Behice Boran: Bir kadın, bilim insanı, sosyalist...- SOL

1 Mayıs'ta doğan Behice Boran, “sosyalist doğulmaz, sosyalist olunur” düsturuyla biçimlendirdiği hayatını, mücadelenin içinde bir yiğit devrimci kadın olarak geçirdi. Hayatı boyunca örgütlü mücadelenin içinde yer aldı, bir Marksist bilim insanı olarak sınıf hareketinde özgün yaklaşım yolları aradı.


Ankara’da bir akademisyen ve sosyalist bir kadın
Behice Boran, 1910’da doğar. Amerikan Kız Kolejini bitirir ve yüksek öğrenimini yapmak için Amerika’ya gider. Doktorasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye döner. 1939’da doçent olarak atandığı Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde sosyoloji bölümünde ders vermeye başlar.

Bu dönemde, Ankara’da ki aydınlarla çeşitli dergi ve dernek çevrelerinde biraraya gelirler ve savaşa ve o dönemde yükselen ırkçılığa karşı mücadele verirler. Önce, Pertev Naili Boratav, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes ve Mediha Berkes ile Yıırt ve Dünya dergisini daha sonra Muzaffer Şerif Başoğlu ile bu gruptan ayrılarak “daha ideolojik safta” olduğunu söylediği Adımlar dergisini çıkarırlar.

Yine bu dönemde DTCF’deki öğrencileri ile birlikte, Ankara ve Manisa’ya giderek Türkiye’de bir ilk olan sosyolojik saha çalışmalarını gerçekleştirirler.

1942 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) üye olan Behice Boran, bu dönemde siyasi tavrını ortaya koyan çalışmalarını ve örgütlü mücadelesini sürdürür. Sosyalist kimliği ile tanınan Boran ve arkadaşları faşist çevrelerce tehdit edilir, sağ kanadın bazı yazarlarınca hedef gösterilir ve yönetimden çeşitli baskılar görür. Tehdit edilen onlar olmasına rağmen, 1948 yılında başka arkadaşlarıyla beraber siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılır. Çok sevdiği mesleğinin elinden alınması, bu dönemde işsizlik nedeniyle yaşadığı zorluklar ve diğer baskılar onun sosyalist mücadeledeki kararlılığını etkilemez ve ülkesinde kalıp direnmeye ve mücadelesini sürdürmeye devam eder. Eşinin de işini kaybetmesi üzerine İstanbul’a taşınırlar.

Siyasi tutuklamalar başlıyor
1950 yılında Türkiye Barışseverler Cemiyeti kurulur, Behice Boran başkanlığa seçilir. Aynı yıl derneğin Adnan Menderes hükümetinin kararına karşı yayımladığı Kore’ye asker gönderilmesini kınayan bildiri nedeniyle, 15 ay hapis cezası alır ve oğlu Dursun’u hapiste dünyaya getirir. Bu doğum üzerine dostu Melih Cevdet Anday, “Dursun Bebeğe Ninni” şiirini kaleme alır. Daha sonra Ruhi Su’nun bestelediği şiirin bir bölümü şöyledir:

“…….
Daha neler var neler var daha
İşte kundak
İşte hapis
İşte kavga
İşte Dursun bebek bizim dünya
Dandini dandini dastana
Bostana girmiş danalar
Böyle tosunlar doğursun yarına ninni
Bizim aslan gibi analar.”

Türkiye İşçi Partisi
1961 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulur. TİP, gücünü solun ülkedeki varlığından alan ve aynı zamanda ona güç katan bir süreçte var olur ve sosyalist harekete önemli deneyimler miras bırakır. Kuruluşta sendikal örgütlenmenin ağırlıkta olduğu partileşme sürecinde, Marksist yapıtlar hızla Türkçeye çevrilir, teorik ve pratik mücadelede yol kat edilir.

Behice Boran, 1961’de kurulan TİP ile ilgili şunları söylemiştir:
“TİP’in kuruluşu olayı çok anlamlı ve önemli bir gelişmenin ifadesidir. Kurucuların işçi sınıfından gelişi bu sınıfın sendikal örgütlenme ve mücadele bilincinden politik düzeyde örgütlenme ve mücadele bilincine yükselmesinin bir belirtisi ve sonucudur.”

TİP hareketinin ve Behice Boran’ın savunduklarının bu dönemde sosyalist mücadeleye kazandırdığı önemli noktalardan biri de, Kürt meselesindedir. Kürt halkının, yaşadıkları bölge ve adaletsizliklerin tespiti ile demokratik haklarının savunulması başlıkları TİP tarafından konu edinilir. TİP, Kürt halkına olduğu gibi Alevilere baskı yapılmasına da karşı çıkarak, eşit biçimde yurttaşlık koşullarından yararlanmaları için mücadele eder.

TİP, 1965 yılında meclise girince, Behice Boran da Urfa’dan milletvekili olur.

70’ler
Takip eden yıllarda TİP içinde ayrışmalar başlar. 1968 yılında yönetimi değişen partinin 1970 yılında 4. Büyük Kongre’si toplanır. Behice Boran Genel Başkan seçilir ve Türkiye tarihindeki ilk kadın parti genel başkanı olur.

1970 yılındaki Büyük Kongre’de birçok önemli karar alınır ve partinin siyaseti yeniden şekillenir. TİP, Kürt meselesi ve sendikal konularda, radikal kararlar alarak “güler yüzlü sosyalizm” diyen Mehmet Ali Aybar’ın ekibi, Yön Hareketi ve MDD (Milli Demokratik Devrim) tezini savunan hareketlerle aralarına bir mesafe koyar. Bu radikal kararlar parti programını Leninist bir çizgiye taşır. Aynı zamanda kapatılmasının da bahanesi olacaktır.

Çok geçmeden, 12 Mart 1971’de muhtıra verilir, ordu ülke yönetimine el koyar ve TİP kapatılır. Behice Boran’ın da içinde bulunduğu yöneticiler tutuklanır. Behice Boran mahkemede, “Demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ile bütünleşen Türkiye İşçi Partisi’ni yargılayanları yargılama” çerçevesinde bir savunma yapar. Savunmanın sonunda yargılayan Hakim “Sizi tanımak şerefi de, sizi yargılamak bedbahtlığı da bize nasip oldu” diyecek ve görevinden alınacaktır. Mahkeme sonunda 15 yıl hapse mahkum edilir.

1974’teki af yasasıyla serbest bırakılırlar. Hapisten çıkmalarının hemen ertesinde mücadeleyi yeniden örgütlemenin yollarını arayan partililer 75’te 2. TİP’i kurarlar. Yeni kurulan TİP, ilkinin yaygınlığına ve örgütlülüğüne ulaşamayacaktır.

1 Mayıs 1979, Taksim’de
1979 yılı 1 Mayıs’ında İstanbul’da sokağa çıkma yasağı vardır. Behice Boran ve protesto kararı alan TİP yönetimi, yasağı delerek 1 Mayıs alanına Taksim’e çıkarlar. Hepsi tutuklanırlar ve 25 gün tutulduktan sonra salıverilirler.
12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte sola büyük bir saldırı gerçekleşir diğer siyasi partiler gibi TİP’de kapatılır. Behice Boran, evinde gözaltında tutulurken hastalanır ve hastaneden yurtdışına çıkarılır. 81’de ise “Yurda dön” çağrısına uymadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılır. Siyasi çalışmalarına yurtdışında devam eden Behice Boran, 1987’de Brüksel’de vefat eder.
Yoldaşı Durmuş Tiryaki, Behice Boran’ı ve TİP deneyimini anlattığı yazısında “Kadın kişiliğini, bilim insanlığını, eylemciliğini politikada yeniden üretmiş politikaya bilimsel bir nitelik kazandırmış sınıf hareketine ve sosyalist kurama özgün yaklaşımları hep aramıştır” der ve “Kadın kimliğini anti-erkek ve cinsiyetçi bir perspektiften çıkartıp “birlikte kurtuluş” eksenine oturtmuştur.” diye ekler. Sosyalist siyasette ilkleri gerçekleştirmiş, hayatını sosyalizme adamış bir kadın, Behice Boran, mücadeleye yüklü bir miras bıraktı.

SOL
Pazar, 01 Mayıs 2011 

İmam hatipleştirilen eğitim sisteminde laik özel okul pazarı - ALPASLAN SAVAŞ

AKP için eğitim sistemi hep öncelikli konular arasında yer aldı. Amaç muhafazakâr ideolojinin zorunlu eğitim sisteminin temeli haline getirilmesi idi. Büyük ölçüde başardılar. Şimdi elimizde 5 bine yakın imam hatip ortaokulu ve lisesi ile bu okullarda öğrenim gören yaklaşık 1,5 milyon genç var. 

İmam hatipler, eğitimdeki gericileşme bilançosunun sadece bir kısmıdır. Kur’an kursları, vakıflar, cemaat yurtları, cami altı-kayıt dışı medreselerle birlikte düşünüldüğünde eğitim sistemindeki tahribat sanıldığından daha büyük boyutlardadır.


Madalyonun bir yüzünde imam hatipleştirme ve gericileştirme, diğer yüzünde ise özel okullaştırma ve piyasacılık var. Din işlerinden sadece siyaset değil aynı zamanda ticaret çıkarmak, AKP’nin en iyi becerdiği iştir. Dolayısıyla elimizde imam hatiplerin yanında bir de büyük bir özel okul pazarı bulunuyor.

Düzenek şöyle işliyor. Milyonlarca aile, çocuğunu mahallesindeki imam hatibe yollamak zorunda kalıyor. Bunu yapmak istemeyene ikinci seçenek olarak “özel okul pazarı” sunuluyor. Dar gelirli ve yoksul ailelerin bu şansı bulunmuyor ama belirli bir düzeyde borçla yaşayabilecek ve düzenli ödeme yapabilecek gelire sahip olanlar için bu kapı sonuna kadar açık. Bu pazarda her bütçeye uygun bir özel okul bulunuyor. 

Aynı şekilde her “eğilime” uygun bir okul da bulunabiliyor. Dinci içeriğinden taviz vermesin ancak akademik olarak imam hatipler gibi de yetersiz olmasın diyene, tesettürlü öğretmenlerin ve Arapça takviyeli derslerin yer aldığı kolejler, cemaat okulları kapılarını açıyor. Aynı şekilde çocuklarının laik eğitim almasını isteyen aileler de koridorları Atatürk resimleriyle doldurulmuş okulların kapısını çalabiliyor.
Devletin kurduğu, muhafazakârına dinsel, sekülerine laik eğitim satan patronların oluşturduğu büyük bir pazar bu. 

Tarikatlar bu pazarda başından bu yana vardı. İçlerinde en büyük payı yıllarca Gülen cemaati aldı. Şimdi onun payını başka tarikatlar paylaşıyor. 

Seküler eğitim pazarı ise diğerine göre biraz daha yeni. Bu pazardaki özel okul patronlarının temel satış enstrümanı “laiklik”. Aralarında popüler kısaltması “ay-bi” olan International Baccalaureate diplomalı okullar da bulunuyor ve bu okulların patronları bununla orta sınıfın “memlekette artık durulmaz” duygusunu hızla nakde çeviriyor. İçlerinde tüm ülkeye yayılmış onlarca okula sahip ve bir şekilde sırtını AKP’ye dayamış Doğa Koleji gibi dev organizasyonlar da var, tek okuldan ibaret ama Atatürkçülük konusunda “iddiası kuvvetli” olanlar da. İkinci grupta “Köy Enstitüsü” ismini kullanan yaratıcı tüccarlara bile rastlıyoruz. 

İmam hatipler, imam hatipleştirilen devlet okulları ve cemaatlerin özel okullarından oluşan “muhafazakar pazar” arkasında dindar ve kindar, hemen yanı başında “seküler pazar” kapağı yurt dışına atıp paçayı kurtarma hedefiyle yetişmiş, bireyciliği kutsal, kendine laik bir genç kuşak enkazını arkasında bırakmaya aday.
Düzenin eğitimde geldiği nokta budur. Peki bunun sorumlusu tek başına AKP midir? 

İmam hatipleştirmenin AKP iktidarı tarafından 17 yıl boyunca sürdürülen sistematik bir programla sağlandığı doğrudur. Ancak CHP liderinin “İmam hatipleri biz açtık, neden kapatalım” sözü asla bir gaf değildir. Eğitimde gericileşme aynı zamanda, cumhuriyetin temel değerleri arasında yer alan laikliği çoktandır mezara gömen sermaye sınıfının projesidir.

İmam hatipleşme ile özel okullaşma bir madalyonun iki yüzüdür. Eğitimin gericileştiği düzende laikliği alınıp satılabilir bir meta haline getirmek de yalnızca sermaye sınıfının başarabileceği bir iştir. Bu nedenle Türkiye’de sermaye sınıfıyla bağlantılı hiçbir siyasi özne eğitim sisteminde piyasacılık-gericilik bağını koparamaz, laik ve bilimsel eğitim vaat edemez. Zaten eden de yok.


Laik ve bilimsel eğitimin gerçekleşebileceği tek düzen sosyalizm artık. 

Gelin yazıyı bunu örgütlemeye çalışan eğitim emekçilerinin 5 Kasım dünya öğretmenler gününde yayınladıkları “eğitim bildirgesine” göz atarak bitirelim:

Alpaslan Savaş / SOL 

TKP'li Eğitim Emekçileri: Çocuklarımızı sermayenin istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz.

Türkiye Komünist Partili (TKP) Eğitim Emekçileri, yaptıkları açıklamada, eğitim-öğretim sisteminin patronların ve gericiliğin elinde olduğunu, eğitim kurumlarının karanlığa teslim edildiğini söyledi. 'Eğitim Emekçileri Bildirgesi' yayımlayan TKP'li öğretmenler, parasız, eşit, bilimsel, laik eğitim hakkı ve güvenceli çalışma koşulları için mücadele edeceklerini duyurdu.
TKP'li öğretmenlerin açıklamasında, "Geleceğimizi, sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz. Çocuklarımızı gericiliğe teslim etmemek için çağrı yapıyoruz. “Güzel bir gelecek umudu” ile devam edilen okullarımızı, para tuzakları olmaktan ve gerici, sapık tarikatların kovalamaca oynadığı alanlar olmaktan çıkaracağız" denildi.

'ÖĞRETMENİN YERİ SINIFIDIR'
Türkiye Komünist Partili öğretmenler tarafından yapılan açıklama şöyle:
Türkiye Komünist Partili öğretmenler olarak, öğretmenlerin meslek etiğinin ve meslek onurunun hiçe sayıldığı bu zaman diliminde eğitime dair görüşlerimizi paylaşmak isteriz.

Türkiye'de eğitim-öğretim sistemi, patronların ve gericiliğin elindedir. İktidardaki siyasi parti 18 yıldır dinselleştirdiği eğitimi yine bir patron olan Ziya Selçuk’un yöneticiliğinde sermaye sınıfına teslim etmiştir. Tüm eğitim kurumları bilimsel, kültürel, entellektüel açılardan karanlığa teslim edilmiştir. Gençliğe işsizlik korkusu, kötü çalışma koşulları, gelecek kaygısı ve umutsuzluk vaat edilmektedir.
Eğitim, insanın yetenek ve yaratıcı gücünü ortaya çıkaran, geliştiren, bilimsel içerikli bir etkinliktir. Müfredattaki bilimsel olmayan içerik endişe vericidir. Evrim öğrenmeyen çocukların, evren ve doğa ile sağlıklı bir bağ kurmaları engellenmektedir. 

Onun yerine hikâye anlatıcılından öteye geçemeyecek kimi derslerde insanlığın zihni, varlığını anlamlandırmaktan uzak fikirlerle doldurulmaktadır. Pedagojik açıdan çocuğa uygun olmayan hikâyeler çocuğa bilgi olarak sunulmaktadır.
Yeni yönetmelik değişikliği ile gerici vakıfların okullardaki varlığı güçlendirilmiştir. Çocukların hayalleri cennete gitmek ya da çok para kazanmak seçenekleri ile budanmaktadır. Ülkemizin geleceği ve çocuklarımız, bu karanlık ellerden alınmalı, eğitim sistemi halkımızın çıkarlarına göre eşit, parasız, laik ve bilimsel bir şekilde düzenlenmelidir.

Özel sermaye yatırımları doğrudan devlet eliyle desteklenirken diğer yandan öğrenciler, veliler ve eğitim emekçileri sermayenin ölçüsüz sömürüsüne maruz bırakılmaktadır. Bir yandan sektörleşen eğitim alanında, her bir emekçi hanesindeki eğitime ayrılan bütçe giderek artmakta, devletin asli sorumluluğu olan eğitim-öğretim halkın sırtına bir kambur olarak yüklenmektedir. Bir yandan eğitim emekçileri, sözleşmeli öğretmenlik, ücretli öğretmenlik, özel eğitim kurumlarında öğretmenlik, özel ders öğretmenliği, etüt öğretmenliği gibi ağır sömürü seçeneklerinden birini seçmeye ve güvencesiz çalışmaya zorlanmaktadır. İş güvencesinde yoksun uzun çalışma saatleri olan emekçilerin maaşları, özlük ve sosyal hakları ödenmemektedir. Patronlar devlet desteğiyle vurgun yaparken ticari bir işletmeye dönüşen eğitim kurumlarında hak aramak suç haline gelmiştir.
Öğretmenlik, “projeci” zihniyete evrak yetiştirmek, adaletsiz olduğunu bildiğimiz sınavlara öğrenci hazırlamak ve müfredat yetiştirmekle sınırlı bir meslek değildir. Tüm bu kaosun içinde, bezdiren ve sömüren sistem en çok fedakârlık duygusu üzerinde tepinerek öğretmeni kullanmaktadır.

Geleceğimizi, sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz. Çocuklarımızı gericiliğe teslim etmemek için çağrı yapıyoruz. “Güzel bir gelecek umudu” ile devam edilen okullarımızı, para tuzakları olmaktan ve gerici, sapık tarikatların kovalamaca oynadığı alanlar olmaktan çıkaracağız.

Parasız, eşit, bilimsel, laik eğitim hakkı ve güvenceli çalışma koşulları için mücadele edeceğiz.

TKP'li Eğitim Emekçileri olarak aydınlanmacı, ilerici, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin ancak sınıfımızın çıkarını gözeterek emeğimizi ürettiğimizde gerçekleşeceğini biliyoruz.  “Eğitim” dedikleri bu alanın içinde devinen öğretmenlere, velilere ve gençlere sesleniyoruz; bu barbarlıktan biricik kurtuluş olan sosyalizme gönüllü olmaya davet ediyoruz. Örgütlülüğümüz bir gövde oluşturacak ve bu karanlık, çıkarcı, yağmacı düzene dur diyecektir.
Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için ilan ediyoruz!

Eğitim Emekçileri Bildirgesi
1.    Eğitim temel bir haktır, alınıp satılamaz! Eğitim, tüm yurttaşların eşit şekilde faydalanabileceği her kademede bedelsiz verilmek zorundadır.
       a-Okullarda bağış adı altında kayıt parası, staj dosya ücreti, kurs ücreti, ödev parası, kültürel faaliyet ücreti, temizlik maliyeti ya da personel gideri toplanamaz. Hiçbir öğretmen para toplamaya zorlanamaz.
       b-Okullarda kayıt parasına göre oluşturulan “iyi sınıf”, “iyi öğretmen” gibi eşitsizliği besleyen uygulamalar derhal sonlandırılmalıdır.
       c- Öğrenci, ebeveyn ve öğretmen işbirliğini artırmak için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
       d- Meslek liselerinin sermaye kuruluşlarıyla yaptığı protokoller iptal edilmeli, bu okullar sermayenin değil toplumun çıkarlarına göre yeniden örgütlenmelidir.
       e- 18 yaşın altındaki çocuk ve gençlerin eğitim süreçlerinin bir parçası olmayan işlerde çalıştırılmaları yasaklanmalıdır.
       f- Staj adı altında çocuk işçiliğine son verilmeli, stajyerler için patronlara ödenen ücret öğrenciye burs olarak verilmelidir.
       g- Endüstride staj yapan öğrencilerin güvenli ve sağlıklı koşullarda eğitim görebilmeleri için ek güvenlik ve denetim önlemleri geliştirilmelidir.
       f- Devlet özel okullara ödediği katkıyı kamuya aktarmalıdır.
       h- Çocuk işçiliği engellenmeli, çalışan yoksul emekçi çocukların koşulları değişmeli, çocukların sağlıklı bir şekilde yetiştirilmeleri ve eğitim almaları sağlanmalıdır.
       ı- Eğitim hizmetinin bir parçası olan barınma ve ulaşım devlet güvencesinde olmalı çocuklarımızın hayatı büyük felaketlerle sonuçlan gerici tarikatlara bırakılmamalıdır.

2.    Eğitim bilimsel içerikli, ilerici bir etkinliktir.
       a- Eğitim devlet güvencesinde fırsat eşitliği sağlanarak bilimsel bir bakış açısıyla verilmelidir. Her türlü gerici yapı ve tarikatlar bu alandan kovulmalıdır.
       b- 16 yaşından küçük çocukların okulda veya okul dışında dini eğitime tabi tutulmalarına ve zorunlu din derslerine girmeleri engellenmelidir.
       c- Eğitimin dinselleştirilmesi ve gericiliğin kadro yetiştirme amacından kaynaklanan İmam Hatip okulları, sıbyan mektepleri gibi kurumlar kapatılmalıdır.
       d- Karma eğitimi kaldırmaya teşebbüs edilen tüm girişimler iptal edilmelidir.
       e- MEB'in sözleşmelerle okullara soktuğu gerici derneklerle işbirliği sona erdirilmelidir.

3.    Özel okullarda çalışan öğretmenlerin, özlük hakları, devlet tarafından karşılanan sosyal yardımları güvence altına alınmalı, patronların el koymasına izin verilmemelidir. MEB, öğretmenlerin iş güvencesini sağlamakla, çalışma yaşamına bir standart getirmekle sorumludur.

4.    Öğretmenler insanca bir yaşam sürebilecekleri sosyal güvencelere kavuşmalıdırlar.
       a- Eğitim fakültesi mezunu öğretmen adayları sınavsız, mülakatsız atamaları yapılmalıdır.
       b- Haksız yere KHK ile işten atılan öğretmenler derhal işlerine, sınıflarına dönmelidir.

5.    Müfredat bilimsel bir bakış açısıyla yazılmalı. Evrim biyoloji kitaplarında yerini almalıdır.

İçiniz yanmıyor, hiçbirinizin…- MURAT SEVİNÇ / DİKEN

650 bin civarında genç yurttaşın ‘bedelli askerliğe’ başvurduğu Türkiye’de bir kez daha ‘savaş-fetih’ güzellemesi başladı. Yaklaşık yetmiş yıldır ABD desteği olmadan evinin yolunu bulmaktan aciz memleket sağı ve en güçlü müttefikleri ‘ulusalcılar’ adetleri olduğu üzere riyakâr ve süfli ‘emperyalizm’ eleştirisine koyuldular. Her şey olması gerektiği gibi! 
Kuşkusuz, ABD Başkanı Donald Trump ırkçı ve dengesiz müteahhitin kendine yaraşır cahil ve küstah ‘tweetleri’ uygun zemini hazırladı. Oysa Kürtleri ve Türkleri aynı anda aşağılayan satırları, herkesin birlikte hareket etmesi için fırsat olabilirdi. Ama… Türkiye… İşte… Bizi bozar… Ne yazık ki…
Dün gece, Suriye ve Irak’a sınır ötesi operasyon konusunda cumhurbaşkanına verilen iznin bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
Anayasa değişikliği ardından işlevini kaybeden parlamentonun, herhangi bir etkilerinin kalmadığının farkında olup bunu belli etmemek için mütemadiyen boş konuşmayı sürdüren muhalefet vekilleri, pek bir şey tartışamadan, konuşmanın yararsızlığından emin, ‘evet’ oyu verdi. Bir partinin milletvekilleri dışında.
“Evet” dediler, çünkü tarihsel misyonları ve yetenekleri başka bir şey yapıp söylemelerine engel. Bu kadarlar. Onlar da, bizler gibi farkında ne olduklarının. Zaten AKP bu nedenle 18 yıldır iktidarda. Zira en iyi iktidar biliyor muhalifin kumaşını, çapını, sınırlarını.
Had safhada İyi Parti genel başkanının, tarihsel bağlamından kopuk atıflarla süslü malum konuşmasıyla ilgilenmiyorum bir yurttaş olarak. Milliyetçi sağ işte. Zamanında bir hocamızın, saçma konuşan bir profesör için dediği gibi, “Her kahvede bunlardan üç beş kişi vardır!”


Asıl sorun, tabanının ‘sol’ yanının taleplerine inatla direnen ve buna karşın ‘solculuk’ iddiasından vazgeçmeyen ana muhalefet partisi liderinin ifadeleri.
Önce internette okudum açıklamasını. Yanlış anladığımı düşünerek bir kez daha okudum. Farklı sitelere baktım. Her yerde aynı sözler. Ne olur ne olmaz diyerek görüntüsünü seyrettim. Şöyle demiş Kılıçdaroğlu:
“Orada askerlerimiz var. O askerleri korumamız lazım. O askerlerin burnunun kanamaması lazım. O nedenle bu tezkereye, askerlerin hatırı için, oraya oğlunu gönderen askerlerin annelerinin hatırı için, o çocukların burnu kanamasın diye, bu tezkereye içimiz yana yana evet diyeceğiz.”
Birkaç kez dinledim. Yoruldum ve söylediğinin mantığını anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Aptal muamelesi yapmanın yalnızca iktidardakilerin hevesi olmadığını kanıtlamak ister gibiydi.
Konuşmayı yapan ve bizler, hepimiz biliyoruz neden “Evet” dediğini. Hepimiz farkındayız ‘gerçek’ nedenin. Yalnızca Kürt antipatisiyle açıklamanın yetersiz kalacağı, daha basit ve görünür bir gerekçeyle: Siyaseti, her şeye rağmen Erdoğan yapıyor. Muhalefetin sınırlarını çizen de o. Erdoğan’ın ‘izin verdiği’ alanda at oynatabiliyorlar yalnızca. Kürtlerle yan yana gelme ve Erdoğan/AKP tarafından ‘itham edilme’ ihtimalinden ölesiye korkuyorlar. Siyaset dediklerinin merkezinde, “Aman fırsat vermeyelim” var. Çapları, güçleri, yetenekleri bu kadar.
Ve kuşkusuz siyasetten başka her şeye benzeyen bu tavırlarını eleştirenleri, müstehzi bir gülümsemeyle karşılıyorlar. Bir ‘ölümlüyle’ karşılaşan ‘seçilmişin’ anlayışlı görünmeye çabalayan küçümser gülümsemesi. Her niteliksizin dudağının kenarına ilişmiş kibirle maluller.
Kendilerine, 80 milyonda bir ve başkaca hiçbir şey olmayan bir yurttaş olarak, Sebastian Haffner’in (1920-30’lara ilişkin gözlemlerini yazan Alman hukukçu) olağanüstü güzellikteki ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’ adlı kitabının, 1930’lar Alman sol muhalefetinin ‘aptallığını’ betimlediği sayfalarından kısacık bir alıntıyla yanıt vermek isterim:
“…Sosyal demokratlar 1933’teki seçim mücadelesini dehşet verecek kadar aşağılayıcı bir tarzda, Nazilerin sloganlarının arkasına takılıp kendilerinin de ne kadar ‘milli’ olduklarını vurgulamaya çalışarak geçirmişlerdi.”
O sosyal demokratlar da, elbette siyaset yaptıklarını ve çok haklı olduklarını düşünüyorlardı, diğerleri gibi.
Muhterem Türkiye sosyal demokratları,
İktidarın dış siyasetine yönelttiğiniz onca itiraz ve eleştirinin ardından, o ‘evet’ oyunu neden verdiğinizi, bilip anlamak isteyen herkes biliyor, anlıyor. ‘Anayasa aykırı anayasa değişikliğini’ desteklediğinizde ne olacağını, kimlerin dokunulmazlığının kaldırılacağını biliyordunuz. Bizler de, sizlerin bildiğini biliyorduk! 
Aklı başında insanların sizlerden başkaca bir beklentisi yok.
Hiç olmazsa, “İçimiz yana yana” demeyin.
İçiniz yanmıyor. O koltuklarda oturan hiç kimsenin, içi yanmıyor.
Yalan söylüyorsunuz.
Söylemeyin…
Murat Sevinç / DİKEN

Türban başörtüsü değildir - ÖZDEMİR İNCE

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Adana’da katıldığı Dünya Avşarlar Derneği dördüncü kuruluş yıldönümü şenliğinde özetle şunları söylemiş:
“Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel meselesi haline getirdik. Sana ne kardeşim ya, kadın ister başörtüsü takar, ister takmaz. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, okuyor mu, imkânını sağlıyor muyuz? Derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı. ‘Neden Türkiye bu haldedir?’ demeli. Bunları yapmalıyız.”

Kılıçdaroğlu yanılıyor ve başörtüsü ile türbanı karıştırıyor. Sözcükleri yanlış kullanınca işte böyle olur. İslamcılar hile yaparak bir tür üniforma olan türbana “başörtüsü” dediler. Ancak Cumhuriyetçiler bu tuzağa düşmediler, başta ben fakir olmak üzere geleneksel başörtüsüne değil, türbana karşı çıktılar. Rahmetli dostum Tunuslu şair ve filozof Abdelwahab Meddeb başörtüsü ile türban farkını şöyle açıklıyordu. Açıklamaya Türkiye’yi ben kattım:
“Geleneksel başörtüden ideolojik başörtüsüne geçildi. Daha önce Pakistan’daki, Hindistan’daki başörtüsü sariye benziyordu. Fas’taki ise cebellaya benziyordu. İkisinin arasında bir benzerlik yoktu. Bugün, başörtüsü -ya da hicap- Endonezya’dan Paris’e, İstanbul’a kadar aynı: Türban yani. Geleneksel başörtüsü ile hiçbir ilişkisi yok, her yerde Siyasal İslamın simgesi oldu. Evrensel amaçlı bir üniforma oldu. Henüz kazanamadı ama Müslümanın aklı (mantığı) İslamcılığın etkisine girdi. Böyle bir etki son derece tehlikelidir.”

***

Kıdemli imam hatipli Ahmet Hakan, Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasının üzerine mal bulmuş mağribi gibi atladı: “CHP, biraz da şartların zorlamasıyla ve hayli gönülsüz olarak başörtüsünü mesele olarak görmekten vazgeçtiğine dair işaretler vermişti ama özeleştiriye asla ve kata yanaşmamıştı. / Dikkat! Dikkat! / Bu bir ilktir! / CHP, ilk kez bu konuda yan yollara sapmadan şahane bir özeleştiri yaptı./ Mırın kırın etmeden... Hepimizin ama hepimizin... / Bu özeleştiri nedeniyle... / Ayakta alkışlamamız gerekir Kemal Kılıçdaroğlu’nu...” (Hürriyet, 5.10.2019)

***

Türban”, yukarıda da işaret ettiğim gibi İslamcılığın evrensel boyut kazanmak için kullandığı en önemli silahtı. Başörtüsünün Tanrı buyruğu olduğunu ileri sürüyordu. Ama yalan söylüyordu, Kuran’da başörtüsünü zorunlu kılan özel bir ayet yoktu. Nûr suresi 31’inci ayetini tanık göstermeleri de mümkün değil(di).
Nûr Suresi 31. ayet: “Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını (ferçlerini) saklasınlar… Örtülerini göğüsleri üzerine indirsinler.”
Bu ayet dilimize mealen türlü türlü tercüme edilmiş. Ama Muhammed bin Hamza 15. yüzyılda saptırmadan şöyle çevirmiş:
“Dakı eyit mu’mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini. Dakı göstermesinler bezeklerini… Dakı bıraksunlar derinceklerini göncükleri üzre…” (Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s. 283-284)
Günümüz Türkçesi ile şöyle: “Ve söyle inanan kadınlara: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ve saklasınlar cinsel organlarını. Ve göstermesinler zinetlerini (süslerini)… Ve yakaları üzerine bıraksınlar başörtülerini…”

***

Derincek “başörtüsü” anlamına geliyor. Ama bu başörtüsü, kadınların, erkeklerin, putperestlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların güneşten ve çöl kumlarından korunmak için başlarına örttükleri geleneksel örtü. Bugün de var. Kuran, “başınızı örtün” demiyor, “başınızdaki örtüyü çıplak göğsünüze indirin, salın” diyor. Çünkü İslamdan önce putperest Arap kadınları göğüslerini örtmüyorlardı.
Bu konuda birçok yazı yayımladım, ayetin Almanca, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca çevirilerinden örnekler verdim. Bana sadece küfrettiler, ölümle tehdit ettiler.
***
Türban geleneksel başörtüsü değildir. İslamcı cihadın simgesidir! “Türban”a “Başörtüsü” demek selefi İslamcı AKP’nin tuzağına düşmek olur!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

TÜRKEN foundation - ÜNAL ÖZMEN

ABD’de kurulan ve Londra’da şubesi bulunan TÜRKEN Vakfının vizyonu (ABD ve İngiltere’ye) “Yeni gelen öğrencileri batı kültürüne, yaşamına, şehirlerine ve kurumlarına uyarlamak.” Vakfın amacı anlamındaki vizyonunun “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlamak” olduğunu TÜRKEN’in kurucu ortaklarından biri olan TÜRGEV’in söz konusu vakfa ayırdığı sayfadan öğreniyoruz.


Vakıf, TÜRGEV ve ENSAR’ın yurtdışı ayağı olarak kuruluyor. Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan’ın yeğeni; kızı ve damadı ise yönetim kurulunda. TÜRKEN de aile vakıflarından biri.

TÜRKEN’in patronu TÜRGEV ve ENSAR’ın Türkiye “vizyonu”, Batı kültürü ve Batılı yaşam tarzı karşıtlığına dayanıyor. Batı’da Batı kültürüne, Doğu’da Doğu kültürüne uymak tüccarlar açısından bir çelişki değil. TÜRKEN’in vizyonundaki “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlama” maddesini, faaliyette bulundukları Batılı ülke yönetimlerine “güven mektubu” olarak da okuyabiliriz. Sorunumuz bu değil...

Asıl sorun, TÜRGEV ve ENSAR tarafından TÜRKEN Vakfına vakfedilen, Türk lirası karşılığı 330 milyon lira olan 54 milyon 250 bin dolar paranın kaynağı. CHP ABD Temsilcisi Yurter Özcan’ın ABD Hazine Bakanlığı Vergi Dairesinden edinip paylaştığı bilgiye göre bu miktar 2014-2017 yıllarında aktarılmış. Son iki yılda akan tutarı bilmiyoruz.

ENSAR ile TÜRGEV’in sahip olduğu mal ve parasal varlıkların kaynağına inildikçe yol, su, elektrik, okul, yurt yapsın diye devlete verdiğimiz vergilerin dövize çevrilip gönderildiği ortaya çıkıyor. Ekrem İmamoğlu’nun iptal edildiğini söylediği ve sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesinden vakıflara aktarılmış 357 milyon liralık kaynak, vakfedicinin bizler olduğunu gösteriyor.

54 milyon 254 bin doların asıl bağışçısı kim? 
Örtülü ödenek mi? 
Vakıfları adına parayı gönderen Bilal Erdoğan ve İsmail Cenk Dilberoğlu mu? 

Birincisi ise, kasa hesabına bakılarak; ikincisi ise, bu şahısların servetindeki değişimden anlaşılabilir. Transfer edilen dolarlar eğer Suudi kralının 2012’de TÜRGEV’e yaptığı 100 milyon dolarlık bağıştan karşılandıysa, ENSAR payına düşen parayı nerden temin etti? Bilmek hakkımız, çünkü her durumda vakfedici biziz...

VAKIF DEVLET
Bir vakfın kurulup yaşayabilmesi için malını veya parasını vakfeden birinin/birilerinin olması gerekiyor. Devlet vakıf kuramaz, amacı ne olursa olsun malını ve parasını vakfedemez. Sözleşmelerinde belirtildiği gibi vakıfların kuruluş amacı toplumun bir sorununa merhem olmaksa, o zaten devletin varlık nedenidir. Devletin o sorunu çözmek üzere kurulmuş birimleri vardır. Mesela öğrencilerin kredi ve yurt sorununu çözmek için Kredi ve Yurtlar Kurumu adında bir kurumu var. Kurum yasayla verilmiş görevini yapamıyorsa çare sorunu vakıflara havale etmek değil, kurumu işler hale getirmektir.

Vakıflar, devletin henüz “devlet” olmadığı dönemlerde, serveti ayrıcalıklarıyla güvende tutan kurumlar olarak olarak ortaya çıktı. İslamcılar, modern devlet kurumlarının yerini vakıflarla dolduruyor. Geldiğimiz noktada Türkiye artık bir vakıf devlete dönüşmüş durumda ve baba, bu vakıf devleti, efradından oluşan mütevelli heyetiyle yönetiyor.

Belediyelerin, vakıflara kaynak aktarmayı durdurması yetmez. Eğer Türkiye yeniden modern devlet kurumlarına kavuşacaksa, kamu bütçesinden vakıflara aktarılan mal ve paralarla kamu gücü kullanılarak elde edilmiş varlıklarına el konulması zorunludur. 

Benim paramla kimsenin hovardalık yapmaya, Manhattan otellerinde zıkkımlanmaya hakkı yoktur!

Ünal Özmen / BİRGÜN

‘97 yıl’ önce bugün! - Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Değerli dostlar bu yılki gibi, “30 Ağustos Zafer Bayramı” cuma gününe rastlayınca bu köşe bütünüyle bu “Zafer”e ayrılır, türlü bağlamlarda ele alınıp değerlendirilirdi.

Bu kez, Kurtuluş Savaşı’nın  Başkomutanı  Atatürk’ün anlatımına özgülendi; kitabı  “Söylev”de şöyle başlar: “Düşündüğüm kesin sonuçlu bir meydan savaşı yapmaktı (...) Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı  Fevzi (Çakmak)  Paşa, gereği gibi incelemeler yapmışlardı. Savaş ve saldırı planımız çok önceden saptanmıştı. Ankara’dan ayrılıp, ‘23 Temmuz 1922’ akşamı, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim (...) 28 Temmuz  günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını izlemeleri nedeni ileri sürülerek, ordu komutanları Akşehir’e çağrıldı; saldırı üzerine görüştüm (...) saldırının nasıl yapılacağını ayrıntılarıyla saptadıktan  sonra Ankara’ya döndüm.” 

Atatürk, saldırı buyruğu verildiğini bildirmek için Bakanlar Kurulu’nu toplar, yapılan görüşmelerle bu konuda, görüş birliğine vardıklarını açıklar, ardından da Meclis’teki, “kökten karşıcıllar”ın durumuna değinir, bunların tutumunu şöyle anlatır: “Ordunun yozlaştığı, kıpırdayacak durumda olmadığı; böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin yıkımla sonuçlanacağı yolundakipropagandalarını iyice kızıştırmışlardı (...) bu olumsuz propaganda en yakın ve en inançlı kişiler üzerinde bile kötü etkiler yapmaya başlamış, onlarda da duraksamalar başlamıştı” der, ardından da yaptığı açıklamalarla bu gruba da güvence verdiğini söyleyip, cepheye gitmek için Ankara’dan ayrılır. 

Ne ki bu, gizli bir ayrılıştır; Atatürk bu durumu Söylev’de şöyle anlatır:  “Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Dahası, benim Çankaya’da çay şöleni verdiğimi de gazetelerle  yayımlayacaklardı...”  Bu plan, sonraları hep büyük bir keyifle anılacaktır... 

Atatürk şöyle sürdürür konuşmasını: “20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra, saat dörtte, Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na buyruk verdim! (...) Komutanlar işe koyuldular.Saldırımız, her bakımdan bir baskın biçiminde yapılacaktı. Bundan ötürü, her türlü yürüyüş gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi (...) 25 Ağustos 1922 sabahı da, savaşları yönettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah, saat 05.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.” 

Evet değerli dostlar, tam “851” yıl önce, yine bir “26 Ağustos” sabahı “Malazgirt”teki zaferiyle Anadolu’ya adım atan atalarımızın, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen 
Osmanlı Devleti’ne imzalatılan “Sevr Antlaşması”yla, adım adım Anadolu’yu terk etmelerini düzenleyen Batı Emperyalizmi’nin planı, 1922 yılının 26 Ağustos sabahı parçalanıyordu.

Yine Söylev’e dönüp okumayı sürdürürsek, “26 ve 27 Ağustos”  günlerinde  Afyonkarahisar’ın güneyinde ‘50’, doğusunda, ‘20-30’ kilometre uzunluğunda bulunan düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük kuvvetlerini, ‘30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Buna Başkomutan Savaşı adı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık. 
Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan ‘General Trikopis’ de tutsaklar arasındaydı. Demek, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oluyordu.” 


Atatürk, Söylev’de (Nutuk) böyle anlatır, “30 Ağustos Zaferi”ni. Ayrıca görüldüğü gibi, bu “zafer”in, dolaysiyle “Kurtuluş Savaşı”nın Başkomutanı “Atatürk”tür; savaşın ana cephesini oluşturan “Batı Cephesi’nin Komutanı” da “İnönü”dür. 

Peki, “30 Ağustos Zaferi”yle sonuca ulaşan “Kurtuluş Savaşı”nın ardından oluşan “TC Devleti”nin, bugün başında bulunan Erdoğan, “Atatürk ve İnönü”ye ne diyor? Ne denli söylemek, yazmak istemesek de, Erdoğan’ın, “Atatürk ve İnönü”ye “iki ay..ş!” deyişi tarihte yerini aldı. 

“30 Ağustos Zafer Bayramı”mız kutlu olsun! “Nice ‘97’ yıllara!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Neo-Abdülhamitçilik - Mehmet Ali Güller

Nedir İdlib meselesi? Kısaca anlatalım:
 
Rus hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu kuzeye doğru bir taarruza başlamış ve topraklarını parça parça yeniden egemenliğine alıyordu. Geri çekilen terörist gruplar İdlib’de mevzileniyordu. Suriye ordusu, Rusya hava kuvvetleri desteğiyle buraya da bir operasyona hazırlandı. Ancak AKP hükümeti sığınmacı sorunu yaratacağı gerekçesiyle bu operasyona karşı çıkıyordu (Oysa AKP için esas neden şuydu: İdlib’i verirse, Afrin’de tutunamayacaktı.

AKP hükümeti, normalleştiği ve işbirliği geliştirdiği Astana ortağı Rusya’dan zaman istedi. Moskova, Washington’la sorun yaşayan Ankara’nın Atlantik cephesiyle birlikte hareket etmemesi için o zamanı verdi ve Soçi Mutabakatı imzalandı. Mutabakata göre özetle Türkiye bir silahsızlandırma bölgesi kuracak, radikal teröristlerle ılımlı teröristleri birbirinden ayıracak, radikal teröristleri silahsızlandırma bölgesinden çıkaracak, M4 ve M5 otoyollarının güvenliğini sağlayarak trafiğe açacaktı… 

Ancak AKP hükümeti mutabakatın gereklerini yerine getirmedi. Rusya zaman zaman hatırlatsa da ve zaman zaman Suriye ordusunun İdlib kırsalına yönelik operasyonlarına yeşil ışık yaksa da, esas olarak ABD’yle pazarlık yapan AKP’yi küstürmemek için ağırdan aldı.

‘ABD’yle anlaşan İdlib’de tutunamaz’ 
Ancak AKP hükümeti ABD’yle güvenli bölge anlaşmasına varınca durum değişti! Rusya hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu İdlib’e yeni bir taarruz başlattı. Bir Rus uçağı da nokta atış yaprak Türk konvoyunun önündeki ÖSO komutanını taşıyan aracı vurdu. Putin de “Soçi mutabakatını imzaladığımızda İdlib’in yüzde 50’si  teröristlerin kontrolündeydi, şimdiyüzde 90’ı” diyerek AKP’yi suçladı. 

Özetle Moskova, Ankara’ya “ABD’yle Fırat’ın doğusu için anlaşan, Fırat’ın batısında tutunamaz” mesajı verdi. 

Şimdi AKP hükümeti İdlib’de nasıl tutunabileceği üzerinde çalışıyor. Erdoğan’ın yarın Putin’le yapacağı görüşmeye hangi tavizleri içeren bir dosya götürdüğünü göreceğiz… 

Artık başlıktaki kavramı incelemeye geçebiliriz:

Erdoğancılık, neo-Abdülhamitçiliktir 

Abdülhamit’in 31 yıllık (1877-1908) istibdat rejimi, özetle dışarıda bir büyükgüce karşı bir diğer büyük güce yaslanmak, içeride ise iktidarına tehdit gördüğü her kesime şiddetli baskı   uygulamaktı.

Abdülhamit’in bu çizgisi ne 1.6 milyon kilometrekarelik toprak kaybını önledi, ne de Osmanlı’nın çöküşünü…
Erdoğan’ın 18 yıldır uyguladığı çizgiye Erdoğancılık denecekse, bu Erdoğancılık esas olarak neo-Abdülhamitçiliktir. 

Suriye düzleminde bakarsak, neo- Abdülhamitçilik şudur: Erdoğan’ın Rusya’yla anlaşarak kendisine Suriye’de alan açmaya çalışması, bunu ABD’yle pazarlığında kullanması ve bu iki büyük gücü de AB’yle ilişki ile dengelemeye çalışması

Suriye’de neo-Abdülhamitçilik 
Pratikte Erdoğan’ların Suriye’deki neo-Abdülhamitçiliği şöyledir özetle: 
Neo-Abdülhamitçilik, AKP’nin, Fırat’ın batısında Rusya’yla işbirliği yaparak İdlib’de ve Fırat’ın doğusunda ABD’yle işbirliği yaparak 30 km. derinlikte, güvenli bölgeler kazanacağını sanmasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilk, Rusya ve İran’la Astana formatı kurması ama bunu dengelemek için de Rusya, Almanya ve Fransa’yla ayrı bir dörtlü oluşturup İstanbul Zirvesi toplamasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilik, Suriye’de rejimi yıkma ve Şam’da İhvan rejimi kurma hayalleriyle başlayan ve 5 milyon Suriyelinin Türkiye’ye girmesiyle sonuçlanan siyasi körlüktür. 
Neo-Abdülhamitçilik, Esad’ı yıkmak için PYD’yle işbirliği yapmak, sonra PYD’ye karşı çıkmak ama en sonunda ABD’yle anlaşarak PYD’yi tanımayla sonuçlanacak yola girmektir.

Ankara Şam’la anlaşmalı 
Ancak bu anlayış sürdürülemez hale gelmiştir ve artık Türkiye’yi ciddi bir felakete götürmektedir!
 
Türkiye ABD’ye karşı Rusya’ya, Rusya’ya karşı ABD’ye yaslanma siyasetini bir an önce terk etmeli ve asıl Şam yönetimiyle anlaşarak komşusunun topraklarının tamamında egemenliğini yeniden kurmasınayardım etmelidir. 

Zira bir ülkenin sınır güvenliğinin garantisi, komşusunun sınırının güvenliğinden geçer!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...