayan, ABD ile ihtilafı tırmandıran, dik başlı bir lideri (Erdoğan’ı) hizaya getirme” fırsatıdır. 

Chatham House Başkanı  açıklıyor ki, Türkiye Batılı yatırımcılara aşırı bağımlı hale gelmiştir; âcil dış finansman gereksinimi içindedir. Batı-dışı seçenekler (Rusya, Katar ve Çin) bu derde deva olabilecek olanaklar, özellikler taşımamaktadır. 

Bu kısıtlar, O’Neill’e göre, “Türkiye’nin ekonomik kurtuluşunun geleneksel müttefiklere, ABD ve AB’ye (özellikle Fransa ve Almanya’ya) bağlı olduğunu göstermektedir. Erdoğan, sonunda,  son yıllardaki çatışmacı politikalarını terk etmek zorunda kalacak; Türkiye daha geleneksel bir para politikasına ve maliye politikalarında yeni bir çerçeveye dönecektir.”

Bu öngörüler gerçekleşirse ne olur? 

Bu soruyu, O’Neill Goldman-Sachs deneyimlerinden esinlenen “sıcak paracı refleks” ile yanıtlıyor: “Zamanında TL’ye para bağlama fırsatını kaçıran yatırımcılar hayıflanacaklardır.”  

Doların 7 TL’ye ulaştığı günlerde bizzat O’Neill’in bu fırsatı kullandığını, mesela Borsa İstanbul’da alım yaptığını varsayabiliriz. 

“Geleneksel para ve kemer sıkmacı maliye politikalarına dönüş” ekonomiyi bunalıma sürükleyecek; “krizin yükünü Türkiye halkı üstlenecektir”; ama, önemli olan, piyasa baskılarının ve siyasî  gerçeklerin Erdoğan’ı hizaya getirmesidir. 

Farklı Bir Bakış: Council of Foreign Relations  
Council of Foreign Relations  (CFR), yüz yıla yaklaşan geçmişi ile ABD’de  dış politika doktrinlerinin oluşmasında önemli, bazen belirleyici olmuştur. CFR Başkanı Richard Haass, “Batı Türkiye Gerçeği ile Yüzleşmelidir” başlıklı makalesinde de (Project Syndicate, 15 Ağustos) Türkiye krizinin Batı’ya bir fırsat sunduğu görüşündedir. Chatham House’tan farklı olarak, Erdoğan’a karşı Batı çatışmacı bir çizgi izlenmeli ve Türkiye böylece hizaya getirilmelidir.  
  
Haass’a göre Türkiye ile Batı’nın geçmiş ilişkileri iki ilke üzerine dayanmaktaydı; Erdoğan, son yıllarda ikisini de geçerli olmaktan çıkarmıştır.

Birincisi, Batı’nın liberal demokrasi ilkesidir. Türkiye, bugün, ne liberaldir; ne de bir demokrasidir.   

İkinci ilke ise dış siyasette Batı ile uyum ilkesidir. Son yıllarda Türkiye, “Suriye’de cihatçı grupları desteklemiş; ABD destekli Suriye Kürtleri ile çatışmış; İran’a  yaklaşmış; Rusya’dan S-400 füzeler almayı kararlaştırmıştır.” 

Haass vurguluyor ki soğuk savaş yıllarındaki ABD-Türkiye gerilimleri, iki ülkeyi birleştiren Sovyet-karşıtlığı sayesinde kolaylıkla geçiştirilmişti. Bugün ise Erdoğan, “yeni dostlar ve ittifaklar” aramakta olduğunu açıkça belirtmiştir.  NATO kurallarına göre “boşanmak” imkânsızdır; ama, Batı “yeni ittifaklar arayan bu Türkiye” ile ilişkilerini yeniden düzenlemelidir. 

Haass’a göre, “ABD ve Batı Türkiye’ye karşı iki boyutlu bir yaklaşım içinde olmalıdır.
İlk olarak çatışmacı yaklaşım: “İncirlik üssüne gereksinim  azaltılmalı, Türkiye’de nükleer silahların varlığı yeniden değerlendirilmeli, F-35’lerin verilmesi önlenmeli; ABD’nin Kürtlere desteği sürdürülmeli; Gülen Türkiye’ye verilmemelidir.”
“İkinci olarak, ABD ve Avrupa, Erdoğan  döneminin son bulmasını beklemelidir.  O zaman, Türkiye’nin yeni liderlerine bir büyük pazarlık içinde yaklaşılmalıdır. Buna göre Türkiye’ye Batı desteği, önce liberal demokrasinin; dış politikada ise terörle savaş ve Rusya’nın nüfuzunu daraltma öncelikleri karşılığında sağlanacaktır.” 

Kıdemli diplomat ve CFR Başkanı Haass, ABD Dışişleri Bakanlığı (State Department) ana akımından kopuk olamaz. O zaman, “Erdoğan sindirilmeli veya alternatifi beklenmeli…” ABD resmî senaryolarından biri olmaktadır. 

“Suriye’de cihatçı grupların desteklenmesi” bir suç ise, Türkiye, ABD tarafından açıkça ve aktif olarak “bu suça teşvik edilmiştir” ve CFR Başkanı bu olguyu göz ardı etmektedir. “Erdoğan döneminin son bulmasını bekleyen Batı” ifadesi de, bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; Türkiye’de bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; belki de ima edilmektedir. 

“Liberal demokrasi ilkesi”nin ABD’nin uluslararası ilişkilerinde belirleyici olduğu iddiası ise, elbette ciddiye alınamaz. 

Finans Kapitalin “Ayak Takımı”
Amerikalı bir iktisatçı (Barry Eichengreen),  Trump’ın FED’e, Erdoğan’ın da TCMB’ye saldırılarına kızmış ve “Yatırımcılar Erdoğan’ı ve Trump’ı Hizaya Getirecekler” başlıklı bir yazı yayımlamış (Financial Times, 19 Ağustos).

Yazı önemli değil; ekonominin yönetiminde teknokratların (merkez bankalarının) siyasetçilere üstünlüğünü savunuyor; tipik (ve özünde anti-demokratik) neoliberal saplantıyı yansıtıyor.

Ancak, başlıkta yer alan “sapkın siyasetçilerin,  yatırımcılar (veya piyasalar)  tarafından hizaya getirilmesi”, Türkiye krizine İngiliz emperyalizminin iktisatçı gözlükleri ile bakan O’Neill’in  beklentisi ile aynıdır. 

CFR Başkanı Haass ise, ABD diplomasisinin neo-con renkler taşıyan güce dayalı, çatışmacı akımının ağır basacağı beklentisini temsil ediyor.

Türkiye, O’Neill öngörüsü doğrultusunda adım atmaya yönelmiş olabilir. Bir belirti var: Albayrak’ın Eylül başında  Londra’da “15 trilyon dolarlık varlık yöneten finans kuruluşlarının yetkilileri ile yaptığı birebir görüşmeler”… 

Bunlar, Cumhurbaşkanı’nın “faiz lobisi” diye lanetlediği finans kapitalin temsilcileridir.  Görüşmeler sonrasında açıklama yapılmadı. Ancak, “Albayrak’ın bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı” haberleştirildi; “kayın pederini faiz kararında de ikna ettiği” yorumu da çıktı (Financial Times, 14 Eylül).

    Tabii, “faizlerde ikna”, Haass’ın vurguladığı dış politika alanını kapsamaz; o alanda “piyasalar” fazla etkili değildir.

    Yatırımcıların ne istediğine gelince, Londra toplantısına katılan  finansal kuruluşların yöneticileri susuyor. Ama bunların günlük alış-satışlarını sürdüren, işlemlerden komisyon alan, sürekli patron değiştiren bir “ayak takımı” da var. 

Bunlardan biri, (Blue Bay  şirketinin “yükselen piyasalar stratejisti” Timothy Ash) kendine göre bir “Türkiye uzmanı”; Türkiye’den epey komisyon kazandığı anlaşılıyor. Bu zat, Türkiye’nin  “doğru politika seçeneği”ni şöyle ifade ediyor: “Döviz kuru ayarlaması değer yaratıcı bir düzeye gelmeli; nominal ve reel getiriler de taşıyıcıları daha fazla korumalı…”  (Financial Times, 7 Eylül)

    Bu ifadenin karışıklığı, spekülatif finans kapitalin özel terminolojisinden kaynaklanıyor. “Taşıyıcı” ifadesi, bu dilde (“taşıma suyla spekülasyon” anlamına gelen) “carry trade” aktörleriyle ilgilidir. Örneğin Japonya’da çok düşük “yen” faizleri ile borçlanan; bu parayı iyice ucuzladığı anda TL’ye çevirip TC Hazine bonolarına para yatıran hanımefendiler…
    Timothy Ash istiyor ki,  dolar veya yen yeterince pahalılaşsın; TCMB de faizleri iyice yukarı çeksin; “taşıma su yatırımcıları”nın getirileri de böylece güvenceye alınsın. Örnek: 12 Eylül 2018’de dolar kuru 6,39 TL.  O gün dolar  (veya “yen”) liraya çevrilsin. Ertesi gün TCMB politika faizi %24’e çıkarıldı. Bu faiz oranı (hatta fazlası) 13 Eylül’den hemen  sonra TL’li tahvil, mevduat getirilerine taşınacak; Timothy Ash’in beklentisi gerçekleşecek; Japon yatırımcı (şimdilik) ihya olacaktır. 

    Tabii arkası da gelmeli: Enflasyonun aşağı çekilmesi için, kayınpeder, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamalarında kemer sıkmayı onaylayacak; ama yetmez; mega yatırımları iptal eden malî disiplini de sineye çekmeli…  

    Ortak sonuç, finansal krizi frenleme uğruna Türkiye’nin, ağır bir ekonomik bunalıma savrulmasıdır. Bunalımın ağır yükünü de toplumumuzun emeğiyle geçinen milyonları üstlenecektir. 

Korkut Boratav / SOL

Vatan savunması ve liberal alçaklık - KEMAL OKUYAN

“Bizi aldattılar, bize kazık attılar…”
Dünyanın tepesine çökmüş, sayısız işgale, darbeye, siyasi komploya imza atmış ve en önemlisi vatandaşı olan emekçiler dahil milyarlarca insanı dolaylı ya da doğrudan sömürmüş bir emperyalist ülkenin başkanı bunları söylüyor. Evet, ABD Başkanı Trump yeri geldiğinde Çin’e, yeri geldiğinde Almanya’ya, yeri geldiğinde Rusya’ya böyle diyor:

Bizi kullandınız!

Vatanını savunuyor.

Onun vatanında sadece otomobil fabrikatörleri, petrol ve silah baronları, finans patronları, yeni yetme yazılım devleri var. Gerisi çöp. Göçmenler, yoksul siyahlar, beyaz emekçiler Trump için bir ayrıntı bile değil. Sabah akşam çalışacaklar, kendisi türünden yaratıklara oy verecekler, “vatan” çıkarları için ölecekler… 

Ses çıkarana “vatan tehlikede” diyor Trump. “Vatan tehlikede” akan suyu durduran bir laf. Otomobil fabrikatörleri, petrol ve silah baronları, finans patronları, yeni yetme yazılım devleri arasında Trump’ı sevmeyenler de var. Trump’a yükleniyorlar ve çoğu kez istediklerini yaptırıyorlar. İşte onlar sıkıştırdığında da Trump “üstüme gelmeyin, vatan elden gider” diyor.

Korkutucu bir laf “vatan”. “Vatan”ın bir bölümünü yutmuş yağmalamış, para basan kuleler dikmiş, her naneyi yemiş birisine bile “ulan senin küpünün dolması ne zamandan beri vatan meselesi oldu” diyemiyorlar. Diyemiyorlar çünkü hep birlikte çökmüşler vatanlarının üstüne ve başkalarının vatanlarının üstüne. Çökmeyen milyonların ise sesi çıkmıyor, çıkamıyor. “Vatan”ın borusu zenginlerde.
En zengin, en barbar emperyalist ülkede durum bu.

Daha aşağılara gidince bir şey değişmiyor.
Vatanı havuduyla götürenler her yerde “susun, oturun, vatana göz diktiler” demekte. Sömür, vatan savunması olsun. Çal, vatan için. Öldür, vatan sağolsun. Yağmala, önce vatan!
İşsizsin, sesini asla yükseltmeyeceksin, vatan söz konusu.
Yoksulsun, hakkını hiç aramayacaksın, vatan mevzubahisse.
Hakkını ararsan, “generalime söylerim sana bir vatan savunması yapar, şaşarsın”!
Sömürünün hüküm sürdüğü her yerde, her ülkede aynı numara. 

Aslında bu eski numara. Zamanında hemen her yurtseveri, devrimciyi, komünisti “kökü dışarıda” diye suçlamaya kalkarlardı ama pek işe yaramazdı. 

Bilinirdi ve kısa sürede ortaya çıkardı ki vatanını, yurdunu savunanlar, her tür haksızlığa, eşitsizliğe karşı duran yurtseverler, devrimciler, komünistlerdir. Diğerleri için vatan yağmalanacak yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, sömürülecek işçiler, sırtını dayayacak polis ve askerdir.

Ama şimdi ABD’de, Almanya’da, İngiltere’de, Rusya’da, İran’da, Türkiye’de ve işte her yerde, sömürü ve zulme karşı ayağa kalkana bu kadar kolay “uluslararası komplonun ajanı” yaftası vurabiliyorlarsa, oturup düşünmek gerek.

Liberal alçaklığın dünya halklarına yaptığı asıl kötülük işte budur. Kendi zalimine karşı başka zalimlerle saf tutmayı meşrulaştırdılar. Bizde nasıl oldu? Lekelediler; vakıflarla lekelediler, AB güzellemeleriyle lekelediler, Amerikan emperyalizmini şirin göstererek lekelediler, “yurtseverlik de neymiş” diyerek lekelediler.

Solun kafası dikti, alnı açıktı. Bugün “vatan-millet” diyenlerin karşı devrimci enternasyonalinin, dolarlı-marklı ve CIA akıllı davalarının ipliği pazara çıkmıştı. Kozmopolit ve piyasa dalkavuğu bir solculuk türü marifetiyle şimdi önüne gelene “vatan haini” deyip sömürü çarkını döndürüyorsa bu kahpe düzenin sahipleri, yurtseverlere, devrimcilere, komünistlere düşen bir yandan “hadi oradan” demek, bir yandan da demokrasi ve özgürlük aşkı bahanesiyle solun saflarına sokulan truva atlarından kurtulmaktır.

O truva atları ki “batı bizi Erdoğan karşısında yalnız bıraktı” der, bizse “o batı buralardan uzak dursun”!

Kemal Okuyan / SOL

Sistem var mı ki tartışılsın? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

16 Nisan 2017, Anayasa’ya uygunluğu ve meşruluğu tartışmalı halkoylaması.

24 Haziran 2018 çifte seçimi için de anayasallık ve meşruluk sorunu açık.

31 Mart 2019 yerel seçimleri ilk ikisinden ayıran husus, anayasal ve meşru olması.

Kısaca hatırlayalım:

16 Nisan 2017, OHAL ortam ve koşulları Anayasa değişikliğine elverişli olmadığı halde, tarihimizin en köklü Anayasa değişikliği yapıldı.

24 Haziran 2018 çifte seçimleri, çifte Anayasa’ya aykırılık sürecinde kotarıldı. Uyum yasaları yerine KHK kullanıldığı için, siyasal ve anayasal düzenin tasfiyesi, bu yolu açan Anayasa kurallarına bile uyulmadan gerçekleştirildi.

Bu nedenle, halkoylaması ve çifte seçim üzerinde meşruluk ve anayasallık sorunu devam edecek.

Buna karşılık, 31 Mart 2019 seçimleri, -eğer 24 Haziran’da olduğu gibi beklenmedik bir müdahale olmaz ise-, anayasal çerçevede sandığın kurulacağı ilk seçimi olacak son yılların: anayasal, demokratik ve meşru.

Ne var ki, bu kez siyasal rekabet ile ilgisi bulunmayan söylemler yoluyla yerel seçimlere gölge düşürme telaşı pek belirgin.

“Çifte faillerin suçlu arayışı ve hukukun gücü” başlıklı geçen yazımda ele aldığım üzere, siyasal rakipleri “kriminalize edici” söylemler, pek erken başladı.

Bu söylemlerin baş mimarları, 16 Nisan ve 24 Haziran süreçlerini kotaran parti liderleri.

Şimdi her ikisi, başta CHP, HDP ve İYİ Parti’yi, seçmenler gözünde töhmet altına almaya çalışırken, “suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşinceye kadar kimse suçlu sayılamaz” kuralını açıkça ihlal ediyor. Oysa bu kural, “her zaman, her yerde ve herkes için” geçerli. Anayasa’mıza göre, savaş halinde bile (md.15/son).

Olgu şu: Anayasa ihlalini alışkanlık haline getirenler, rakiplerine “yargısız infaz” muamelesini mubah görüyor.

Üç başlılık
Ama gelin görün ki, “Hükümet-sonrası” dönem, çift başlılık yerine, triumvira görüntüsü veriyor:

♦ Cumhurbaşkanı: iktisadı, maliyeyi, uluslararası ilişkileri, eğitimi, hukuku, hatta bilimi bilen kişi. Her şeyi bildiğinden pek emin görünen kişi, sürekli Anayasa’ya aykırı düzenlemelere imza atıyor.

♦ “Başbakan Berat” da denebilir, medyada kendisine “damat” olarak hitap edilen kişiye. Kararlılık mesajı veren, geleceğe dair pembe tablolar çizmeye çalışan, ülkenin içine sürüklendiği derin bunalımı örtbas etme çabasında kusur etmeyen kişi.

♦ Saray sözcüsü ise; anayasal statüsü olmadığı halde, söylem ve eylemleriyle Anayasa-üstü olduğu görüntüsünü veren kişi. Külliye sözcüsü mü, Parti sözcüsü mü, ayırt etmek kolay değil.

Kısaca, “çift başlı yönetim” resmen tarihe karış (tırıl)mış olsa da; Hükümet-sonrası yönetim, “üç başlı yönetim” (triumvira) görünümü veriyor, ama “fiili” tabii ki.

+Fiili çift başlılık
Dahası var: çift başlı yönetim sona erdi derken, Bahçeli’ye de haksızlık etmemek gerekir. “Fiili” olsa da, yönetim üzerinde belirleyici bir etkiye sahip. Eğer milliyetçi değil de, ilahi kanadı temsil ediyor olsaydı İran yönetimine benzetilebilirdi: dini lider Hameney ve seçimle belirlenen Ruhani.

♦ 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği için düğmeye basan O.

- 24 Haziran çifte seçimi için inisyatif sahibi aynı kişi.

♦ Şimdi ise, bir yandan “af” diyerek suçluları hapisten çıkarmaya çalışırken; öte yandan, yasal zeminde seçim yarışması içinde olan siyasal partileri suçlandırma söylemini hiç eksik etmiyor.

İlk ikisinde “başarı” elde eden kişi, üçüncü hamleyi de “sistemin bekası” sloganı ile yapmaya çalışıyor.

Hangi sistem?
“İstanbul, Ankara ve İzmir’in şer ittifakının eline geçmesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni tartışmaya açabilir” diyen Bahçeli’ye soralım: hangi sistemi?

Sistem, “eşgüdüm içerisinde bulunan kurumlar bütünü” şeklinde tanımlandığı halde, 6771 sayılı Kanunun hedefi, kurumlar eşgüdümünü değil, bütün kurumları bir kişinin güdümüne koymak. Anayasal düzlemde hukuki öngörülebilirlik ve güvenlik ilkelerinin ikinci plana atılması da, güdümlü yapıyı pekiştiriyor.

Ne var ki, sistem olmaktan uzak bir düzenlemeyi yansıtan 6771 sayılı Kanun, uygulamada fiili durumlar ile sakatlandığı gibi, gidiş, tümüyle askıya alınma yönünde.

İçtüzük : Tbmm’ye Son Darbe Mi?
AK Parti tarafından hazırlanan İçtüzük önerisinden sadece bir madde: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan kanun teklifleri, derhal Cumhurbaşkanlığına gönderilir. Cumhurbaşkanlığı 10 gün içinde mütalaasını Başkanlığa bildirir”(m.40).

Yasa yapım süreci konusunda CB’nin anayasal konumu belli:

♦ Bütçe Kanunu Teklifi,

♦ TBMM tarafından oylanan kanunları geri gönderme,

♦ Anayasa’ya aykırı gördüğü kanunlara karşı AYM’ye başvurmak.

6771 sayılı K. ile yasa tasarısı kaldırıldı. Bütçe kanunu teklifi dışında, kanun teklifi adı altında yasama girişimi (inisyatifi) TBMM’ye verildi.

İçtüzük taslağı, bu bakımdan, Anayasa’ya açıkça ve herhangi bir tartışma yapılamayacak şekilde aykırı.

Sonuç olarak;

♦ 6771 hükümleri ışığında kurulan anayasal düzen, sistem olarak adlandırılamaz.

♦ Bu metnin uygulanma şekli, 6771’in bile çerçevesi dışında kaldığı için, olsa olsa “fiili yönetim” olarak adlandırılabilir.

♦ İçtüzük taslağı ise, “TBMM’ye darbe” ve kendilerinin eseri olan 6771 sayılı Kanunu askıya alma iradesini yansıtıyor.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

İkinci el demokrasi ülkesi - NAZIM ALPAN

İkinci el yerine eskiden “elden düşme” denilirdi. Kullanılmış ama atmayıp, satılmış olan her şeyin böylesi bir değer ölçüsü vardı. Şimdi de var. Artık “elden düşme” denilmiyor, “İkinci El Ürün” gibi fiyakalı bir kod adı bulundu.

Özellikle otomotiv sektöründe bu ikinci el pazarları çok meşhur oldu. Satmak ya da almak için değil, sadece otomobilinin pazar değeri hakkında bilgi sahibi olmak için bu alanlara gidip bütün bir tatil gününü harcayan erkeklerden oluşan büyük kitle oluştu.

İkinci el satışları yüksek satış grafikleri oluşturunca otomobil üreten firmalar da bu alana yatırım yapıp, eski araçları satın alarak onarımdan geçirip yeniden hizmete sundular.

Yeni bir döneme girilmişti, ikinci el de baş tacı olmuştu.

Tam olarak 1980 sonrası bu işin çıkış noktasıydı. Yani 12 Eylül dönemi! O yıllarda sadece oto-pazarları ikinci sınıf değildi. Ülkenin yönetimi de benzerlikler gösteriyordu:

Ağır yasakların hüküm sürdüğü “elden düşme demokrasi” rejimi vardı. Parlamento vardı, siyasi partiler de…

Seçimler de yapılıyordu.

Eee, daha ne istiyorsunuz?

Demokrasi!

Ama yoktu!

Ülkenin iki ana siyasi damarını oluşturan CHP ve AP kapalıydı. Onların yerine kurulmuş partiler de seçimlere sokulmamıştı.

Üniformalarını çıkarmış generallerin borusu ötüyordu.

                                                          •••

O günler geçti, geldik bugünlere…

Benzer bir “ikinci el kadersizliği” yine ülkenin üzerinde dolaşıyor.

Çanakkale’nin Çan ilçesindeki Çan-2 Termik Santralında meydana gelen patlamada 6 işçi yaralandı. Çan-2 Termik Santralı Avusturya’da kurulup 15 yıl çalıştırıldıktan sonra “atalım mı, satalım mı?” ikilemi içindeyken Türkiye’ye monte edilivermiş!

Bu hurda santralın durdurulması için açılan dava temyiz aşamasında bulunuyor. Yani dava sonuçlanmadı. Ama hurda santral Çan’a dikildi, kara kömür dumanlarıyla çevreyi cehenneme çevirdi. Afrika vahşi yaşam belgesellerinde sıklıkla görebilirsiniz, sırtlanlar, vahşi köpekler gibi küçük bedenli yırtıcılar kendilerinin dört beş katı büyüklükteki öküz başlı antilopları boynuzlarından korunmak için arka ayaklarından saldırarak devirirler. Antilop yerde yatarken öküz başını sağa sola çevirip arkasına da bakar. Çeneleri çok güçlü vahşi köpekler, avları yaşarken butlarının yarısını bitirmiş olurlar.
Yargı aşamaları tamamlanmamış doğayı talan eden projelerin uygulama aşamasına geçilmesi Afrika vahşi yaşam belgesellerindeki doğal döngüye benzemeye başladı.

Yargının durdurduğu, (doğayı tahrip eden-edecekken) veya iptal ettiği pek çok proje var. Acele neden?

Ülke yeniden geride bıraktığı o ikinci el demokrasi günlerine döndü de ondan!

                                                            •••

İkinci el standartlarının bu denli çok konuşulur olmasının bir başka sebebi de Katar Emiri Şeyh Tamim’in 550 Sterlin değerindeki uçağını Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “hediye” etmesi oldu.

Tartışmanın eksenin de satışa çıkarılmış uçağın bir anda hediye edilmiş olmasının arkasında neler olduğu yolundaki sorular var. Tabii bir de hediye değil satış olduğunu ileri sürenler bulunuyor. Buna kanıt olarak da bu dev uçağı kullanacak pilot için 8 ay önce THY’nın ilan vermiş olduğunu ileri sürüyorlar.

Oysa tartışılması gereken başka bir şey daha var: Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’na küçük bir Ortadoğu ülkesinin (Emirlik-Kabile Devleti) eskimiş ve bu yüzden elden çıkartılan uçağının layık görülmüş olmasıdır!

Cumhurbaşkanı başka ülke liderinin kullandığı bir makam otomobiline biniyor mu? Ancak onun kullandığı eski makam otomobilleri başkalarına hediye edilebilir. Mesela Erdoğan Başbakanlığı sırasında eski Mercedes’ini Savcı Zekeriya Öz’e hediye etmişti. Ama nankör çıktı, o başka!

Bütün bu “ikinci el-ikinci sınıf” standartlar içinde pozitif gibi görünen tek şey var:

Yargının bağımsızlığı konusunda Erdoğan’ın verdiği güvence!..

Türkiye Cumhuriyeti devletinin envanterine giren dev uçağı eleştirenler için “Hepsini mahkemelerde süründüreceğim” dedi.

Eğer yargı bağımsız olmasaydı o zaman başka türlü konuşabilirdi:

-Hepsini hapislerde çürüteceğim derdi.

Ama öyle demedi, mahkemeye vereceğim yasalsüreç işleyecek, eğer eleştirmek suç ise onlar da cezalarını alıp kaderlerine razı olurlar, değilse zaten mesele yok.

Bütün bu eski alet edevatın Türkiye’ye gönderiliyor olması o kadar önemli değil. Günü gelir, atarsınız gider! Ama 1. Meşrutiyet’ten bu yana devam eden çağdaşlaşma sürecinin içine girdiği dönem önemli. Uzaktan bakanlar da içinde yaşayanlar da aynı tespiti yapabiliyorlar:

İkinci el demokrasi ülkesi!
                                                           ***

Havaalanı işçileri ve dincilerin merhameti
Üçüncü havaalanı inşaatının insanlık dışı koşullarda sürüyor olmasına tepki gösteren işçiler en sonunda patladılar.
İşçi sınıfı içinde çalışanlar bilirler, örgütlenmesi en zor sektör inşaat alanıdır. Hem işe girişler eş, dost akraba yakınlıklarıyla olur, hem de süresiz bir iş akdi mümkün değildir. Ne kadar büyük bir şantiye olursa olsun, iş biter işçiler de gider. Bir sonraki iş için önceki çalışma süresi önemli referanstır.

Sendikal örgütlenme falan içinde olanlar, asla yeni bir şantiyede iş bulamazlar. Onlar artık “mimli” olmuşlardır!
Üçüncü havaalanı şantiyesindeki insanlık dışı koşullar o boyutlara ulaştı ki, en örgütsüz olan işçiler bile “Artık Yeter” dediler.

Taleplerini biliyorsunuz: Tahtakuruları kanımızı emiyor. Ücretlerimiz düzenli ödenmiyor. İş cinayetleri için önlem alınsın.
Bu kadar insani taleplere karşı ne yapıldı?

Asker-polis ordusu ile işçiler kuşatıldı, gözaltı değil esir alındı, ters kelepçeyle bağlandı. Tıpkı İsrailli askerlerin Filistinli direnişçilere yaptıkları gibi diyeceğim ama değil. Çünkü İsrail askeri inşaat işçisi Filistinlilere dokunmuyor!

Bizim sahte insan hakları savunucusu “Filistincilerimiz” kendi işçilerimize karşı aynen şöyle yazabildiler:

-Bu itler bitlenmişse, üzerlerine biber gazı sıkıp içindeki şeytanı çıkartacaksın! (Akit’ten bir kadın yazar)
Bu işçilerden 24’ü tutuklandı.

Tutuklananlardan biri de Ardahanlı Selami Karabuğa. Babası Vehbi Karabuğa Çarşamba sabahı Artı TV- Gün Başlıyor programına bağlandı:

-Ben AK Parti kurucusuyum, yöneticisiyim, her seçimde AK Parti’ye oy verdim ve oy istedim. Havaalanında iki çocuğum ekmek parası için çalışıyor. Bu yapılanlar reva mı?

Soruyu, vicdanlarını Filistin’e turistik seyahate yollamış sahtekarlar cevaplasın!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Portreler I - Mikhail A. Suslov: Sürekli ikinci adam / SERDAL BAHÇE

Stalin ve Brejnev dönemine muhalifliğiyle bilinen Roy Medvedev ve biyolog kardeşi Zhores Mevdedev’in “The Unknown Stalin” (Bilinmeyen Stalin) kitabı 2005 yılında İngilizce basıldı. Anti-Stalinistlikleriyle mağrur kardeşlerin kitapta ne anlattıkları malum, orası pek de önemli değil. Asıl önemli olan bölüm Zhores’in kaleme aldığı “Stalin’s Secret Hair” (Stalin’in Gizli Halefi) başlıklı bölüm. Onların anlatısına göre Stalin bağımlı bir kadro aracılığıyla hem parti hem de devlet aygıtını kendisine bağımlı hale gelmiştir. 

Medvedevler Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’ni nerdeyse bir Asyalı sultanlığa dönüştürmektedirler. Neyse burası önemli değil. 1930’ların sonlarında Stalin’in ciddi sağlık sorunları baş gösterir. Savaşın hemen ertesinde, Mart 1945’de ilk ciddi kalp krizini geçir. Her sultanlıkta olduğu gibi SBKP içinde de olası halef sorunu birden ortaya çıkıverir. 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında Stalin’in sağlık durumu giderek kötülemiştir; Politbüro giderek daha az toplanır hale gelmiştir (böylece batılı Sovyetolojinin tüm iddialarının aksine bu yıllarda Stalin’in ipleri elinden kaçırdığını anlamaktayız). 

1952’de siyasi görevlerini ve parti işlerini sağlık sorunlarından dolayı iyice aksatan Stalin birden bire 19. Parti Kongresi’ni toplamaya karar verir. 18. Kongre’nin üzerinden 13 yıl geçmiştir ve bu karar lider kadrosunu çok şaşırtır. Stalin halefini işaret edecek ve yeni bir lider kadrosu oluşturacaktır (en azından Zhores bunu iddia etmektedir). 19. Kongre’de Stalin Merkez Komite Prezidyumu için (Politbüro’nun yerini alan organ) 25 kişilik liste açıklar. Listede Molotov, Malenkov, Hruşov, Kaganoviç, Mikoyan, Bulganin, Voroşilov ve Beria gibi eski tüfeklerin yanında 15 yeni isim bulunmaktadır. Yeni isimlerden biri Mikhail Suslov’dur. Eski tüfekler liste karşısında dumura uğradılar. Stalin daha önce yaptıklarının aksine yeni listeyi hiç birine danışmadan hazırlamış gibi görünmektedir. 

Molotov ve Mikoyan savaş zamanlarından beri gözden düşmüş durumdadırlar. Son zamanlarda sık sık görüştüğü, uzun akşam yemekleri için daçasına davet ettiği Malenkov, Beria, Bulganin ya da Hruşov da listeden tamamen bihaberdirler. Ancak biri ona yardım etmiş olmalıdır. Zhores Medvedev nerdeyse Agatha Chrisitie’nin Hercules Poirot’sı gibi almaşıkları tek tek eledikten sonra yardım eden kişi Stalin’den sonra 30 yıl boyunca SBKP’nin ideoloğu pozisyonunda kalacak olan kişi, eski tüfeklerin, Beria’nın, Hruşov’un ve pek çok başka kişinin tasfiyesini de hazırlayacak kişi olmalıdır diye bitiriveriyor. Yani Mikhail Suslov’u işaret ediyor. 

Peki kimdir Mikhail Suslov?

Zhores Medvedev ile kardeşi Roy tüm kitap boyunca histerik ve paranoyak Sovyet liderlik portresi çiziyorlar. Stalin ve sonrası SBKP liderliğinin bir tür cinnetin nedeni ve sonucu olduğunu vurguluyorlar. Özellikle SSCB topraklarında mayalanan anti-sosyalist ve anti-Sovyet yazının ortak teması da bu oluyor (bu arada Solijenitsin’i hatırlayan var mı?). Bu pespaye yazına nazaran emperyalizmin istihbarat örgütlerinin ve onlarla eşgüdümlü çalışan Batılı Sovyetologların bakış açısı daha gerçekçidir. 

Soğuk Savaş başladığında CIA her üst düzey SBKP yetkilisi için özel bir dosya tutmaya başladı Şimdi bunlara internet üzerinden erişilebiliyor. Çok ilginçtir, bu geleneğe Mikhail Suslov ile başlıyor (bir örnek için bkz. https://www.cia.gov/library/readingroom/docs/DOC_0000500564.pdf). Adı geçen CIA raporu Suslov’un Sovyet liderliği içinde ideolojinin muhafızı diye tanımlamaktadır. Suslov Sovyet liderleri içinde Batıya karşı en çok güvensizlik gösteren ve en çok antipati duyandır. Bu nedenle rapor yazıldığında süren detantın ruhuna en aykırı kimsedir; CIA böyle diyor. Sovyetler Birliğinin Doğu Avrupalı halk demokrasileri üzerindeki kontrolünü sürdüren ve tasarlayan kişidir, ayrıca SBKP’nin hem Tito hem de Mao çizgisine karşı mücadelesini örgütleyen kimsedir. 

Hakikaten kimdir Mikhail A. Sulov? 

Öncelikle biz Türkiyeli sosyalistler de dahil dünya sosyalistlerinin SSCB tarihine yönelik eksik ve kıt bilgisinin acı verici ve çarpıcı olduğunu vurgulayalım. Sovyetoloji iki temel kaynaktan beslendi; birincisi emperyalist istihbarat örgütleri ve ona bağlı akademyadır. İkincisi ise emigre veya dönek SSCB veya Doğu Avrupa vatandaşlarının oluşturdukları yazındır. 

Birincisi ile ikincisinin oluşturdukları hat anti-sosyalizmin zehirleyici dinamiklerine maruz kalarak ortaya oldukça çapsız ve anti-bilimsel bir yazın çıkarmıştır. İşin acı tarafı, Sovyet Sosyalizminin ihanet ile çökertilmesinden beri Moskova ve Rusya’daki arşivlerin çok büyük bir bölümü araştırmacıların emrine amadedir. Ancak Sovyetlere olumlu bakan veya bakmayan sosyalistlerin bu değerli hazineye yönelik zerre kadar ilgisi yoktur. Bunun nedeni ne olabilir? Çöküşün yarattığı siyasi ve moral travma olmasın? Sol bir Sovyetoloji yaratmak önümüzdeki en önemli görevlerden biridir. 

Mikhail Suslov hakkında çok az şey biliyoruz. Öncelikle 19.’dan başlayarak 26.’ya kadar tüm Politbüro’ların üyesidir. Pek çok kişi gelmiş ve geçmiş o ise baki kalmıştır. Bu 1953 ile öldüğü tarih 1982’ye kadar SBKP ve SSCB yönetimindeki en güçlü insanlardan bir olduğunu göstermektedir. Merkez Komite Sekreterliğini (SBKP organizasyonu içindeki en önemli organlardan biri) ise 1947 ile 1982 arasında aralıksız sürdürmüştür. 1965 ile 1982 arasında Brejnev’in ardından SBKP ikinci sekreteridir. Merkez Komite içinde özellikle diğer Komünist partilerle ilişkiden ve propagandadan sorumlu olmuştur (Batı Sovyetolojisi onu “partinin ideoloğu” olarak adlandırmıştır. Komik bir tanımlamadır). Tüm bunlara rağmen ortalarda hemen hemen hiç görünmemiştir. Batılı Sovyetologların eserlerinde çoğunlukla birkaç yerde ismi geçer. 

Tüm bu dönem içinde parti içindeki konumu ve etkisi hakkında ancak dolaylı çıkarsamalarda bulunabiliriz. Öncelikle onun etkin olduğu dönemde bir dizi tasfiye yaşanmıştır; o tüm bunları atlatabilmiştir. Bazı Sovyetologlar bu başarıyı hiçbir zaman birinci adam olmayı istememesine bağlarlar. Batı Sovyetolojisinin vargılarına göre 1930’ların ortasından 1940’ların sonuna kadar parti içinde ikinci sekreterlerin, yani Zhdanov ve Malenkov’un arasında geçen ciddi bir çatışma vardır. İlki daha solda ikincisi ise daha sağdadır. Bu mücadele 1948’de birincisinin zamansız ölümü (kimilerine göre öldürülmesi) ile ikincisi lehine sonuçlanmıştır. Zhdanov’un ölümünün ardından Stalin sağlık sorunları ile uğraşırken Malenkov ve ekibi Zdhanov’un kalesi Leningrad parti örgütünü dağıtmıştır. Ancak Zhdanov’un halefi ve onun ekibinden gelen Suslov’a dokunmamıştır. Stalin onu Politbüro’ya almıştır. Stalin, Malenkov da dahil tüm eski tüfekleri etkisizleştirirken Suslov yanındadır. Bu mücadele oldukça cahil olduğu tüm kaynaklarda ifade edilen Nikita Hruşov’un yolunu açmıştır. Hruşov Beria’yı tasfiye ederken Suslov bu kez de onun yanındadır. Meşhur 20. Kongre’de Hruşov Stalin kültüne saldırırken o da katkıda bulunmuştur ancak katkısı daha soğukkanlıdır. Hruşov eski tüfekleri (Malenkov, Mikoyan, Molotov, Kaganoviç ve diğerlerini) partiden tasfiye ederken ona destek olmuştur. 1964’de bu defa Brejnev Hruşov’u tasfiye ederken Suslov Brejnev’e arka çıkmıştır. SSCB tarihinin II. Dünya Savaşı sonrası tüm dönüm noktalarında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca sosyalist dünyadaki tüm kopuşlar ve alt üst oluşlarda inisiyatif kullanmıştır. 1956’da Macaristan’daki karşı-devrim denemesine cevaben ortaya çıkan askeri müdahale sürecinde Macaristan’a giden parti komisyonu içindedir. 1968’de Çekoslovakya krizinde Prag’dadır. 1960’lar boyunca Çin Komünist Partisi ile yaşanan ideolojik kavgada Moskova’nın resmi cevaplarının onun elinden çıktığı açıktır. Ancak tüm bu enformasyona rağmen hala sormak zorundayız: Kim bu Mikhail Suslov? 

Ocak 1982’deki ölümünün ardından yapılan resmi törende Brejnev, kendisinden önceki tüm Sovyet liderlerinin davranış normlarına aykırı bir şekilde hüngür hüngür ağlamıştır. Batılı bir Sovyetolog ağlaması normal diye belirttikten sonra eklemiştir “çünkü gerçek kral gitti”. Ölümü ne yazık ki sosyalizmi içerden ve tepeden ihanetle çökerten ekibin önünü açmış gibi görünmektedir. Brejnev onun hemen ardından göçüp gitti. Sonra iktidar iki yıllık Konstantin Çerneneko liderliğini saymaz isek Andropov-Gorbaçov çizgisinin eline geçti. Andropov yine bir batılı kaynağa göre geç gelmiş bir Bukharinist idi, kısacası bir kapitalist retorasyoncu idi. Gorbaçov onun çırağı gibi görünmektedir. 

Sovyet Sosyalizmi en çok yeterince cesur olamadığı için ve cesur insan yetiştiremediği için çöktü. Suslov yeterince cesur olmayan Sovyet insanını temsil etmektedir. Sistemin yer yer geriye doğru gitmesini, ricat etmesini engellediği için saygı duymalıyız ancak ileri atılım için enerji toplamasına izin vermediği için de kızmalıyız. İleri gitmeyen sosyalizm geri çekilmek durumunda kalıyor. Bolşevik Devrimi ve onun yarattığı sistem hala büyük insanlık kavgasında önemli bir uğraktır, Mikhail Suslov ise hala gizemli bir figürdür. 

Sahi kimdir Mikhail Suslov?

Serdal Bahçe / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...