Dört büyük kriz yalanı - ÖZGÜR ŞEN

Türkiye'de yalan AKP ile birlikte bir eşik atladı. Türkiye sağı ezelden beri hep yalancıydı. Ama bu konuda AKP'nin eline kimsenin su dökemeyeceği defalarca ispatlandı.

Ancak AKP eşiği geçerken yalnız değildi. AKP'nin kendi yalanları serpilip geliştikçe, muhalefetin AKP ile ilgili ortaya attığı yalanlar da tartışılmaz doğrular olarak kabul edildi.
Kriz ise tüm bu sürecin üzerine tuz biber ekti. Kriz zamanları gerçeklerin kendiliğinden ortaya çıktıkları zamanlar değil. Bu düzende gerçek her zaman bir mücadelenin konusu. Krizle birlikte sorunlar büyüyüp derinleşirken, bunların üzerini örtecek yalanların da büyümesi doğal. Krizin gerçeklerin daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkması için bir zemin yaratması sorunun ve yalanın aynı anda büyümesiyle ilişkili.

Şimdi, gerçekler için mücadele etmenin tam zamanı ve işte size AKP hakkında ortada dolanan ve kriz zamanı büyüyen dört büyük yalan.

Bir; krizi otoriterleşme çıkardı, çıkarmasa bile tetikledi ve şiddetlendirdi.
AKP'nin otoriter uygulamalarının ve faşizan eğilimlerinin tartışılır bir yanı yok. Bunlar birer gerçek. Ancak krizi AKP'nin bu eğilimleri çıkarmadı.
Bu düzende kriz hiçbir zaman yalnızca tek bir alanda gözlenmez. Örneğin iktisadi bir krizin mutlaka siyasi sonuçları da olur. Bütünsel bir değerlendirmeyle yaklaşılması gereken krizin siyasi sonuçları krizin nedeni olarak görülemez. AKP, Türkiye'de düzenin hem iktisadi hem de siyasi alanda bir bütün olarak kilitlenmesi nedeniyle daha otoriter eğilimler içine girdi. Bu eğilimler elbette ekonomik gelişmeleri de etkiledi. Ama ekonomik alandaki çakılmanın asıl nedeni asla bu eğilimler değildi.
Krizin gerçek sebeblerini tespit etmek ise aslında hiç zor değil. Bu düzenin durmaksızın problem üreten işleyişini baştan aşağıya masaya yatırmak, bu düzeni kökten değiştirecek bir yaklaşımla sorunları incelemek yeterli.

İki; AKP Batı dünyasından uzaklaştıkça kriz derinleşiyor.
Türkiye ekonomisinin Batı ekonomilerine olan bağımlılığının da sorgulanır bir tarafı olamaz. Buna dair alternatifler üretme çabası da yalnızca AKP'ye mal edilemez. Türkiye'de patronlar yeni yatırım ve kazanç alanları bulmak için AKP'ye bu konuda hem akıl hem de cesaret verdi. Tüm bu arayışın uluslararası sermayenin koyduğu kuralların içinde gerçekleştiği ise hep unutuldu.
Emperyalizm sözcüğü uzun zamandır Türkiye'deki tartışmalarda unutturulmak istenen bir kavram. ABD, Almanya, Rusya ve Çin bolca konuşuluyor ama bir dünya sistemi olarak emperyalizm ve onun işleyişi ısrarla gözardı ediliyor. Türkiye farklı aktörlerin arasındaki gerilimlere oynasa ve kendine yeni alanlar açmaya çalışsa da, emperyalist hiyerarşinin tepesinde bir ülke değil. Bağımlı ve kırılgan bir yapısı var. Türkiye'de krizin dışarıdan bu denli kolay yönlendirilebilir olmasının nedeni de Batıyla siyasi mesafesi değil, bu sistem içinde durduğu yer. Batıya bugünkünden de daha fazla yaklaşmasının, örneğin ABD'nin tüm isteklerine boyun eğmesinin bu kırılganlığı azaltacağını düşünmekse tam bir saçmalık.
Türkiye ekonomisiyle oyuncak gibi oynanmasının önüne geçmenin tek yolu bu sistem içinde kimilerinin hayal ettiği gibi Çin ve Rusya'yla başka tür bağımlılık ilişkileri kurmak değil, bu bağımlılık ilişkilerini yaratan dünya sisteminden bütünsel bir kopuşu önümüze bir hedef olarak koymak.

Üç; kriz AKP'nin hırsızlık, beceriksizlik ve iş bilmezliğinin sonucu.
AKP kadrolarının pek çok konuda gerçek bir cehalet ve beceriksizlik abidesi olduğu ortada. Hırsızlıkta da kimsenin onlarla yarışamayacağını defalarca ispatladılar. Ancak necehalet ve iş bilmezlik ne de hırsızlık onlara has özellikler.
Bu düzenin temel amacı halkın refahı ve mutluluğu değil, dar bir azınlığın çıkarlarını korumak olduğu sürece, biz bu türden beceriksizliklere ve yozlaşmaya mahkumuz. Cehaletin ve iş bilmezliğin kaynağında patronların kazancını koruma arzusu var. AKP döneminde yapılan tüm büyük projelerde sorun çıkmasının asıl nedeni daha fazla kâr etme arzusu. Hırsızlıksa bu düzenin işleyişinin doğal sonucu ve Türkiye'ye mahsus değil. Kuralsa basit. Kapitalizm geliştikçe, hırsızlık da gelişiyor ve daha karmaşık ve bazen oldukça zor fark edilir hale geliyor.

Dört; AKP ve kriz patronları da vuruyor.
AKP ile patronların arası hiçbir zaman kötü olmadı. Bazı sermaye gruplarının zaman zaman doğal olarak AKP'nin bazı icraatlarından rahatsız olması, AKP'nin sınıfsal niteliğini değiştirmez. AKP uzun iktidarı boyunca en çok ve sadece onlara kazandırdı. Elbette AKP bu dönemde kimi sermaye gruplarını karşısına aldı, bazılarını tasfiye etti, dahası yepyeni patronlar da yarattı. Ama sınıfsal bir gerçek hiç değişmedi. Halk yoksullaşırken, küçük bir azınlık aşırı zenginleşmeye devam etti.

Bu sürecin doğal uzantısı olarak AKP şimdi krize karşı patronları korumanın yollarını arıyor, bu konuda sürekli patronlarla görüş alışverişinde bulunuyor. Ekonomide hiçbir şey yoktan var edilemeyeceği için de, bu kurtarma ve koruma işlemlerinin maliyetini de geniş emekçi kesimlere ödetmeye hazırlanıyor.

Aslında bu düzenin ve AKP'nin temel prensibi hiç değişmiyor. Kriz de AKP de patronlara değil emekçilere vuruyor.

AKP'ye karşı üretilen bu yalanların ortak noktasında ise yalanların en büyüğü duruyor. Bu düzenin ıslah edilebileceği ya da bu düzende bir çözüm üretilebileceği, mesela AKP gittiğinde Türkiye'nin tüm sorunlarının giderilebileceği iddiasına yaslanan bu yalan, kendisine ortak olan herkesi de, başta bunları söyleyen muhalefet olmak üzere, bir yalana dönüştürüyor.

Özgür Şen / SOL

Tahrif ve tahrip - ÖZDEMİR İNCE

19 Eylül 2018 tarihli Birgün gazetesi, “Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız”  başlıklı bir haber yayımladı. “Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız” diyen kişi AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan (ki aynı zamanda Cumhurbaşkanıdır). 

“AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eğitim-öğretim yılının başlaması vesilesiyle dün (18.08.18) Kabataş Erkek Lisesi’nin açılışına katıldı.  Konuşmasında ‘Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız’ diyen Erdoğan, öğrencilerden beklentilerini ifade etti.” 

Erdoğan her zaman olduğu gibi, hayalî düşmanlardan söz ederken, gene gerçek Cumhuriyet dönemini tahrif (değiştirme) ve tahrip (yıkıp bozma) programını sürdürüyor. Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındaymışız(!). 
Bu çok olağan değil mi? 
Bütün ülkeler aynı durumda değil mi? 
Çalma başkalarının kapısını çalarlar kapını. 
Herkesin eli armut toplamıyor. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gençlere yaptığı konuşmanın tarihin gerçekleriyle hiçbir ilişkisi yok. Böyle konuşursa, eleştirimizden kurtulamaz. 



                                                                        *                                                                        

ERDOĞAN: Eğitim öğretimi bütünleştirmek suretiyle geleceğe yürüyeceğiz. Teoriyle pratiği birleştirmeliyiz. Tek tipçi, yasakçı, öğrencinin tekamülü yerine formatlanmasını esas alan eski eğitim öğretim mantalitesini bir daha geri gelmemek üzere rafa kaldırdık. 
BEN: Benim de içinde yetiştiğim eğitim-öğretim sistemi kesinlikle “Tek tipçi, yasakçı,  öğrencinin tekamülü yerine formatlanmasını esas alan” bir program değildi. 1923-1950 yılları arasında İngiltere, Fransa gibi uygar ülkelerde uygulanan program kadar uygar ve evrenseldi. Mezunları da dünya standartlarında idi. Öğrenciler, dinsel dogmalar karşısında özgür bireylerdi. Bu dediklerimin gerçekliğini Fransa’da ek eğitim-öğretim görürken ve Topçu Yedeksubay Okulu’nda deneyip anladım. 
Eğitim-öğretimin düzeyi 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle bozulmaya başladı. Cumhuriyet 1924 yılında Necip Fazıl’ı Fransa’ya felsefe öğrenimi görsün diye gönderdi ama Cumhurbaşkanı’nın önderi Paris kumarhanelerinden diploma aldı. “Tek tipçi” iddiasının da gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Necmettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi Aziz Sancar, Cahit Arf, Mustafa İnan, Halil İnalcık, Gazi Yaşargil, Erdal İnönü, Engin Arık, Bülent Ecevit, Mümtaz Soysal ve İlhan Selçuk  da Cumhuriyet okullarında okumuştur. 
Bu “Eski eğitim öğretim mantalitesini bir daha geri gelmemek üzere rafa kaldırdık” diyor ki işte bu doğrudur! Ortaçağın dini tedrisatını geri getirerek, tarihe geçtiler. İmam- Hatip mezunu imamlar laik mesleklerde pratik yapıyor. 

                                                                        *

ERDOĞAN:Eğitim meselesinde kolaycılığa kapılmadık, köklü reformlar gerçekleştirdik. 
BEN: Cumhuriyetin Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu yasa dışı yollarla ilga ederek çok büyük (!) reform yaptılar ve PISA sıralamasında nal topladılar. 

                                                                         *

ERDOĞAN: Vasıflı öğretmen olmadan vasıflı gençlik yetiştiremezsin. 
BEN: Doğru söze ne denir! Köy Enstitüleri’ni, Öğretmen Okulları’nı ve Eğitim Enstitüleri’ni kapatarak, elbette, vasıflı öğretmen yetiştiren okulların köküne kibrit suyu (kezzap) dökersin. Ben vasıflı ve seçkin Cumhuriyet öğretmeni yetiştiren Gazi Eğitim Enstitüsü’de okudum. Şimdi yerinde yeller esiyor. 

                                                                           *

ERDOĞAN: Evlatlarımızın çoğu bedenen sınıftalar ancak zihnen başka yerdeler. Zira çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız. Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Bu durumu değiştirecek öğrencilerimizin, sınıfa, derse, okuldaki aktivitelere ilgisini en üst düzeye çıkaracak yenilikleri süratle uygulamaya koymalıyız. 
BEN: Cumhurbaşkanı ne demek istiyor, anlamak mümkün değil. Bu durumın sorumlusu bizzat kendisi ve 16 yıllık uygulamaları. 21. yüzyılda, İmam-Hatip kafasıyla, sıfır çemberinin dışına çıkamazsınız!
                                                                    *

Özdemir İnce / CUMHURİYET

YEP ile bütçe hakkı yerle bir - AZİZ KONUKMAN

Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanan Yeni Ekonomi Programı (YEP) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına aykırı. Milletvekillerinin bütçe hakkını korumaya yönelik bir girişim başlatmaları gerekiyor.


Yeni Ekonomi Programı (YEP), 20 Eylül tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında 108 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı olarak yayımlandı. Öncesinde de Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak tarafından basın toplantısıyla kamuoyuna açıklandı. Şunu belirmek gerekiyor:
Algı oluşturmak amacıyla hangi ad verilirse verilsin, bu belgenin resmi adı uzun açılımıyla Orta Vadeli Program (2019-2021), kısa açılımıyla OVP’dir (2019-2021). Nitekim söz konusu kararda da adlandırma bu şekilde yapılıyor. Ayrıca programın kapağında YEP ile OVP adları birlikte yer alıyor. Ancak eskisinden farklı yeni bir OVP hazırlanmış izlenimi yaratmak amacıyla YEP nitelendirilmesi öne çıkarılarak kapağın ortasına, OVP ise dibine yerleştirilmiş.

Yazımızda Yeni OVP demeyi tercih ediyoruz. ”Yeni” nitelendirilmesi programın içeriğinden ziyade en son yayımlanan program olmasına vurgu yapmak içindir. Yeni OVP’nin; içeriği, hedefleri (bu konuya daha önceki bir yazımızda değinmiştik. Yeni plancılık anlayışında enflasyon dışındaki makro ekonomik göstergelerde hedef belirleme yerine öngörüde bulunuluyor) ve öngördüğü politikalar açısından yeni olup olmadığının değerlendirilmesini bir sonraki yazıya bırakalım.

Bu yazıda ise Yeni OVP’nin 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 5’inci maddesinde sıralanan, kamu maliyesinin temel ilkeleri arasında yer alan (d) bendinde açıklanan “Kamu malî yönetimi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına uygun şekilde yürütülür’’ ilkesini ne ölçüde gözettiğini tartışacağız.

Meclis’in bütçe hakkına aykırı
Önce şunu belirtelim: 30.07.2018 tarihli yazımızda da işaret ettiğimiz gibi, 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 15’inci maddesiyle bütçeyle ilgili bir düzenleme yapılmıştı. Bu düzenlemeyle bütçe sisteminde iki köklü değişiklik gerçekleştirilmişti. İlki Meclis’in içerisinden çıkarttığı hükümete ait olan bütçe hazırlama ve sunma yetkisinin hükümetin tasfiyesi nedeniyle Cumhurbaşkanına verilmesiydi. İkincisi ise Meclis’in bütçe oylaması sürecinde işlevsiz hale getirilmesiydi. 15’inci maddeyle getirilen bu köklü değişikliklerin anayasal uyum çerçevesinde getirilen diğer düzenlemelerle birlikte 5018’e taşınması, “Anayasada Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’’ başlığını taşıyan 703 sayılı KHK’nin (KHK 9 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete ’de yayımlanmıştır) 213’üncü maddesiyle gerçekleştirilmiştir.

Bütçenin kendisinin ve temellendirildiği belgelerin (OVP, Orta Vadeli Mali Plan-OVMP, Bütçe Çağrısı ve eki Bütçe Hazırlama Rehberi ile Yatırım Genelgesi ve eki Yatırım Programı hazırlama Rehberi’nden oluşan diğer belgeler) Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanacak olması oldukça manidar bir durum yaratmıştır. Çünkü bu köklü değişikliği içeren düzenleme, sözünü ettiğimiz kanunun 5’inci maddesinde yer alan d bendindeki temel ilkeyle çelişmektedir. Daha da somutlarsak, Yeni OVP’nin bu değişikliklerin işlendiği 5018’in 16’ncı maddesinin gereği Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanmış olması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına aykırılık teşkil etmektedir. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.

Tek maddelik bir Anayasa değişikliği yapılmadığı sürece bu ayıp Meclis tarafından sineye çekilmiş olacaktır. Bütçe hakkının Yeni OVP ile yerle bir edilmesi 5018’e zorunlu olarak uyulmanın yarattığı bir sorun ve sonuçtur.

Takvime uyulmadı
İşin ilginç tarafı, bütçe hakkının yerle bir edilmesi sorunu, 5018’e uyulmadığında da söz konusu olabilmektedir. Geliniz, bunların neler olduğunu yakından görelim. İlki, Yeni OVP’nin yayımlanma tarihinin OVP, malî plan (OVMP) ve bütçe hazırlama rehberini düzenleyen 16’ncı maddesinin 2’nci fıkrasında ifade edilen ‘’Merkezî yönetim bütçesinin hazırlanma süreci, Cumhurbaşkanı tarafından en geç eylül ayının ilk haftası sonuna kadar kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda makro politikaları, ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükleri de kapsayacak şekilde onaylanan orta vadeli programın Resmî Gazete’de yayımlanması ile başlar’’ şeklindeki düzenlemenin öngördüğü altı çizili tarihle örtüşmemesidir. 9 Eylül’de yayımlanması gereken Yeni OVP 11 gün gecikmeyle ancak 20 Eylül’de yayımlanabilmiştir. Yani takvim öngörüldüğü gibi işletilememiştir. Takvime uymama geleneği geçmiş yıllarda olduğu gibi devam etmektedir.

Oysa 3 Ağustos 2018 tarihli 100 günlük Eylem Planı’nda ‘’Ağustos sonu itibariyle OVP hazırlanacaktır’’ denilerek oldukça iddialı bir hedef verilmişti. Ayrıca OVMP ve diğer bütçe belgelerinin, aynı maddenin 3 ve 4’üncü fıkralarında ifade edilen ‘’Orta vadeli program ile uyumlu olmak üzere, gelecek üç yıla ilişkin toplam gelir ve gider tahminleri ile birlikte hedef açık ve borçlanma durumu ile kamu idarelerinin ödenek teklif tavan 4.üncülarını içeren ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan orta vadeli malî plan, en geç eylül ayının on beşine kadar Resmî Gazete’de yayımlanır. Bu doğrultuda, kamu idarelerinin bütçe tekliflerini ve yatırım programını hazırlama sürecini yönlendirmek üzere; Bütçe Çağrısı ve eki Bütçe Hazırlama Rehberi ile Yatırım Genelgesi ve eki Yatırım Programı hazırlama Rehberi Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanarak en geç eylül ayının on beşine kadar Resmî Gazete’de yayımlanır’’ şeklindeki düzenlemenin öngördüğü altı çizili tarihlerde henüz yayımlanmamış olması oldukça manidardır. OVP örneğinde olduğu gibi takvim öngörüldüğü şekilde işletilememiştir.

Tartışma süresi daraltılıyor
Geçen yıl OVP 27 Eylül, OVMP ve diğer belgeler ise 5 Ekim tarihinde yayımlanmıştı. Benzer bir gecikmenin bu yıl da yaşanacağı gözükmektedir. Görülüyor ki, belgeleri hazırlayacak kuruluşlar için süreler uzatılırken belgelerin kamuoyunun bilgisine sunulma ve tartışılma süresi daraltılıyor. Oysa tartışılma süresinin daha da uzatılması gerekir. Meclis, bütçe hakkının kullanılmasının güçlendirilmesini gerçekten istiyor ve bu konuda samimi ise 5018’in ilk halindeki bütçe hakkını gözeten takvime (ilk 5018’de eylül ayı yerine mayıs referans alınıyor) dönmeye yönelik bir düzenlemenin geciktirilmeksizin yeniden getirilmesini sağlamalıdır. Meclis, ayrıca süreci izlemeye ve denetlemeye alarak takvimin uygulanmasında ısrarcı olmalıdır. Geçmiş deneyim gösteriyor ki, uygun bir takvimin yasayla belirlenmesi tek başına yeterli değil.

Kalkınma planı ile bağı yok
İkincisi, Yeni OVP’nin aynı maddenin yine 2’nci fıkrasında öngörülen şekilde (OVP’lerin kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda hazırlanması gerekiyor) hazırlanmamış olmasıdır. Oysa ortada ne 11’inci Kalkınma Planı ne de bütçe kapsamındaki kamu idarelerince hazırlanmış stratejik planlar var. Ayrıca genel ekonomik koşulların krizi işaret ettiği kabul edilmiyor.

Bunlardan özellikle 11’inci Kalkınma Planı çok önemli. Çünkü kalkınma planlarının 30.10.1984 tarihli ve 3067 sayılı Kanun gereğince, TBMM Genel Kurulu tarafından onaylanması gerekiyor. OVP’lerin kalkınma planlarıyla bağlantı kurma zorunluluğu beraberinde Meclis’in dolaylı olarak OVP hazırlık sürecine müdahil olmasını sağlıyor. Böylece OVP’nin Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanacak olmasıyla bütçe hakkı açısından devre dışı bırakılan Meclis bir şekilde bu sürece yeniden dâhil edilmiş oluyor. Ancak Yeni OVP’nin 11’inci Kalkınma Planı’nın Meclis Kararı olarak henüz yayımlanmamış olması nedeniyle kalkınma planı bağı kurulamamış ve dolayısıyla bu fırsat kaçırılmıştır.

Hazine Bakanlığı ortak edildi
Üçüncüsü, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın görev ve yetkileri arasında yer alan, OVP başta olmak üzere bütçeye temel olabilecek belgelerin hazırlanmasına Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 5018’e aykırı bir şekilde ortak edilmiş olmasıdır. 24 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın teşkilat yapısına dair 13 nolu Kararname’nin 2’nci maddesinin a bendiyle ilgili Başkanlık Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde kalkınma planı, Cumhurbaşkanlığı Programı, OVP, OVMP, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları, ilgili kamu idareleri ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bulunan Politika Kurullarının görüşlerini de almak suretiyle Hazine ve Maliye Bakanlığı ile müştereken hazırlamak ve makro dengelerini oluşturmak durumunda bırakılmaktadır.

Oysa 5018’in geçici 22’nci maddesi (bu geçici madde 703 sayılı KHK’nin 213’üncü maddesinin 1’inci fıkrasının ggg bendiyle 5018’e işleniyor) bu sorumluluğu Cumhurbaşkanı tarafından oluşturulacak idareye bırakmaktadır. Bu idarenin daha sonra yayımlanan 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 37’inci maddesinin h bendiyle Strateji ve Bütçe Başkanlığı olacağı hükme bağlanmaktadır. Geçici 22’nci madde sadece geçici bir süre için (Cumhurbaşkanı tarafından oluşturulacak idarenin teşkilatlanması tamamlanıncaya kadar) bu görev ve yetkilerin, Cumhurbaşkanı kararı ile Hazine ve Maliye Bakanı veya Hazine ve Maliye Bakanlığı’nca kullanılabilmesine olanak tanımaktadır. Nitekim daha sonra çıkartılan 30 Temmuz 2018 tarih ve 5 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile bu olanaklı hale gelmiştir. O nedenle OVP ve Hazine ve Maliye Bakanı veya Hazine ve Maliye Bakanlığı birlikte anılır olmuştur. Ancak bu geçici durum, Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın sözü edilen görev ve yetkilerine Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ortak edilmesiyle kalıcı hale getiriliyor.

Damat, bakanlar üstü konuma getiriliyor
Bu aslında yeni rejimin öngördüğü sisteme de aykırılık oluşturuyor. Çünkü bir bakanlık ayrıcalıklı bir şekilde politika hazırlanması ve oluşturulmasına eski rejimdeki gibi ortak edilmiş oluyor. Oysa 703 sayılı KHK’nin getirdiği değişikliklerin işlendiği 5018’in 10’uncu maddesine göre bakanlar, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen politikaların uygulanması ile bakanlıkların ve bakanlıklara bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların stratejik planları ile bütçelerinin kalkınma planlarına, yıllık programlara uygun olarak hazırlanması ve uygulanmasından, bu çerçevede diğer bakanlıklarla koordinasyon ve işbirliğini sağlamaktan sorumludur. Görülüyor ki, Hazine ve Maliye Bakanı olan damat, yeni sistemin getirdiği yasal mevzuata aykırı bir şekilde bakanlar üstü bir konuma (Damadın Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanvekilliğine atanması örneğinde olduğu gibi) getiriliyor.

Aile holdingi
Burada düşündürücü olan bu değişikliğin hukuki açıdan kafa göz yararak yapılmış olmasıdır. Çünkü Bakanlığın ortak edilmesi sözü edilen 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin Bakanlığın teşkilatını düzenleyen 217’nci maddesinde (bu madde buna olanak vermiyordu ve bu maddeyle Bakanlığa sadece maliye ve ekonomi politikalarının hazırlanmasına yardımcı olma ve bu politikaları uygulama sorumluluğu veriliyordu) Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın teşkilat yapısına dair 13 nolu Kararname’nin 27’nci maddesiyle istenilen yönde değişiklik yapılmasıyla gerçekleştiriliyor. Yani Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir kuruluşun teşkilat yapısına dair bir kararnameyle bir bakanlığın görev ve yetkilerinin kapsamı genişletilerek (mevcutlara bir bent ekleniyor ve sonuncu bent eklenen bende uyumlu şekilde yeniden tanımlanıyor) değişiklik yapılıyor.

Damadın bu şekilde böylesi bir konuma getirilmesi, bu ülkeyi üzerindeki varlıklarıyla birlikte A.Ş olarak görmekte olan yeni rejimin (rejim ayrıntılı bir şekilde 2 Temmuz tarihli yazımızda ele alınmıştı) aile bünyesinde oluşturulan bir holdinge evrilmekte olduğunu gösteriyor.

Milletvekillerini Yeni OVP’yi sayısal analizin yanı sıra bu açıdan da bir değerlendirmeye almasını öneriyor ve bütçe hakkını korumaya yönelik bir girişim başlatmalarını umuyoruz.

Aziz Konukman / BİRGÜN

Yurtdışına gönderdik başımıza bela oldular - İBRAHİM SİRKECİ

Sultan şikayetçi olmuş; devlet eliyle yurtdışına gönderilen zevat eğitilip biraz eleştirel düşünce falan öğrenen, yaratıcılıkla ve hasbelkader işleyen demokratik teamüllerle tanışınca dönüp başa bela olmuş.

Allah benim gibilerden razı olsun; yani devlet eliyle gitmeyip yurtdışından burs alıp gitmiş ve de geri dönmemiş ve illaki başa bela olmamışlardan. Haberiniz olsun bu aralar bu dönmeyenlerin sayısı oldukça arttı. Bence alınacak acil tedbirlerden birisi devlet eliyle yurtdışına gönderilmişlerin tazminat maddesini iptal etmek olacaktır. Böylelikle dönmez ve başa bela olmazlar.

Sultan yine de ilerleme, çığır açma, liderlik istiyor ve bunun için de yurtdışına gönderilenlerin seferber olup geri gelmesini istiyor. Herhalde bundan sonraki inşaat projeleri, kitleler halinde dönecekler için ‘demir kapı kör pencere’ temalı olacak.

Yanlış anlaşılmasın Osmanlı sultanlarından bahsediyoruz. Özellikle Tanzimat ile birlikte hızlanan Batılılaşma çabaları çerçevesinde imparatorluğun son yüzyılında kabaca bin kadar öğrenci Avrupa’ya yollanmış ve bunların önemli bir kısmı memlekete geri dönüp önemli görevlerde bulunmuşlar. Bir kısmı haliyle başa bela olmuş ve Osmanlı Devleti sadece yükselmiş ve hiç duraklayıp, gerileyip dağılmamış.

Atatürk döneminde de benzer bir uygulama ve umut var ama sayılar görece daha yüksek. Daha yakın dönemde ise bu sayılar hem kendi hem devlet imkanı ile gidenler dikkate alındığında on binlerle ifade edilecek düzeylere ulaştı. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı geçtiğimiz Ağustos ayında 1224 öğrenci daha gönderileceğini ilan etti.

“Batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım” demekle olmuyor tabii bu teknoloji dediğin meret ahlak dahil satılıyor. Hem jet motoru teknolojisi görelim hem de Müslüman kültürü alalım dediğinizde Suudi Arabistan modeli kalıyor geriye. Oraya giden dönünce başa bela olmaz diye bir garanti yok. Suudiler daha geçenlerde sinemayı serbest bırakmış. Maazallah demokrasi fitnesi orayı da kavurabilir.

Yurtdışına öğrenci gönderilmesi çok riskli. Ahlak bozulur, geri dönmezler, dönseler sultanlık, başkanlık sistemleri karıştırır başa bela olurlar. Yurtdışından kimse geri döndürülmeye de çalışılmasa daha iyi. Hem masraflı, hem kim gelecek şimdi. Bir de bunlara gel dediniz mi bir havalara girerler falan. Uğraşılmaz kısacası. İngilizi Amerikalıyı getirmek de olmaz. Bin türlü mesaj kaygısı ile yok demokrasiniz, yok hapisteki gazeteciler diye başımızın etini yerler. Hem kesin ajan gönderirler daha çok başa bela olurlar. Rus falan desek onlara da güven olmaz. Şimdi iyiyiz ama şu sıcak sulara inme planı var ya... Zaten Putin’in de cezaevi nüfus kalitesi oldukça yüksek sayılır... En iyisi bulaşmamak.

Aklıma daha hesaplı ve kısa bir yol geliyor ama ona da siz yanaşmazsınız. Hani şu hapishane nüfusunu bir tarasak acaba aralarında iyi eğitimli hoca falan olacak kıvamda kimse var mıdır bir incelesek? 1000 kişi falan bulsak bir iki tane yüksek teknoloji enstitüsü kurabiliriz gibime geliyor.

İkinci alternatif daha kolay aslında. Bir anda demokrasiye geçiyorsunuz ve güçler ayrılığı, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, aflar falan derken... Hoop bir bakmışsınız imzacı falan filan tıpış tıpış geri gelmiş. İsviçreli bilim adamları da arkalarından gelmiş... Gerçi bu da zor iş. Adil seçimler falan... Uff, fikri bile kafa ağrıtıyor.

Neyse uzatmayalım şimdilik Jön Türkler, Jön Kürtler ve daha bilumum Jönler yurtdışından bildirmeye devam edecek. 

İyi haftalar ve bol şanslar.

İBRAHİM SİRKECİ / BİRGÜN

"Yandaş besleme mantığı terk edilmeli"(5) - Ahmet TAKAN

"Savunma Sanayii'nde Neler Oluyor?" diye başladığımız yazı dizisinin sonuna geldik. Dün, o üst düzey yetkilinin anlattığı kısa vadede çözüm önerilerinde kalmıştık.
Devam edelim;
"* Siyasilerin her gün beş seans demeç vermekten vazgeçmeleri lazım. Hatırlayınız, Yunanistan iflasa giderken her gün bir demeç mi verdi? Krizler arka kapılar ardında mekik diplomasisiyle çözülür.
* IMF dahil hiç bir seçenek için kapılar kapanmamalı. Batsak daha mı iyi!.. Hamaset edebiyatının kimseye faydası yok, görüldüğü üzere tam tersine zararı var.
* Gerçekle yüzleşip, acilen büyük mega projeler (Kanal İstanbul, 3. Havalimanı, Otoyol, Köprü, Nükleer Santral, Millî Otomotiv vb..) askıya alınmalı, bazıları iptal edilmelidir. Topyekûn bir tasarruf başlatılmalıdır. F-35 Projesinde ısrar edilmeli ama S-400 askıya alınmalıdır.
* Yandaş firmalara teşvik adı altında sağlanan ayrıcalıklar iptal edilmelidir. (Bkz. Resmi Gazete.)

Uzun Vadede;
* Sektördeki ihalelere şeffaflık getirilmeli, bilimsel hesaplamalarla firma seçimi yapılmalıdır. Yandaş besleme mantığı terk edilmelidir. En büyük yandaş her kesimin güvenini kazanmaktır.
* Savunma Sanayii Başkanlığı siyasi bir oyuncak olmaktan çıkartılıp, uzmanların eline bırakılmalıdır. Bir dönem elde edilen başarının mimarları bugün ya özel sektöre geçmek durumunda kalmış ya da kurumunda bir odada inzivaya çekilmiş, işlerden el çektirilmiştir. Kimseyi aşağılamak için değil, yerlerine gelenlerin kariyerlerine bakıldığında konunun uzmanlık değil, gidilen Cuma sayısı olduğu gibi bir izlenim vardır. Burası bu sektör için en kritik kurumdur. Para piyasaları için TCMB ne ise, bu sektör için Savunma Sanayii Başkanlığı odur.
* Vakıf şirketleri, TSKGV hegemonyasından ve 'Devleti kazıklayın, daha çok kâr edin' talimatlarından kurtarılması gerekir.
* Askeri fabrikalar kapatılsın. Hem verimsiz, hem de sektörün geleceğini yok ediyor. On binlerce çalışanı var demeyin. Bir formül bulunup kapatılması elzemdir.
* ASELSAN, TAI, ROKETSAN gibi şirketlerin hisselerinin tamamı Vakıftan alınıp, Savunma Sanayii Başkanlığına veya Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu'na devredilsin. Yönetim kurullarına profesyoneller getirilsin. Özellikle TAI'de iyice ayyuka çıkan nitelikli personelin tasfiye sürecine bir son verilsin.
* Şirketler arasında gözetilen yandaş şirket ve özel şirket ayrımına son verilsin. Hepsine eşit şekilde millî ve yerli muamelesi yapılsın. Üretimlerin ihracatı için devlet desteği artırılsın. Bu desteğin maddi bir destek olmadığını, yabancı devlet adamlarıyla olan diplomatik ilişki ve bağlantı desteği olduğunu hatırlatmakta fayda var.
* Savunma ürünlerimizi satabileceğimiz ülkelerin teknolojisi olmayan üçüncü dünya ülkeleri olduğu göz önüne alındığında, en büyük sorun finansman olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkeler arasında Hazine Bakanlığı nezdinde veya Savunma Sanayii Başkanlığı üzerinden uzun vadeli bir kredi seçeneği getirilsin. Yabancı ülkeler bu kurumlardan çekeceği kredi ile yerli firmalardan ürün alabilsin.
* Hammaddede olan ithalat bağımlılığının giderilmesi için AR-GE'ye göstermelik değil, daha gerçekçi destekler verilsin.
* Bu sektörde siyasilerle firmalar arasında aracılık etmek suretiyle para kazanan fırsatçılara prim tanınmasın.
* Tank Projesindeki on yıllık hikâyeye baktığımızda, seri üretim aşamasında firma değişikliğinin kimseye faydası olmayacağını, yatırım tekrarlarına ve zaman kaybına neden olacağını görüyoruz. Bu tür siyasi tercihlere bir son verilsin. Millî projeler siyasi söylem malzemesi yapılmasın."

Umarım, dizi söyleşiyi sıkılmadan okudunuz!.. Türkiye tam bir ateş çemberinin içinde. Yerli ve güçlü bir savunma sanayimizin olmayışının ilk büyük acısını ve sonuçlarını Kıbrıs Barış Harekatı'nda yaşadık ve tecrübe ettik. Buna rağmen, çeşitli etken ve aktörler yüzünden, savunma sanayimizde çıtayı çok yükseklere çıkarmayı başaramadık. En hayati ihtiyaçlarımızdan biri olan hava savunma sistemimizin kurulumu ile ilgili ABD ve Rusya arasında kalmamız bunun en çarpıcı örneğidir. Çelişkiler ve hatalı politikalar yüzünden savrulup gidiyoruz. Yüksek irtifada hava savunma sistemi ile ilgili tam Çin ile anlaşmalar yapılmışken, anlaşılamayan(!) sebepler yüzünden iş bozuldu. NATO üyesi Türkiye, Rusya'dan S-400 alıyor. ABD'den parasını ödediği F-35'leri kurtarmaya çalışıyor. Değme uzmanlar bile işin içinden çıkamıyor. Savunma Sanayii'nde bağımlı olduğunuz ülkelerin en küçük bir ambargosunda, hendek operasyonlarında, Fırat Kalkanı'nda güçlüklerle karşılaştık.

Zorlukların nasıl aşıldığını bilen biliyor...
Bu coğrafyada sağ kalmamızın tek nedeni asker millet olma özelliğimizdir. Kılıç kalkan ve ok devri artık son bulduğuna göre operasyonel TV dizileri ile gaza gelmenin kimseye faydası olmayacağını da görmek lazım. Görüşlerine katılır, katılmazsınız... Kaynağımın eleştirilerinin bir siyasi yapıya dayanmadığını sizlere temin ederim. Bu yazı dizisini her türlü siyasi mülahazadan uzak, o yüzden kaleme aldım. Her şey vatan için!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Berlin’in çizgisi ve İslamcı Ankara - OSMAN ÇUTSAY


Çok doğal, hani yani olmaması tuhaf kaçacaktı: AKP Genel Başkanı ve T.C. Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in davetiyle Berlin’e gelmesi ve burada Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşecek olmasında, şaşılacak bir şey yok. Almanya hep Türk gericiliği için elini taşın altına koymuştur. Bu,  bırakın 20’nci yüzyıl başındaki Anadolu halklarının kırımıyla sonuçlanan korkunç “silah arkadaşlığını” falan, geçen Soğuk Savaş’tan beri özellikle böyledir. Soğuk Savaş’ta Türkiye ve “Batı Almanya”, antikomünizmin en saldırgan iki cephe tetikçisiydi. 

Türk ve Alman elitleri, gerek siyaset gerek ekonomi arenasında, birbirlerini besleyerek ve birbirlerinden beslenerek yaşarlar. 

Dolayısıyla, öyle “demokrasi” falan diyerek solculuk taslamaya kalkan komiklere  kulak vermek gerekmiyor. Solculuk adına yapılan bu tür sözde itirazları ciddiye alamayız. Paylaşamadıkları var, tamam, ama sermayenin mafyöz elitleri hep böyle birbirinin ayağına basar, sevgi gösterilerinde bile birbirlerinin ağzını burnunu kırarlar zaten.

Kapitalizmin ve emperyalist oyunun kuralları bunu gerektiriyor. Hepsi Erdoğan rejiminin oyuncakları ve Erdoğan bu emperyalist sistemin bir oyuncağı:  Sonuç olarak, sistem içinden Erdoğan’a böyle itirazlar çıkaranların solculuğu falan çakmadır. İtirazları ise hepten çakmadır.

Tabii hakkını verelim: Bunların çoğunun da öyle solculuk, sosyalizm falan gibi bir derdi yok. 

Peki, çakma muhalefet bu tür oyunlar sergilemeyecek de ne yapacak?

Başka işi mi var?

Bilemiyoruz. Ama bizim gelmek istediğimiz bir yer var: İlericiliğin dönemsel ve mekânsal tanımları da olur. Biri, AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı esas alınarak düşünülürse, bugün ve Türkiye-Avrupa hattında muhtemelen şöyledir: Erdoğan ile Kılıçdaroğlu, Demirtaş ve Avrupa’nın yenisi-eskisi tüm sosyal demokratları, daha doğrusu “demokratları” arasında öyle nitel bir fark bulmak mümkün değildir. Böyle farklar vehmedenlere, ilericilik mesleğinde, yaşadığımız zaman ve mekânda bir yer bulamayız. 
Çabuk unutulsalar da tahrip güçlerinin yüksekliği her geçen gün biraz daha belirginleşen Gerhard Schröder, Tony Blair, Bill Clinton ve halefleri ile Türkiye’nin İslamcıları arasında da öyle önemli farklar yok. “Clinton-Blair-Schröder Okulu”, Ankara’daki cumhuriyetin tüm kazanımlarını kazıyan azgın İslamcı gaspın hazırlayıcı ve destekçisi değil miydi?  Bu demokratlar 12 Eylül 1980’de birinci, 3 Kasım 2002’de ikinci darbeyi, Türkiye’yi bitiren deprem ve 22 yıl sonraki artçı -nihai- depremi, alkışlamadılar mı?

Sosyal demokrasinin, neoliberal barbarlığın yeni ve en etkili bir taşıyıcısı olduğunu kabul ve ilan etmediler mi? Komşudaki kepazeliğe (Syriza ve Çipras) isteyen bir daha baksın.  
Erdoğan rejimi, bir, dünya piyasalarına basılan ve sel taşkınlarına neden olan karşılıksız dolar ve avronun, iki, bu “pek demokrat” neoliberal siyasi desteğin doğrudan ürünüdür. Ama artık eğlence bitti, faturanın ödenme zamanıdır.  Türkiye bu faturayı galiba kendi varlığına son vererek ödeyecek, öyle anlaşılıyor. Serilen kırmızı halılar bu yola işaret ediyor. 

Eşitsiz gelişmenin doğal akışıdır: Sonuçta, Ankara’nın İslamcılarıyla Avrupa’nın güç sahipleri elbette birbirlerinin ayaklarına basacaklar. Hatta birbirlerini kan-revan içinde bırakarak “seviyorlar”, dedik. Şu sıralarda Erdoğan kadrosundan pek hazzettiklerini kimse söyleyemez.  Ama “Merkel Avrupası”, özellikle de kulaklarından bile avro ve dolar fışkıran Berlin, hani şu verdiği korkunç dış ticaret ve bütçe fazlası içerideki siyasi krizi tetikleyen Almanya, Erdoğan rejimini hoş tutuyor, AKP Genel Başkanı’nın önüne kırmızı halı seriyor. 

Bunu sadece Alman krizinin başoyuncusu konumundaki Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in sığınmacılar ve göç sorununu “tüm sorunların anası” diye ilan etmesine, dolayısıyla Türkiye’de tutulan milyonlarca göçmen adayının Anadolu’da kalması çabalarına bağlayamayız. Almanya Başbakanı Merkel için Türkiye’nin kaderine el koymuş İslamcı siyaset, Ankara’da kaldığı ve dışarıdaki soydaşlarını pek “fişteklemediği” sürece, köklü itirazlara konu edilmesi gerekmeyen bir “ehvenişer” artık. Öyle görünüyor.  
Bazı itirazlar elbette var.Özellikle 3 milyonluk bir nüfusu açık bir “nüfuza dönüştürme” hesaplarını, içeride ve Alman siyasetinde kırılmaları tetikleyeceği için, tehlikeli bulanların başında Merkel’in Berlin’i geliyor. Ama Berlin, Erdoğan’a kırmızı halı da serebiliyor. 
Yaparlar. 
Avrupa banka sisteminin en az 140 milyar avroluk alacaklarının Türkiye çökerse AB’yi de çökertecek bir bomba olduğuna geçen hafta Alman Ekonomisi Yakın ve Ortadoğu Birliği Başkanı Oliver Hermes bağıra bağıra ilan etti: Türkiye çökerse, Almanya’ya diz çöktürebilirmiş. Hem de reel ekonomideki bağlantılar nedeniyle... Domino teorisinin yeniden dillendirildiğine tanık oluyoruz.

Demek ki, sadece sığınmacı veya göçmen milyonların, serbest kaldıklarında Almanya Avrupası’na doluşma ve tüm yapıları parçalama olasılığından söz etmiyoruz. Metropoller, en zenginleri bile, resmen tekliyor: Avrupa Almanyası’nda da geleneksel kitle partileri çöktü. Burada sosyal demokrasi, SPD, seçim olsa yüzde 17 falan bir oy toplayabilecek.  Merkel yüzde 28’de. Faşizan ve neoliberal kimliği gün geçtikçe belirginleşen ama kitle tabanı genişleyen AfD (Almanya için Aternatif), yüzde 18’lik anket sonucuyla ülkenin ikinci büyük partisi konumunda: Son kamuoyu araştırmalarına göre, sağ popülist AfD, sosyal demokrat SPD’yi geride bıraktı bile. Hepsi de küçüldü. 

Mesele, o: Sosyalizmin kazındığı, solculuğun da emeğiyle geçinenlerin maddi olanaklarını korumak ve mümkünse arttırmak diye tanımlandığı bir metropol, Türkiye’nin İslamcılarıyla iyi geçinebileceği ve zararlı yanlarını törpüleyebileceği inancında.  Kırmızı halı, sadece Türkiye’deki 7 bin 200 Alman şirketinin ve banka sisteminin bağlantıları nedeniyle değil, bunun için de seriliyor olmalı. 

Gerçi çöküş korkusuyla birbirlerine sarılıyorlar, ama hareket etmeye çalıştıkça da birbirlerinin ayaklarına dolaşıyorlar. Merkel ile Erdoğan’ın çaresizlik dansı, faturası emekçi sınıflardan çıkacak bir acımasızlığın yan ürünüdür. 

Yapamazlar. Tutmayacak. Bu yükü kaldırabilecek halleri kalmadı. ABD ve Trump zaten eskisi gibi bir ağırlık taşımıyor. Ama “emperyalist piramit” içindeki yer değiştirmeler, sistemik depremlerin de art arda bindireceğini gösteriyor. 

Berlin, Türkiye mekânında ABD’yi ve Trump’ı sollayabileceğini sanıyor. Hayal kurmaya devam etsinler. 

Krizlerin anasına doğru itiliyoruz. Bizim “bir başka âlem” istemekten ve bunun gereğini yerine getirmekten başka çaremiz yok.

Osman Çutsay / SOL

Silah fabrikalarımız iflasın eşiğinde...(4) - Ahmet TAKAN

O üst düzey yetkili, savunma sanayiimizin şu gün içinde olduğu durum ile ilgili pek iç açıcı bir tablo çizmedi. Krizin sektöre etkileri ile ilgili söylediklerini kaldığımız yerden sürdürelim;

* Öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var. Savunma sektöründe üretimler proje bazlı yapılır ve üretim yapabilmek için altyapı yatırımı yapar, makine teçhizat alır, sermaye ortaya koyarsınız. Bunun için çoğu zaman kredi çekersiniz. Sonra aldığınız işten sağladığınız avansla yatırım kredisini öder, bir başka kredi ile üretim için gerekli hammaddeyi alırsınız. Sektöre göre farklılık arz etmekle birlikte ilk teslimata kadar geçen uzunca bir süreyi cebinizden fonlarsınız. En basitinden işçileriniz hayrına çalışmayacaktır, devlet elektrik ve suyu bedava vermeyecektir. İlk teslimat ödemesinden gelen parayla ikinci krediyi öder, sıradaki üretimler için yeni bir kredi çekersiniz. Bu döngü böylece sürer gider, ta ki ekonomik bir kriz patlayana kadar...

Yakın zamanda dolar bir anda 3,5 seviyesinden 7 TL seviyesine çıkmıştır. Bu durum, döviz cinsi borçları TL bazında bir anda iki katına çıkartırken, bu kaos neticesinde bankaların kredi faizlerini yüzde 40-45 seviyelerine taşıması ilave maliyetler getirmiştir. Yukarıda anlatıldığı üzere zaten hammadde özelinde ithalata olan bağımlılık neticesinde girdi maliyetleri yükselmiştir. Kâr marjları bir anda yok olmuştur.

* Şu an devam eden görüntü, eldeki stoklarla çalışmanın bir görüntüsü olup, stoklar eritilince neler olacağı, kaç firmanın kapanacağı tam bir belirsizliktir.

* Yükselen enflasyonla birlikte ortaya çıkması muhtemel resesyon beklentisi sektörü ve çalışanlarını vuracak, işten çıkarmalar başlayacaktır.

* Uluslararası finans piyasasında Türkiye'nin notunun sürekli düşürülmesi, firmaların ne yerli piyasada ne de uluslararası piyasada borçlanmasına imkan vermektedir. Şirketler o hale gelmiştir ki, borçlanabilmek için bankalarla faiz pazarlığı yapmamakta, her türlü faize razı olmaktadır. Buna rağmen riskler gerekçe gösterilerek kredi limitleri düşürülmüş veya sıfırlanmıştır. Kısacası, borcunuz var, nakdiniz yok ama borçlanamıyorsunuz. Hatta bırakın borçlanmayı, en iyi konumdaki firmalar bile yabancı müşterilerine vermeleri gereken teminatları sağlayamamakta, bankalar teminat verememekte, akreditif işlemlerine aracılık edememektedir.

* Yabancı para cinsinden borçlanan firmaların borçlanma maliyetlerinin ve borç servislerinin reel olarak artması, bilançolarının net değerlerinin azalarak yatırımlarının olumsuz etkilenmesi söz konusudur. (Borç dolarizasyonunun bilanço etkisi.)

* Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yapılan ve döviz cinsinden fiyatların TL'ye dönülmesi şeklinde adlandırılan 32 sayılı karardaki en son düzenleme ciddi ağır sorumluluklar getirmektedir. Buna göre, ihracat gelirlerinin 180 gün içinde yurda getirilmesi, derhal TL'ye çevrilmesi ve döviz cinsi sözleşmelerin TL'ye dönüştürülmesi zorunluluğu getirilmiştir. Uygulaması neredeyse imkansız olduğu gibi, ihracatçı firmaları olumsuz etkileme riski bulunmaktadır. Artık firmalar, 180 günü aşan vadede ihracat satışı yapamayacak, elde ettiği tahsilatını TL'ye çevirecek ama döviz cinsi borçları için daha yüksek kurdan tekrar döviz almak zorunda kalacaktır.

* Dövizli sözleşmeler firmalar arasında bir zorunluluktan dolayı yapılmaktadır. Sözleşmeye konu ürün büyük oranda ithal hammaddeye dayandığından, bu sözleşmelerin TL'ye çevrilmesi demek alt yüklenici firmanın tahsil ettiği gelirle hammadde için yeterli ödeme yapamaması anlamına gelir. Ana yüklenicinin sözleşmesinin TL'ye çevrilmesi olası tüm kur risklerini üstlenmesi demek olacağından, ihalelerden çekilmesi sonucuna varacaktır.

---Savunma sektöründe sorunları aşmak için neler yapılabilir?..
* Kısa ve uzun vadede ele almak lazım! Aslına bakarsanız, kısa vadeli sorunlar da, çözümleri de her sektörün derdi durumunda. Uzun vadede olay biraz daha spesifik ele alınabilir.

Kısa vadede;

* TCMB verilerine göre sadece reel sektörün Eylül-Aralık dönemindeki dış borç geri ödemesi 26.8 milyar dolar. Bu miktar refinanse edilemeyince doğrudan döviz talebine dönecektir. İvedi olarak buraya ilaç lazım. Çözüm büyük oranda siyasi kararlara bağlı. Bazı ülkelerle bir hiç uğruna inatlaşmaktan vazgeçilmelidir.

* Türkiye yönünü Orta Doğu bataklığına değil, Avrupa Birliği'ne dönmelidir. Onların almayacağını bilsek bile. Zaten alıp almamalarının bir önemi yoktur. Önemli olan güven ortamının tesis edilmesi, destek mesajlarının gelmesi, insanların güvenle seyahat edebilmesidir.

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

(Yarın, çözüm önerilerinin devamı ile dizi yazı son bulacak.)



Din elden nasıl gidiyor?- SERVET AVCI

'Vicdan'dan ve 'adalet duygusu'ndan sıyrılmış Müslümanlık, insanları dinden soğutuyor... Kimi kanaat önderleri, siyasetçiler ve benzer rol modeller ile kendilerini bunlara savunmaya adamış tipler bu gidişata katkı yapıyor...


Dini, siyasetine kalkan yapanlar yüzünden, toplumda, özellikle genç kesimde "Din buysa ben yokum" düşüncesi daha fazla taraftar buluyor... Bazen işportacı gibi davranan siyaset kurumu, anlık zaferler için orta ve uzun vâdede doğacak zararları hesaplamıyor...

                                                                           ***

Oğluna pantolon alamadığı için bir baba intihar ediyor... Yandaş sendika tepkilere 'Kepazelik' olarak cevap veriyor...
Troller sosyal medyadan saldırıyor: "İntihar ettiğine göre o cehennemlik!.. Parası varmış ki oğlunu vaktiyle maça götürmüş!.."
Valiliğin açıklaması daha da ilginç: "İntihar tamamen psikolojik!.."
Valilik iyi ki 'psikolojik' olduğunu açıklamış... Yoksa halk, o intiharın 'keyif'ten, 'spor olsun' diye veya 'siyasî maksatlı' olduğunu zannedecekti!..

                                                                           ***

Manisa'da imam Suriyeli kadınla câmide basılıyor ama Müslümanlardan pek ses yok!.. Karaman'daki Ensar Vakfı skandalındaki sessizlik gibi...
Üçüncü havaalanında hakkını arayan işçilere derhal 'terörist' yaftası yapıştırılıyor... 'İşçinin hakkının alın teri kurumadan' verilmesini emreden dinin müntesiplerinden pek ses yok!.. Tıpkı Soma'daki o uğursuz sessizlik gibi...
İlindeki zenginleri toplayıp Pensilvanya'ya turlar düzenleyen eski Belediye Başkanı ve Bakan, hiç utanmadan sıkılmadan 81 milyonu suçuna ortak etmeye çalışıyor, "Hiç kimse kendini geriye çekip de 'Bizim bunlarla merhabamız yoktu' demesin" diyerek... Masum çocuk cesetleri Meriç'te, Ege'de kıyıya vururken, nüfuz sahibi eski iş birlikçiler keyif çatıyor... Bu açık çarpıklık karşısında Müslümanlardan pek ses yok!..
Yemen'de açlıktan ve ilaçsızlıktan kırılan çocukların üzerine, bütün bunlar yetmezmiş gibi, bombalar yağıyor... Bombaları atan 'dindaş' olunca, yine Müslümanlardan, aydınlarından, gazetecilerinden, siyasetçilerinden pek ses yok!..
Devlet ekonomik anlamda zorda... Buna rağmen kamuda israf inanılmaz boyutlarda... Böylesine kiralık araba ve bina saltanatı gezegenin hiçbir yerinde yok ama bütün bunları 'çerez parası' olarak sunan kafaya karşı Müslümanlardan çıkan pek ses de yok!..
Gırtlağına kadar krize batmış ama kulağına "Sakın aldanma, bu bir algı" denildiğinde de sesi çıkmıyor...
                                                                         ***

Tabii vicdanlı bir örnek bulunca da seviniyor insan... Yenişafak'tan İbrahim Tenekeci iktibas etmiş: "Bugünlerde 'insanların hangi incinmişliğini gidermek istersin' diye sorulsaydı, kesinlikle 'adalet' derdim..."
Sonra devam etmiş: "Adaletsizlik, incinmişlik, tedirginlik, güvensizlik, kendi içinde bile ayrımcılık, şımarıklık, güç zehirlenmesi, önceliklerin değişmesi, kimi kişilerin ekonomik bağımsızlığa ulaştıktan sonra camiayı beğenmemesi, menfaat, kibir, klikleşme... Bu tür olumsuzlukları son zamanlarda ne çok yaşıyoruz. İmkânlardan sonuna kadar faydalananlar, dönüp bakmayanlar ve haksızlığa maruz kalanlar. Sanki üç ayrı dünya oluşuyor..."

                                                                          ***

Geçtiğimiz günlerde Bolu'nun Yeniçağa ilçesinde bir skandal gerçekleşti... İlçe müftüsünün, rahatsız olduğu kaymakamdan kurtulmak için, belediye başkanının ağzından sahte şikayet mektubu kaleme alıp, bir imamı da kendisine suç ortağı yaparak İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği ortaya çıktı...
Yani sahtekârlığı müftü ve imam yapıyor... Narkotik şubenin esrar veya ahlâk zabıtasının kadın pazarlaması gibi bir şey!.. Tam da 'sosyal çürüme'nin fotoğrafı!..
Bu olay istisna mı?
Keşke öyle olsaydı ama değil... 'Düzelmenin başlayacağı yer' 'çürümenin başladığı yer'e dönüşmüş...
Kaybettiklerimiz 'bundan sonra kaybedeceklerimizin delili' olarak kendisini gösterirken, bazen ortaklık şeklinde kendisini gösteren o suskunluk en büyük sebep, en büyük...


Servet Avcı / YENİÇAĞ

21.Yüzyıl Enerji Geçiş Sürecinde Doğu Akdeniz - KEMAL ULUSALER

Görünen o ki, Türkiye yeni aldığı Fatih arama gemisi ile kendi karasularında eylenirken, Kıbrıs dahil bölgede aramalara devam edilecek ve sondaj çalışmaları başlatılacak Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında çatışmaya girmesi beklenmiyor.

BirGün sayfalarında bu konuda pek çok yazı yazıldı. Gerek benim, gerekse İbrahim Varlı’nın yazılarını okuyanların neler olup bittiği üzerine bir temelleri vardır. Ancak okumamış olanlar için kısa bir özetle başlamakta yarar var.

2000 yılından bu yana, İsrail, Lübnan, Kıbrıs ve Mısır’ı içine alan Doğu Akdeniz Havzası'nda yeni doğalgaz rezervleri keşfedildi. Yaklaşık 3.5 trilyon metreküplük bölge rezervinin yeni keşiflerle 4 trilyonun üzerine çıkabileceği söz konusu.

Son 15-20 yılda arama, geliştirme çıkarma ve pazarlara ulaştırma üzerine anlaşmalar yapılmakta. Emperyalizmin sivrisinekleri , kimilerinin tanımıyla enerjinin küresel devleri , yapıları gereği hemen bölge ülkelerinin damarlarına yapışmış durumdalar. Fransız TOTAL, ABD- Exxonmobil ve Noble Energy, İtalyan ENİ, Hollanda kökenli Royal Dutch-Shell, Norveç- Statoil, Kore- Kogas , Rus Novatec, Katar Qatar Petroleum ve diğerleri…

İsrail bir süredir kendi iç tüketimi için doğalgaz çıkarmayı sürdürmekte. Ancak mevcut rezervlerin başta Avrupa olmak üzere dış pazarlara sevki henüz sağlanamadı. Lübnan ile yapılan anlaşma Lübnan Parlamentosundan geçmedi. Mısır ile yapılan anlaşma da öyle…

Diğer ülkeler ise henüz yolun başındalar.
Petrolün, gazın olduğu yerde çatışma olmaması şaşırtıcı olurdu. Doğu Akdeniz de bizi şaşırtmıyor. İsrail Lübnan ile, Kıbrıs Türkiye ile Münhasır Ekonomik Bölge ( BEM) çatışması içindeler. Kıbrıs ise, 2003, 2007 ve 2010 yıllarında sırasıyla Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB anlaşmaları yaptı, sınırlar belirlendi. MEB konusunda kıta sahanlığı tezini savunan Türkiye en son Kıbrıs açıklarında arama faaliyetlerinde bulunan ENİ’yi engelledi. Henüz denizlerde bir it dalaşı yaşanmamış olsa da, son Mısır, Yunanistan, Kıbrıs üçlü toplantısında Mısır gerekirse güç de kullanırız mesajı vererek bu ihtimalin uzak olmadığı sinyallerini verdi.

Enerji geçiş koridorlarında mücadele
Bu kısa özetten sonra, sıra geldi bölgenin enerji-politik labirentinde bir tur atmaya…

Görünürde öncelikli üç düğüm noktası bulunmakta, sırasıyla; Kıbrıs, Suriye ve Lübnan . Merkezdeki düğüm Kıbrıs’ı en sona bırakıp Suriye’den başlayalım. Suriye’de emperyalist müdahalenin yedinci yılını geride bırakırken 2011’ den bu yana kartların el değiştirdiğini görüyoruz. Müdahalenin başat nedenlerinden biri de şüphesiz enerjidir. Suriye’nin petrol ve gaz rezervleri dünya ölçeğinde sadece binde 20’ler seviyesindedir. Ancak devasa bir pazar olan Avrupa ile devasa bir kaynak olan Ortadoğu arasında – Türkiye ile birlikte- önemli bir geçiş noktasındadır. Avrupa’yı Rusya’ya gaz bağımlılığından kurtaracak önemli bir alternatifin geçiş güzergâhındadır. Dolayısıyla, Ortadoğu’daki kaynak ülkeler, AB, ABD ve Rusya için önemi ortadadır. 21.Yüzyıl enerji geçiş sürecinde doğalgaz giderek daha fazla kendine yer bulmaktadır. İşte bu yüzden Suriye’deki müdahalenin içinde Katar ve Suudi Arabistan yer almışlardır. Giderek doğalgaza daha fazla yatırım yapacağını beyan eden Suudi Arabistan için ilk sırada İran faktörü yer alsa da ikincisi gaz faktörüdür. İran için de öyle. Her ne kadar bugün Türkiye ile sorun yaşamıyorsa da yakın gelecekte yaşamayacağını garanti görmemektedir. Dolayısıyla Batı'ya çıkış güzergâhında Türkiye dışında ikinci bir alternatif aramasından doğal bir şey olamaz. Ayrıca geçiş güzergâhı olmaktan öte hep atlanan bir konu da Suriye’nin deniz altı rezervleridir ki tahmini 700 milyar metreküp gaza tekabül eder. Bu Mısır’dan sonra bölgedeki en büyük rezervlerden biridir. Suriye’de gelinen son nokta, Katar, Türkiye ve Suudiler için kayıpken Esad, Rusya ve İran için bir kazanımdır. Ancak yine de bir düğüm söz konudur.

Lübnan, İsrail ile MEB anlaşmazlığını hâlâ çözememiş olup Suudi- İsrail flörtü ile yıldırılmak istenmektedir. Buna rağmen iki bölgede arama ihalelerini sonuçlandırmış bulunmaktadır.

 İsrail’e gelince keşfedip, bir bölümünü içpiyasada tükettiği doğalgazın kalan büyük kısmını dış pazarlara, özellikle Avrupa’ya nakletmenin yollarını arıyor. Türkiye ile sorunlarını görece çözüp bir boru hattı tesisi planları var, ancak öyle anlaşıyor ki bu proje şimdilik beklemede.






Doğu–Med boru hattı projesi yüksek maliyeti nedeniyle beklemede. Bu tür yüksek maliyetli projelerin hayata geçmesi zaman alıyor, 2012 Hayfa Anlaşması ile planlanan dünyanın en uzun deniz altı elektrik hattı (1150 Km. İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya) hala başlayabilmiş değil. En son 2018 ilk çeyreğinde başlanacağı söylenmiş ancak henüz bir adım atılamamıştır. Öte yandan dış pazarlara kısmi sevkıyat planlanmış olup, İsrail şirketi Delek ve Noble, Mısır Dolphin Enerji ile on yıllık bir gaz anlaşması imzalamışlardır.

Mısır, Zohr bölgesinde 850 milyarlık yeni keşifle önemli bir aktör haline geldi. Geçen hafta Kıbrıs ile gaz sevkıyatı üzerine bir anlaşma gerçekleştirdiler. Bu anlaşmaya göre Kıbrıs gazı Mısır LNG tesislerinden Avrupa’ya sevk edilecek.
Türkiye’ye gelince; Suriye’de giderek açmaza giren, komşularıyla sorunlu, ekonomik kriz içinde debelenen Erdoğan’ın eli giderek zayıflamakta ve daha kolay taviz koparılabilir bir konuma gelmekte. Süreç bu minvalde gelişecek gibi. Böyle olursa Rusya ile ilişkiler ters yüz olabilir. Bölge enerji ticareti açısından Erdoğansız bir senaryonun da kapalı kapılar ardında tartışıldığı açık.

Doğu Akdeniz’in odak noktası Kıbrıs
Doğu Akdeniz denklemi içinde bu gün için görünür olmasa da odak noktası Kıbrıs’tır .
Neden mi?
Kıbrıs düğümü çözüldüğü takdirde bölge doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya daha ucuz sevk edilebilecek. Arama, geliştirme, çıkarma işlemleri hız kazanacak. Avrupa için ikinci bir alternatif olup, Rusya’ya bağımlılık azalacak. Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan ikinci planda kalacak, Türkiye’nin önemi artacak. Görüleceği üzere, Türkiye açısından da Kıbrıs sorununun çözümü önem arz etmekte.

Aksi takdirde, Doğu-Med Hattı gerçekleşirse Kıbrıs’ın , İsrail, Lübnan, Suriye hatta Mısır gazı için bir ortak nokta bir hub olma ihtimali yüksektir.

Yakın gelecek ne vaat ediyor?
Görünen o ki, Türkiye yeni aldığı Fatih arama gemisi ile kendi karasularında eylenirken, Kıbrıs dahil bölgede aramalara devam edilecek ve sondaj çalışmaları başlatılacak Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında çatışmaya girmesi beklenmiyor. Çok Uluslu Şirketlerin bölgedeki çalışmalarını engellemek, ABD, İtalya, Fransa, Norveç, İngiltere vb.lerini karşısına almak durumuna denk gelir ki bu Erdoğan’ın göze alabileceği bir durum değil. Çıkartılacak gazın sevki hali hazırda LNG terminallerinin önemini arttırıyor. Zaten LNG de dünya ölçeğinde yükselen bir eğilim göstermekte.
Sözün özü öyle ya da böyle Doğu Akdeniz gazı çıkarılacak ve ÇUŞ’ların karları katlanacak. ÇUŞ’ların diyorum zira bölgeden çıkarılan gaz gelirlerinin büyük bir kısmı bu şirketlerin kasasına gireceği kesin. Örneğin Mısır Zohr bölgesinde 8,5 milyar metreküp gazın gelirinin ancak % 30’unu kasasına koyabilecek . Bu da en iyi ihtimalle. Zira yaptığı anlaşmayla gelirin % 70’inin (İtalyan ENİ %30, Rus Rosneft %30 ve :BP %10.) ÇUŞ’lara vereceğini taahhüt etmiş durumda. Bu durum diğer bölge ülkeleri için de böyle.

Not: Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) nedir?
MEB, 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 55’ten 60’a kadar olan maddelerinde açıklanmıştır. Bu maddelere göre özetleyecek olursak MEB; 200 deniz mili boyunca ülkelere canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması ve işletilmesi, denize ilişkin genel araştırma yapma hakkı, deniz üzerine tesis inşa etme, denizaltı kabloları ve petrol boruları döşeme serbestliği tanıyan hukuki bir kavramdır. (1) “Kıta Sahanlığı” daha jeopolitik bir anlam taşırken, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı daha çok ekonomik ve hukuksal bir anlama sahiptir.

Türkiye bu 200 deniz milini kabul etmemektedir. Dolayısıyla ortada bir Yunanistan’ın BM’yi refere ettiği harita, bir de Türkiye’nin kendi çizdiği bir harita bulunmakta.

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN



Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" - 8Ağustos 2025-

  Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'ndan ikinci toplantı: Tam kapalılık kararı alındı, tutanaklar 10 yıl paylaşılmayacak...