Doğu Akdeniz’de neler oluyor? - MUSTAFA TÜRKEŞ

Son yıllarda Doğu Akdeniz’de yaşananlar, bölgede gerginliklerin uzun süreli olacağına işaret etmektedir. Açıkça söylemek gerekirse, Doğu Akdeniz’de gerginlikler derinleşiyor, rekabet kurumsallaşıyor.

Liberal yaklaşıma göre karşılıklı bağımlılık tarafları yakınlaştırır, aralarında yeni işbirliği alanları oluşturur, böylece gerginlikler giderilir. Liberalizmin bu iddiasını doğrulaması beklenen Doğu Akdeniz örneği tam tersi bir sonuç veriyor. Doğu Akdeniz’de 
(a) fosil enerji rezervleri ve bunların Avrupa pazarına ulaştırılması için 
(b) boru hatları, tarafları işbirliğine götürmesi beklenirken son yıllarda açıkça görüldüğü üzere, tersine gerginlik derinleşmekte, rekabet kurumsallaşmaktadır.

İlki 1999’da İsrail tarafından, 2011’den itibaren ABD, sonra Britanya, İtalya ve Fransa kökenli enerji şirketlerinin Doğu Akdeniz’de ekonomik değeri yüksek fosil yakıt rezervleri bulunduğunu keşfetmeleri yalnızca bölge ülkeleri arasındaki tansiyonu yükseltmekle kalmadı, bölge dışı büyük sermaye gruplarının devreye girmesine, böylece gerginliğin genişleme ve derinleşmesine yol açtı. İşbirliği yerine gerginlik ve rekabet arttı.

Liberalizmin bir başka versiyonu bu duruma şöyle bir açıklama getirmeye çalışıyor: Bu bölge ancak bir hegemonik güç tarafından kontrol edildiğinde istikrarlı olabilir. 

Bu, açıkça emperyalizme davetiyedir!
Bu da yapıldı: Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan hükümetleri uluslararası dev enerji şirketlerini bölgeye davet ettiler, fosil yakıt arama ruhsatı anlaşmaları yaptılar. Kıbrıs Rum yönetimi 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan, 2010’da İsrail ile Doğu Akdeniz’in ekonomik varlıklarını biçimsel bakımdan uluslararası hukuka aykırı düşmeyecek şekilde BM (1982) Deniz Hukuku Sözleşmesine dayandırarak Münhasıran Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma anlaşmaları imzaladılar. Böylece tanımladıkları MEB’leri uluslararası enerji şirketlerine fosil yakıt aramak için lisansladılar. 

Kuzey Kıbrıs Türk yönetimi ve Türkiye hükümeti bu süreçte önce şaşırdı, sonra 2011 yılında aralarında imzaladıkları kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşması ile TPAO’ya fosil yakıt arama izni verildi, böylece sismik arama gemileri bölgeye gönderilmeye başladı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan, AB’yi de arkasına alarak tepki göstermeye başladı.

Ocak 2019’da Kahire’de gerçekleştirilen toplantıda Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İtalya, İsrail, Mısır ve Ürdün’den oluşan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi ve Türkiye’nin temsil edilmediği Doğu Akdeniz Gaz Platformu adıyla anılan bir oluşumu başlatmaları ABD’nin devreye girişine ve gerginliğin kurumsallaşmaya ve derinleşmeye başladığına işaret etmektedir. 

25 Haziran 2019’da iki senatör tarafından sunulan “Doğu Akdeniz Güvenlik ve Enerji Ortaklığı Tasarısı” ABD senatosundan geçti. Bu tasarıya göre ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Doğu Akdeniz’de enerji işbirliğini koordine edecek bir Merkez kurulacak. Elbette bu merkezin baskın, hegemonik aktörü ABD olacak.

Bu merkez liberalizmin bir versiyonunun öngördüğü hegemonik istikrarı sağlayabilir mi? Teorik olarak belki, ama gerçekte mümkün gözükmüyor, çünkü ABD artık eskisi kadar güçlü bir hegemon değil; ABD yanına AB’yi alsa dahi enerji denkleminde Rusya ve Çin’in izleyecekleri politikalar oldukça önemli; ABD’nin tek başına hegemonyayı belirlemesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Doğu Akdeniz’de istikrar sağlamak kolay gözükmüyor.

Liberalizmin değişik versiyonları bu sorunu çözemiyor; çözemez de. Bunlar gerginliği derinleştirip, kurumsallaştırıyorlar. Böylece bölgedeki halklar ulusal düzlemde birbirine karşı mücadeleyi esas alıyorlar. Bu bir kısır döngü oluşturuyor: bugün a ulusu, yarın b ulusu diğerinin çıkarını zedeliyor, ama son tahlilde bu sistem içinde hep uluslararası tekeller kazanıyor.

Esas olarak sorunun çözümü, doğru bir başlangıç ile kapitalizme alternatif bir sistem kurmak ile mümkün olabilir. O bölgede yaşayan bütün halklar, Doğu Akdeniz’de bulunan fosil enerji kaynaklarının hak sahibidirler. Bunu başlangıç noktası olarak görmek elzemdir. Birini veya ötekini yok sayarak veya dışlayarak yeraltı kaynakları hakça dağıtılamaz. Uluslararası hukuk üzerinden yapılacak tartışmalar hakça dağıtımın garantisi değildir, zaten uluslararası hukukun varlığı, geçerliliği de tartışmalı hale gelmiştir.

Emperyalizme davetiye çıkarmak yalnızca kapitalizme hayat öpücüğü verir. Bakın Türkiye’de iktidarın düştüğü duruma; bir zamanlar emperyalizme yaslanıp alt süper güç olma hevesindeydiler, şimdi ona karşı güvence arayışındalar.

Mustafa Türkeş / SOL

Lozan’ı tartışmaya açmanın Doğu Akdeniz’deki sonuçları - BARIŞ DOSTER

Temmuz ayı, Türk tarihinin zafer ayları arasındadır. 

1908’de Jön Türk Devrimi, 
1919’da Erzurum Kongresi, 
1923’te Lozan Antlaşması, 
1926’da Kabotaj Kanunu, 
1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 
1939’da Hatay’ın anavatana katılması, 
1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı... 

Bu günler, tarihsel birer kırılma noktası; aşılmaz ve aşınmaz birer zafer anıtı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve siyasal birliğinin kilometre taşlarıdır. 

Ne var ki tarih bilgilerini ve ideolojik yönelimlerini Rıza Nur’dan (kendisi Lozan’da Türk Heyeti’nin üyesiydi), Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Kadir Mısıroğlu’ndan alan iktidar bloku, Lozan Zaferi’ni hezimet olarak görmüştür. Lozan kahramanı İsmet Paşa’ya ve Atatürk’e hep saldırmıştır. 

Cumhurbaşkanı’nın, iki yıl önce Atina ziyaretinde, Lozan’ı bir kez daha, hem de Yunanistan’da tartışmaya açması, güncellenmesini istemesi, hafızalardadır. 


Oysa tarihi belgeler açıktır. Lozan zaferdir. Zafer olduğunun kanıtlarından biri de İngiliz arşivleridir. Bizzat İngilizler, Lozan Antlaşması’nın, kendileri açısından hezimet olduğunu belirtirler. Dahası var; Lozan’ı anlamak için, Kurtuluş Savaşı’nı iyi bilmek, Cumhuriyeti doğru anlamak, Mondros Mütarekesi’nin ve Sevr Antlaşması’nın hedeflerini gerçekçi biçimde kavramak gerekir. 


Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Kuvayi Milliyecilerin cephede yırtıp attıkları Sevr’i, İsmet Paşa liderliğindeki Türk Heyeti de Lozan müzakerelerinde tarihin çöp sepetine yollamıştır. O Sevr Antlaşması ki, özünde emperyalizmin mastır planıdır. 

Sevr anlaşılmadan, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi, “ılımlı İslam” dayatması, Akdeniz’e açılan Kürt koridoru planı, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye ilişkin politikaları, Ege’de, Akdeniz’de, Ortadoğu’da Türkiye’yi kuşatma çabaları, sözde soykırım iddialarını desteklemesi, FETÖ’nün darbe girişimi anlaşılamaz. 

O yüzden Atatürk, Nutuk’ta, Lozan müzakerelerini anlatırken, yüzyıllık hesapların görüldüğünü belirtir ve şöyle der: “Bu antlaşma, Türk Milleti’ne karşı,yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış,büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.”

Lozan’a kimler karşı?“Lozan hezimettir” diyen iktidar blokuna, 
“Lozan yapay, Sevr gerçekçidir” diyen ikinci Cumhuriyetçilere, 
“Sevr, halklara özgürlük veriyordu” diyen etnik ayrılıkçılara sormak gerekir. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan antlaşmalardan hangisi yürürlüktedir? Bulgaristan’la imzalanan Neulliy mi? Avusturya’yla imzalanan Saint- Germain mi? Macaristan’la imzalanan Trianon mu? Almanya’yla imzalanan Versailles mı? Osmanlı’yla imzalanan Sevr mi? Bir tek, Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan Lozan varlığını korumaktadır. Çünkü temelinde İstiklal Harbi vardır ve gerçekçidir.
 
O nedenle bugün Yunanistan’ın Ege Denizi’nde işgal ettiği Türk adalarını gündeme getirirken de, Doğu Akdeniz’de hakkımızı ararken de, dayanağımız Lozan Antlaşması, ilham kaynağımız Kuvayi Milliye ruhudur. 

Lozan müzakerelerinde, İsmet Paşa’nın hazırladığı konuşmayı, Bu bir konuşma değil, Türkiye’nin çektiği acıları yansıtan bir iddianamedir” şeklinde niteleyen Ali Naci Karacan’a ve “Lozan” kitabında, “Lozan, bir kelime ile söylenmek istenirse, istiklaldir” diyen Prof. Dr. Cemil Bilsel’e kulak vermek gerekir. 

Çünkü tarihini bilmeyenlerin istiklali, istiklaline sahip çıkmayanların istikbali olmaz.

Barış Doster / CUMHURİYET

Gökçek döneminden bir helikopter hikayesi - Murat AĞIREL

Cumartesi günü yazmış olduğum yazıda Ankara Büyükşehir Belediyesindeki helikopter yolsuzluğunu sizlere aktarmıştım.

Kısaca yazımı hatırlatmak gerekir ise Ankara Büyükşehir Belediyesi bir tek biri çift motor helikopter kiralama ihalesine çıkıyor. İhaleyi belediye iştiraki BELKA 1,7 Milyon TL'ye alıyor. 12 ay kiralamasına rağmen sadece 3 ay kullanılıyor. 

BELKA kiralamış olduğu helikopterleri aynı süre içerisinde bu sefer ASKİ 4,4 Milyon TL'ye kiralıyor!

Helikopterleri kiralayan Güneydoğu Havacılık firması....

Sahibi Hüseyin Sarıdağ, Genel Müdürü olarak da Hasan Sarıdağ gözüküyor.
Bu firmayı biraz araştırdım. 1999 yılında TBMM'de soru önergesine dahi konu olmuş bir firma.

1999 yılında Marmaris'te çıkan ve 50 hektar alanın kül olmasına neden olan orman yangınında Orman Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Ulukanlıgil, ihale sürecinin ocak ayında başlamasına karşın Güneydoğu Havacılık firmasının kendilerini oyaladığını savunarak, "Bu firma bize zaman kaybettirdi. Verdiği depozito da yandı. Daha sonra firmalar fiyat yükseltti. Böyle olunca ihalenin sonuçlanması gecikti" dedi.

15.07.1999 tarihinde Bülent Akarcalı'nın Ulaştırma Bakanı'nın cevaplaması istemi ile soru önergesi verildi. O dönem Ulaştırma Bakanı olan Enis Öksüz cevap verdi.
Şöyle yazıyordu cevapta:
"Hasan Sarıdağ'ın bakanlığımızda çalıştığı süre içinde, bakanlığımızın konuyla ilgili herhangi bir ihalesi olmamıştır. Ancak, söz konusu kişinin, Orman Bakanlığı'nın açmış olduğu Orman Yangını Söndürme İhalesi'nde, bakanlığımızdan almış olduğu 6 aylık ücretsiz iznini kullandığı esnada, kardeşlerinin ortak olduğu "Güneydoğu Havacılık İşletmesi Ltd. Şti."nin vekili olarak Orman Bakanlığı ile görüşmelerde bulunduğunun öğrenilmesi üzerine, konuyla ilgili olarak Bakanlığımız Teftiş Kurulu Başkanlığı'nca soruşturma başlatılmıştır. Ayrıca, anılan şahıs, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ndeki Şube Müdürlüğü görevinden alınarak, bakanlığımızın başka bir biriminde Diyarbakır Bölge Müdürlüğü'ne şef kadrosu ile atanmıştır."

Evet...

Şu anda firmanın Genel Müdürlüğü'nü yapan Hasan Sarıdağ daha önce Sivil havacılık Genel Müdürlüğü Daire Başkanı olarak görev yapmış, görevi esnasında ise kardeşinin şirketinin vekili olarak ihaleye katılmış görüşmelerde bulunmuş. Sonucunda görevinden alınmış.

Hakkındaki iddialara ise "Ben her şirketi yönlendiriyorum. İşim bu. 6 ay ücretsiz izin aldığım da doğru. Ama Genel Müdürlüğümüz taşındığı için izin almıştım" diye cevap vermiş.

Bu süreçten sonra 05.03.2008 tarihinde Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne Ankara Büyükşehir Belediyesi Fen işleri Daire Başkanı İrfan Kaya atanıyor.

Tam bu sırada...

Sivil Havacılık Şube Müdürlüğü 4 Haziran 2009'da Güneydoğu Havacılık şirketine yönelik rutin bir denetim yaptı. Denetim sırasında, helikopter bakımlarının yetkisiz personel tarafından yapıldığı tespit edildi. Bunun üzerine şirketin bakım yetkisi askıya alındı ve eksikliklerin giderilmesi için süre verildi.

Şirket, bu süre içinde, yetkisiz personeli eğitiminden geçirerek ilk eksikliği giderdi. Ardından da helikopterlerin bakımlarını yeniden yaptı. Bunun üzerine, SHGM askıya aldığı yetkiyi şirkete geri verdi.

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü 30 Aralık günü Güneydoğu Havacılık şirketine, ani bir baskın düzenledi. Denetimde yapılmamış bakımları yapmış gibi gösterdiği ortaya çıktı. Ayrıca helikopterde bakım gecikmesi yaşandığı da tespit edildi. Bunun üzerine, şirketin bakım yetkisi elinden alındı.

Uçuşları da durduruldu.

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne atanan İrfan Kaya 03.05.2011 tarihinde görevinden ayrılıyor ve EGO Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başlıyor. 09.02.2012 tarihinde ise ASKİ Genel Müdürü olarak atanıyor.

İrfan Kaya'nın pilot lisansı bulunuyor ve havacılık sektörüne de ayrı bir ilgisi var. Öyle ya BELKA'nın 1,7 milyona kiraladığı helikopterler 4,4 Milyona kiralamak büyük bir beceri gerektiriyor!

Havacılık aşkı öyle büyük ki Güneydoğu Havacılık ve ASKİ ortak uçuş okulu dahi kuruyor.

Hatta...

Hasan Sarıdağ okul ile ilgili "Bütün desteği ASKİ veriyor. İkisi helikopter pilotu olmak üzere toplam da 4 öğretmenle birlikte bu işi yapacağız" diye röportaj dahi veriyor.

Hasan Sarıdağ sadece Güneydoğu Havacılıkta yönetim kurulu üyesi değil aynı zamanda 19 Eylül 2011/7902 sayılı ticaret sicil gazetesine göre AZURE Havacılık firmasınında yönetim kurulunda.

Güneydoğu Havacılık 2013-2015 tarihleri arasında %90'ı ASKİ'den toplam 4 milyon 100 bin TL değerinde 12 ihale almış.

İhale konuları evlere şenlik...

Fotoğraf çekimi, katalog oluşturulması, sandviç alımı, uçak alımı işi, prefabrik bina alım işi, parke ve fayans alım işi, çelik kapı vs. vs. gibi havacılıkla alakası olmayan iş konuları...

Ben şimdi soruyorum.

Güneydoğu Havacılık şirketinde yönetim kurulu üyesi olan Hasan Sarıdağ'ın kızı ve damadı ASKİ'de çalıştı mı?

Halen çalışıyor mu?

Sayın İrfan Kaya'nın havacılık sevdası nedeni ile Ankaralı yurttaşların cebinden ne kadar çıkmıştır?

İrfan Kaya görevden alındıktan sonra bu ilişkiler mercek altına alındı mı?

ASKİ hakkında nereden tutarsak elimizde kalıyor.

(devam edecek)

Murat Ağırel / YENİÇAĞ

‘Kemal Türkler kavgamızda yaşıyor’ - ŞÜKRAN SONER

Çarpıcı anıların tanıklıkları çok canlı, kalıcıdır.. Sayısız en büyük grevler, direnişler, zirvede Demir Döküm olayları.. Kanlısı, kansızı, yüz binlerin katıldığı 1 Mayıs’lar, İstanbul’un sadece DİSK’li değil, Türk-İş’li, tüm örgütlü örgütsüz işçilerinin fabrikalarını terk ederek sokaklara taştıkları, dünya emek tarihinde de bir benzeri yaşanmamış en büyük direnişin günleri, 15-16 Haziran’lar.. 

Mitingler, yürüyüşler, barış, yıldönümü etkinliklerinde stadyumlara, en büyük salonlara sığdırılamayan coşkulu işçileri hak savaşımında tane tane anlattığı cümlelerle peşinden yürüten, açıkladığı tüm örgüt kararlarının eksiksiz eyleme dönüşmesinin karşılığını alabilen lider. DİSK’in kuruluş yılı öncesinden başlayan, 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan süreçlerde.. Cezaevleri, her hak savaşımının hele de emekçiler söz konusu ise en ağırı ile ödetilen sayısız çoklukta bedelleri yetmezmiş gibi..

Aradan 39 yıl geçmiş, dünün sabahında gazeteye işbaşına geldiğimde,  KemalTürkler’in, Merter’deki evinin kapısı önünde pusu terör tuzağında vurulduğu, Samatya Hastahanesi’ne kaldırıldığı haberini aldım. Zayıf bir umut, yaşıyor olabilirdi. Eşi, işçilerin Sabahat Ablası, giriş kapısında kucaklayarak karşıladı.. Üstü tepeden tırnağa kocasının kurumuş kanı içinde, ellerini açmış, yaşadıklarının şokuyla tanıklıklarını anlatıyordu..

***
12 Eylül’ün öncesinin en karanlık provokasyonlarının günleri.. Tetikçisi değil, hedef alınmış işçi liderinin kimliği, işçi sınıfının güçlü hak savaşımları algısındaki sorgulanamaz yeriydi.. Cenazesinin kaldırılmasında işçilerin katılımı, protestoları için en sıkısından yasaklar zinciri.. 

Kim dinler? İstanbul’un bilemem ne uzaklıklardan, yakın illerden fabrikalarının işçileri, işlerini kaybetmeyi, her tür cezayı göze almış olarak, işyerlerini bırakmışlar, örgütlenebildikleri kadarıyla birlikte yollara çıkmışlardı. Biz cenaze namazı için Aksaray’daki cami avlusunda iken, bugüne göre çok ilkel telsiz, telefon polis haberleşmelerinden, Saraçhane Meydanı’nı yol boyunca doldurmuş kalabalıkların sırada beklediklerini duyuyorduk. Vatan Caddesi cenaze kaldırılmadan dolmuştu, Topkapı surdışının tepeleri de öyle..
***
O kadar çok korkmuşlardı ki.. 12 Eylül darbesinin ilk icraatı DİSK ağırlıklı tüm sendikaların grevlerini yasaklamak, DİSK yöneticilerinin gözaltı ile başlayan, uzun işkenceli, darbe boyunca sürdürülen idamla yargılanmaları, DİSK’in yine Merter’de olan merkez binasının lambrileri sökülerek arkasında silah, suç kanıtı arama, tüm resmi evraklarının çuvallara doldurulup suç kanıtı yapılmaları ile başlatılmıştı.

Kemal Türkler’in dünkü anma etkinliğine katılanların içinden bile, yüzlerini anımsadığım, elbette isimlerini, işyerlerini sayamayacağım işçiler, kendileri için de çok ağır geçen işkenceli sorgulamaların ardından serbest bırakıldıkça, gazeteye uğrayıp içeriden ve dışarıdan önlerini görebilecekleri bilgileri almak üzere nasıl çırpındıklarını anımsatıyorlardı. Suç kanıtı bulunamasa, yaratılamasa da, işyerlerindeki sendikal örgütlülüğün, hak kazanımlarının kırılması yolunda adım adım şeytana papucunu ters giydirecek yollar denenmişti.. 

Dünün anma etkinliğinin havasının bir başka olabileceği, günün, dönemin ruhunu yansıtan arayışların karşılığı bir şeyler görebileceğini düşünmüştüm.. Yanılmamışım.. Anma etkinliğine kuşkusuz gönül borçları çok derin, örgütlülüğün gücü ile hak kazanmanın bilinci beyinlerine kazılı, çok ağır bedeller ödemiş olsalar da yılmamış, sevdalarından vazgeçmemiş çekirdek eski kadrolar, içlerinde yetişmiş emek, hak savaşımının ruhunu yakalamış sonraki kuşaklardan yetişmiş sendikal, siyasal kadrolar her yılın anma etkinliklerinde de varlardı. 

Yeni hava, rengi nasıl açıklayabileceğimi mi merak ediyorsunuz? Kemal Türkler’in anmasında en çok kullanılan kimi sloganlar, söylemler, aralarındaki sorgulamalı çıkışlarda ipuçları var.. Ömür boyu işçi haklarında kanlı bıçaklı olmuş, işverenlerin seçtikleri en sarısından sendikalarla bile, herkesin birden kaybedecek bir şeylerinin kalmadığı noktalarda gelinen cephe arayışlarının sorgulanması var. Kimileri isyankâr, kimileri kaçınılmaz görerek, en sert sorularını tanık gözüyle gördükleri bana da yöneltiyorlar? Korkuyla değil, çıkış yolunda ipuçları elde etme arayışlarıyla.. “Onların yüzünden kaç kere işten atıldım, hapis yattım, şimdi birlikte nasıl çıkış yolu bulacağız?”, “İki konfederasyonun metal işçilerinin birlikte işveren karşısına çıkma kararlarının haberi bile duyulmadı. Saklanıyor mu, neden?” 

En çarpıcısı henüz yan yana gelemeyeceklerini gözlemlediğim, en uç sendikal örgütlülük anlayışındaki gençlerin, işçilerin birliğinin sermayeyi yeneceği sloganıyla, Kemal Türkler ölmedi, kavgamızda yaşıyorsloganında, kendilerinin farklı kimlik, renklerinden habersiz yeni kuşak gazetecilerin karşılarında tek çizgideymişçesine algılanmaları..

Şükran Soner / CUMHURİYET

Erdoğan sonrasını bekleyen Avrupa - OSMAN ÇUTSAY

Ana akım medya kapatır, kapatmak ister, tamam, ama birçok şeyi de farkında olmadan açık eder; tabii sorulan sorular yetkin ve doğruysa... Sonuçta büyük sermaye ve tetikçilerinden söz ediyoruz. Halkı sömürmeye mahkûm sermaye, örtmek isterken her şeyi açığa çıkarıverir; devrimler biraz da bu sayede mümkün olur.

Somut örnek: Avrupa’nın hegemonyal merkezinde yayımlanan sağcı Die Welt gazetesi, birkaç gün önce bu tür bir açık verdi. Almanya ve Avrupa’nın en büyük medya gruplarından birinin, ülkeyi yöneten her düzeydeki teknokratlar için eski ve tövbekâr ama bazıları gerçekten yetenekli, fakat hepsi “zır antikomünist” solcuların eline bıraktığı bir gazete bu. 

Aralarında Deniz Yücel gibi Erdoğan barbarlığının acısı çekmiş, ama doğrusu “ergen sinirliliği” dışında önemli bir entelektüel katkısına tanık olmadığımız sol düşmanı tuzu kuru “multikulti” liberallerin de bulunduğu bir gazete, diyelim.

19 Temmuz tarihli sayısında, bu açıklıkta değil de, biraz satır aralarına sıkıştırarak, Türkiye’nin bir tür askeri tepkinin (biz “darbe” de anlayabiliriz) eşiğinde olduğunu, kuşkusuz sandıkla da benzer bir Erdoğan gidişinin sağlanabileceğini işledi. Bu açıklıkta değil, dedik. Ama İstanbul’da yerleşik bir güvenlik uzmanının “Asker Erdoğan’ın hedefinin ne kadar güç, hatta hemen hemen imkânsız olduğunu anlıyor” ifadelerine de yer vererek. 

Dedik ya, terbiyeli bir biçimde ve mümkün olduğunca satır aralarına sıkıştırarak. Ama “Erdoğan’ın Batı’dan koptuğu” iddiasını bir dönem İstanbul’da da bulunmuş Macar asıllı bir yazarının analizine başlık yaparak... S-400 ve F-35’lerin ateşle oynamak olduğu ilan ederek. İş, vahim.

Neredeyse Türkiye-AB-NATO ilişkilerine ayrılmış bu sayının başyazısında Erdoğan ve Türkiye, De Gaulle ve Fransa ile de karşılaştırıldı. ’Erdoğan’ın De Gaulle’ü model almış göründüğü” iddiasıyla... NATO komuta kademesinden ayrılan ve sonra sessiz sedasız dönen Fransa’ya da dikkat çekildi ve Erdoğan’ın tuzaklarına düşülmemesi istendi. “Sonsuza kadar kalacak değil” ifadesiyle “bu adam gidici” demek isteyerek, Erdoğan’ın tehlikeli oyunlarının da biteceği belirtildi falan...

Berlin çekmecelerinden alınmış bilgiler ve onayları, bu tezlerin de Berlin’de karar vericilerin dosyalarına girdiğini görüyoruz.

Bütün bu analizleri, beklentileri, tezleri birleştirebiliriz.

Kirli bir Rus ve -sanki pek farklıymışlar gibi- saçma sapan bir Putin düşmanlığıyla birleştirince, Erdoğan’ın olağanüstü riskli ve mutlaka ters tepeceği açık S-400 ısrarına Alman siyaset ve medya sınıfı farklı bir çıkış gösterse, şaşırırdık. 
Erdoğan, Alman siyaset sınıfı için -Putin ve Trump ile birlikte- çoktandır bir nefret nesnesi. Berlin ikisine söz geçiremez, iyi, peki ya Erdoğan’a veya -daha doğrusu- Ankara’ya?

Tek tek yazarlara ve analizlere değinmeksizin sorulmalı: Bu kadar açık bir şekilde ülkenin en büyük medya grubunun en prestijli gazetesinde yer alan Türkiye’nin sandık veya ordu üzerinden bir Erdoğan karşıtı müdahaleyle karşı karşıya olduğu imaları/vurguları, Erdoğan’ın sonsuza dek iktidarda kalamayacağı tespitleri, boşlukta uçup gider mi? Sonuç vermez olur mu? Bunların bir yerlerden beslenen bilgiler ve tepkiler olduğu ve bir yerleri de beslediğini görmemek için saf olmak gerekir.

DÖKÜLEN İNCİLER ÖNEMLİ
Die Welt’in eski solun bazı yetenekli döküntülerinden kotardığı yazarlarının yumurtladığı incileri tamamlamaya çalışalım; hadi bizim çıkardığımız sonuç olsun: Alman medyası ve siyaset sınıfı, Türkiye’de Erdoğan karşıtı bir müdahale beklentisi içinde. Bu İmamoğlu da olabilir, ordu içinden bir itiraz da... Analizleri iç içe okuyunca, olup bitenleri yakından izledikleri ve çok da ters bir noktada durmadıkları anlaşılıyor. Daha açık olsun: Erdoğan gidecek, ama yerine gelenler NATO’cu, AB’ci ve ordu içinden destekli olacak. “Berlin aklı”, ipleri her an elinden kaçırabilecek bir Ankara ve iyice zayıflamış bir Erdoğan resmi veriyor. Bu, burada kalmaz.

Eski Alman solunun içinden ve daha sonra da Der Spiegel’in başından gelmiş “hara sahibi” Stefan Aust’un yönetimindeki bugünkü Die Welt, ille karşılaştırmak gerekirse, şöyle bir gazete: Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, hatta biraz Faik Öztrak, bol bol Ruşen Çakır, Murat Yetkin, Kadri Gürsel, Can Dündar ile eski Taraf ve halen içerideki-dışarıdaki liberal Cumhuriyet  yazarlarını bir şişeye koyup iyice sallayın, sonra da bunu 10’la falan çarpın, işte böyle düzeyi temsil eden bir sağcı gazete. 

Yönetenleri hedefliyor ve zaman zaman yetkin analizlere dayalı yeni bir gazetecilik anlayışını da temsil ediyor. Her sayfada bir veya birkaç geniş haber-analizlerle kotarılıyor. Günlük dergi gibi bir deneme bu. “Komutan” Stefan Aust, 15 Temmuz’dan birkaç hafta sonra bunun bir Erdoğan-Hakan Fidan darbesi olduğunu, elinde de bir yabancı istihbarat örgütünün o günkü Ankara’yı dinleme raporlarının bulunduğunu belirterek yazmıştı. Bu haberi soL’dan başka bir yerde görmek mümkün olmadı.

Ondan önemlisi, şu: Ülkenin en büyük medya grubunun prestij için ve yöneten teknokratlara seslenmek amacıyla çıkardığı böyle bir gazetede, bu kadar açık beklentilerle Erdoğan iktidarının sonunun geldiğinin iddia edilmesi, cepheden saldırıya geçilmesi, biraz tuhaf. Sağcılıkta birbiriyle yarışan iki küme bunlar.

Demek Türkiye’de toplumsal bir altüst oluşun başladığını herkes görüyor. İmamoğlu sevinçle kayıtlara geçirilmiş durumda. Eğer bu yılı çıkarabilirse, önümüzdeki 10-20 yılda Türkiye’nin yönetiminde ciddi bir imzası olacağını düşünüyor Berlin. Ama o olmazsa, askeri-sivil bürokrasiden yakında bir tepki çıkacağına inandıklarını satır aralarından okuyabiliyoruz.

Bir parçalanmayı beraberinde getirecek Erdoğan karşıtı yükselişi ve öyle bir dönüşümü nasıl bir Syriza’nın taşıyacağını arıyor olabilirler. Üniformalı mı üniformasız mı bir Syriza aranıyor? Henüz bu konuda kesin bir belirleme yok. Bir Sisi’ye fazla itiraz etmeyeceklerini zaten biliyoruz.

ERDOĞAN YOLUN SONUNDA DA...
Geldiğimiz nokta şu: Bir gazetenin satır aralarına bakarak, Berlin için Erdoğan Türkiyesi’nin  yolun sonuna geldiğini, bu nedenle böyle açık bir biçimde cephe aldığını söyleyebiliriz. Bu, bir sinyal. Erdoğan’ın yıktıklarını derleyip toplayacak bir kadro arıyor olmalı Berlin ve Avrupa. Var mı böylesi?

Türkiye kapitalizminin dikiş tutabileceğini düşünenler olabilir.

Türkiye’de bir Yugoslavya faciasının yaşanabileceğini not aldıklarını söyleyebiliriz. Bir Srebrenitsa senaryosu sahneleyebilecekleri de düşünülebilir. (İşin ardını araştırmadan, Alexander Dorin ve hatta Daniele Ganser’e hiç bakmadan, Batı medyasından ne duydularsa üzerine atlayarak Srebrenitsa’nın “Sırpların bir soykırımı” olduğu senaryosuna sarılan, karşılıklı savaş suçları işlendiğini duymak bile istemeyen, İzzetbegoviç gibi bir tescilli faşisti adamdan sayan “demokrat solcular” bizde de bol bol var; demek toprak verimli...) AB’de 2008’den beri bir türlü bitmeyen finans krizinde, Almanya’nın bile bu yıl resesyona gireceği beklentilerinin ayyuka çıktığı koşullarda, Türkiye’deki çözülmenin AB’ye olumsuz yansımayacağına inanıyorlar.

İplerin, NATO ve AB yanlılarının eline geçeceğinden eminler.

Batı demokrasilerinin, daha doğru bir adlandırmayla emperyalizmin, daha şimdiden parça pinçik olmuş Türkiye’de çekilecek acılara üzüldüğünü düşünen varsa, çok yanılıyor. Zengin mutfağına kan sıçramasın, gereğinden fazla sığınmacı da kapıya dayanmasın, Türkiye kökenliler Almanya Avrupası’nda birbirine girmesin yeter. Kapitalizmin kadroları Türkiye’de de Batı’da da yeterince dar kafalıdır.

Özetin özeti: Avrupa Almanyası’nın egemen medyası, Erdoğan Türkiyesi’nin bittiğinden hareket ediyor artık.

Yıkıntının altında kimlerin kalacağı ise hiç umurunda değil. Avrupa Almanyası’nın ve çevresindeki ufarak uydu zenginlerin rahatsız edilmemesi halinde, her türlü kanlı oyun oynanabilir, gerisi vız gelir tırıs gider.

İşte bunun için önemli, sosyalist bir Türkiye tasarımı ve bunun için çok önemli düzenlenecek planlama toplantıları. Mesela Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin “Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu”...

Ufuk karanlık görünebilir. Ama memlekette umut da var. Umutsuz yaşanmıyor...

Osman Çutsay / SOL

‘Durum’ üzerine spekülatif düşünceler(I-II) - ERGİN YILDIZOĞLU

(I)

Yenilenen İstanbul belediye seçimlerinin sonuçları belli olduktan sonra, 26 Haziran’da  Washington Institute’de yapılan bir panelde Alan Makovsky, Türkiye’de ekonominin ve politikanın dengesiz bir döneme girdiğini” vurguluyor,Türkiye’nin tarihini düşününce, bu dengesizliğin yasadışı işler için bir formül oluşturmasından” korktuğunu söylüyordu. 


Alan Makovsky, 1990’lardan bu yana ABD dışişleri ve istihbarat çevrelerine Ortadoğu ve Türkiye konularında danışmanlık yapan, Washington Institute’ün kurucularından çok deneyimli bir “siyasetçi”; sözlerini dikkate almak gerekir.

‘Durumun’ bileşenleri 
Artık “Orta dönemdeyiz” derken (01.04.2019) aslında Makovsky’nin de vurguladığı dönemin, “durumuna” tabii kendi “teori çantamdaki” aletleri kullanarak işaret ediyordum. O saptamamdan bu yana gelişmeler, “durumun” bileşenlerini zenginleştirerek ve karmaşıklaştırarak devam ediyor. 

Daha önceki saptamalarımı tekrarlamadan, üç gelişmeye dikkat çekerek devam edeyim. 
(1) Eski AKP’li liderlerin AKP’ye “alternatif” olma iddiasıyla yeni bir parti kurma çabaları hızlandı. 
(2) AKP Meclis grubu içinde vekillerin “bu başkanlık sistemi bizi işlevsizleştirdi” gibisinden yakınmaları, “revizyon”, “rehabilitasyon” arzuları, egemen sermayeden sonra, yerel/bölgesel Anadolu burjuvazisinin de AKP liderliğine olan güveninin aşınmakta olduğunu düşündürüyor. Ne de olsa bu milletvekilleri ile o burjuvazi arasında organik (finansal, akrabalık, kültürel) bir bağ var (aynı “habitus”u paylaşıyorlar).
AKP liderliğinin, uluslararası ve yerel egemen sermayenin isteklerine karşın faizleri indirmekteki ısrarı, bu yerel/bölgesel burjuvaziyi “iktidar bloku içinde” tutma kaygısıyla da ilişkilendirilebilir. Ancak faizleri indirmek, ithalata bağımlı ekonomide kayda değer bir rahatlama yaratmayacak; aksine getirdiği belirsizlik, yan etkileri, bu yerel/bölgesel burjuvaziyi de vuracak. 
(3) S-400’ler, Doğu Akdeniz krizleri AKP Türkiyesi’nin bir jeostratejik kavşağa, iki iskemleye birden oturma döneminin sonuna geldiğini gösteriyor. (1) ve (2) kolaylıkla birleşebilir; 3. gelişme bu birleşmeyi hızlandırmakta bir katalizör işlevi görebilir.

Analize spekülatif bir ‘giriş noktası’ 
AKP’ye alternatif yeni parti kurma projesinin lideri Babacan’ın, Devlet Başkanı  Erdoğan’ı ziyareti sırasında, sarf edilen “ümmeti bölmeyin” ve “fazla da gecikmeyin” sözleri arasındaki çelişki bu “durumun” potansiyellerine ilişkin bir analize giriş noktası olabilir. Bu çelişki bir “bilişsel uyumsuzluğa” mı (cognitif dissonance) işaret ediyor? Öyle ya adeta “ümmeti bölmesinden korkulan” harekete “elinizi çabuk tutun” diyor. Ya da bu çelişki bir diyalektik hareket potansiyeli taşıyor.

Erdoğan’ın siyasi tecrübesini ve oyun kurma kapasitesini düşününce “bilişsel uyumsuzluk” olasılığı bana gerçekçi görünmüyor. Bence “diyalektik hareketpotansiyeli” olasılığı üzerinde düşünmek gerekiyor. 

Makovsky’nin korkularından hareketle şöyle düşünebiliriz: İktidarını, giderek çekirdek taraftarının desteğine ve “ümmet” düşüncesine dayanarak korumaya kararlı görülen AKP liderliği, tatsız sürpriz olasılıklarını azaltmak için, “Millet” düşüncesine daha yakın, kendine özgün bir tarihi, devlet ilişkileri olan MHP’ye bağımlılıktan bir an evvel kurtulmayı istiyor olabilir. 

Erdoğan MHP’nin boşaltacağı yeri, egemen sermayenin desteğini almış, yerel/ bölgesel burjuvaziyi, “liberal” çeperinden kaçanları toplayabilecek bir parti ile  koalisyonu  koymayı düşünüyor olabilir. Bu da zaten AKP kurulurken, liberallerin desteğiyle zımnen kurulmuş bir koalisyonun, bu kez resmen kurulması anlamına gelecektir.

Ancak, o panelde Makovsky’nin yanında oturan TÜSİAD temsilcisi  Kemal Kirişçi’nin,  İmamoğlu heyecanı, AKP’nin fabrika ayarlarına dönme olasılığına uzaklığı, Erdoğan’a güvensizliği, bu projenin başarı şansının yüksek olmadığını düşündürüyor. 

O zaman da yine Makovsky’nin, “dengesiz döneme”, bu dengesizliğin “yasadışı işler için bir formül oluşturmasına” ilişkin korkusuna geliyoruz. Bu noktada da “iktidarı” bir kenara bırakıp, muhalefetin sorunları üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor.


(II)

Ülkede, denetim altına alınamayan, “kanayarak” devam eden bir ekonomik kriz var. AKP Türkiyesi, “S-400”, “Doğu Akdeniz”, İdlib ve Erbil suikastının gösterdiği gibi, ekonomik sonuçları olması kaçınılmaz jeopolitik krizlerle yüz yüzeYakında bunlara  Umman Körfezi’nde bir yenisi eklenecek. Bu sırada, AKP’de temsil edilen siyasal İslam, iktidarının iyice daralan zemini yeniden genişleme çabası içinde.

Bu resmin muhalefet kanadında, İstanbul belediye seçimlerinde yeni bir enerji kazanmış, umutlu beklentiler içinde, ancak henüz bir yol haritasından yoksun, bir kitle, siyasi partiler ve gruplar var. 

Hiçbir “durum” kalıcı değildir. Bu “durumun” içinden çıkılırken, muhalefet, çıkış sürecine Makowsky’nin korktuğu “yasadışı işleri” önleyebilecek, çıkışın yönünü belirleyecek biçimde müdahale edebilmek için, “durum” içindeki olanakların özelliklerini doğru değerlendirmelidir.

İki ders 
Gerek AKP yükselir, siyasal İslamın iktidarı yerleşirken, gerekse de Yunanistan’da Syriza yükselir “bir tarihsel blok“ kurma fırsatı şekillenirken, her iki ülkede de muhalefetin, çok parçalı yapısını aşamadığı, güçlerini birleştiremediğini biliyoruz. 

Buradan çıkacak en önemli ders siyasi partilerin ve grupların liderlerine ilişkindir.
Evet, siyasi gruplar, örgütler, partiler gereklidir, ama bunlar aynı zamanda kendi yapılarını korumaya öncelik veren “muhafazakâr” eğilimler taşırlar (Rosa Luxemburg, Simon Weil). Grupların liderliklerinin bu eğilimlerin ayırdında olması, kendi “özgün” çıkarlarını andaki “durumun” acil sorunlarına cevap verme sorumluluğunun, temsil etme iddiasında oldukları sınıf ve tabakaların, o durum içindeki genel çıkarının önüne koymaktan kaçınmaları gerekiyor. Liderler, sıradan bireyler, “durumun” ortaya koyduğu siyasi toplumsal sorunlara, ait oldukları grup ya da partileri bir an için unutarak, “toplumun ve adaletin yararına ne yapabilirim” sorusuyla yaklaşmalıdırlar.

Bir yanılsamaDurumun”, özelliklerinin ürünü “siyasi alan”, ekonomik kaygılar kadar, hatta daha da fazla iktidarını korumaya çalışan siyasal İslamın, yeni bir şekillenme arayan büyük sermayenin arzularını, jeopolitik sorunların körükleyeceği milliyetçi şoven duyguları da içeren bir ideolojik kültürel iklimle birlikte var oluyor. Ekonomik sorunlar, kaygılar bu iklimin içinde anlamlandırılıyorlar.

Muhalefetin bu iklimde başarılı olabilmek için kavraması gereken gerçek şudur: İnsan ile hayvan arasındaki fark: Açlık tokluk, barınma, türünü yeniden üretme sorunları değil, bir “simgesel sisteme” sahip olduğu için bu sorunları, adalet kavramıyla birlikte konuşma kapasitesi ve arzusudur. 

Kararlarını, tercihlerini, ekonomik çıkarlarına göre değil, ahlaki kültürel değerlere göre belirleyen entelijansiya, bu farkı sık sık unutur; büyük bir bilgiçlikle, biteviye halkın tercihlerini ekonomik kaygılarla ekmek peynir kaygısıyla yaptığını varsayar. 

Halkın ahlaki değerlere sahip bir kültür içinde var olan bireylerin toplamı olduğunu unutur. Böylece, farkında olmadan, kendisini “etik özne”, halkı da biyolojik varlıkların (haz ilkesine göre yaşayan bireylerin) toplamı olarak tanımlar. 

Üstelik, entelijansiya bunu yaparken kendine dayanak olarak Marx’ı aldığına inandığı için çok rahattır. 

Halbuki Marx, halkı oluşturan bireylerin bilincini toplumsal varlığının belirlediğini vurgular. Toplumsal varoluş ise her zaman kültürel (simgesel) veetik bir varoluştur.  

Freud’dan sonra da, insanın her zaman “rasyonel” davranmadığını “bilinçdışı” olarak tanımlanan bir yerden gelen etkiler altında, “bölünmüş” bir varlık olarak davrandığını biliriz. Bilinçdışı da simgeseldir. 

Bu nedenlerle, muhalefetin başarısı, güçlerini birleştirebilmesine ve ekonomik kaygıları anlamlandıran kültürel ortam içinde, siyasal İslamın, şoven milliyetçiliğin, liberalizmin (üçü de ekonomik kaygıların farklı ifadeleridir) söylemine karşı, kültürel ve etik sorunları, adalete ilişkin kaygıları kucaklayan bir karşı söylem ve tarz üretebilmesine bağlı olacaktır. 

İstanbul belediye seçimleri, haksızlığa karşı öfke ve “her şey çok güzel olacak”  umuduyla kazanılmadı mı?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

MEB Suriyeli çocuklar için 234 Milyon TL harcadı (1) - Murat AĞIREL

YKS sonuçları açıklandı. Durum hiçte iç açıcı değil.

Abbas Güçlü sosyal medya hesabından bilgileri ve sonuç analizlerini paylaştı.
Sonuçlara göre sınava giren çocuklarımız 1. oturum olan TYT'de 40 Matematik sorusundan 5.6'sına, 20 fen sorusundan 2.2'sine, 20 Sosyal Bilgiler sorusundan 4.6'sına, 40 Türkçe sorusundan 14.6 sına doğru cevap vermiş.

Tabii insanın aklına "Milli Eğitim Bakanlığı ne yapıyor?"sorusu geliyor.

Ben de bu soruların cevaplarını araştırırken yukarıda anlattıklarım ile çok bağdaşmayacak olan oldukça ilginç bazı verilere ulaştım. Çıkan sonuca inanılmaz şaşırdım. Siz de okuyunca çok şaşıracaksınız.

Beni "linç etmeden" önce anlatmaya çalıştığım ayrıntıları anlayacağınızı umut ediyorum.

Milli Eğitim Bakanlığı ve bağlı Milli Eğitim müdürlüklerinin okuyan çocuklarımızın okullarına gitmesi için servis tahsis ettiğini duydunuz mu?

Ben duymadım.
Ya kilometrelerce uzaktaki okullarına derme çatma köprülerden geçerek, çamurlu yollardan yürüyerek, derelerden, dağdan taştan geçerek ulaşan çocuklarımız için yol yapıldığını veya bir proje yapıldığını duydunuz mu?

Ben duymadım.
Ama çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden İsmail Devrim'i duydum. "Ne alaka" diyeceksiniz. O zaman birkaç ihale ile anlatayım…

İhaleyi düzenleyen yer Arnavutköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. İhale tutarı 324 bin TL. İhalenin konusu "612 Suriyeli öğrencinin 41 araç ile 40 gün taşınması işi."
İhaleyi düzenleyen yer Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. İhale tutarı 1.9 milyon TL. İhalenin konusu "Fatih'te eğitim gören Suriyeli öğrencilerin yaz kursu için taşınması işi."

Bu ihale listesi o kadar uzun ki sizlere aktarabilmem için sayfalarca yazmam gerekiyor. Sonuçta Milli Eğitim Bakanlığı, Suriyeli çocukların okullara taşınması için (benim bulabildiğim) tam 141 ihale yapmış.

Milli Eğitim Bakanlığı ve bağlı Milli Eğitim Müdürlükleri Suriyeli sığınmacıların çocuklarının okullara gidebilmesi, entegre olabilmesi için 2017-2019 tarihleri arasında tam 141 ihale düzenlemiş ve toplamda ise 234 milyon TL harcamış!

Bitmedi.

Devletin Suriyelilere karşı belli ki özel bir ilgisi var.

MEB Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü de "Suriyeli çocukların entegrasyonu için bilişim malzemesi alım işi"ihalesi düzenlemiş. Tutarı 26 milyon TL.

Sonra aynı müdürlük, "Suriyeli çocukların Türk Eğitim Sistemine entegrasyonu için öğretmen eğitimi" konulu organizasyon işi için 7.4 milyon TL ödemiş.

En çok ilgimi çeken ihalelerden birisi ise şu…

Yine Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü "Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunun desteklenmesi projesi kapsamında 'giyim' işine yönelik mal alımı" ihalesi düzenlemiş.

İhalenin yaklaşık maliyeti ise dudak uçuklatıyor.

Tam tamına 126 milyon TL.

İşi AVS Savunma Tekstil Sanayi şirketi 62.9 milyon TL ile almış. Yani yaklaşık maliyetin yarısına işi almış. İşin içeriği ise 500 bin adet bot, mont, şapka, tişört alım işi.

500 bin adet!
Suriyeli konusu ile ilgili EKAP'tan araştırma yaparken bir ilginç konuyu daha buldum.

Suriye'ye hibe un temini! Bedeli 27 milyon TL.

Başka bir ihalede 13 milyon TL, diğerinde de 15 milyon TL bedel ile hibe un alımı yapmışız!

2016-2018 yılları arasında toplamda 16 ihale ve 151 milyon TL bedel ile Suriye'ye bağışlanmak üzere un alımı yapmışız. İhaleyi genellikle Torunlar Un İmalat, Petek Değirmencilik, Tosun Grup almış.

Bunlar sadece ihale araştırması yaparken bulduklarım.
Şimdi…
Aklıma takılan sorular şunlar.

AVS Tekstil firmasının 62.9 milyon TL bedel ile aldığı işin maliyeti nasıl olurda 126 milyon TL çıkar? Firma tenzilat yapmamış olaydı aradaki 63 milyon fark kimin cebinden çıkacaktı? Firma bu indirimi neye istinaden yapmıştır? Bu malzemeler nereye ne zaman dağıtılmıştır?

Suriyeli çocuklara "Türk Eğitim sistemine entegre olabilmesi için" harcanan bu paralar bir fondan mı yapılıyor yoksa Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan bütçeden mi?

Şayet Bakanlık bütçesinden ise başka kurum neden yapmıyor? Ülkenin geleceğini şekillendirecek olan geleceğimizin teminatı çocuklarımıza harcanacak paralardan neden bu harcamalar yapılıyor?

Benim derdim Suriyeli sığınmacıların çocuklarının Türk Eğitim sistemine entegre edilmeye çalışılması değil. Derdim; Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan bütçenin bilim öğretmek dışında neden başka konular için harcandığı…











Murat Ağırel / YENİÇAĞ

ABD ve İngiltere korsanlık yapıyor! - Arslan BULUT

İran devlet televizyonu, Hürmüz Boğazı'nda İngiltere bandıralı "Steno Impero" adlı petrol tankerine müdahale anının görüntülerini paylaştı.

Görüntülerde, Devrim Muhafızları Ordusu'na ait sürat tekneleriyle çevresi sarıldıktan sonra tankere helikopterden yüzleri maskeli İran askerlerinin indirildiği görülüyor.

Alıkonulan İngiltere'ye ait petrol tankerinin daha sonra İran sularına doğru çekildiği anlaşılıyor.

Anadolu Ajansı'nın haberine göre İran Devrim Muhafızları Ordusu Sözcüsü Ramazan Şerif, alıkonulan İngiltere petrol tankerine eskortluk eden İngiliz firkateynindeki güçlerin gemiyi kurtaramadığını bildirdi.

Şerif, petrol tankerinin "denizcilikle ilgili yasalara ve kanunlara uymaması ve takip sistemini kapatması" sebebiyle başka gemilerle çarpışma ihtimali bulunduğu için Hürmüzgan Denizcilik ve Liman İşletmelerinin talebi üzerine Devrim Muhafızları Ordusu Deniz Kuvvetleri tarafından alıkonulduğunu ifade etti.

***
Hani derler ya, "olay şöyle gelişti" diye…
Olay, İngiliz donanmasının, 4 Temmuz'da Cebelitarık'ta Suriye'ye petrol taşıdığı iddia edilen İran'a ait Panama bandıralı bir tankeri alıkoymasıyla başladı.
Ajans haberlerine göre İngiltere'ye bağlı olan Cebelitarık Özerk Yönetimi, İran tankerinin AB'nin Suriye'ye uyguladığı ambargoları ihlal ettiği gerekçesiyle alıkonulduğunu açıkladı!

İran, "Grace 1" adlı tankerin alıkonulmasının İngiltere için "sonuçları olacağı" uyarısında bulundu.

Nitekim İran, İngiltere'ye cevap olarak Hürmüz Boğazı'nda fırsat kollamaya başladı.

İngiliz donanmasına ait "HMS Montrose" savaş gemisinin geçen hafta Hürmüz Boğazı'ndan geçen bir İngiliz petrol tankerini durdurmaya çalışan 3 İran teknesini uzaklaştırdığı iddia edildi. İngiltere, bölgeye gemilerini korumak üzere ikinci bir savaş gemisi göndereceğini açıkladı.


Ardından "Steno Impero" adlı petrol tankerinin Umman karasularında İran tarafından alıkonulduğu anlaşıldı. İngiltere Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, "Steno Impero adlı petrol tankerinin uluslararası kanunlara aykırı bir şekilde Umman karasularında alıkonulduğu doğrulandı." diye açıklama yaptı.
İngiltere, İran tankerine el koyunca uluslararası kanunlara uygun oluyor, İran İngiltere tankerine el koyunca uluslararası kanunlara aykırı sayılıyor!
Olayın ardından AB Komisyonu Sözcülüğü, "Gemi ve mürettebatın bir an önce serbest bırakılması ve daha fazla gerilimi önlemek için itidal çağrısında bulunuyoruz" diye bir açıklama yaptı.

Almanya, Hollanda ile İspanya hükümetleri İran'ı kınadı ve Tahran yönetimine alıkoyduğu gemiyi serbest bırakması çağrısında bulundu.

Haberdeki "Almanya, Hollanda ile İspanya hükümetleri" ifadesi, akla Bremen mızıkacılarını getiriyor! İngiltere, İran tankerine el koyunca bu orkestradan hiç ses çıkmamıştı.

***
Avrupa Birliği, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'e savaş gemileri eşliğinde petrol ve doğalgaz arama gemileri göndermesinin de uluslararası kanunlara aykırı olduğuna dair bir açıklama yapmıştı!

İsrail, Yunanistan, Mısır ve ABD, Doğu Akdeniz'de, KKTC'nin ve Türkiye'nin haklarına açıkça tecavüz ediyor ama bu yaptıklarını uluslararası hukuka uygun göstermeye çalışıyor.

Yeryüzü üzerindeki bütün doğal kaynaklara el koyma hakkını nereden alıyorlar?
Sadece ABD, İngiltere ve Fransa'nın askeri gücünden!

O halde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki faaliyetleri de İran'ın İngiltere tankerine el koyması, son derece doğru ve haklıdır. Uluslararası hukuka uygundur. Doğu Akdeniz'de ABD gölgesinde girişilen aramalar da Cebelitarık'taki tanker olayı da korsanlıktır.

Korsanlık geçmişte de devlet kontrolünde yapılırdı. Şimdi ise Batılı devletler korsanlığı uluslararası kanunları öne sürerek doğrudan kendi askeri güçleriyle yapıyor. Nijerya'da Türk gemisine baskın yapan korsanların arkasında ise eski yöntemlere başvuran bir devlet var mutlaka.
Türkiye ve İran, bu korsanlığa boyun eğecek devletler olmadıklarını göstermiştir.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Norveç: Sosyalizm yoksa cennet de yok - Akif Akalın

“Kapitalizmin sahte cenneti dökülüyor: Norveç eşitsizlikte ABD ile yarışıyor” dememiz büyük şaşkınlık yaratmış. Yurttaşlarımızın Norveç hakkında “bildiklerine” pek uymamış bu cümle. Ya da gerçekten Norveç hakkında ne kadar bilgi versek az.

soL’da yayımlanan “Kapitalizmin sahte cenneti dökülüyor: Norveç eşitsizlikte ABD ile yarışıyor” başlıklı yazımız büyük ilgiyle karşılanmış ve yazıya ilişkin “sosyal medya” üzerinden çok sayıda yorum yapılmış.

Yazımızı eleştiren yorumlardan, zihinlerde Norveç’in bir “yeryüzü cenneti” olduğu algısının köklü bir biçimde yerleştiği anlaşılıyor. Yazıdaki veriler (özellikle zenginler ile yoksullar arasında ortalama 11 yıllık bir yaşam beklentisi farkı) bu algıyla örtüşmemek bir yana, neredeyse taban tabana zıt olduğundan, insanlar bunlara pek “inanmak” istememiş görünüyor.

Gerçi Facebook ve Twitter’da yazımızın yayınlanma saatiyle, bazı yorumların giriş saatleri karşılaştırıldığında, yorum sahiplerinin yazının “kaynağını” okumaya zahmet etmeden “ideolojik” tepki verdikleri anlaşılıyor, fakat kamuoyunun bu kadar ilgi gösterdiği bir konuda insanları daha geniş aydınlatmak ve onlara daha çok “kaynak” sunmak gerektiği de ortada.
Yazının kaynağını dahi okumadan hemen klavyeye sarılanların şimdi sunacağımız somut bilimsel kanıtlar (hem de sermayenin tıp dergilerinde, komünist olmayan bilim insanları tarafından yayınlanmış kanıtlar) karşısında “düşüncelerini” değiştireceklerini sanmıyoruz. Bu bir “süreç” işidir. Fakat bir yerden başlamak gerektiğine inanıyoruz.

HANGİ NORVEÇ?
İki Norveç var: birincisi 1945 – 1990 arası Norveç, ikincisi 1990 sonrası Norveç. Yazımızı eleştiren okurlarımızın Norveç algısı, 1990 öncesi Norveç’tir. Bu Norveç, “sosyal demokrat”, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu, refah politikalarının uygulandığı ve sosyal yardımlarla zenginlerden yoksullara cömert kaynak aktarımlarının olduğu Norveç’tir. Yazımızda da çok açık bir şekilde ifade ettiğimiz gibi, Norveç sermayesi işçi sınıfının sosyalizme yönelmemesi için çok büyük tavizler vermiş ve Norveç emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmeler yapmıştır. Sahte cennet böyle yaratılmıştır.

Bizim anlattığımız Norveç, 1990 sonrası Norveç’tir. İşçilerin ve emekçilerin Norveç gibi sahte cennetlerdeki yaşamı görüp, “demek devrim olmadan da oluyormuş” yanılsamasına düştükleri ve sosyalizme sırt çevirdikleri dönemden bahsediyoruz. Bu dönem hala devam ediyor. Norveç sermayesi bu dönemde “sosyalizm” tehdidi ortadan kalkınca, 1945 – 1990 yılları arasında işçilere ve emekçilere verdiği tavizleri geri almaya başladı.

Bu gelişmeyi ilk fark edenler, Avrupalı bilim insanları oldu. Mackenbach ve arkadaşlarının 1997 yılında Lancet dergisinde yayınladığı bir araştırma, Sol Portal’daki yazımızın bazı okurlarımızı “şok” ettiği gibi, Norveçlileri, Avrupalıları ve bilim çevrelerini şok etti. Mackenbach ve arkadaşları, 1990 sonrasında Norveç’in “sağlıkta eşitsizliklerde” diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi “olmadığını” kanıtlıyordu.

Bir. Ne Mackenbach, ne de araştırmada imzaları olan diğer bilim insanları komünist parti üyesi veya komünist militan değil. Her biri dünyaca ünlü bilim insanları ve Google arama motoruna isimlerini yazarak CV’lerine erişilebilir.

İki. The Lancet, “sermayenin” tıp alanındaki en eski ve saygın dergilerinden biridir. Böyle bir dergide Norveç’te sağlıkta eşitsizliklere ilişkin “yalanlar” uydurulması olasılığı yoktur. Kaldı ki Mackenbach ve arkadaşları Norveç’e ilişkin yalanlar söyleselerdi, geçen 22 yıl içinde mutlaka birileri yanıt verirdi. Hatta Lancet okurlarından özür dileyip araştırmayı yayınından kaldırırdı.

Tekrar “özetleyelim”. Yazımıza konu olan Norveç, işçi sınıfı mücadelesinin gerilediği, sermayenin artık sosyal demokrasiye gereksiniminin kalmadığı 2000’li yılların Norveç’idir ve kaynağındaki veriler de 2005 – 2015 yıllarına aittir.

İNKAR POLİTİKALARI
Norveç ve diğer birkaç kuzey Avrupa ülkesi, yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde işçilerin ve emekçilerin hayallerini süsleyen sahte cennetlerdir. 2000’li yıllarda sermaye için artık bu tür “cennetlere” ihtiyaç kalmasa da, işçilerin ve emekçilerin algısında eski Norveç algısını diri tutmanın bir mahzuru yoktu. Bu nedenle Norveç’te sağlıkta eşitsizlikler önceleri “inkar edilmeye” çalışıldı.

Norveçli Akademisyen Dahl, 2002 yılında yayınladığı bir makalede, “sıra Norveç’e gelene kadar…” diyordu, fakat beş yıl sonra, 2007’de Norveç hükumeti artık inkar edilemez hale gelen “sağlıkta eşitsizlikleri” gündemine almak zorunda kaldı. Bir şey yaptı mı? Hayır, fakat en azından “inkar” dönemi sona erdi.

Norveç Sağlık Bakanlığı’nın 2007 yılında yayınladığı 20 numaralı “National strategy to reduce social inequalities in health” başlıklı raporuna aşağıdaki linkten erişebilirsiniz.

EŞİTLİK TUTKUSU
Alexis de Tocqueville, 1835’te yayınlanan Amerika’da Demokrasi başlıklı kitabında Norveçlilerde “eşitlik tutkusu” olduğunu yazar. Gerçekten de Norveç tarihinde “eşitlikçilik”, diğer Avrupa ülkelerine göre çok büyük bir yer tutar. Zaten eşitlikçiliğin toplum içinde bu denli derin köklere sahip olması nedeniyle Norveç, Avrupa’da işçi sınıfı hareketinin ilk geliştiği ülkelerden biridir.

Avrupa’daki ilk işçi sınıfı partisi 1875’de Almanya’da örgütlenmiş ve bunu Danimarka ve Norveç izlemiştir. Dünya üzerinde ilk sosyal sigorta uygulaması Almanya’da başlamıştır ve yine Norveç, Almanya’yı ilk izleyen birkaç ülkeden biridir. Norveç’te “sosyalizm” kılıcı, daha 1905’lerde sermayenin başı üzerinde sallanmaya başlamıştır.

Bunları neden anlatıyoruz? Çünkü bazıları Norveçli egemen sınıfların, diğer ülkelerdekilerden (örneğin Türkiye’deki egemen sınıflardan) daha “uygar” olduğunu, bu nedenle işçilere ve emekçilere daha “insanca” yaşama koşulları bağışladıklarını sanıyor. Oysa Norveç’teki eşitlik tutkusu işçi sınıfının tutkusudur. Ne zaman Norveçli işçiler bu tutkuyu yitirmeye başladılar, sağcı partilere oy verdiler, faşist hareketlere katılmaya başladılar, o zaman “eşitsizlikler” fışkırmaya başladı.

Van der Wel ve arkadaşları, Norveç’te bugün dahi sürmekte olan “resmi” eşitlikçi söyleme rağmen, son yıllarda yoksulluk sınırı altında kalan nüfusun yüzde 8’e ulaştığını, kağıt üzerinde bütün çocukların “anaokuluna gitme hakkı” bulunmasına rağmen bu haktan “zenginlerin daha fazla yararlandığını”, yoksullarda liseyi bırakma oranının çok yüksek olduğunu söylüyorlar. Gelir eşitsizliğini ölçen Gini katsayısı 0.24, fakat yazarlara göre bu katsayı yıllardır azalmıyor, artıyor ve bunun en büyük nedeni son on yılda ücretler arası farkın açılmaya başlaması. Norveç’in zenginliğinin yarısı, en tepedeki yüzde 10’luk dilimde yer alan kapitalistlerin elinde.

Belki tekrar belirtmek gerekiyor. Bu veriler bize ait değil, Norveçlilerin verileri. Hem de komünist olmayan, hatta komünizme herhangi bir sempati duymayan Norveçli bilim insanlarının. Tabii bizim sosyal medya yorumcularımızın elinde Norveç’e ilişkin Norveçlilerinkilerden daha güvenilir veriler varsa bilemem. Belki bu yazıya yorumlarında ellerindeki Norveç verilerini ve kaynaklarını paylaşırlar da, Oslo Üniversitesi’ndeki bilim insanlarını aydınlatırız.

NORVEÇ ARTIK BİLDİĞİNİZ NORVEÇ DEĞİL
Kusura bakmasınlar, hayalleri yıkmak istemeyiz, fakat maalesef Norveç artık “eski” Norveç değil. Artık işçi sınıfı hareketinden, sosyalizmden korkmayan Norveç, 2014 yılından beri “servetten” vergi almamaya başladı. 2014 – 2016 yılları arasında servetten alınan vergilerde 5,4 milyar NOK azalma var. Peki, buna karşılık Norveç’in vergi gelirlerinde bir azalma oldu mu? Hayır! O halde sizce bu 5,4 milyar NOK bütçeye nereden girmiş olabilir? Zengin Norveçlilerden olmadığını biliyoruz, geriye kimler kalıyor?

Hayallerdeki Norveç’te kaynaklar “zenginden yoksula” akıyordu, 2016 yılında ise Norveç’te en zengin 1.400 Norveçlinin servetine, kişi başına ortalama 42.300 dolar daha fazla servet kattığı hesaplandı, yani şimdi kaynaklar “yoksuldan zengine” akıyor. Elbette bu verilere rağmen, “olsun, Norveçli yoksullar hala bizden daha iyi yaşıyor” diyerek hayallerini sürdürmeye devam etmek isteyenler olabilir. Onlara tek söyleyeceğimiz şu: zaten konu biz değiliz, yoksul Norveçliler…

SOSYALİZM BİTER DE SOSYAL DEVLET KALIR MI?
Sanki sözcük oyunu gibi duruyor, fakat emin olun “sosyalizm” ile “sosyal” arasındaki ilişki, bundan çok daha fazlasını ifade ediyor. Bunu en iyi Norveçliler biliyor olmalı. Geçen yıl Norveç hükumeti “sakatlık yardımı” alan ailelerin, aynı zamanda “çocuk yardımı” alamayacaklarına karar verdi. Ne alakası var diye “bana” sormayın, Norveç hükumetine sorun. Fakat ben size bu durumun “yoksul” Norveçlileri nasıl daha fazla etkilediğini açıklayabilirim.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bazı okurlarımız inanmak istememekte direnseler de, Norveç’te de kır – kent ayrımı var ve kırsal kesimlerde yaşayanlar, kentlerde yaşayanlara göre “ortalamada” daha yoksul. Kimilerine inanmak imkansız görünebilir, fakat demografik verilere göre Norveç’te de kırsal kesimde yaşayanlar “daha çok çocuk sahibi oluyor”.

Gerisi basit aritmetik. Genellikle bir çocuğu olan şehirli aileler, hane içinde sakat biri varsa, az bir kesintiyle de olsa çocuk yardımı almaya devam ederken, çok çocuklu aileler “limiti aşacağından”, daha fazla maddi kayba uğruyorlar. Oysa “sosyal devlet” olmanın gereği, zaten daha çok çocuğu olana, daha çok gereksinim duyana daha fazla yardım etmek değil miydi? Evet, fakat o günler geride kaldı ve işçi sınıfının yeniden aklını başına alacağı günlere kadar “hayallerde” kalmaya devam edecek.

BİR YORUM ÜZERİNE NOTLAR
Bir okurumuz sosyal medya üzerinden yaptığı yorumda, “Norveç’te yaşayayım da, zenginden 15 yıl az yaşayayım” demiş. Buna benzer çok yorum var. Bu arkadaşlar Norveç’te zenginlerle yoksullar, daha doğru bir ifadeyle kapitalistlerle işçiler arasında sağlıkta eşitsizlik olduğunu kabul ediyor, fakat “Türkiye’den” bakarak, buna razı olduklarını ifade ediyorlar.

Eğer Türkiye’den bakarsanız, sadece Norveç değil, örneğin işçi cinayetleri bakımından dünya üzerindeki adını bilmediğiniz Afrika ülkeleri dahil 193 ülkeden 190’ı (bildiğiniz gibi Türkiye işçi cinayetlerinde ölümde dünya üçüncüsü) ve Avrupa’daki 43 ülkenin, Arnavutluk, Sırbistan, Estonya’sı vb dahil “hepsi” Türkiye’den daha iyidir (yine bildiğiniz gibi işçi cinayetlerinde açık ara Avrupa şampiyonuyuz).

Diğer yandan Türkiye’den daha iyi koşullarda yaşamak için Norveç’in soğuğuna, gecesi gündüzü belli olmayan hayatına katlanmaya hiç gerek yok. Mesela İspanya veya İtalya’da, hem Türkiye’ye daha yakın bir iklimde, hem de oraların zenginlerinden yalnızca 5 – 6 yıl daha kısa (Norveç’e göre en az 5 yıl daha uzun) yaşayabilirsiniz. 

Fakat bana sorarsanız en iyisi, kendi ülkenizde sınıf farklarını ortadan kaldırmak ve biraz daha uzun ya da kısa olması önemli değil, fakat gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir yaşam sürmek.

Akif Akalın / SOL


KAYNAKLAR:
Dahl, E. (2002). Health Inequalities and Health Policy: The Norwegian Case. Norsk Epidemiologi, 12(1), 69–75.
de Tocqueville, A. (2019). Amerika’da Demokrasi. Çev. S.S. Özdemir. 2. Baskı. İstanbul: İletişim.
Mackenbach, J.P., Kunst, A.E., Cavelaars, A.E., Groenhof, F., & Geurts, J.J. (1997). Socioeconomic inequalities in morbidity and mortality in Western Europe. The EU Working Group on Socioeconomic Inequalities in Health. Lancet, 349(9066), 1655–1659.
Måseide, P. (1990). Health and social inequity in Norway. Social Science & Medicine, 31(3), 331-342.
Skaftun E.K. ve ark. (2018). Geographic health inequalities in Norway: a Gini analysis of cross-county differences in mortality from 1980 to 2014. Int. J. Equity Health, 17:64. doi:10.1186/s12939-018-0771-7

van der Wel KA, Dahl E, Bergsli H. (2016). The Norwegian policy to reduce health inequalities: key challenges. Nordisk Välfärdsforskning, 1(1): 19-29.

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...