Sigara cigara cüvere - ÖZDEMİR İNCE

Cumhurbaşkanı Erdoğan Rize’de “Baylar, bayanlar, içmeyin bu sigarayı. Cumhurbaşkanı olarak sevdiklerime diyorum ki, bu haramdır. Diyanet İşleri Başkanımız da söyledi. ‘Haramdır’ dedi. Niye? Kasaya, emanet-i ilahi olan bu vücuda zararı var mı? Var. Doktorlar da burada. Öyleyse haram” demiş.
R.T.Erdoğan’ın bu sözleri “sevdikleri için” kuşkusuz bir talimattır. Sevmedikleri için malumattır.
Bu değerli bilgiye teşekkür etmemek olmaz. Ben de veremden ölen Jules Laforgue’ın (1860-1887)  Orhan Veli Kanık  tarafından dilimize çevirilen CIGARA adlı şiiriyle teşekkür etmek istiyorum:

Evet, bu dünya tatsız, ya öteki? Palavra. / 
Boyun eğmişim kadere, yaşıyarak, bedbin./ 
Ölüm gelinceyedek, vakit öldürmek için, / 
İçerim, Tanrıların huzurunda, cığara./
Siz didinin, yarınki zavallı iskeletler; / 
Ben, gökyüzüne doğru kıvrılan mavi ırmak, / 
Uyurum bir hudutsuz dalgaya kapılarak. / 
Etrafta baygın kokulu buhurdanlar tüter.//
Cennetteyim, çiçek açmış rüyalar aydınlık, / 
Tuhaf, garip valsler içinde karma karışık; /
Sivrisinek korolariyle bir fil akını./
Uyanırım nihayet dilimde mısralarım; / 
Sevinç içinde tatlı tatlı seyre dalarım / 
Nar gibi kızarmış sevgili başparmağımı.”
Lisede arkadaşlar helada sigara içerlerdi. Başmuavin “Fosbıyık” oraya ders aralarında baskın yapardı. Bazen ders sırasında sınıfta sigara araması yapılırdı. Ben o sırada sigara içmezdim. 1955 yılında, Mersin’de, lise son sınıfta iki dersten takıntılı gezerken, Fabrikalar Caddesi ile Hastane Caddesi’nin köşesinde bulunan Davut’un bakkal dükkânından Bafra paketi alarak sigaraya başladım. İçtiğim sigaralar arasında en iyisi sarı karton paketli Yeni Harman idi. İngilizlerin “Number 1” sigarasına benzerdi. Aynı yıl pipo içmeye de başladım. TRT Televizyonu’nda çalışırken günde üç paket içiyordum. Fransa’da Gitanes, Bastos içtim. Belçika’nın Celtic sigarası da iyidir. Yunanistan’a gittiğim zamanlar Karellia içerdim.
2000 yılı başında oğlumuz Tanbey  (Prof.Dr. MD. PhD) “Baba artık sigara içme” deyince “Olur içmem!” demiştim. O günden bu yana sigara içmiyorum. Oflayıp poflamadan sigarayı bırakmama şaşıran Ülker, “Sigarayı kolayca bıraktığına göre beni de bırakırsın” demişti. Birkaç yıl sonra, ölçülü sayılacak sayıda tekrar pipo ve puro (sigar) tüttürmeye başladım. Sağlık açısından hiçbir şikâyetim yok.
Üstadım büyük Yunan şair Yannis Ritsos, iyi sigara içerdi, sigara için Sol elimin altıncı parmağıderdi. Albaylar cuntası zamanında sigara içerek prostat ameliyatı olmuştu. Ameliyat olmak için lokal anestezi yaptıklarını söylemişti bana.* 
Bu vesile ile eski bir yazımdan bir alıntı yapacağım: “Bu yazıyı, sigara içenlerin hedef olduğu genel faşist baskıları protesto etmek için yazdım. Tütün içmeyen insanlarla bir arada olmaktan ben de hoşlanmıyorum. Artık kamuya açık yerlerde çok az bulunduğum için bu konuda hiçbir sıkıntım yok! Ancak kahve, lokanta, bar, meyhane gibi yerlerde, sigara içenler için konforlu özel bölümler hazırlanmasına  ya da tütün kullananlar için özel mekânlar açılmasına izin verilsin! Tütün kullananlar nasıl olsa geberip gidecekler. Sigara içmeyenlere uzun ömür dilerim. Bu arada hükümetin tütün üretimine izin verilip içilmesinin yasaklamasına da aklım ermiyor. (Hürriyet, 9 Ocak 2010)
AKP Genel Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzına bakarak sigara için “Haramdır!” demiş. Hz. Muhammed hayattayken “sigara” diye bir şey yoktu. Kuran’da ve hadislerde sigaranın “s”si yok. Haram kavramından hareketle ve tümdengelim yöntemiyle kimse sigarayı “Haram” ilan edemez. Din kimsenin yalancı şahidi değildir. Ancak bilimciler ve doktorlar sigaranın sağlığa zararlı olduğunu söyleyebilir. Gerisi cüvere tüttürenlerin bileceği iş…
Din adamlarının, dincilerin, İslamcıların ağzından çıkan haram sözcüğü benim için mürailikten başka hiçbir şey ifade etmiyor. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün dinlerinin din adamları dinlerine ihanet etmişlerdir. İslamın din adamlarının ihaneti ise katmerli olup kendilerine bağlı eşeğimi bile emanet etmem.
Özdemir İnce / CUMHURİYET
*Özdemir İnce, Agios Ritsos, Ve Yayınevi, s.95

Erdoğan'dan Özal taktiği - Miyase İlknur

Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul’daki yetkilerini Saray’a bağlama girişimi, Turgut Özal’ın “Turizm Bölgesi” kararnamesini anımsattı. 1989’da İstanbul’u SHP’ye kaptıran Özal da seçimlerden iki ay sonra İstanbul’un Boğaziçi dahil neredeyse tüm turistik ve sahile bakan kıyı şeridini turizm bölgesi ilan ederek imar yetkisini belediyelerden alıp Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlamıştı.

Boğaziçi’nde tüm imar yetkilerini Boğaz’a bakan dört ilçe belediyesi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bırakmak istemeyen AKP hükümetinin, bu yetkileri, üyelerini cumhurbaşkanının atayacağı Boğaziçi Başkanlığı ile iki yeni kurula bağlayacak bir kanun tasarısı hazırlaması, tarihin bir kez daha tekerrür ettiğini gösteren bir hamle oldu. 


CHP’YE KAPTIRINCA

İstanbul Büyükşehir Belediyesi kendi partilerinde iken imar konusunda belediyenin yetkilerine dokunmayan hükümet, belediyeyi CHP’ye kaptırınca harekete geçti. 
Şehrin turistik bölgelerinde imar hareketleri ile bir gecede milyon dolarların kazanıldığı ve buna paralel olarak ödenen komisyonların da aynı ölçüde arttığı bu alanlardaki rant transferinden mahrum kalacak olmak AKP’yi fazlasıyla üzmüş olacak ki, daha önce 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın deneyip yargı duvarına tosladığı hamlenin benzerini yapma girişiminde bulundular.
1989 yılında İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Muğla, Aydın gibi illerde şehrin en gözde bölgelerinin imar planlarını yapma ve inşaat izni verme yetkilerini belediyelerden alarak Bayındırlık ve iskân Bakanlığı’na bağlayan bir kararname çıkarılmıştı. Hem de yerel seçimlerden sadece iki ay sonra. Yerel seçimler 26 Mart 1989’da yapılmış SHP, neredeyse bütün büyükşehir belediyelerini almıştı. 

İSTANBUL’U KAYBETMEK

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ve ANAP iktidarını en çok üzen ise İstanbul gibi rantın en yüksek olduğu bir ili kaybetmekti. Zira İstanbul’da başta Taksim’deki Park Otel, Dolmabahçe’deki Süzer’in Gökkafes’i, Zincirlkuyu’dan başlayarak Hacıosman’a kadar uzanan Büyükdere Caddesi’nin iki yakasındaki gökdelenler, Sarıyer’deki Uyum Villaları, Beykoz’daki Acarkent ve Beykoz konakları ile Sevda Tepesi, Akaretler’deki vakıf binaları, Maçka sırtlarındaki otel projeleri, Taşkışla’daki Hyatt Regency, Ataşehir’deki Anatepe Projesi, Taksim Talimhane’deki oteller bölgesi, Tarabya sırtları, Baltalimanı, Sultanahmet Meydanı, Gayrettepe, Çamlıca Tepesi, Sarayburnu’ndan havalimanına kadar olan sahil şeridi, Ataköy gibi alanlarda ANAP’a yakın iş insanları, müteahhitler ve Arap şeyhlerine, komisyonu peşin alınmış inşaatlar için sözler verilmişti. 

1989’DA YAPILAN ALENEN BİR YETKİ GASPIYDI

Cumhurbaşkanı Turgut Özal hem SHP’li belediyeyi cezalandırmak hem de ANAP’a destek olan iş insanlarının projelerini ve Arap şeyhlerine satılması planlanan yerlerin imar izinlerini riske atmamak adına bir kararname çıkararak bu bölgelerin imar planlarını yapma iznini belediyelerden aldı.
Bu alenen bir yetki gaspıydı. Aslında kararname ile yetki gaspı yapılan tek il İstanbul da değildi. Ankara’da Kızılay ve Atakule bölgesi, İzmir’de Alsancak, İnciraltı, Antalya’da Alanya, Belek, Lara, Gazipaşa, Kalkan, Kaş ve Güney Antalya bölgesi, Muğla’da Milas, Akbük ve Marmaris kıyı şeridi, Aydın’da Kuşadası ve Davutlar bölgesi, Ayvalık’ta Dolap Adası, Aksaray ve Nevşehir’de Kapadokya bölgesinin tümü, Tekirdağ’da Şarköy, Trabzon’a Uzungöl, Tonya - Erikbeli, Akçaabat - Karadağ, Mersin’de Erdemli, Sakarya’da Karasu bölgesi de söz konusu kararname ile Turizm alanı ilan edilerek plan yapma, değiştirme ve onama yetkisini anakent belediyelerinden alarak Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlamıştı.
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın 3194 sayılı İmar Yasası’nın 9. maddesini değiştirerek yaptığı bu uygulama, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in açtığı dava sonucunda Danıştay’dan döndü.
Danıştay 6. Dairesi, iki yıl sonra görüştüğü dosyayı 2 Mayıs 1990’da karara bağladı ve Özal’ın bu girişimine “dur” dedi. Danıştay’ın İstanbul’un imar planları yetkisini bakanlıktan belediyeye iade etmesi üzerine diğer illerin belediye başkanları da dava açtılar.
Miyase İlknur / CUMHURİYET

Bitmeyen hastane yapmışlar: Gümüşhane Devlet Hastanesi - Murat AĞIREL

Türkiye'de az sayıdaki yatırımlar plansız programsız bir şekilde yapılıyor. Yapılan yatırımların çoğu da ne yazık ki betona gömülüyor. Bu programsız yapılan yatırımlarda kamunun uğradığı veya uğratıldığı zararlar var mı yok mu araştırıp yazıyorum.

Liyakatsiz şekilde sadece "benden-bizden" mantığı ile devlet kadrolarına yerleştirilen kişilerin yine aynı zihniyet ile iş yaptırdığı kişiler, firmalar sayesinde kamunun kaynakları düpedüz yağmalanıyor.

Çocuğuna pantolon alamayan bir babanın intihar ettiği, soğuktan ve açlıktan donarak ölen bebeklerin olduğu canım ülkemde, özel sektörde şirket kapısından giremeyecek düzeyde olan kişilerin plansız, programsız devlet adına iş yaptırdığı bir dönem yaşıyoruz.

Bu kadar kızgın, iç karartıcı bir girizgâh yapmak istemezdim. Ama bu anlattıklarıma uyan canlı bir örnekle karşılaştım.



Olay, Gümüşhane Devlet Hastanesi projesi kapsamında yaşanıyor.

Anlatayım…

Gümüşhane Devlet Hastanesi yapılması kararı alınıyor ve önce proje hazırlanması isteniyor. Gümüşhane Bağlarbaşı mevkisi belirleniyor. Hastane projesi çizim işi için Sağlık Bakanlığı (2011/44503 ihale kayıt numarası ile) ihaleye çıkıyor.

İhale pazarlık usulüyle yapılıyor. Proje çizim işini AC PROJE Mimarlık firması 43 bin TL bedel ile alıyor ve 31 Mart 2011 tarihinde sözleşme düzenleniyor. İş bitim tarihi olarak 11 Temmuz 2011 belirleniyor.

Proje çizildikten sonra yapım işine geçiliyor.

Hesap kitap yapılıyor ve yaklaşık maliyet olarak da 42 milyon TL belirleniyor. 2012 yılında ihale düzenleniyor. (İhale kayıt numarası 2012/38685). Açık ihale usulüyle 9 firma ihaleye katılıyor ama 4 firmanın teklifi geçerli sayılıyor.


38 milyon 872 bin TL teklif veren Aras İnşaat yarışı kazanıyor. Aynı firma devletten çok sayıda ihale almış. TFF Riva Projesi, Zonguldak Devlet Hastanesi, Etimesgut Hastanesi, Bilecik Devlet Hastanesi, Sincan Devlet Hastanesi gibi birçok projede firmanın ismi var.

Hastane 8 katlı, 200 yataklı 10 ameliyathane, 30 yoğun bakım ünitesi olacak şekilde projelendiriliyor. Fakat proje 38 milyon TL yerine 51 milyon TL'ye mal oluyor. İhale şartnamesindeki süreye göre de yapım işi 11 Ekim 2014 tarihinde bitmesi gerekirken inşaat 2015 yılında bitiyor.

İnşaata taşınma işlemi başlaması gerekirken bir sorun fark ediliyor. İnşa edilen hastane binasında ve zemininde çatlaklar oluştuğu gözleniyor.


Çünkü hastane yapılan arazi heyelan bölgesinde!

İnşaatı yapan firma ve yetkililer heyelan bölgesinde olan hastanenin kaymaması için çözüm üretmeye çalışıyorlar. Hastanenin kaymaması için fore kazık uygulaması yapmayı düşünüyorlar. Olaya Gümüşhane Valiliği el atıyor tabi.
Gümüşhane Üniversitesi'nden jeoloji, inşaat ve harita mühendisliği bölümlerinde görevli akademisyenlerle görüşüyor, ortak çalışma başlatıyor. Çalışma sonucunda hastane yapılan arazinin heyelan bölgesinde olduğu ve hastanenin hizmete girebilmesi için zemin güçlendirme ve heyelan önleme çalışmasının yapılması gerektiği sonucuna varılıyor. Hesaplamalar yapılıyor "ekstra" tam 40 milyon TL gerekiyor bu çalışma için.

Sağlık Yatırımları Genel Müdürlüğü Sağlık Bakanlığı Bakan Yardımcıları heyelan önleme yapım işi için 18 Ekim 2018 tarihinde ihale düzenliyor tekrar. (İhale kayıt numarası 2018/411508) Yaklaşık maliyet 50 milyon 952 bin TL belirleniyor. Açık usul ihaleye 11 firma katılıyor.

İhaleyi 39 milyon TL teklif veren Raymak Yapı İnşaat ve M.Y.S. Yol Yapım Madencilik adlı ortak girişim kazanıyor. İhale şartnamesinde süre olarak 14 ay yazıyor. 18 Ekim 2018 tarihinde sözleşme imzalanıyor. Yani sözleşmeye göre, işin 03 Aralık 2019 tarihinde bitmesi gerekiyor. Hadi diyelim onay süreci, itiraz süreci uzun sürdü ve projeye 3 ay daha geç başladı.

O zaman heyelan önleme işinin bitmesi için daha 4 ay var. Gümüşhane'de yaşayan kişilerle konuşmam sonucunda çalışmaların 2020 yılının son aylarına kadar bitmeyeceğini söylediler. Zaten projeyi yapan firma MYS Yol Yapım adlı firmanın internet adresinde de projenin 2020 Haziran ayında biteceği yazıyor.
Garip ama burası Türkiye…

Yani anlayacağınız bu inşaat daha çok su kaldırır. Olan vatandaşa oluyor.

Kamunun kaynakları işte bu şekilde heba edilmiş oluyor.

Projeyi yapan firma AC Proje. Sahipleri Mimar Umut Arda Öngören ile İç Mimar Gani Cihangir Gültaşlı. Bu firma arazinin zemin etüdünü neden yapmıyor? Gerçi projeyi çizen firmanın sahibi galiba işinden çok bitcoin ile kitap satma peşinde.
Kamunun uğradığı zararı kim ödeyecek? Sen, ben bizim oğlan.

Çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden vatandaşların olduğu, açlıktan 40 günlük bebeğin öldüğü canım ülkemde bu da mı geçiştirilecek?

Bu olay da mı görmezlikten gelinecek?

Bu kadar kolay mı bir avuç insanın paramızı cebine atması?

Bu yapılan masrafların tamamı kusuru olan kişilerden tanzim edilmelidir. Hukuk önünde de hesap vermelidirler. Vermeliler ki kamunun 1 kuruşunun kutsal olduğunu anlasınlar, vermeliler ki bundan sonra kimse cesaret edemesin…
Olur mu?

Vicdanınız yanıt versin.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Latin Amerika’dan iki iyi haber - Korkut Boratav

ABD emperyalizmi, işbirlikçileri ve finans kapitalin bezirgânları için geçen Pazar, Latin Amerika’dan iki kötü haber geldi: “Fernandez-Kirchner dönüyor; Evo Morales kalıyor…”

İlk haber Arjantin’den: Dört yıl önce spekülatif (“akbaba”) finans çevrelerinin saldırısına yenik düşen sol Peronist hareket iktidara döndü. 2007-2015’te Başkan olarak ülkeyi yöneten Christina Fernandez Kirchner, bu kez Başkan Yardımcısı olarak görev alıyor.

Peronistlerin başkan adayı da yardımcısı ile (tesadüfen) aynı adı taşıyordu:  Alberto Fernandez… Yüzde 47,8 oyla birinci geldi; ilk turda gereken yüzde 40 eşiğini aştığı için Başkan seçildi. 

Rakibi, 2015 seçiminde iktidara gelen, ABD’nin, neo-liberal çevrelerin gözdesi Mauricio Macri idi. IMF’den 56 milyar dolarlık kredi almış ve ülkesini çok ağır bir bunalıma sürüklemişti. Yüzde 40,7’lik oyla yenilgiyi kabul etti. 

İkinci haber Bolivya’dan: MAS (“Sosyalizme Gidiş Hareketi”) lideri Evo Morales, dördüncü sefer (ve ilk turda) Başkan seçildi.

Bu yakınlarda kaybettiğimiz Immanuel Wallerstein’in tanımladığı anlamda “dünya solu” için iki iyi haber… 

Arjantin’e ileride dönebiliriz. Bugün Bolivya’dan gelen “iyi haber” üzerinde duracağım.

Bolivya 2005: Morales Başkan seçiliyor
Evo Morales 18 Aralık 2005 başkanlık seçimini ilk turda kazandı. İktidara gelmesi, 2000-2005 yıllarında Bolivya’yı sarsan halk ayaklanmalarının uzantısı, bir anlamda sonucu olarak gerçekleşti. 

Ayaklanmalar, suyun ve doğal gazın özelleştirilmesi ile tetiklendi. Bolivya özgün (“yerli”) halklarının, eski maden işçilerinin yerleştiği başkent La Paz’ın El Alto varoşunda isyana dönüştü. 2000 ve 2003’te başkent bir süre kuşatıldı; ülkeyle bağlantısı kesildi. Ordu müdahale etti; altmışı aşkın emekçiyi öldürdü.

Ekim 2003’te Başkan Sanchez de Lozada istifa etmek zorunda kaldı. Başkan Yardımcısı Carlos Mesa görevi devraldı. 

Evo Morales, Aymara kökenli bir köylüdür. Koka üreticileri sendikasından MAS partisine katılan bir siyasetçi olarak bu mücadeleler içinde öne çıktı. 2005 başkanlık seçimini ilk turda yüzde 54’lük oyla kazandı. 2009 ve 2014 seçimlerinde oy oranını yüzde 60 eşiğinin üzerine çekti; ilk turlarda seçildi. 

20 Ekim 2019 seçim zaferi ile Morales, Latin Amerika’da “pembe dalga” olarak bilinen sol iktidarlar zincirinin Venezuela’dan sonraki “en kıdemli temsilcisi” konumunu korumaktadır. 

MAS hareketini ve iktidar deneyimini Marksist doğrultuda yorumlayan Alvaro Garcia Linera, 2006’dan bu yana Morales’in yardımcısıdır ve sicilinde gerilla liderliği suçlamasıyla beş yıllık bir mahkûmiyet yer almaktadır. 
   
Morales iktidarının ekonomik bilançosu
Evo Morales döneminin Bolivya’sını Chavez ve sonrasının Venezuela’sı ile karşılaştırmak anlamlı olabilir. 

Venezuela ham petrol, Bolivya doğal gaz zenginidir. İktidar sosyalist partilerdedir. 

İki ülkede de, neo-liberalizme ve ABD emperyalizmine karşı çıkmak stratejik öncelik oldu. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi ise hedeflenmedi.

Uygulamalara göz atalım: Ham petrol ve doğal gaz üretimi millîleştirildi; ihraç gelirleri önemli boyutlarda halk sınıflarına dönük sosyal transferlere, eğitim, sağlık harcamalarına tahsis edildi. Ülkelere yerleşmiş ABD’nin müdahale aygıtları, üsleri kapatıldı. IMF programlarına son verildi. Latin Amerika’da ABD tahakkümüne karşı dayanışma örgütlenmeleri (Kirchner’lerin Arjantin’i, Lula’nın Brezilya’sı, Correa’nın Ekvador’u ile birlikte) oluşturuldu. 

Ham petrol ve doğal gaz fiyatlarının 2015 sonrasında gerilemesi Venezuela ve Bolivya’yı aynı doğrultuda etkiledi. Sonraki yıllarda ise iki ülkenin ekonomik göstergeleri tamamen farklılaştı. 

Venezuela, Obama’nın başlattığı ABD yaptırımlarının katkısıyla da ağırlaşan ekonomik bunalımın hâlâ içindedir. Bolivya ise dış açık vermeye başladı, ama büyüme temposunu sürdürebildi. Morales’in iktidar yılları olan 2006-2018 döneminde Bolivya’nın büyüme ortalaması yüzde 5,0’tir. En büyük dokuz Latin Amerika ülkesi içinde (Peru’yu izleyerek) ikinci sıradadır

İzlediğim kadarıyla Bolivya, neo-liberalizmin makro-ekonomik reçetelerinden ihtiyatlı bir tempoyla arınmaya özen gösterdi: Merkez Bankası kaynakları Hazine ile bütünleşti; kamu yatırımlarının finansmanında belirleyici rol üstlendi. Döviz piyasası denetlendi; rezerv birikimi gözetildi; ulusal paraya istikrar sağlandı. Maliye Bakanı Luis Arce ise kamu maliyesinde dengelerin korunmasına öncelik verdi. 

Doğal gaz bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bir yatırım programı bu sayede  izlenebildi. Tarımda kendine yeterlilik ve mineral zenginliğini metal sanayi kollarına dönüştürme doğrultusunda önemli mesafe alındığı vurgulanıyor. Doğal gaz gelirlerinin gerilediği 2015-2018’de dahi yatırımların millî gelirdeki payı yüzde 21’i aştı. Morales’in iktidarı devraldığı dönemde ise sermaye birikim oranı yüzde 15 civarında seyretmekteydi. 

Tartışmalı 2019 seçimi 
Evo Morales 2019 seçimine on dört yıllık iktidarın yıpranma etkenleri içinde girdi. Sanayileşmeyi sürükleyeceği umulan madencilik yatırımları, tarımsal alanlara, tropik ormanlara taşmakta; MAS’ın kitle tabanının ön saflarında yer almış olan köylülüğün, özgün halkların tepkilerini tetiklemekteydi. 

Burjuva muhalefeti, büyük kentlerde örgütlüydü; “beyaz”, eğitimli, profesyonel küçük burjuvazinin sınıfsal, ırkçı reflekslerine dayanarak güçlenmekteydi. 
Morales’e dördüncü kez başkanlık kapısı aralayan bir referandum 2016’da (yüzde 51’lik bir oyla) reddedilmişti. Anayasa Mahkemesi, tartışmalı bir kararla referandumu geçersiz kıldı. İktidar, “demokrasiden sapma” suçlamaları ile yüzleşmek zorunda kaldı. 

Bolivya’da başkanlık seçiminin ilk turda sonuçlanması için en çok oy alan iki aday arasında on puanı aşan bir fark oluşması gerekir. Morales’in ilk turda önde yer alacağı biliniyordu. Sağcılar, farkın dar kalacağı ve Morales’in ikinci turda yenik düşeceği beklentisi içindeydi. (AKP’nin izlediği “başkanlığa kestirme geçiş” seçeneklerinden biri…)

Ne var ki, burjuva muhalefeti 2019 seçimine sicili lekeli, “yanlış” bir Başkan adayı ile girdi: 2000-2003’teki halk ayaklanmaları sırasında Başkan Yardımcısı olan Carlo Mena… Halk isyanını tetikleyen neo-liberal politikaların ve emekçi kıyımının sorumluluğunu paylaşan siyasetçi…

Mena’nın adaylığı, önceki üç seçimde Morales’i iktidara taşıyan varoş halkını, maden işçilerini, koka köylülerini ve taşranın özgün halklarını bir kez daha birleştirdi. Yüksek Seçim Kurulu kesin oy oranlarını ilan etti: Evo Morales %47,1; Carlos Mesa 36,5… Fark, 10,6 puandır; Evo’nun oylarında erime vardır; ama, gerekli eşik aşılmıştır.

Geçici sonuçlar açıklanırken, kırsal bölgelerin, tropikal taşranın oy dökümü gecikti. Başta on puanın altında seyreden fark, ertesi gün açıldı. Mesa taraftarları, “beyaz” kentliler, “hile var; ikinci tur…” sloganları ile meydanlara döküldü. ABD, Brezilya, Kolombiya ve (aynı gün Peronist adaya yenik düşen) Arjantin yönetimi, “ikinci tur…” çağrısında bulundu. ABD’nin yörüngesine girmiş olan OAS (“Amerika Devletleri Örgütü”) Genel Sekreteri de bu çağrıya destek verdi.  

Morales hızla yanıtladı: OAS yetkililerini ve doğrudan doğruya Mena’yı, seçimin uygulanmasını, sayım sonuçlarını birlikte denetlemeye davet etti ve son sözü söyledi: “Sonuç da bağlayıcı olsun.” 

Burjuva muhalefetinin ve ABD işbirlikçilerinin tepkileri herhalde hızla son bulacaktır. Kent meydanlarını “beyaz orta sınıf” kalabalıklarıyla doldurarak dört yıl önceki Brezilya’daki gibi bir “sivil darbe” girişiminin Bolivya’da tutmayacağı anlaşıldığı için…  

“Hile ve desise” ile tezgâhlanan bir sivil darbe girişiminin kent yoksulları, özgün halk ve işçi sınıfının örgütlü direnmesi karşısında başarısız olacağı (24 Ekim tarihli Financial Times tarafından dahi) öngörülüyor. Bu gazeteye demeç veren bir ilgiliye göre böyle senaryo gerçekleşirse, “Mesa bir yıl bile iktidarda kalamayacaktır” 

Bolivya’nın, emekçi örgütlenmelerinin düzeyi ve militanlık derecesi bakımından dünyanın en önde gelen toplumlarından biri olduğu söylenir. Bu ülke bu sayede, dünya soluna geçen Pazar “iyi bir haber” getirmiştir.

Korkut Boratav / SOL

''Dinen Caizdir'' denen vergi kaçırma olayları - Murat AĞIREL

Bir önceki yazımda, faizsiz bankacılık hizmeti veren Türkiye Finans Katılım Bankası ile ilgili bazı bilgiler vermiş ve devam edeceğimi bildirmiştim.

Okumayanlar için bir önceki yazımı kısaca hatırlatmak istiyorum.
Türkiye Finans Katılım Bankası, Ülker Grubu'nun Family Finans ve Boydak Grubu'nun Anadolu Finans şirketlerinin birleşmesi ile oluştu.

Türkiye'de, İslami bankacılık olarak bilinen faizsiz finansman modeli katılım bankalarınca yapılıyor. Faizsiz katılım bankacılığında danışma kurulu var. Yani, bahsettiğim kurul finans sektörünün uzmanlarından oluşan bir danışma kurulu değil. Bahsettiğim Danışma Kurulu, bir fetva makamı. Fetva kurulunda tanıdık isimler var.


Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman (Başkan), daha önce Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan 17/25 Aralıktan sonra görevinden istifa eden Prof. Dr. Hamdi Döndüren ve Prof. Dr. İshak Emin Aktepe…

Bankada çalışan bir vatandaş bazı usulsüzlüklere şahit oluyor. Banka yetkililerine durumu bildiriyor ancak sonuçsuz kalıyor. Soluğu BBDK da alıyor ve belgeleri sunuyor. BBDK inceleme neticesinde usulsüzlükleri tespit ediyor ve durumu hemen Maliye Bakanlığına yönlendiriyor.

Durum ise şu.

Türkiye'de kurulu bazı firmalar ve sahipleri ev almak istiyorlar. Bir kısmı kredi çekmek istiyorlar. Mesela 5 Milyon TL'lik bir ev alacak, 3 milyonunu peşin veriyor. Diğer kısmını ise kredi çekiyor. Tam bu noktada tapudaki alım satımlarda iki taraf içinde düşük vergi ve alım satım çıkması için çekilen kredi miktarı emlak kredi için değil Londra Borsasından başka bir işlem yapmış gibi gösteriliyor. Bu durumda devlet vergi kaybına uğruyor.

Yazım yayınlandıktan sonra onlarca elektronik posta mesajı aldım. Durum sandığımızdan daha vahimmiş. Tüm bankalar bu metodu uyguluyormuş. Bu konu üzerine geniş çaplı bir araştırmaya başladım. İlerleyen günlerde tekrar sizle paylaşacağım. Bugün ilk yazımda paylaştığım bilgilerin devamını aktarıyorum.
Banka yetkilileri kendi arasında elektronik postalar ile mesajlaşıyorlar. Kredi başvurularını değerlendiriyorlar. Konuşmalar ve talepler gerçekten çok ilginç.


Mesela lüks araba satan S&S Motor adlı firmanın sahibi Sinan Kandemir, 9 Milyon TL'ye bir gayrimenkul almak istiyor. 6 milyon TL kredi istiyor. Ancak 1 milyon TL'sinin konut kredisi geri kalanının ise tüketici kredisi olarak verilmesini istiyor.

Diğer bir örnek Eryap Grup. Sahibi Kahraman Eruslu. 20 milyon TL'lik bir yer satın almak isteniyor. 10 milyon TL firmanın hesabından geri kalan 10 milyon TL ise bireysel destek finansmanı kapsamında tahsis edilip Kahraman Eruslu'ya elden teslim edilecek tapu ise Eryap Grup adına düzenlenecek. İşlem gerçekleşiyor ve Eruslu 10 milyon TL'yi de elden alıyor.

Diğer bir mesajlaşma ise daha da ilginç

Siirt Kurtalan Belediye Başkanı Mesut Karatay, Batıkent Atlantis AVM Karşısında Yenimahalle Belediye Başkanlığının yapmış olduğu Meydan AVM'de bulunan ve Burger King'in kiracı olduğu yeri 5 Milyon TL'ye satın almak istiyor. Satın alma işleminin akrabası Şükriye Karatay üzerine yapılmasını istiyor.
12 ay vade ile 2 milyon TL kredi istiyor. Satıcı, tapuda 1 Milyon beyan edeceğini bildirmiş ve bankada küçük çaplı kriz yaşanmış. Satıcı ise Özçelik İnşaat. Hemen çözüm bulmuşlar kredileri başka şekillerde kullandırmaya çalışmışlar.
Burada tabi hemen dikkatimi çeken konu şu oldu. Yazışmayı olduğu gibi yazıyorum:

"Şube müşterilerimizden Vadi Botanik Ltd. Şti firmasının Siirt Kurtalan Belediyesinin 69 Milyon TL'lik ihalesini almıştır. Bu işin taşeronluğunu Siirt Belediye Başkanı'nın firması almış ve avans bedelini oğlu Harun Karatay hesabına 2 milyon TL yatırmıştır."

Hemen ihale yapılmış mı diye baktım gerçekten yapılmış. İhale 17.09.2015 tarihinde 2015/125347 ihale kayıt no ile yapılmış. İhale konusu "Kurtalan İlçesi Muhtelif mahallelerde kanalizasyon alt yapı inşaatı" işi. İhale pazarlık usulü verilmiş. 2 teklif var. Ancak 1'i geçerli sayılmış. Geçerli teklif sahibi firma Girişimciler İnşaat ve Vadi Botanik İnş. Firması iş ortaklığı bedeli ise 69 milyon 920 bin TL.

Yani banka yazışmalarındaki bilgiler doğru!

İhale pazarlık usulü verilmiş, taşeron firma sahibi  Belediye Başkanı'nın oğlu!
Ya tüm bu işlemlere ''dinen uygundur'' diye fetva veren danışma kurulunda bulunanlar?

Hayrettin Karaman, sadece Türkiye Finans Katılım Bankasının danışma kurulunda değil, Ziraat Portföy ve Ziraat Emeklilik Danışma kurulu üyesidir kendisi. Yeni Şafak gazetesinde yazılar yazmaya devam ediyor.
Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Tuzla Belediyesinin evlenen çiftlere dağıttığı içerisinde "Kızlar 9 yaşında evlenebilir", "Eşinizi iz bırakmadan dövebilirsiniz" gibi görüşlerin var olduğu iddia edilen Delilleriyle Aile İlmihali adlı kitabı yazan kişidir. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve bağlı bulunduğu üniversite YÖK'e başvurmuştu. Kendisi daha sonra yazılanların çarptırıldığını, görüşlerinin bu olmadığını açıklamıştı.
İshak Emin Aktepe, kızı Bursa 2.Ağır Ceza Mahkemesinden bankada çalışmasına müsaade etmeyen bir ceza almasına rağmen bu bankaya girdirmiş.
Yazacak o kadar çok şey var ki…

Herkes bir yol tutturmuş ve bu şekilde gidiyor. Milleti kimsenin düşündüğü yok. Hiç birinin zerre umurunda değil.

Kazançlarına kazanç, karlarına kar eklemişler.

Bu topraklardan para kazanmışlar ancak iş devlete ödeyecekleri vergiye gelince hepsi kendi cebini düşünmüş. Bunlara göz yuman, ön ayak olanlar da İslami bankalar.

Yazık...

Murat Ağırel / YENİÇAĞ

ABD’den ‘demokrasi’ dersleri - Ergin Yıldızoğlu

ABD’de Başkan Trump’ı azletmeye yönelik süreç, kapitalist demokrasi üzerine önemli dersler içeren “atanmışlar- seçilmişler” çatışmasını gündeme getirdi.
Bu konu bize yabancı değil! Türkiye’de, siyasal İslamın rejimi inşa edilirken, demokratlığı kimseye bırakmayan liberal entelijansiyanın, “seçilmişler-atanmışlar” ikilemini, biteviye AKP’den yana vurgulamış olması, kapitalist demokrasinin işleyişine, “hukuk devletinin” kurumlarına ilişkin bir cahilliği sergiliyordu.

Kapitalist demokrasi...
Kapitalist demokrasi, totaliter/faşist projelere karşı kendini, anayasa ve hukuk düzeni ile korur. Devletin günlük olağan işleyişini yönetenlerin, siyasi partilerden bağımsız  atanmışlardan oluşması bu düzenin korunması açısından kritik öneme sahiptir. Atanmışlar, seçilmiş hükümetlerin, anayasanın ve düzenin sınırları içinde kalmalarını sağlamakla yükümlüdürler.

Bu nedenle, seçimlerle hükümete gelen “Yeni Faşist” eğilimli liderler, hareketler ilk önce, devraldıkları atanmışları, yandaşlarıyla değiştirmeye, anayasayı işlemez kılmaya, giderek yeniden yazmaya koyulurlar. “Yeni Faşizm”e uygun, yeni devlet, atanmışların  bağımsızlığı yok edilerek kurulur.

Pratik hükümetin direnişi
Seçilmiş-atanmış ikilemini, en açık biçimde, anayasa profesörü Michael J. Glennon’un sergilediği, Anglo-Amerikan devlet geleneğinin “ikili hükümet” yapılanmasında görmek olanaklıdır. Hükümetler seçimlerle gelir gider, böylece yönetilmekte olanlar, hükümetlerin politikalarını belirlediklerine inanmaya devam ederler. Bu nedenle, Glennon, seçilmişlerin hükümetine “törensel hükümet” diyor. Bu gelip gitmelerden etkilenmeyen atanmışlar, özellikle de ulusal güvenlik ve ekonomi bürokrasisini oluşturan, devleti fiilen yürüten kurumlar için Glennon, “pratik” hükümet kavramını kullanıyor. Düzenin bekası bu ikisi arasındaki uyuma dayanıyor.

Cumhuriyet boyunca, benzer bir ikili devlet yapısı, daha sınırlı düzeyde de olsa, Türkiye’de de görülebilir. 2000’li yıllarda güvenlik ve dışişleri bürokrasisinin, yargının AKP’ye direnme çabaları da bu bağlamda anlaşılabilir.

Bugün de, İngiltere’de, Boris Johnson’ın hukuk ve gelenek açısından, kuşkulu, totaliter tonlar taşıyan uygulamalarına, Amerika’da da Trump’ın keyfi, totaliter eğilimlerine, devletin olanaklarını, dış politika süreçlerini, kendine ekonomik çıkar sağlamak için kullanma girişimlerine karşı bir direniş görebiliyoruz.

İngiltere’de Boris Johnson hükümeti ve Muhafazakâr Parti, ABD’de Trump, Beyaz Saray sözcüleri ve kimi Cumhuriyetçi Parti temsilcileri atanmışları, “halkın yaptığı tercihi iptal etmeye çalışmakla” suçluyorlar. Halbuki, İngiltere’de Brexit referandumunun sonuçları, yalanlara, yolsuzluklara dayanıyordu. Bugün, Boris Johnson hükümetinin mecliste çoğunluğu bile yok. Johnson genel seçimleri kazanarak değil partisinin üyelerinin oyuyla başbakan oldu. ABD’de Trump, 2016 seçimlerinde oyların ancak yüzde 46’sını alabilmişti. İngiltere’de, devlet bürokrasisinin üst kademelerinden müsteşarlar sık sık Brexit’in zararlarını vurguluyorlar. Johnson hükümetinin parlamentoyu askıya alma kararı, muhalefet sözcülerince “darbe” girişimi olarak nitelenmiş, “yüksek mahkeme” tarafından “geçersiz” ilan edilmişti.

Amerika’da, önce FBI’nın, Trump-Rusya ilişkisini soruşturmasına, daha sonra, “dış politikayı, diplomatları by-pass ederek, kişisel siyasi çıkar için kullanmak” konulu (CIA) kaynaklı şikâyetlerin azil sürecini tetiklemesine, şimdi de diplomatların, meclis komisyonunda ifade vermek için adeta sıraya girmelerine bakarak “pratik hükümetin” direnmeye başlamış olduğunu söyleyebiliriz. 

Geçen hafta, Politico’da yayımlanan bir yorumda, yazar, “diplomatlar Trump’tan intikam alıyor” diyordu. New York Times’da yedi yazarlı bir araştırma “Trump’ın ‘derin devlete’ açtığı savaş geri tepiyor” sonucuna ulaşılıyordu.

Bugün Türkiye’de muhalefet, bu “ikili yapının” artık ortadan kalktığı, “bir”leştiği bir ortamda çalışmak zorundadır. Totaliter rejimlere direnmek isteyenlerin, pratik hükümetin tarafsızlığının kaybolduğu ortamda, süreci salt seçimlere indirgemesi yeterli olmuyor, toplumun aktif desteğini de almaya çalışmaları gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Ali Suavi ve Çırağan vakası - Umut Can Allahverdi.


Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi, gazeteci ve fikir adamı olarak bilinen Ali Suavi, son döneme damgasını vuran aydınlardan biri olmuştur. 

Sarıklı İhtilalci lakabı ile tanınan Suavi, dönemin diğer aydınları gibi hak, eşitlik, özgürlük ve benzeri düşüncelerden etkilenmiştir. 

Devam eden zaman zarfında hürriyet ve özgürlük talepleri artmıştır. Artan talepler sonucunda 23 Aralık 1876 tarihinde Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Birinci Meşrutiyet’in ilanı ve devam eden zaman zarfında V. Murat tahta çıkmıştır. Ancak kısa bir süre sonra sağlık sorunları nedeniyle görevden alınan V. Murat’ın yerine tahta İkinci Abdülhamit geçmiştir. Devam eden zaman zarfında Ruslarla gerçekleşen 93 Harbi ve sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nı bahane ederek Meşrutiyeti kaldıran ve istibdat sürecini başlatan İkinci Abdülhamit tepki çekmiştir.

Ali Suavi, destekçilerine cami ve medrese üzerinden propaganda imkânı sağlamıştır. Özellikle İstanbul’da ikamet eden Rumelili muhacirler üzerinden etkili bir politika yürütmüştür. Abdülhamit aleyhine propaganda yapan muhacirlerin bir kısmı tutuklanmıştır. Filibe ve Sofya’da görev yapmasından kaynaklı olarak muhacirler ile etkili bir iletişim kuran Suavi bu yapılardan epeyce taraftar bulmuştur. 

Taraftarlarını harekete geçirme kararı alan Ali Suavi 20 Mayıs 1878 günü kara ve denizden harekete geçmiştir. Kara ve deniz harekâtı sona erdikten sonra saraya baskın yapan Suavi, ikinci katta bulunan V. Murat’ın odasına giriş yapmıştır. V. Murat’ın koluna girip odadan çıkarmak istediği vakit Abdülhamit’in yaveri olarak bilinen yedi-sekiz Hasan Paşa tarafından kafasına indirilen odun darbesiyle öldürülmüştür. Olayın paniğiyle V. Murat kendisini hazine dairesine kapatmıştır.

Bu olaylar sırasında yaklaşık olarak 23 kişinin öldüğü ve 30 kişinin yaralandığı söylenir. Bu baskına kimi araştırmacılar 250 kişinin katıldığından bahsederken, kimi araştırmacılar ise 500 rakamından bahseder. Yaşanan bu olaydan sonra Abdülhamit’in muhacirler ile olan ilişkisi değişmeye başlamış ve İstanbul’da bulunan muhacirleri tasfiye girişimine başlamıştır. 

Ali Suavi’nin bu girişiminin kimi kaynaklar tarafından İngilizler ve Ruslar üzerinden şekillendiğine dair iddaalar olmakla birlikte bu durum kanıtlanamamıştır.

Umut Can Allahverdi / BİRGÜN

Genç Agrippina: ‘İhtiraslı’ bir imparatoriçenin portresi - Dr. Öğretim Üyesi Y. Gürkan Ergin


Augustus’un erkek çocuğu olmadığından etrafı kadınlarla çevriliydi ve onların siyasetteki baskın rolleri kaçınılmazdı. İlk imparatorun muazzam mirası onların omuzlarında yükselmekte, onların üzerinden hanedan erkeklerine geçirilmekteydi.

Aphrodisias’ta, yani bugünkü Aydın-Geyre’de Roma İmparatorluğu’nun ilk hanedanı Iulius-Claudius’ların onurlandırıldığı Sebasteion olarak adlandırılan anıtsal bir yapı vardır. Kabartmalarında hanedan mensupları (Augustus, Tiberius, Nero ve diğerleri) tanrı veya fatih rolleriyle betimlenmişlerdir. Bunlar imparatorluk genelinde aşina olduğumuz ikonografik özellikler taşırlar, ancak içlerinden ikisi özellikle dikkat çekicidir: Bunlarda Iulia Agrippina (Genç Agrippina) Claudius’un eşi ve onun halefi genç Nero’nun annesi olarak iki ayrı kimliğiyle karşımıza çıkar ve imparatoriçenin her iki imparator üzerindeki etkisi ile saraydaki nüfuzunu gösteren hayli ilginç görsel ipuçları barındırır.

Claudius ve Agrippina’yı birlikte gördüğümüz kabartmada, imparator Claudius eşi Agrippina’yla el sıkışmakta ve Roma senatosu ya da halkını temsil eden toga bir figür tarafından vatandaşların hayatını savaşta kurtaranlara layık görülen defne tacıyla taçlandırılmaktadır. Diğer kabartmalı panelse yine Agrippina’yı oğlu Nero’nun başına bir defne tacı takarken gösterir.

Her iki panel de çeşitli yönlerden Roma imparatoriçeleri veya saray kadınlarının tasvirlerinde görmeye alışık olmadığımız türden çarpıcı özellikler barındırır. Romalılar için siyasi sistem içinde kadınların imparator eşi veya annesi sıfatıyla iktidar kullanmaları düşünülemezdi. Augustus’un eşi Livia bile gücünü ailesindeki erkeklerin izni ve aracılığıyla, ailevi statüsünün sağladığı kısıtlı imkânlarla kullanmaktan öteye geçemezdi. 

Diğer bir deyişle bir saray kadınının bu yollarla siyasi bir etkiye sahip olması doğal ve saygındı, ancak gücünün resmen tanınması söz konusu değildi. O yüzden Roma tarih geleneği, imparatorların kullandığı meşru iktidarın peşine düştüklerini düşündüğü saray kadınlarının, bu iktidara ancak komplo, entrika, baştan çıkarma, hatta cinayetle erişebileceklerini ima eder. Kaynaklar Genç Agrippina’ya da bütün bu suçları öyle ya da böyle atfederler. antik ve modern tarihçiler imparatoriçenin yetenekleri ve siyasi nüfuzu konusunda hemfikirdir. 

Aphrodisias kabartmaları bunun görsel bir ifadesi olarak karşımıza çıkar.

Genç Agrippina erkek kardeşi Caligula’ya karşı bir komploya adı karıştığından 39’da sürgüne gönderilmişti. 

Bu sırada, Claudius’un eşi Messalina’nın ölümünden sonra imparatorun yeni eşi olarak Agrippina’nın adı öne çıktı, zira hem Iulius hem de Claudius klanlarıyla akraba olduğundan, Tiberius’tan itibaren kurucu hanedandaki iç çekişmelere son verecek bir evlilik gerçekleşebilirdi.

Tarihçi Cassius Dio’ya göre evlilik gerçekleşir gerçekleşmez Agrippina Claudius’u tamamıyla kontrol altına almıştı. Tacitus’a bakılırsa devlet işleri artık “neredeyse erkeklere özgü sıkı bir tahakküm” uygulayan Agrippina’nın elindeydi. İmparatoriçenin ilk işlerinden biri, Nero’nun aldığı yetersiz eğitimini telafi etmek için sürgündeki Seneca’yı geri getirmek oldu. Bu tarihlerde Agrippina’nın giderek artan nüfuzuna dair en anlamlı gelişmelerden biri, 50’de kendisiyle birlikte ilk kez hayattaki bir imparatoriçeye verilen augusta  unvanıydı.

Bundan sonra Agrippina Claudius’u, imparatorun ölümü hâlinde öz oğlu Britannicus’un henüz reşit olmayacağını fırsat bilerek, ondan büyük kendi oğlu Nero’yu evlat edinmeye ikna etti. Agrippina 51’de augusta olarak konumunu halkın önünde sergileme fırsatı buldu. Britannia’lı isyancıların lideri Caratacus nihayet ele geçirilmiş ve Claudius’un huzuruna çıkarılmıştı. Dio’ya göre bu sırada Claudius’un yanında yerini alan Agrippina, böylece daha önce hiçbir imparatoriçenin cesaret edemediğini yaparak Roma sancaklarının önünde hazır ve dolayısıyla atalarının kurduğu imparatorlukta “hak” iddiasında bulunmuştu. Aslında Germanicus’un kızı ve Drusus’un torunu olarak onların başlattığı işgalin bitirilmesi şerefine oradaydı.

Nero 13 Ekim 54’te tahta çıktığında Agrippina için her şey yolunda görünüyor olmalıydı. Artık eşine kıyasla göre çok daha rahat bir şekilde yönlendirebileceği genç oğlu iktidardaydı. Hatta Nero’nun imparator muhafızına verdiği ilk parola söylenene göre optima mater(en iyi anne). Tacitus Agrippina’nın görüşmeleri izleyebilmesi için senatonun Palatinus tepesinde toplanmaya başlandığını söyler. İmparatoriçe toplantılar esnasında senatoya arka kapıdan giriyor ve kalın bir perdenin ardından görüşmeleri izliyordu.
Kaynaklar anne-oğul arasındaki gerilimin kendisini açıkça belli ettiği olay olarak 54’teki Armenia meselesini gösterir. Nero Roma’ya gelmiş Armenia’lı elçi heyetini dinlemek için kürsüye yerleşmişken Agrippina’nın kendisine katılmak üzere yaklaştığını gördü. Agrippina daha önce Caratacus’un resmi teslimiyet töreni sırasında Claudius’a eşlik etmiş olduğundan, burada da aynı şekilde hareket edebileceğini düşünmüştü. Seneca ve saray azatlısı Burrus bunu engellemek için Nero’ya sanki annesine hürmet gösteriyormuş gibi kürsüden inerek onu karşılamasını salık verdi.

Anne-oğul arasındaki bir diğer gerilim nedeni Nero’nun aşırı harcamalarıydı. Dio’nun aktardığına göre Nero sekreterliğini yapan Doryphoros’a 10 milyon  sestertius verilmesini emretmişti. 

Agrippina, oğlunun ne kadar büyük bir savurganlık yaptığını göstermek amacıyla aynı miktarda parayı önüne yığdı. Nero, miktarın bu kadar az olduğunu bilmediğini söyledi ve iki katını hibe etti. Hikâyenin detayları büyük ölçüde hayal ürünüdür, ancak çağdaşlarının gözünde imparatorun müsrif ve küstah bir karakter çizdiğine işaret eder.

Tacitus’un gözünde 55, Agrippa’nın oğlunun üzerindeki kontrolünü yitirmeye başladığı yıldır. Genç imparatorun Octavia’yla planlı evliliği anlaşılan iyi gitmiyordu, zira imparator Acte adında bir azatlı kadına gönlünü kaptırmıştı. Agrippa’nın Nero-Octavia evliliğini istemesi için kendi nedenleri vardı. Bu, Iulius’larla Claudius’ların kendisinde somutlaşan birlikteliğinin nihai sembolü olacaktı. Ne var ki görünüşe göre Agrippina’n Nero’nun aşk hayatına bu denli karışması belki de genç imparatorun annesinden tamamen kurtulmayı düşünmesine yol açmıştı. Önce annesine yakın azatlıları uzaklaştırdı, onun kontrolündeki imparator muhafızlarını kazandı ve kendisine karşı koz olarak kullanılan Britannicus’u ortadan kaldırdı. Ardından Agrippina saraydan men edilerek Nero’nun emriyle öldürüldü.

Sebasteion dışındaki diğer görsel mecralar da imparatoriçenin nüfuzuna açık göndermeler yapar. 


Agrippina’nın sikkeleri saray kadınları açısından bir dizi ilk barındırır: Mesela Augustus’un Roma ‘da basılmış sikkelerinde eşi Livia hiçbir zaman onunla görülmez. Claudius’la evliliğinden hemen sonra, 49’da, Genç Agrippina’yla birlikte Roma sikkelerinde ilk kez imparatoriçe ve imparator aynı sikke üzerinde yer almaya başlayacaktır. Bunlarda ve Sebasteion’daki imajı Antik kaynakların zalim üvey anne, “kadın lider” (dux femina), günahkâr, ahlak yoksunu gibi Latin edebiyatı klişelerinden zayıf bir iz bile taşımaz. Roma portre sanatı Nero ve Caracalla gibi imparatorlarda onların “bozuk” karakterlerini taşa yansıtabilmişken, Agrippina bundan muaf tutulmuş gibidir.

İmparatoriçenin aile geçmişine ve şahit olduğu olaylara baktığımızda Roma siyasetindeki aktif rolünü ve meşru bir rol kapma isteğini anlamamız kolaylaşacaktır. Babası Germanicus ve annesi Yaşlı Agrippina’nın ailesinden kişilerin yıllar boyu özellikle imparator muhafız alayı komutanı Seianus’un elinden maruz kaldığı zulüm ve infazlarölümlerle sona ermişti. Bu olaylar Germanicus’un oğlu Caligula ve kız kardeşleri Genç Agrippina, Drusilla ve Iulia Livilla’nın birbirlerine daha da yakınlaşmasını sağlamıştı. Agrippina muhtemelen kendisi ve ailesinin güvenliğini ancak iktidarın merkezinde kalarak sağlayabileceğini düşünüyordu. Augustus’un erkek çocuğu olmadığından etrafı kadınlarla çevriliydi ve onların siyasetteki baskın rolleri bu yüzden kaçınılmazdı. İlk imparatorun muazzam mirası onların omuzlarında yükselmekte, onların üzerinden hanedan erkeklerine geçirilmekteydi. 

Sebasteion kabartmaları en geniş anlamıyla bu durumun görsel ifadelerinden biridir.

Dr. Öğretim Üyesi Y. Gürkan Ergin / BİRGÜN

İslam'a yeni güncelleme geldi de bizim haberimiz mi yok? - Murat AĞIREL

Bugün sizlere ünlü firmaların İslam'ın kurallarına uygun faizsiz işlem yaptığını savunan bankalar aracılığıyla devleti nasıl zarara uğrattığını anlatacağım.

Okudukça çok ilginç bulacağınızdan eminim.

Olay İslami bankacılık modeli olan faizsiz bankacılık hizmeti veren Türkiye Finans Katılım Bankasında gerçekleşiyor.

Önce bu banka hakkında biraz bilgi vereyim ardında banka işleyişi hakkında ve olay hakkında ayrıntıları anlatayım.


Türkiye Finans Katılım Bankası Ülker Grubu'nun FamilyFinans ve Boydak Grubu'nun Anadolu Finans şirketlerinin birleşmesi ile oluştu. Birleşme sonrası 9 kişilik yönetim kurulunda Ülker ve Boydak Grubu'ndan 4'er kişi yer aldı. Bu birleşme ve fon büyüklüğü ile birlikte katılım bankaları arasında yüzde 31'lik payla lider konuma yükseldi.

Türkiye Finans Katılım Bankası'nın Yönetim Kurulu Başkanlığı'na Mustafa Boydak getirilirken, Murat Ülker Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı oldu. Yönetim Kurulu Üyeleri Hacı Boydak, Yusuf Boydak, Memduh Boydak, Ali Doğan, Atilla Kurama, İlhan İmik ve Yunus Nacar'dan oluştu.

Türkiye Finans Katılım Bankası (TFKB) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mustafa Boydak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra görevinden istifa etti.

FETÖ'nün finans ayağına yönelik olarak Kayseri'de yapılan soruşturma sonucunda Boydak ailesi üyelerinden eski Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, eski CEO Memduh Boydak, Yönetim Kurulu üyelerinden Şükrü, Bekir ve İlyas Boydak tutuklandı ve Boydak Holding'e 5 kişilik kayyum heyeti atanmıştı. Boydak Grubu'nun Türkiye Finans'ta yüzde 22.34,Ülker Grubunun yüzde 10.57'lik payını koruyor. NCB, Türkiye Finans'ın yüzde 67.03 hissesi ile yönetimini elinde bulunduruyor.

Türkiye Finans'ın en büyük hissedarı NCB, 10,9 milyar dolar özkaynak toplamı ile Suudi Arabistan'ın en büyük, körfez bölgesinin ise önde gelen bankasıdır. 2013 yılsonu itibarıyla 100,6 milyar dolar aktif büyüklüğe sahip.

Bankanın işleyişi nasıl?

Türkiye'de, İslami bankacılık olarak bilinen faizsiz finansman modeli katılım bankalarınca yapılıyor. Fazisiz katılım bankacılığında danışma Kurulu var. Yani, bahsettiğim kurul finans sektörünün uzmanlarından oluşan bir danışma kurulu değil. Bahsettiğim Danışma Kurulu bir fetva makamı.

Şöyle ki katılım bankalarının faizsiz finansman modeli danışma kurullarında temin edilen fetva ile işletilir, bu uygulama sadece faizsiz finans kuruluşlarına özgüdür.
Katılım bankaları ihtiyaç halinde danışma kurullarından temin ettiği fetva ile müşterilerine özel hizmetler gerçekleştirebiliyor. Fetvası alınmamış bir standart veya özel muamele katılım bankalarınca gerçekleştirilmiyor. Bu noktada bir bağlayıcılık söz konusu değil ancak danışma kurulunca yani fetva makamınca verilen karar bağlayıcı olmasa da katılım devamlı sadık kalınan bir uygulama.

Türkiye Finans Katılım Bankasının Danışma Kurulu yani fetva kurulu kimlerden oluşuyor?
- Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman (Başkan)
- Daha önce Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan 17/25 Aralıktan sonra görevinden istifa eden Prof. Dr. Hamdi Döndür
- Prof. Dr. İsak Emin Aktepe

Danışma Kurulunda kararlar oy çokluğu ile alınır.
İyi de…

Ben bu bilgileri size neden anlattım?

İşin bam telini anlatıyorum.

Bu bankada çalışan bir kişi bazı usulsüz işlere şahit oluyor. Durumu banka yetkililerine bildiriyor ancak bir sonuç alamıyor. Şahit olduğu usulsüzlük ise aynen şu şekilde anlatıyor:
"Bir Gayrimenkulünüz var ve gayrimenkulü satmak için benimle anlaştınız. Gayrimenkulün değeri mesela 5 milyon TL. Bu parayı ben size vereceğim ve tapuda devrini yapacağız. Ben size diyorum ki benim bu kadar nakitim yok, bankam var ilişkilerim çok iyi oradan kredi çekeceğim bedel sana ödenecek diyorum. Buraya kadar bir şey yok. Ancak sizin bir çekinceniz var nedir o. Ben 5 milyon TL kredi çekip bu bedel sizin hesabınıza gayrimenkul bedeli olarak geçerse sizi iki şey bekliyor. Birincisi tapuda bu satış bedelini de rayiç bedeli ne olursa olsun en az 5 milyon TL göstermelisiniz. Bu da en az 200 bin TL tapu harcı ve şartlarına göre yani siz bunu beş yıl içinde alıp sattığınız için aradaki fark kazancınızın gelir vergisi olarak ödemek zorundasınız.

İkincisi hesabınıza 5 milyon geçse de bunu devlete 1 milyon TL beyan edersiniz ama Maliye bu kredileri kontrol ettiği için iki sene sonra sizi çağırıyor aradaki 4 milyonu izah et deyip size fark ve cezalar kesiyor. Bunu artık tapudaki güvenlik görevlisinden müdürüne kadar herkes biliyor ve uyarıyor zaten.

Ben kredi çekeceğim için sizde bu durumu bildiğiniz için bana diyorsun ki sen bankadan kredi çekecek isen ben bu satışa pek sıcak bakmam vergi yükü artar buna katlanamam ya da ben burayı sen kredi çekeceksen kusura bakma 5'e değil o zaman 6'ya satarım diyorsun. Olay burada tıkanıyor. Ben satın alacağım gayrimenkulü alamıyor, siz satamıyor, banka da kredi kullandırıp kar elde edemiyor.

Peki, ne oluyor sonra?

İşte bir bankacı olarak benim itiraz ettiğim konu, usulsüz etik bulmadığım konu ortaya çıkıyor. Genel müdürü dahi Türk olmayan bu banka ikimizi çağırıyor, 'arkadaşlar boş verin devletin vergisini ben size bir çözüm önerisi sunuyorum' diyor. Sana soruyor 'en fazla ne kadar beyan edeceksin bu satışı' diyor 1 milyon TL cevabınıza istinaden banka bana 1 milyon TL konut kredisi tahsis edip bunu senin hesabına geçiyor ve gidiyor satışı yapıyorsun. Kalan 4 milyon için ayni oran ve vadeden ayni gün LMB (LONDRA METAL BORSASI) piyasasından bana emtia alım satımı gösterip 4 milyon TL tahsis edip geçici hesaba bu bedeli geçip nakit ödeyeceğini ve bu bedeli sana nakit vermemi organize ediyor. Bunun karşılığında da kredi komisyonu 10 ise benden 20 alıyor çünkü sizi vergi yükünden kurtardım diyor.

Bunu yapan İslami bir banka, yani 'faiz haramdır' anlayışta olan bir banka olduğu için, kredilerin dinen uygun olup olmadığı danışılan bir danışma kurulları var, bunlar İslam alimleri, yani hocam çok vergi çıkıyor hepsini gayrimenkul kredisi olarak kullandırmayalım, 4 milyonu ihtiyaç kredisi LMB verelim nakit verelim bu dinen uygun mu diye izin isteniyor ve buna ünlü İslam alimleri evet dinen uygundur diyebiliyor.

2017 yılından beri 'arkadaşım siz yapıyorsunuz, tamam vergi yüksektir, çoktur bu ayrı bir konu ancak mevcut bir kanun var ve rakamlar yüksek niye aracılık edip yârdim ediyor ve devleti de yanıltıyoruz' dedim, 'sanane devletin vergisinden, bu kadar da vergi almasın' ifadeleri ile karşılaştım."

***

Evet…Bu vatandaşımız bu işin üzerine gitmeye devam etmiş ve sadece kendi şubesi ile sınırlı olmadığını tespit etmiş. Tek tek belgelerini çıkarmış. Soluğu da BBDK'da almış. Devletim zarar ediyor diye şikayet etmiş. BBDK konuyu incelemiş ve haklı olduğuna kanaat getirmiş vergisel hususlar içerdiği için Maliye incelesin demiş. Maliye vatandaşı çağırmış anlattırmış.

Tabi hemen soruşturma ve inceleme başlamış. Bu sürede vatandaş işinden olmuş, tehdit de edilmiş, iftiralarda atılmış.

Maliye sonra vatandaşa yazı göndermiş ve haklısın demiş. İlk aşamada tespit edilen usulsüz şekilde kullandırılan 28 işlem 58 mükellef ve kullandırılan kredi miktarı tam 50 milyon TL!

"Listede kimler var kimler" diyor vatandaş. Kimler var diye sordum tabii cevap olarak, TAŞ Yapı'dan tutun SS Motor'a varana kadar birçok ünlü firma var. İsteyen savcı, Milletvekili tüm evrakları Maliye müfettişlerinden alabilirler. Alamazlar ise ben evrakları vermeye hazırım.

Vatandaş sadece mükelleflere para cezası kesilmesini yeterli bulmamış ve durumu TBMM'ye taşımış.

Evrakların, belgelerin bazılarını ben de ekliyorum.

Şimdi soruyorum faizsiz Bankacılıkta faiz haram değil mi?

Peki, vergi kaçırmak haram değil mi?

Vergi kaçırmaya göz yummak ve organize etmek haram değil mi?

Vergi kaçıran kişi üzerine kul hakkı geçmiş olmuyor mu?

Danışma kurulundaki İslam alimleri bunları bilmiyorlar mı?

Bilmezler mi "alimler" her şeyi bilir!


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2025 -

CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığ...