Ya Testere Necmi de olmasaydı Tarık abi? - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Hastaymış. Duyamadık. Hastaneye en son yatışı iyi sonuç vermişti diye biliyorduk. Tekrar yatmış… Tedavi görüyormuş. Haberimiz olamadı.
Ülkemizde ne yaptığı belirsiz ünlü (!) magazin yıldızları, son single’ını üç yıl önce çıkartmış, sesi değil ‘sahnesi güzel’ şarkıcılar, olmazsa olmaz bazı politikacılar ve bazı bürokratlar dışında kimse ölmeden önce haber değerine sahip değil.
Ya Testere Necmi de olmasaydı Tarık abi? İki sütuna üç santim bir gazete haberi ya da 10 saniyeye sığan bir televizyon haberiyle kaybolup giderdin gündemin (!) yoğunluğu arasında… Üstelik de sahne sanatlarının en yaygın ve en etkilisi kabul edilen tiyatronun en başarılı sanatçılarından hatta hocalarından biriyken…
Biliyoruz, tamam. Günümüz görsellik ve televizyon dünyası… Televizyonda ve sosyal medyada bir şekilde varsan, yaptığın işin değerini soran yok.
Her akşam sonu gelmez bir kaos biçiminde tartışma programlarında birbirine efelenenler, kavga çıksın diye ellerini ovuşturup kavga çıkınca da “Aaa lütfen yapmayın, ben bari reklama gideyim” diyenler…
Yayın yönetmenleri, program yapımcıları; bir bakın yayın akışlarınıza! Kaç tane aklı başında sanat-sohbet programınız var? Toplumu aydınlatacak, ufkunu açacak, bilgilendirecek, sanatla uğraşmasını ya da hayatın içinde sağlıklı bir olguya, bilime, entelektüel olmaya özendirecek, gerçekten merak duymasını sağlayacak kaç programınız var?
Bahane hazır: Hayatın gerçeği! Sen ne yaparsan hayatın gerçeği odur! Sen nasıl davranırsan, senin kendi gerçeğin de o olur.

Tarık Ünlüoğlu kayan bir yıldız gibi uzaklaştı ufkumuzdan. ‘Testere Necmi’‘Cahit Turuncu’ ya da ‘Edremit’ olmasaydı, son yolculuğu bu kadar haber değeri taşıyacak mıydı? Yıllarca doğru oyunculukla, alın teriyle sahnelerde can verdiği karakterler, Tarık Ünlüoğlu’nu önemli
yapmayacaktı. Değerinden bir şey kaybetmese de kalabalıklar bilemeyecekti.
Pilot olma hayallerin varmış Tarık abi… Üzülme oralarda. Canlandırdığın her karakterle seni izleyenleri hep bulutların üstüne çıkarttın. Başka evrenlere uçurdun. Yetmez mi?
Bu ülkenin entelektüel düzeyi yerlerde sürünüyorsa, 12 yaşındaki çocuk da 42 yaşındaki büyük de okuduğunu anlayamıyorsa, kadın cinayetleri almış başını gidiyorsa sorumlu kim? Demeye dilim varmıyor ama… Eğer biz çocukları yurt dışına gönderdik, hepimiz de çift pasaport aldık, azıcık mal mülk de yaptık, sıkışırsak biz de gideriz diyorsanız o başka… Biz buradayız.
Tarık Ünlüoğlu’nu hüzünle yolcu ettik. Ama biz Harbiye Şehir Tiyatrosu’ndayız, Şinâsi Sahnesi’ndeyiz, Haldun Taner Sahnesi’ndeyiz, Anadolu yollarında turnedeyiz; yetişebildiğimiz kadar İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Adana’nın semtlerinin, mahallelerinin tiyatro salonlarındayız, perdeler açılıp kapanırken avuçlarımız patlayıncaya kadar
alkışlıyoruz.
Kimseden davetiye beklemiyoruz. En büyük onurumuz gişeden bilet almak… Bu yıl alkışlarımız Tarık abi gibi tiyatronun ve sanatın ışığını insanlığa taşırken yitirdiğimiz bütün gerçek sanatçılarımızın ruhuna değsin…
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Hasar tespit raporu: Kim ne kazandı, kim ne kaybetti? - LEVENT GÜLTEKİN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD başkan yardımcısı ile yaptığı görüşmenin ardından Suriye’ye yönelik operasyonda ateşkes ilan edildiği açıklandı. 
ABD başkanının sabah akşam Türkiye’yi tehdit etmesi, nezaketten, saygıdan, devlet terbiyesinden yoksun mektupla önerilen arabuluculuk teklifi ve başkan yardımcısının ziyareti sonrası ateşkes kararı…
Yabancı medya, kimi yabancı uzmanlar, Türkiye’deki iktidar yanlıları ve hatta kimi muhalifler ABD ile yapılan operasyonu durdurma pazarlıklarının ve nihayetinde ortaya çıkan sonucun Erdoğan için bir zafer/kazanım olduğunu söylüyor. Kağıt üstünde yani meselenin görünen kısmında Erdoğan kazanmış duruyor elbette.
Fakat şöyle bir soru var: Erdoğan’ın kazancı Türkiye’nin kazancı oluyor mu?
Bu soruya ne yazık ki evet diyecek durumda değiliz.
Sıklıkla söylerim yeri gelmişken tekrarlayayım: Özellikle son birkaç yıldır ülkenin geldiği durumdan dolayı iktidarın yararına olan her şey Türkiye’nin aleyhine, Türkiye’nin yararına olan her şey ise ne yazık ki iktidarın aleyhine.
Bu meselede de benzer bir durum var ne yazık ki.
Yani kazanan Erdoğan, kaybeden ise Türkiye oldu. 
Nasıl mı? Anlatayım. 
İktidar “Sınırımızda teröristlerin devlet kurmasına müsaade edemeyiz”  diyerek sınır ötesi operasyon başlattı ve bir hafta sonra ABD’nin de baskısıyla ateşkes ilan edilip operasyona ara verildi. 
Şimdi burada bir kazanımdan bahsediliyor. 
Nedir o kazanım? 
Mesela iktidarın operasyon için ileri sürdüğü gerekçeyi ortadan kaldıracak bir sonuç mu çıktı ortaya?
YPG yok olmadığına, yani aramızda sadece bir duvar olan sınırımızdaki Kobane, Kamışlı gibi birçok Kürt nüfus yoğunluklu şehir ve kasaba olduğuna, buralarda da YPG etkin olduğuna göre Türkiye bu bir hafta süren operasyon ve ardından gelen ateşkes ile nasıl kazanım elde etmiş oluyor?
YPG’nin bazı bölgelerde geri çekilmeyi ve Türkiye’nin istediği 30 km sınır hattının çizimini kabul ettiği söyleniyor.
On binlerce insanın yaşadığı bu şehirler yerlerinden sökülüp 30 km geriye taşınamayacağına göre…
Dahası diyelim 30 km geriye gitmiş olsalar bile Türkiye hissettiği tehditten veyahut tehlikeden kurtulmuş mu olacak?
Diğer taraftan operasyonun başlamasıyla dünya kamuoyu nezdinde Türkiye’nin imajını yaralayan birçok olay yaşandı. 
Mesela ABD başkanının bir hafta boyunca sabah akşam ülkemize hakaret edip tehdit etmesi ve buna sessiz kalınması…
Saygıdan, nezaketten, devlet terbiyesinden uzak bir mektupla Türkiye’nin tehdit edilmesi ve ülkeyi yönetenlerin buna tek bir cevap verememiş olması…
Türkiye’nin “Terör örgütü” dediği YPG’nin bütün dünyanın bildiği ve dahası sempati beslediği bir örgüt haline getirilmiş olması. 
Yine bütün dünya kamuoyunda Türkiye’nin Kürtlere saldıran, Kürtleri öldüren bir devlet olduğu algısının oluşması…
Günlerdir sabah akşam neredeyse bütün dünya medyasında ülke aleyhine yayınlar yapılıp ülkemizin dünyadaki imajının yerle bir edilmiş olması… 
İmaj kaybıyla beraber yabancı sermayenin biraz daha kaçması ve savaş maliyetlerinin ekonomiye getirdiği ağır yük… 
Onlarca insanın can kaybı nedeniyle hem içeride hem de dışarıda ekilen düşmanlık tohumları. 
Savaş nedeniyle estirilen milliyetçilik dalgasının toplumsal barışı zedeleyecek bir hale dönüşmesi…  
Hepsinden önemlisi de esasında demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlük eksikliğinin sonucu, iç mesele olarak ortaya çıkan ‘Kürt sorunu’nun farklı devletlerin de müdahil olmasıyla giderek uluslararası bir zemine taşınmış olması. 
ABD’de halen sürmekten olan Türkiye’ye yönelik yaptırım hazırlıkları… 
Yaşanan bunca tahribat, ülkenin aldığı bunca yara, uğradığı itibar kaybı, dünyanın nefret ettiği bir ülke haline gelmiş olmamız ve ülke aleyhine gelişen birçok olumsuzluk…
Savaşın ülkeye böyle ağır maliyeti varken ülke lehine elle tutulur tek bir olumlu kazanım olmamasına rağmen kazanımdan bahsetmek…
Hangi kazanım? 
YPG’nin bazı bölgelerden 10-15 km geri çekilmesi mi kazanım? 
Ya da bazı küçük isteklerin ABD’ye kabul ettirilmesi mi? 
Türkiye tam olarak ne kazandı? Hangi kazanımdan bahsediliyor? 
Yukarıda da dediğim gibi bir kazanım var ama ne yazık ki o da Türkiye’nin değil Erdoğan’ın kazanımı.
Peki Türkiye kaybederken Erdoğan ne kazandı? 
Millet ittifakı ciddi yara aldı. Muhalefet 23 Haziran seçim sürecindeki yakaladığı psikolojik üstünlüğü kaybetti. Milliyetçilik rüzgarı ile toplum iktidarın yanında konsolide oldu. 
Yolsuzluk, işsizlik, ekonomideki kötü gidiş gibi temel meseleler gündemden düştü. 
ABD’ye kafa tutmuş, istediğini almış bir lider imajı oluştu ve muhalefetin politikasızlığı, kararsızlığı nedeniyle toplumun bir kesimindeki ‘kararlı, dirayetli ve ülkesinin menfaatlerini koruyan bir lider’ kanaatini pekiştirdi. 
***
Muhalefet açısından da tablo pek parlak değil. 
Operasyonun en büyük kaybedeni kuşkusuz muhalefet partileri.
Ülke için hayati meselelerde Erdoğan’ın politikalarına teslim olmaktan başka bir politikalarının olmadığı görüldü.  
Yeni siyasete, yeni politikaya, iktidarın ülkeyi sıkıştırdığı bu girdaptan çıkaracak cesarete, dirayete ve akla sahip olmadıkları dahası böyle sahici niyetlerinin de olmadığı ortaya çıktı. 
Siyaset anlayışı, meselelere yaklaşım… eski, çağın gerisinde kalmış oldukları ve bu anlamda iktidar partisinden pek farkları olmadığı görüldü.
Diğer yandan hem ağlarım hem giderim politikası ile yani bir taraftan Meclis’te tezkereye “Evet” deyip sonrasında da ‘bu operasyonun aslında doğru olmadığını, ülkeye zarar verdiği’ söylemeleri… Bu tür sahicilikten uzak, ilkesizlik olarak algılanacak yaklaşımla inandırıcılıklarını bütünüyle kaybettiler.   
Ülkenin neredeyse yarısı bu tür meselelerin savaşla, ölmeyle, öldürmeye çözülmeyeceğini düşünürken, yani savaşa, operasyona karşıyken, bu toplum kesimini temsil eden, onların yaklaşımlarını ülke siyasetinde etkin bir güce dönüştüren tek bir partinin olmaması hakikaten anlaşılır gibi değil.  
Bütün bunlar bize ülkede doğru bildiğini yapmaktan, söylemekten imtina etmeyen, iktidarın esasında ne yapmaya çalıştığını anlayan ve bunu topluma anlatacak cesareti, dirayeti olan; ülke yararı için gerekirse risk alan ve toplumu iktidarın etkisinden kurtaracak yaklaşıma, akla, politikaya sahip, sahici, kararlı, gerçek bir muhalefetin olmadığını gösterdi.
Burada acı olan ise şu: Muhalefetin kaybı ne yazık ki aynı zamanda ülkenin de kaybı oluyor.
Muhalefetin yetersizliği, kararsızlığı, eksikliği, cesaret ve dirayet yoksunluğu, gidişatı değiştirecek politikalarının olmaması ve nihayetinde gelen başarısızlık… 
Bütün bunlar ülkenin de aleyhine olan durumlar.
Burada Türkiye’nin tek kazanımı var: Sorunları daha da büyüten, içinden çıkılmaz hale getiren bu operasyonun ülkemize hem içeride hem de dışarıda daha fazla zarar vermeden ‘şimdilik’ durdurulmuş olması.
Umarım kalıcı olur da ülke daha fazla tahrip olmaz, durum büsbütün içinden çıkılmaz hale gelmez. 
LEVENT GÜLTEKİN / DİKEN

İki savcının rüşvet kayıtları dosyada - Yeniçağ

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında görevliyken açığa alınan iki savcının, rüşvet yazışmaları ortaya çıktı. 


Şüpheli savcı L.K.’nin bir milyon dolara gözaltı kararı aldığı bildirildi. İki savcının 7 yıl 10 aydan 28 yıl 6 aya kadar hapsi istendi.

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, şüpheliler L.K. ve İ.B.’nin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında görevli savcı oldukları ve 8 Mart 2019'da HSK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldıkları belirtildi.

Görevinden uzaklaştırılan şüpheli L.K.’nin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunun dosyasının şüphelileri olan M.A. ve A.K. ile yakın irtibatlı olduğu iddia edildi. Bu şahıslarla birçok soruşturma dosyası hakkında görüşme ve yazışma yaptığı, bilgi alışverişinde bulunduğu da ileri sürüldü.

“HEMEN DEVREYE GİRELİM”
Şüpheli L.K.'nin başka şüphelilerle aralarında geçen yazışmalarda “Hemen devreye girelim”, “Bitirelim”, “50 bin hazır”, “Abi tamam çarşamba bitermiş fakat rakam az”, “Rakam ne diyorlar”, “Ankara usulü”, “Yüzde on”, “150 bin mi”, “Talep gibi istiyoruz” diyerek iş takibi yapıp menfaat teminine çalıştığı ve bir dosyanın davacısından 75 bin 500 lira maddi menfaat sağladığı iddia edildi.


L.K.'nin şüpheliler M.A. ve A.K. ile makam odasında görüştüğü, görevli olmadığı soruşturmalar hakkında sorgulama yaptığı da belirtildi. L.K.’nın, şüphelilerle whatsapp yazışmalarının bulunduğu, aldığı bilgileri bu kişilere aktardığı, maddi menfaat temin etmeye çalışmalarına yardım ettiği değerlendirilmesi yapıldı.

FETÖ SORUŞTURMASINI UYAP’TAN SORGULATMIŞ
İddianamede şüpheli olan savcı L.K.’nin, İsviçre'de şirketi olan ve Türkiye'de yatırım yapmak için gelen bir kişinin FETÖ suçlaması ile ilgili soruşturmasının durumunu yine görevli olmadığı halde ricayla UYAP sisteminden sorgulattığı, dosyanın işlemlerinin hızlandırılması için soruşturma savcısına tavassutta bulunduğu öne sürüldü.

GÖZALTINA ALDIRMAK İÇİN 900 BİN DOLAR
Bir avukat, şirket başkanı ve ortağıyla bir restoranda buluşan şüpheli savcı L.K.’nin, bu kişilerle arkadaşını istihbaratçı diye tanıştırdığı, çekleri icraya verilen şirket başkanının şikayet dilekçesinin nöbetçi olduğu güne verilirse kendisine düşüceğini söylediği, örgüt kapsamında diğer şahısları şüpheli yapacağı anlaşmasına vardığı bilgileri iddianamede yer aldı.

İddianamede şüpheli savcı L.K.’nin işi halledeceğini taahhüt ettikten sonra şirket sahipleriyle işin tamamlanması karşılığında, önden 100 bin dolar, şahısları gözaltına aldırdıktan sonra ise 900 bin dolar olmak üzere bir milyon dolar maddi menfaat elde etmek konusunda anlaştığı öne sürüldü.

“PARAYI MAKAM ODASINDA ALDI” İDDİASI
İddianamede şüphelinin diğerlerine istihbaratçı olarak tanıttığı kişiden nöbetçi olduğu tarihte adliyede 7. kattaki odasında 60 bin dolar ile “kalan 540 bin dolar” yazılı bir not kağıdı aldığı tespitlerine de yer verildi. L.K.’nin ifadesinde, M.A.’nın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının bir soruşturmasında tutuklandığında kendisinden para istediğini, bu kişiye para vermemesi nedeniyle bu olayları tamamen uydurduğu, soruşturmayla ilgili işlemlerin usul ve yasaya uygun olduğunu öne sürdü. L.K.’nin, şüpheli kişilerin kendisinden ya da başkalarından çıkar sağladıklarını bilmediğini, sorgulamaların ön bürodan dahi öğrenilebileceğini, mesajların menfaat temini ya da iş takibi amacıyla olmadığını, bir arkadaşı tarafından kendisine iletilen durumu sorulan konular olduğunu iddia ettiği belirtildi. Bir davanın davacısı olan M.Ö.’den gelen paranın ise kendisine burs şeklinde gençlere yardım etmek için peyderpey gönderildiğini iddia eden L.K.’nin bu amaçla para sarf ettiğini söylediği  kaydedildi.

DOSYA İÇERİĞİ VE KAMERA KAYITLARI UYUMLU
Öte yandan M.A.’nın beyanında geçen rüşvete konu paranın adı geçen cumhuriyet savcısına teslim edildiğine ilişkin anlatımların dosya içeriği ve kamera kayıtlarıyla uyumlu olduğu da iddianame yer aldı. İddianamede diğer şüpheli İ.B.’nin de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunun bir dosyasında şüpheli olan F.T. ile yakın ilişki içerisinde olduğu, bir dosyada “kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” alınması karşılığında dosya şüphelisinden aracıyla 100 bin dolar menfaat temin ettiği, başka bir şüpheli O.S. ile de 200 bin lira menfaat sağlamak için anlaştıkları, diğer şüphelilerden de menfaat temin etmek üzere girişimde bulunduğu anlatıldı.

GÖREVİ OLMAYAN DOSYALARI SORGULATMIŞ
Şüpheli savcı İ.B.’nin görevi olmayan bir soruşturmanın başsavcı vekili onayı yapılmadan “kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın” örneğini dosya şüphelilerinden F.T. ile paylaştığı, görevi olmayan dosyaları sorgulattığı değerlendirilmesinde bulunuldu.  İddianamede, şüpheli İ.B.'nin, İstanbul Adliyesine gelecek yabancı heyetin karşılanması konusunda İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan tarafından hazırlanan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Hasan Yılmaz tarafından iletilen mesajı şüpheli F.T'ye gönderdiği öne sürüldü.

YURT DIŞINA ÇIKIŞ YASAĞININ KALDIRILMASI İÇİN 250 BİN LİRA
Görevi olmayan bir soruşturmayla ilgili İ.B.’nin, dosya şüphelilerinin yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması ve kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi karşılığında aracılarla 250 bin lira menfaat temini için anlaştığı, 50 bin lira maddi menfaat karşılığı dosyada adı geçenler lehine işlem yaptığı da iddianamede anlatıldı.

İddianamede, şüpheli İ.B.’nin ifadesinde, başkasından ele geçirilen yazışmalardan dolayı kendisine isnatta bulunulmasının hakkaniyet ve temel hukuk ilkelerine bağdaşmadığı, konuya ilişkin şüphelilerin umreye gidecekleri için pasaportlarındaki tahditlerinin kaldırılmasını talep ettiklerini, adliye içerisinden ve dışarıdan bu kişilerin mağduriyetlerinin birkaç yerde kendisine ulaşınca ifadelerinin bir an önce alınmasında özen göstererek, yakınmalarının önüne geçmeye çalıştığını söylediği kaydedildi.

Şüpheli İ.B.’nin ifadesinde, kendisine yöneltilen suçlamaların yersiz olduğunu, adliyedeki heyetin karşılanması konusunda iletilen mesajı savcı arkadaşları ile paylaşmış olabileceğini, ancak bu mesajı başka kimse ile paylaşmadığını söylediği de öne sürüldü. İddianamede, şüpheli İ.B.’nin, F.T. ile beşeri münasebet geliştirirken gereken dikkat ve özeni göstermeyerek hataya düştüğünü kabul ettiğini, ancak soruşturma maddelerinde yazılı bulunan iddiaların hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını savunduğuna yer verildi.


YENİÇAĞ

Şantajın konusu mal varlığı ve rüşvet listesi! - Arslan BULUT

Öncelikle belirtmeliyim ki, ABD ile Türkiye arasında bir uzlaşma olduğu kanaatinde değilim! "Öyleyse bu uzlaşma metni nedir?" diye sorulabilir.


Bir defa Barış Pınarı Harekâtı, ABD'nin askerlerini o bölgeden çekmesi sayesinde başlatılabildi. Sonuçta Türk ordusunun harekâtı dokuz gün sonra durduruldu.
ABD'nin "bölgedeki kara kuvvetlerimiz" dediği PKK/YPG, Türk sınırından 32 kilometre güneye çekilecek ama orada varlığını sürdürecek. Yani bu anlaşma, PKK/YPG'nin güvenliğini sağlıyor! "ABD'nin PKK'yı kurtarma operasyonu" da


                                                            ***

Metinde, YPG'nin elindeki ağır silahların toplanması var da bunu kim yapacak? ABD mi? 32 kilometrenin ötesine geçmeyeceğinize göre, PKK, elindeki silâhları kendiliğinden mi bırakacak?

Bir de güvenli bölgenin genişliği konusu var. Hani 444 kilometre deniliyordu... Fiilen böyle bir ihtimal yok. 120 kilometre içinde kalınacak! Ayn el Arap'a Suriye ordusu girdi...

O halde neden herkes, "Türkiye istediğini aldı" diyor. Türkiye bu sonucu mu istiyordu?

Cemil Basa, "27 yıldır iletişim içindeyim. Hiç kimsenin, rezaleti başarı diye bu kadar iyi anlattığını görmedim." diyor.

Sonuçta, Trump, "Türkler ve Kürtlerin ilkokul çocukları gibi kavga etmelerine izin verdim ve kavgayı durdurdum" diye eğleniyor! Türkiye'yi küçük düşürüyor!
Üstelik Türkiye Kürtlerle değil ABD'nin eğitip donattığı PKK/YPG ile mücadele ediyor.


                                                             ***

Aslında Türkiye, bir bölge gücü olarak ABD'ye lâzım. George Friedman, 14 Ekim'de yayınlanan yazısında, özetle "ABD, Kürt devletine arka çıkamaz. Gerekli olduğu durumlarda, bazı ortak hedeflere ulaşmak için Kürtlerle ittifak kurabilir. Şu anda mesele El Kaide (IŞİD) değildir. Türkiye İran ile ilgili olarak ABD için Kürtlerden çok daha önemlidir. ABD stratejisinin temeli Çin, Rusya ve İran'ın çevrelenmesi politikasıdır. Türkiye'nin bu çerçeveye dahil edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden Trump, Suriye sınırındaki durumu Tayyip Erdoğan'ın ziyareti ile bir sonuca bağlayacak vakti gelince de küresel ve bölgesel iki güç arasındaki ilişkiler tekrar düzenlenecektir." diyor. (Nehir Nil, makalenin çevirisini yaptı ve Twitter üzerinden bağlantı verdi.)

Hani Erdoğan, Trump'ın mektubu için "Kabul edilemez. Vakti gelince gereği yapılacak" diyor ya... Gereği bu işte!

Peki ABD, neden PKK/YPG'yi Türkiye'ye karşı elinde bir koz olarak tutuyor?
Bu durum, ABD'nin içindeki İsrail ağırlığından geliyor. Zaten BOP, aslında bir İsrail projesi... Büyük İsrail'i, ABD'nin desteklediği PKK/YPG üzerinden kurabileceklerini sanıyorlar. ABD ise Türkiye'yi kendi çizgisine mecbur etmek için PKK/YPG'yi kullanıyor?
                                                              ***

Bir gazeteci, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence'e yüksek sesle, "Türkiye şantaj yaptığınız için mi operasyonu durdurdu?" diye sordu. Pence cevap vermedi!

Peki şantaj neydi?

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Demokrat Eliot Engel ve Komisyon'un kıdemli üyesi Cumhuriyetçi Michael McCaul, Temsilciler Meclisi'ne bir tasarı sundu.

McCaul, "Tasarımızın amacı çok basit: Türkiye'deki, bu ölümcül saldırıyı yürüten kişi ve kurumları geri çekilmeye zorlamak." dedi.

Kimleri peki?
Türkiye'nin Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, 2. Ordu Komutanı, Hazine ve Maliye Bakanı'nı…

Başka? 

ABD Dışişleri Bakanı'nın, istihbarat servisi ve Hazine Bakanlığı'yla birlikte çalışarak "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve ailesinin (eşi, çocukları, anne-babası ve kardeşlerinin) tahmin edilen mal varlığı, bilinen gelirleri ve yatırımlarına dair rapor" hazırlaması isteniyor.

Halkbank için hazırlanan ikinci iddianamede de Rıza Zarraf'ın Türkiye'de kimlere ne kadar rüşvet verdiği listeleniyor. 

Tasarıda, "Türkiye'nin Suriye'deki operasyonunu sonlandırması ve IŞİD karşıtı mücadeleye engel olmaması durumunda, yaptırımların sona ermesi" öneriliyor.

Tıpkı "anlaşma metni"nde belirtildiği gibi değil mi?

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Faisal Finans’ın prensleri Türkiye’de kral oldu - OZAN GÜNDOĞDU

Özal'ın başbakan olduktan sonraki ilk işi Suudi sermayesinin Türkiye'ye girişini kolaylaştıran Faisal Finans'a izin vermek oldu. Bugün BDDK ve SPK'nin başında Faisal Finans kökenli isimler yer alırken, Eximbank'ın da başına yine Faisal Finans kökenli bir isim getirildi.


Devletin 1987 yılında ihracatçıya destek sağlaması için kurduğu Eximbank genel müdürlüğüne cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Ali Güney atandı. Dün Resmi Gazete’de yayımlanan atama kararıyla beraber bankacılık sisteminin tepesini artık İslami finans kökenli isimler doldurmuş durumda. Gerek bankacılık sistemini düzenleyen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ve Sermaye Piyasası Kurumu’nun (SPK) gerekse kamu bankalarının idarecileri, temelleri 12 Eylül döneminde atılan İslami finans sektöründe yetişen isimlerden seçiliyor. Bugün bankacılık sektörünü yöneten isimlerin hemen hepsinin ortak özelliği ise 1980’lerde Suudi Arabistan kökenli şeriatçı örgüt Rabıta’nın Türkiye’de açtığı Faisal Finans’ta çalışmış olmaları. BDDK Başkanı Mehmet Ali Akben, SPK Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nun ardından EximBank’ın da başına geçmişte Faisal Finans’ta görev yapan bir isim olan Ali Güney atandı. 

Peki Türkiye’de İslami finansın temelleri ne zaman ve nasıl atılmıştı?

1973 PETROL KRİZİ İLE ANA RAHMİNE DÜŞTÜ
6 Ekim 1973’te Arap ülkeleri ve İsrail arasında başlayan savaş, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) petrol fiyatlarını 2 katından fazla arttıracak kararlar almasına neden olmuştu. 1973 Petrol Krizi olarak anılacak bu süreçte petrol zengini Suudi Arabistan 1973’te 4,3 milyar dolar olan petrol gelirini 5 yıl içinde 8’e katlayarak 34,3 milyar dolara çıkardı.

Petrol krizinin patlak vermesi petrol ithalatçısı Türkiye ekonomisini sarsmış, aynı süreçte ekonomi bir diğer darbeyi de yani Kıbrıs Harekatı sonrası yaşadığı ambargo sürecini de göğüslemek zorunda kalmıştı. Bu gelişmeler Türkiye’yi, petrol sayesinde hızla zenginleşen Suudi Arabistan ile yakınlaştırdı. Dönemin Milliyetçi Cephe hükümetleri içlerinde Rabıtacı milletvekillerini de barındıran Milli Selamet Partisi’ni de alarak Suudlarla yakın ilişkiler kurdular. 

Ankara’da Milliyetçi Cephe hükümetleri ekonomik ambargodan petrodolarlar ile çıkmayı umuyor, böylece Rabıta’nın toplantılarına Türkiye’den bakanlar boy göstermeye başlıyordu. Bu süreçte MSP milletvekilleri Salih Özcan ve Tevfik Paksu daha sonra Özal döneminde Suud sermayesini Türkiye’deki İslamcı holdinglere dağıtan Faisal Finans’ı kuracaklardı.

12 EYLÜL DÖNÜM NOKTASI OLDU
24 Ocak 1980 Kararları’nın altında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olarak imzası bulunan Turgut Özal’ı 12 Eylül Askeri Darbesi tarih sahnesine başbakan olarak çıkardı. Özal, Nisan 1983’te Başbakan olmuş ve göreve gelir gelmez Türkiye’de İslami finansın temellerini atacak bir kararnameye imza atmıştı. 13 Aralık 1983’te Suudi ve Körfez sermayesinin Türkiye’ye girişi ve yatırım yapması bir kararnameyle serbest bırakıldı. Dünyaya yayılan İslami banka zinciri Faisal Finans, Türkiye'de böylece 1984’te faaliyete geçti. Şirketin Türkiye’deki kurucu ortakları arasında Milli Selamet Partisi'nin iki milletvekili Salih Özcan ile Tevfik Paksu da vardı.

SAİD NURSİ 'HARİCİYE VEKİLİM' DİYORDU
Salih Özcan 2015’te vefat ettiğinde Sabah Gazetesi haberi “Vefat eden Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Salih Özcan, Şanlıurfa Halilurrahman Döşeme Cami’ne defnedilecek” diyerek veriyordu. Salih Özcan’ın İslamcı camiada tanınması ise 1955’te Hilal Yayınlarını kurmasıyla başlıyor. Yayınevinin bastığı ilk kitap ise Müslüman Kardeşler’in ideoloğu Seyyit Kutub’un “İslam’da sosyal adalet” kitabı oldu. Bu süreçte Suudi Arabistan’la kurduğu yakın ilişkiler sayesinde Said Nursi’nin "hariciye vekilim" dediği Salih Özcan 1962’de Rabıta'nın kurucuları arasında yer aldı. Böylece Suudi Arabistan ve Türkiye’de ortak yayımlanan “İttihad” dergisini çıkarabildi. MSP’den milletvekili de olan Salih Özcan Türkiye’nin yüzünü Suudi Arabistan’a döndüğü ekonomik kriz döneminde yükselmeye başladı. Özcan Türkiye’ye akan Suudi ve Körfez sermayesini bugünün büyük holdinglerine dönüştürecek olan iş insanlarına yönlendiren isimdi. Bir yandan da hükümet temsilcileri ile Suudi yetkililer arasında aracı konumundaydı. 1983 itibariyle de Özal sayesinde artık Faisal Finans ile Katılım Bankacılığı’na da adım atıyordu.

FAİSAL FİNANS'IN 'FAİSAL'I İÇİN YAS BİLE TUTULDU
Faisal Finans tüm dünyada Rabıta’nın ve Müslüman Kardeşlerin ideolojisini benimseyen isimlere kredi dağıtmakla tanınıyor. Şirketin kurucusu ise Suudi Arabistan’ın eski kralı Faysal’ın oğlu Muhammed bin Faysal.
Muhammed bin Faysal’ı Türkiye kamuoyu pek tanımasa da Türkiye’deki İslamcı camia ona çok şey borçlu. Özal döneminde Suudi ve Körfez sermayesiyle kurulan Faisal Finans ,Albaraka Türk gibi şirket ve vakıflarla yakın ilişkiler içine girenlerle, bugün AKP dönemine damgasını vuran isimler hemen hemen aynı. BİM Marketlerinin sahibi Mustafa Latif Topbaş, 3. Havalimanı projesini alan Kalyon İnşaat’ın kurucularından Hasan Kalyoncu, Alo Fatih olarak bilinen Fatih Saraç’ın babası Emin Saraç, Melih Gökçek’in yakın akrabası Cengiz Gökçek, Ülker Grubu’nun kurucusu Sabri Ülker... Hepsi 1980’lerin başında Suud ve Körfez sermayesiyle yakın ilişkiler kurdular. O kadar ki 2017’de Faisal Finans’ın kurucusu Muhammed bin Faysal ölünce haberini Türkiye’ye Murat Ülker duyurdu.

Türk Bankacılık sektörünün yüzde 5’i değil ama…
Katılım Bankacılığı da böylece Özal’ın ilk yıllarında Faisal Finans ve Albaraka Türk aracılığı ile Türkiye’de kök salmaya başladı. Bu süreçte islamcı cemaatlerde yetişen muhafazakâr gençler katılım bankalarında görev almaya başladı. Suudlardan gelen para ile hem bugünün İslamcı sermayedarları palazlandırıldı hem de o günlerde Faisal Finans'ta çalışan gençler bugün Türk bankacılık sektörünün idaresini ele aldı. Ancak aradan geçen 30 küsur yıla rağmen katılım bankacılığının Türk Bankacılık sektöründeki hacmi yüzde 5 dahi edebilmiş değil. Buna karşılık bu küçük ama ideolojik temel bugün bankacılık sektörünün tepesine yerleşti. İşte bankacılık sektörünü yöneten Faisal Finans kökenli o isimler;

1- Mehmet Ali Akben (BDDK Başkanı)
1986-1989 yılları arasında Faisal Finans’ta muhasebe şefliği görevini yürüttü. Daha sonra 1989-1999 yıllarında yine bir katılım bankası olan Kuveyt Türk’te Mali işler Müdürü olarak görev yaptı. 2015 yılından bu yana ise BDDK’nin yönetim kurulu başkanı olarak görev yapıyor.

2-Ali Fuat Taşkesenlioğlu (SPK Başkanı)
1988-1996 yılları arasında Faisal Finans’ta baş uzman olarak görev yaptı. Daha sonra Gülen Cemaati’nin finans kurumu olan Bank Asya’ya transfer oldu. Bu bankada genel müdür yardımcılığına kadar yükseldi. 17 Aralık 2013 tarihindeki soruşturma kapsamında Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan‘ın tutuklanmasının ardından BDDK’nin 07.02.2014 tarihli onayı ile Halk Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Ali Fuat Taşkesenlioğlu, aynı gün Halk Bankası Genel Müdürü olarak atandı. 2017 yılından bu yana ise SPK’nin başındaki isimdir.

3- Ali Güney (Eximbank Genel Müdürü)
1964’te Rize’de doğan Ali Güney, 1990-1993 yılında Faisal Finans’ta Fon Yönetim Müdürlüğü’nde görev yaptı. 1995-1999 yılları arasında ise İhlas Finans’ta, 1999-2005 yılında Anadolu Finans’ta ve daha sonra yine Suudi sermayeli Türkiye Finans’ta görev yaptı. Güney Türkiye Finans’ta genel müdür yardımcılığına kadar yükseldi. Dün Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Eximbank genel müdürü yapıldı.

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

BMC'yi kim koruyor? - Yavuz Selim Demirağ

Gelenek, teamül gibi yüzyıllara uzanan yazılı olmayan kurallar bir bir ortadan kaldırılıyor. Yandaşlık, kayırmacılık falan anladık da şu an bir nevi seferde olan Türk Ordusunun parası ödenmiş ihtiyaçlarının karşılanmamasının cezası nedir? Bu gün bu sütunlarda yazdıklarım elbette birilerinin işine gelmeyecek. Her dönem yaptıkları gibi ellerindeki karayı çalıp; bir de "hain" damgası yapıştırırlarsa da şaşırmayacağım. Hamasiyet yüklü bahanelerinden birisi de "ordumuz operasyondayken zaaflarını ifşa eden haindir" diyeceklerdir. Oysa zaafiyeti değil, yolsuzluğu, hukuksuzluğu ifşa edeceğiz.


Konu çok tartışılan BMC...

Malumunuz BMC'nin sahibi Ethem Sancak... Sarayın aşığı... Son dönemlerde yapılan ihalelerin kazananı (!) Paranın en yüksek olduğu alan "Savunma Sanayi"ne de doğal (!) olarak girdi BMC... Müthiş de tanıtım yapıyorlar. Yandaş gazete ve televizyonlar "yeni buluş"lar üzerine adeta destan yazıyor. Bir şirketin böylesine kayırıldığı dönemi ne Türkiye ne de hukukun üstünlüğüne sahip ülkelerin hiç biri yaşamadı. Güncel örneklere gelince...

TSK, 10 gündür Suriye'de operasyon yapıyor. Eksik malzemeler yüzünden ciddi zaafiyet var. Bir yıl önce TSK "Tank taşıyıcı araç" ihalesi yapıyor. Bırakın iş bitirmeyi, bu alanda faaliyet ve üretimi olmayan BMC yukarıdan gelen emir ile ihaleyi alıyor. Temmuz 2019 da teslim etmek kaydı ile 72 adet tank taşıyıcısı araç işine dalıyorlar. Tank, ZPT, ZMA gibi ağır zırıhlı araçların taşınması TSK'nın operasyonlarında birlik kaydırılması hayati öneme sahip. Taktik açıdan vazgeçilmezlerin başında gelir. Zamanında kaydırma yapılmaz ise arazide üstünlük düşman tarafına geçer. Bunu onbaşı bile bilir. Şu ana kadar 1 tanesi bile teslim edilmiş değil. Fakat arsızca TRT ekranlarına BMC hissedarı Y. Öztürk çıkıp; "Tank taşıyıcılarımız görevde" diyor.

Sadece tank taşıyıcıları değil, Tank'da problem!... Kamuoyunda "yerli tank üretildi" yalanına inanlar var. "Altay" adı verilen tankı Koç Grubu geliştirmişti. Fakat ihaleyi BMC'ye verdiler. Hem de ne verme! Arifiye'deki tank-palet fabrikasını Katarlı şirkete devrettiler bile...

Motor ve güç grubu bulunamadığı için üretim yok. İhale 9 Kasım 2018'de yapıldı 18 ay sonra teslim edilme şartı var. Ancak süreç işletilmiyor. Zira cezai yaptırımı şartnamede var. Ceza ödenmemesi için hukuksuzluk yapılıyor.

Teslimatı gerçekleştiremedikleri için ceza ödemesi gereken BMC'yi sizce kim koruyor? Savunma sanayi işinde pis kokular var.

Elbette peşini bırakmayacağız...


Yavuz Selim Demirağ / YENİÇAĞ

CHP’nin belleği ve kara kutusuydu - Miyase İlknur

Dün gelen “Ali Topuz’u kaybettik” haberi son haftalarda beklenen bir şeydi. 8 Şubat günü Kıbrıs’ta geçirdiği beyin kanaması nedeniyle uzun süre yoğun bakımda kalmış, bilinci açılınca fizik tedavisine başlanmıştı. Ziyaretçileriyle kısa cümlelerle de olsa konuşabilen Topuz, ikinci bir pıhtı atması sonucu yeniden yoğun bakıma alınmıştı. İkinci pıhtıdan sonra artık umutlar tükenmiş ve Topuz’a veda vaktinin yaklaştığı anlaşılmıştı.

Ali Topuz, 87 yaşında olmasına rağmen yaşıtlarından hatta yaşça kendisinden küçük olanlardan daha dinç görünüyordu. Belleği, siyasi analizleri de öyle. Bu durum onun siyaset aşkıyla açıklanabilirdi ancak. Zira aktif görevde olsun ya da olmasın siyaset onun başlıca uğraşı, düşüncesi ve yaşama tutunma aracıydı. Siyasetin sadece milletvekili ya da parti yöneticisi olduğunda yapılabilecek bir iş olmadığını da kanıtlayan bir siyasetçiydi.

Genç yaşında partiye kaydolan ve Üsküdar ilçe yöneticiliğinden başladığı siyasi kariyerine belediye meclis üyeliği, il yöneticiliği, il başkanlığı, milletvekilliği parti meclis üyeliği, MYK üyeliği, bakanlık, genel sekreterlik, grup başkanvekilliği görevlerini sığdırmış olan Topuz, onun siyaset arenasında tanınmasını sağlayan il başkanlığı görevine yıllar sonra yeniden dönüş yaparak partisinin verdiği her görevi “eyvallah” diyerek kabul etmiş bir siyasi kimlikti.

ECEVİT'TEN YANA TAVIR
1966 yılında göreve getirildiği İstanbul İl Başkanlığı’nda AP’nin kalesi olan İstanbul’da nasıl başarılı olunacağı konusuna kafa yormuş, o müthiş örgütçülüğüyle CHP’ye kapalı olan öteki mahallelerin kapılarını açacak kilidi bulmuştu. Genel Sekreter Ecevit’in öncülüğünde başlatılan “Ortanın Solu” akımının en büyük destekçilerinden biri olmuştu. Ecevit’in 12 Mart darbesinden sonra genel sekreterlikten istifa etmesinin ardından çok yakın olduğu CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye giderek Ecevit’in safında olduğunu açıkça söyleyen Ali Topuz, artık Ecevit’le beraber yol yürümeye başlamıştı. 1972 kurultayında Ecevit’in genel başkan seçilmesinde en büyük pay İstanbul il delegelerinindi. Eğer İstanbul İl Kongresini Topuz kazanmamış olsa belki Ecevit genel başkan olamayacaktı. İl Başkanı olan Topuz’un Ecevit efsanesine katkısı sadece 1972 kurultayında olmadı. 1973 seçimlerinde İstanbul’da CHP’yi açık ara birinci parti yapmayı da başaran isimdi. Gençlik Kolları üyelerini bizzat eğitimden geçiren, nüfus sayımında gözlemci üye yazdırarak hangi evlerin üzerinde çalışılması gerektiğinin belirlenmesinden tutun da, üniversitelerde ve fabrikalarda CHP’li gençlerin sağ ve Marksist örgütlerden önce harekete geçmenin yollarını öğretmişti.

Topuz, CHP içinde özellikle 70’li yıllara damgasını vuran isimlerin başında geliyordu. 1973’te milletvekili olan Topuz, 70’lerdeki üç CHP hükümetinde de bakan olarak görev yapmıştı. Parti içinde her zaman tartışmaların odağında olan Topuz’un seveni kadar kızanı da olmuştur. Liste yarışları nedeniyle onunla karşı karşıya gelenlerin bile hakkını teslim ettiği bir konu var ki, o da Topuz’un partiye olan bağlılığı ve seçimlerde kendisine karşı olan grupları bile yanına çekerek partinin başarısı için kol kola çalışmayı başarmasıydı.

GÜNEŞ OTEL OLAYI
Köyişleri Bakanlığı sırasında Bafa Gölü’nün kamulaştırma kararıyla Egeli köylülerin gönlünü kazanan Topuz, AP’den kopan 11. milletvekilinin Güneş Otel’e kapatılarak CHP ile ortak hükümet kurulmasını sağlamalarında başrol oynayan isimdi. Güneş Motel’de sakladığı 11 milletvekillinin koruma görevlerini de o gün İstanbul İl Gençlik Kolları üyesi gençlere vermişti.

Topuz’un bir diğer başarısı da tüzük konularına olan hâkimiyetiydi. Tüzüğün açıklarını iyi bilir, ondan gerektiğinde yararlanır gerektiğinde de itiraz yolunu çok iyi kullanırdı. O nedenle anılarını yazdığı kitabını haberleştirdiğimizde “Tüzüklerin Efendisi” deyimini kullanmış, “Seni hınzır yine çaktırmadan çakmışsın” diye şakalaşmıştık.

Ali Topuz, 90’larda yeniden kurulan CHP’nin genel sekreteri, CHP-SHP birleşmesinden sonra da partinin grup başkanvekili olarak parlamentoda nasıl etkin muhalefet yapılacağını ders verir gibi göstermişti.

HER KARADENİZLİ GİBİ ESPRİLİYDİ
Siyasi mücadelede agresif görünüm arz etse de her Karadenizli gibi esprili bir insandı. Üsküdar’da bir ilçe kongresinde eski İlçe Başkanı Ali Cihat Işık’ın “Ya Ali Abi senden kurtuluş yok mu? Sen ne zaman emekli olacaksın. Bir an önce siyasete veda et de bizim önümüz açılsın” dediğinde, “Ali Cihat çok beklersin. Emekli olmaya hiç niyetim yok. Ayrıca arkadan benim adımı taşıyan torunum geliyor. Havada bulut, sen bunu unut” demiş, salonu kahkahaya boğmuştu.

1990’lı yılların sonunda Büyükada’da bir ev yaptıran Topuz, artık adalı olmuştu. Evi yeni yaptırdığı yıl, misafir olarak gittiğimiz bir evin balkonu çökünce belimizde dört kırıkla üç ayı hastanede geçirmiştik. Hastanede Mehmet Bölük’le ziyaretimize gelen Topuz, olayı dinleyince balkonun bilyelerinin ters bağlanmış olabileceğini söyleyip mühendisliğini konuşturmuştu. Gerçekten de yapılan incelemede Topuz’un dediği çıkmıştı. Bir süre sonra iyileşip Büyükada’ya gittiğimiz bir gün, iskelenin karşısında eski ilçe başkanının işlettiği kahvede tavla oynarken Ali Topuz, briç arkadaşlarını bulmak için kahveye geldi. Bizi görünce “Hah iyi ki geldin Miyase” deyince, “Niye sevindin Ali Abi, ben briç oynamayı bilmem” demiştim. Topuz, “Yok canım onun için değil. Benim ev bitti de, seni götüreyim bizim balkonlara bir çıkıver. Balkonların sağlam olup olmadığını seninle test edelim” deyince bizdeki jetonlar düştü ve kahkahayı patlattık. Ali Topuz, “Bir de Lazlara derler öğleden sonra kafası basmıyor diye. Espriyi ancak anladın gördün mü?” diye takılmıştı.

Topuz kuşağının en önemli özelliğidir partiye olan bağlılıkları. Ama onun bağlılığı kendi kuşağında bile ender görülen bir bağlılıktı. CHP’nin tarihi yazılırken Ali Topuz ismi için uzun bir yer ayrılması gerekecek. Uğurlar olsun Ali Topuz.

OĞLUNUN GELİŞİ BEKLENİYOR
Eski bakanlardan ve TBMM’de 6 dönem boyunca CHP sıralarında milletvekili olarak görev yapan Ali Topuz (87) beyin kanaması şikâyetiyle tedavi gördüğü hastanede önceki gece yaşamını yitirdi. İstanbul Yeşilköy Acıbadem Hastanesi’nde hayatını kaybeden Topuz, 8 Şubat’ta hastaneye kaldırılmıştı. Topuz’un cenaze törenine ilişkin ayrıntıların Kanada’da bulunan oğlu Ender Topuz’un Türkiye’ye gelmesinin ardından netleşeceği öğrenildi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Twitter hesabından paylaştığı taziye mesajında “Örnek siyaset ve devlet adamı kimliğiyle tanınan, ülkemize ve partimize önemli katkılar sunan eski bakanımız Ali Topuz’u kaybetmenin derin üzüntüsü içerisindeyim. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve partimize başsağlığı dilerim” diye yazdı.


5 DÖNEM MECLİS’TEYDİ
14 Ekim 1932’de Rize Çayeli’nde dünyaya gelen Topuz, İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Serbest mimarlık yapan Topuz, Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu üyesi, İstanbul Belediye Meclis üyesi ve İmar Komisyonu Başkanı olarak görev yaptı. Yurtiçi ve yurtdışında büyük inşaat projeleri uygulayan Topuz, Türkiye İş Bankası Yönetim kurulu üyeliğinde de bulundu. Türkiye Kızılay Derneği, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu ve Darülacezeye Yardım Derneği’nde yönetim görevleri üstlenen Topuz, İstanbul Huzurevi ve çok sayıda dernek ve kuruluşunun kurucuları arasında yer aldı. 15, 16, 18, 20, 22. dönem İstanbul milletvekili olan Topuz, İmar ve İskân Bakanlığı, Köyişleri ve Kooperatifler Bakanlığı görevlerini yürüttü.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Suriye notları - AYDEMİR GÜLER

Geriye doğru bakarsak önce uluslararası politik koşulların Türkiye’nin savaşa kalkışmasına uygun hale getirildiği bir hazırlık evresinden geçildiğini ayırt edebiliyoruz. İçerideki koşulların gayet uygun olduğu ise tezkere ve harekât boyunca düzen içi muhalefetin performansına bakarak anlaşılabilir!

ABD ve Rusya’nın TSK-ÖSO’nun sınırı geçmesine yeşil ışık yaktıkları kesin. Burada Türkiye’nin de dahil olduğu en az üç taraflı bir anlaşma vardır. Çoktandır denklemde önemsiz kalan Avrupa Birliği’nin ve belli bir öneme hep sahip olagelen İran’ın biraz geriye itildikleri de açık.

Türkiye’nin askerini ortaya sürmesinin ilk akla getirdiği, Kürt-Amerikan ve Rus-Suriye eksenlerinin sarsılması oluyor. AKP’nin ABD ve Rusya’ya yönelik stratejisi “yaranmacılık” sözcüğüne denk düşüyordu: Yani Türkiye’nin sırasıyla Kürtlere ve Esat’a oranla daha yararlı bir partner olacağına büyük güçleri ikna etmek! Bu çabasında sonunda başarıya ulaştığını sanan Erdoğan, bir ölçüde yanılmıştır, ama bir ölçüde de bu zannını kamuoyuna pazarlamaya uygun veriler elde etmiştir.
Netliğe ihtiyaç var... ABD, Trump’ın deli saçması sözlerini biraz kenarda bırakırsak Kürt faktöründen vazgeçmiş değil. Hele karşısındakilerin yaranmacılıkta AKP’yi aratmadıkları da ortadayken… Merak eden Suriye Demokratik Güçlerinin “genel komutanı” sıfatıyla hızla popülerleşen Kobani’nin demeçlerine göz atsın. Trump “Kürtleri kim meraklıysa o korusun” diye aşağılarken, “komutan” dost kalmak için adeta yalvarmaktadır.

Amerikan kaynaklarına daha yakından bakıldığında PYD-YPG’nin biraz hizaya sokulmasında karar kılındığı seçiliyor. Söz konusu olan milliyetçilik olduğu için, Suriye nüfusunun en fazla % 8’i Kürtlerden oluşurken Kürt hareketinin ülke coğrafyasının üçte birine yakınını kontrol etmesindeki orantısızlığa işaret edebiliriz. Bu açı şimdi daralacak. Ama bu daralma ortaklığın feshedildiği anlamına gelmek zorunda değil.

Dahası ve belki daha önemlisi, Kürt dünyasında ve ABD ortaklığında bir de Barzani olgusu var. Barzani de yakın geçmişte “gerçekçiliğin” sınırlarını ihlal etmiş ve bağımsızlık referandumuna kalkışmıştı… Bu bir denge oyunu. Şimdi Barzani ağırlığı diğerinin aleyhine artacak.

Kürt hareketlerinin Akdeniz’e uzanan bir koridor oluşturmakla ilgilendikleri bir AKP uydurması değildir. Kimi Kürt temsilcileri Türkiye’deki “barış süreci” ve Suriye’deki iç savaşın “Lazkiye’yi içine alan bir Kürt oluşumuna” evrileceğini geçmişte dile getirdiler. Başka temsilcilerse Ankara’nın asıl derdinin Akdeniz’e uzanacak bir Kürt koridorunu engellemek olduğunu iddia etmişlerdi. 

Yanlış değil. Şimdi AKP güvenli bölge diye, Lazkiye değil ama Hatay’dan geçen bir koridor kurmaya kalkışmış oldu. Sonucun farklı olmayacağı, mutlak stratejik ağırlığın Türkiye’ye de bırakılmayacağı birkaç günlük gelişmelerle açıklık kazandı. 

Büyük güçler arasındaki dengeleri de yansıtan sentez bölgesel iktidarın parçalı tutulmasıdır. PYD geçici tahtından indirilirken mirası pay edilmektedir. Serbest bırakılan IŞİD kadroları parçalar arasında onların da olacağını göstermektedir.
Bu arada Trump’ın kendisi psikiyatrinin konusu olsa bile gelişmelerde bir stratejik akıl kesinlikle var. ABD emperyalizmi eski dünyanın merkezini kilitleyip çözümsüzlüğe bırakmak ve asıl yükselen Çin ile ilgilenmek eğiliminde.

Suriye-Rusya eksenine gelince; Şam’ın iki gündür elinin güçlenmesi, burada da bir sarsılma yaşandığını örtmesin. Bundan yaklaşık bir yıl önce Suriye halkının, ordusunun ve liderliğinin başarıları eski Suriye’yi geri getirme olasılığını gündeme taşımıştı. Bu umuttan çok daha uzak düşmüş durumdayız. Rusya’nın varlığı Şam’ı kurtarmak için elzem olmakla birlikte, bugünkü emperyalist rekabetin ufkunda toprak bütünlüğünü sağlamış bir Suriye yoktur ve bu parçalanmışlık durumunun bir unsuru da Rusya’dır. 

Bütün bunlar Şam ve Moskova arasında gerilim yaşanmadan gerçekleşmiş olamaz. Eksen ayaktadır ama geçenlerde, Rusya -lafı Esad’ın ağzından alıp- “istenmezsek biz de gideriz” deme ihtiyacını boşuna hissetmedi. Rusya’nın kendi çıkarları için orada bulunduğu da, gitmesini kimsenin istemeyeceği de açıklık kazanmış bulunuyor.

Biraz da içeriye dönelim…

AKP sık sık “kesin karar anı” ilan ediyor. Beka söylemi böyleydi. Suriye savaşı da bir başkası. Sonuçta dedikleri çıkmıyor. Büyük kırılma anı gelmiyor. AKP seçimi kazanınca Türkiye şeriatın egemenliğine girmiyor, Erdoğan da padişah ve halife olmuyor. Şimdi de enerji yollarını ele geçirmek, bir milyon kişiye konut inşa etmek, demografik yapıyı ters yüz edip sınır boyundan Kürtleri elimine etmek gibi “rekorlar” kırılmayacak. 

Ama AKP bu savaştan belli bir enerji toplayarak çıkacak. Veya daha doğrusu karşısındaki geniş politik muhalefetin enerjisizliğini dosta düşmana göstererek… AKP Suriye seferinden ters yüz olup geri çekilse bile, emperyalistlere ve sermayeye dönüp “benim yerime tercih ettiklerinizin halini görmüşsünüzdür” diye sırıtırsa hiç de haksız olmayacaktır.

Yıllardır Türkiye’nin AKP’nin arzu ettiği hale dönüşmesinin imkânsız olduğunu söylüyoruz. Bundan da fazla doğru olan, düzen muhalefetinin herhangi bir derde deva olabileceğidir.

Aydemir Güler / SOL

Sormadan edemedim - HAYRİ KOZANOĞLU

Bugün barışı dillendiren herkes önemli ve değerlidir. Ancak başından beri bu kirli oyunu fark eden, “Suriye’de devrim oluyor” safsatasına prim vermeyenleri ayrı tutalım lütfen!


Sormanın, sorgulamanın, akıl ve mantık doğrultusunda fikir beyan etmenin hoş karşılanmadığı, hatta cezaya layık görüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Gelgelelim bir askeri operasyona dahi Barış Pınarı adı verilmesi, toplumda “barış” ihtiyacının ne kadar güçlü hissedildiğinin en açık kanıtı. Biz de ülkede, bölgede, tüm dünyada barış arzuladığımız için, bu yazıda kafamıza takılan soruları sıralamaktan geri durmayacağız…

Öncelikle bırakın Türk, Kürt, Arap bölge halklarını, kimsenin tırnağına taş değmesin istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, hemen hemen tüm savaşlar gibi Suriye iç savaşının da emperyal ve sınıfsal boyutları var. Başta ABD büyük kapitalist devletlerin çıkarları peşinde, yani “emperyalizmin” müdahalesiyle bir ülke bu hale geldi. Cephede savaşanlar bütünüyle yoksul halkın çocukları ve hepsinin annesi yavrusunun evine dönebilmesi için dua ediyor.

Bu nedenlerle bugün barışı dillendiren herkes önemli ve değerlidir. Ancak başından beri bu kirli oyunu fark eden, Suriye’nin egemenliğini savunmakta tereddüt etmeyen, emperyalizmin bu trajedide rolünü gözden kaçırmayan, cihatçıların “özgürlük savaşçısı” etiketiyle ülkede at oynatmasına karşı çıkan, “Suriye’de devrim oluyor” safsatasına prim vermeyenleri ayrı tutalım lütfen!
İşte samimi olarak aklıma takılan sorular:
  1. Her ülkenin sınır güvenliğini sağlama hakkı vardır. Ancak uzun süredir sınır hattında ciddi bir çatışma olmadan, bir taciz atışı dahi gerçekleşmeden, sivillere yönelik bir tehlike baş göstermeden “bir gece ansızın” diye diye neden böyle maliyetli bir operasyon başlatıldı? Madem böyle bir operasyona girişilecekti, niye başta Akçakale ve Nusaybin gelmek üzere sivilleri tahliye etmek için gereken önlemler alınmadı?
  2. Operasyonun meşruiyetinin Adana mutabakatına dayandırılmak istendiği görülüyor. 1998’de imzalanan anlaşmanın muhatabı Suriye yönetimi olduğuna göre, Şam ile niye anlaşma, görüşme, uzlaşma yolu aranmıyor da Afrin’de, Cerablus’ta olduğu gibi tek taraflı bir fetih harekatına girişiliyor?
  3. Diyelim Barış Pınarı Harekatı’nda istenilen askeri amaca ulaşıldı. Siyasi bir çözüme ulaş madan Türkiye’nin Kürt sorunu çözülmüş olacak mı? Suriye’de askeri hedeflerin gerçekleşmesi PKK’nın ülkemizdeki faaliyetlerini ortadan kaldıracak mı, yoksa azdıracak mı?
  4. Bu kadar güçlü bir devletiz de neden resmi sıfatlı kimse, “sınırları aşarsanız ekonominizi mahvederim” diyen Trump’a tek laf etmiyor? O sınırların ne olduğunu bu ülkenin yurttaşları bizler bilmiyoruz. Sizler biliyor musunuz? Biliyorsanız niye toplumu bilgilendirmeden, halkın ucunu bucağını bilmediği bir operasyonun sonuna kadar arkasında durmasını bekliyorsunuz? Kendi ülkesinde ne dışişlerinin, ne Pentagon’un ne de genel kurmayın uyarılarını dikkate almadan, “kendi tweetlerinin doğrultusunda giden” Trump’ı “ne yapsın o da tweet atıyor!” diye savunmak Türkiye’nin Cumhurbaşkanına mı kaldı?
  5. Ekonomi kötüye giderken, zamlar almış yürümüş, halkın pahalılıktan imanı gevremişken; insanları geçici de olsa hamasi söylemlerle yatıştırmayı, sindirmeyi başarsanız da, bu askeri operasyonların mali yükünü nasıl karşılayacaksınız? Hazine, Merkez Bankası’nın ihtiyat akçesine dahi el koyacak duruma düşmüşken, Fırat’ın doğusu hamlesinin bütçeye yükü ne olacak? Yoksa olağanüstü durum gerekçesiyle ifade özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü askeri bahanelerle askıya mı alacaksınız?
  6. Suriye Milli Ordusu adını verdiğiniz; kılığı, kıyafeti, davranışlarıyla cihatçı olduğu her halinden belli güruhla Türk Silahlı Kuvvetlerini nasıl yan yana getiriyorsunuz? Kontrol ettiğiniz bölgede fark etmeden IŞİD’in gözetimini üstlendiğinizin farkında değil misiniz? 10 Ekim anmasını daha yeni gerçekleştirdiğimiz, acılarımızın henüz dinmediği bir dönemde IŞİD’in başımıza yeni felaketler getirmesinden hiç mi korkmuyorsunuz? Suriye Milli Ordusu’nun unsurlarıyla IŞİD’in aynı familyadan geldiğini,benzer hassasiyetlere sahip olduğunu, bunun ne tür güvenlik riskleri barındırdığını düşünmüyor musunuz?
  7. Türkiye kontrol altına alacağı bölgeye sayıları iki milyona ulaşan Suriyeli mültecileri yerleştirmeyi planlıyor. Bu bir “etnik mühendislik” değil midir, o bölgenin asli unsuru olmayan insanların orada mecburi iskanı hangi hukuka dayanıyor? Suriyeliler açısından oraya zoraki nakil bir insan hakları ihlali olmayacak mıdır? Orada “Milli Suriye Ordusu” da cirit atarken ne tür toplum modeli uygulanacak, nasıl bir yaşam tarzı geçerli olacaktır? Yoksa Türkiye’de layıkıyla hayata geçiremediğiniz İslami Toplum modeli o coğrafyada mı karşılık bulacaktır?
  8. Lübnan, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan farklı tellerden çalan Arap dünyasını Türkiye karşıtlığında birleştirmeyi nasıl başardınız? Yeni-Osmanlıcılığın tüm Arap coğrafyasında geri tepeceğini, körü körüne Müslüman Kardeşler savunuculuğunun sizi Ortadoğu’da iyice yalnızlaştıracağını hiç mi düşünmediniz? Yıkmayı arzuladığınız Esat rejimini giderek güçlendirdiğinizin farkında değil misiniz?
  9. Bir soru da CHP’ye yöneltelim? Tezkereye “evet” dedikten sonra “Suriye devletinin başında kim varsa onunla görüşme yapılması gerektiğini vurguladık” savunmasının inandırıcılığı ne? Görüşme için mi, askeri harekat için mi onay verdiğinizi bilmiyor muydunuz? Erdoğan’ın operasyonu “fetih” diye adlandırmasına neden bu kadar şaşırdınız? Size “birer ikişer dakikalık” bilgi verilmesinden şikayet ediyorsunuz da, 17 yıldır Erdoğan’ı tanımamış olmak mazeret mi? En kritik kavşakta yanlış manevra yapan, muhalefet etme cesareti gösteremeyen bir partinin, halka güven vermesini nasıl bekliyorsunuz?
  10. “Bu saçma ve sonu gelmeyen, çoğu da aşiret kavgası olan savaşlardan çekiliyor ve askerlerimizi eve getiriyoruz” belki de Trump’ın şu ana kadar ki en mantıklı tweetiydi. Peki ABD’nin Suriye’den asker çekerken Suudi Arabistan’a Muhammet bin Salman’ı korumak üzere 1800 ek birlik göndermesi ne anlama geliyor? Acaba yeni silah alım siparişleri de yolda mı?
  11. Putin’in sessizliği hayra alamet mi? Türkiye’nin operasyonuna örtük destek vermesi, Esad yönetiminin İdlib’i ele geçirme planının bir parçası mı? Oradan kaçacak Suriyelilerin kontrol altına alınacak bölgeye yerleştirilecek olmasına ilişkin gizli bir mutabakat mı gelişmeleri böyle sükunetle izlemesine neden oluyor?
  12. Bir soru da Kürt bölgesel yönetimine: Amerikan şemsiyesinin ilelebet sizi korumaya devam edeceğini mi umut ediyordunuz? Eliniz zayıflamadan önce, son tahlilde o ülkenin yurttaşları olduğunuzu hatırlayıp Suriye yönetimiyle anlaşma yoluna gitseniz, sizin için daha iyi olmaz mıydı?
Yazı kaleme alındıktan sonra SDG ile Suriye Ordusu’nun anlaşmaya varması, ABD’nin 1000 askerini bölgeden çekmesi yazının özünü değiştirmiyor. Biz sormaya, sorgulamaya. barış istemeye devam ediyoruz.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

2020’ye doğru: IMF ve emekçi halklar - ERHAN NALÇACI

2019’un son ayları sanki 2020’de olacakların bir uvertürü gibi. İktisadi kriz, bölgesel paylaşım savaşları, emekçi halkların bunlara tepkisi…

Bir süredir IMF’yi bir aktör olarak ortalıkta fazla görmüyorduk. 

Ancak IMF ile anlaşma yaparak borç alan ve bunu emekçi halkın sırtına yıkmaya çalışan Ekvador hükümeti halkın ayaklanması ile başkenti terk etmek zorunda kalınca, IMF tekrar gündeme geldi.

Gençlerimiz IMF’yi belli bir yaşın üstündekiler kadar bilmeyebilirler. Oysa epey bir zaman IMF ile birlikte yaşamıştık.

Gençler bugün IMF’yi merak edip öğrenmek isterse nereye bakar diye internet sitelerine bir göz atabilirsiniz. En popüler siteler o kadar sığ ve çarpık bilgi sunuyorlar ki, tam bir şebekeyle karşılaştığınızı fark ediyorsunuz.

IMF 1945’te emperyalist düzenin patronluğu İngiltere’den ABD’ye geçerken kuruluyor. IMF’nin karar altına alındığı toplantıda IMF’nin ikizi olan Dünya Bankası’nın da kurulmasına karar veriliyor.

Her iki kurum, ABD emperyalizminin dünyayı yönetmek, hegemonyasını pekiştirmek ve yaymak için kullandığı araçlar haline geliyor. 1945’ten 2010’lara kadar ABD’nin tartışmasız emperyalizmin ve karşı-devrimin en baskın gücü olduğu dönemin askeri olmayan araçları olarak tescilleniyor.

İlk elden ulaşılan internet kaynakları IMF’nin uluslararası bir iyilik kurumu olarak istikrarsızlığa karşı kurulduğunu ve küresel ölçekte ülkelerin ekonomilerinin istikrar içinde olması için çabaladığını söylüyor.

Evet, tabii öyle. Ama kimin için istikrar?

Emperyalist dünya, hiyerarşinin altındaki ülkelerin ürettiği artı-değerin sürekli olarak daha üstteki ülkelerin tekellerine doğru emilmesi anlamına geliyor. 
Doğrudan yatırımlar ile ucuz emek gücünün sömürülmesi, dengelenmemiş ticaret ile kaynak aktarımı.

Banka tekellerinin verdiği borçların faizlerinin geri ödenmesi.
Kıymetli kağıtlara çekilen rantiye sermayenin artı-değeri ülke dışına pompalaması.

Korudukları istikrar, işte bütün bu sömürü çarkının iyi işlemesidir.
Bu sömürü çarkı, bu emme-basma tulumba, bu emekçilerin canını çıkartan mekanizma verimli çalışıyorsa onlar için istikrar vardır.

Ama istikrar sürekli bozulur.

Ya sömürünün dozu kaçmıştır ve bir yerden sonra ne borçlar geri ödenebilir, ne ortada bir pazar kalır.

Ya da emekçi sınıflar, iktidara gelemeseler bile, kendi ürettikleri değerlerin daha farklı paylaşımı için bir siyasi olanak yakalamışlardır. Sömürü düzeni devam eder ama aslında kendilerine ait olan ama el konan ürünlerinden biraz daha fazla pay alacaklardır.

İşte IMF bir yandan, Dünya Bankası diğer taraftan kurtarıcı olarak ortaya çıkarlar.
Anlaşma yapılırsa, IMF faizi makul bir borç verir, ama burada amaç genel sömürü çarkını ayakta tutmaktır. Dünya Bankası, özelleştirmeleri ileri sürer. Onların alçak dillerinde bunlar “yapısal reformlar”dır. IMF ülkenin tasarruf etmesini ister, yani emekçi halka ayrılan pay daha da küçültülmeli, ülkeyi sömüren tekellerin payı artırılmalıdır.

IMF ve Dünya Bankası, dünyanın gördüğü en hilebaz, en emekçi halk düşmanı yapılardır.

Şimdi Ekvador’a bir kez bakın, IMF anlaşması sonrası, ön ismini söylemiyoruz (Lenin), çünkü bu ismi taşıyabilecek son insan olan Moreno alçağı IMF’ye teslim ettikten sonra ülkeyi akaryakıta yapılan desteklemeyi durdurunca yoksul halk ayaklandı.

Arjantin IMF’den 57 milyar dolar borç aldı ve IMF’nin “istikrar” önlemleri, dünyanın en büyük et üreticilerinden olan Arjantin halkını et yiyemez hale getirdi.
Pakistan ise borçtan bunalınca IMF ile anlaşma yapmak zorunda kaldı.

Geçenlerde Korkut Boratav soL Portal’daki köşesinde AKP hükümetinin IMF’den şimdilik borç almasa bile onun istikrar direktiflerine uyarak yeni ekonomik programı açıkladığını kanıtlarıyla sundu. 

2020’de dünyadaki emekçi halkları zor günler bekliyor. Bir yandan sırtına yıkılmaya çalışılan ekonomik kriz, diğer yandan yine sırtına yıkılacak bölgesel savaşlar.

2020’nin açılışını yaşıyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...