Yoksuldular, öldüler - Turan Eser / BİRGÜN

Uyanın ölüyoruz. Yas tutmamalı, isyan etmeli utanç duyulacak halimize.

Hamasete sığınarak ölümleri seyrediyorlar. Her gün başka bir yerde... Başka bir dertte. Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Şimdi yine intiharlarda seyrediyoruz, ülkenin ürpertici insan manzaralarını ve ölümlerini.

Zor günlerden geçiyor insanlık. Bir yanda kin, kibir, nefret, çatışma, toplumsal kutuplaşma, ölümler, işsizlik, zamlar, yasaklar, artan yoksuluk, intiharlar ve diğer yanda halkın hakikatinden firar etmişlerin dünyasındaki şatafat, gösteriş, itibar israfları, güç gösterisi ve umursamamazlık!

Açlığın travması intiharlarıyla sesleniyor dört kardeşin bedeninde! Soğuk kalplere, nasırlanmış vicdanlara, görmeyen gözlere, sağırlaşmış kulaklara tesir etmeden!

Dört yetişkin kardeştiler. Soyadları da Yetişkin!
48 yaşındaki Cüneyt, 54 yaşındaki Oya, 60 yaşındaki Kamuran ve 56 yaşındaki Yaşar!
“Taşı toprağı altın” sanılan İstanbul’un yoksullaştıran toprağındaki mezarlarında sırlandılar.
Yoksuldular.
Kimsesizdiler.
Sahipsizdiler.
Çaresizdiler.
Sözün ve umudun bittiği sınırda yaşıyorlardı.

Ne devlete ne topluma güvendiler..

O sıcak gecenin en soğuk sohbetini kardeş kardeşe yaptılar. Hayallerini, hedeflerini, çocukluk, gençlik anılarını, aşklarını ya da huzuru, refahı değil, sadece birlikte intihar etmeyi konuştular. Dört insan saatlerce nasıl ve neden intihar edeceklerini konuştular!

Onları intihara sürükleyen, sahipsizliği, çaresizliği, vurdum duymazlığı, çürümüşlüğü, ödenmemiş faturaları, alacaklıların tacizlerini, haciz koyulmuş maaşları ve sosyal devletsizliği konuştular.

Yoksulluğun travmasını yaşıyorlardı.

Aynı odadaydılar. Dördü aynı anda ve birlikte karar verip intihar ettiler.
Onları asla ve hiç bir zaman anlamayacak olanlara, sadece intihar ederek seslendiler. Bedeli dört can ile ödenmiş acılı bir dil seçtiler. 29 harfi değil, dört tabut içine sıralı dizilmiş yoksulluğun, yoksunluğun, sahipsizliğin ve çaresizliğin cansız bedenleriyle sessiz konuştular.

Ne devletin sosyal olmayan vicdanına, ne hakikatleri duymayan kulağına ulaşmaz yoksulun bedeli ölümle yazılmış sesi.

Ulaşsa da, vardır elbette bir klasik cevabı devletin; “Allahın takdiri!”, “Kader” ya da “Bu işin fıtratında ölüm var!” derler. Bakmazlar sıralı tabutlara, sinsice bekler haciz için gelenler ve keserler elektriği yoksul ölümlerin gölgesinde!

Vicdan firar etmiştir artık. Diclenin kenarında kaybolan koyunun hesabından sorumlu olanlar yoktur ortalıkta..

Bir başka ülkede olsaydı gündemler sarsılır, hükümetlere hesap sorulurdu. Çürümüşlüğün toplamsallaştığı ve devletleştiği Türkiye’de dört kardeş intihar etti.

Neden intihar ederler?

Sadece yoksulluktan, işsizlikten ve açlıktan kaçmak için mi intihar ediyorlar?
Ya çaresizlik? Peki ya sahipsizlik? Nerede o “kimsesizlerin kimsesi” olacak devlet?

Fark edilmeyen sosyal tükenişlerin sürüklediği ölümleri kim görecek? 
TBMM ne yapar? 
Hükümet ne yapar? 
Neden bir açıklama yapılmaz?
Siyaset!
İktidar!
Hükümet!
Devlet!
Sihirli sözcükler.. Kerametleri sadece kendi çıkarlarına. Yandaşlarına, ailelerine…
Sosyal devletsizlik çürümüşlüğün adı.

Hep birlikte çürüyoruz seyrederek. İnsanlık çürüyor. Sahipsizlik ve bencillik toplumsallaşıyor.

Atanamayan öğretmenler intihar ediyor. Peki ya suçsuz insanlar, onurlarıyla oynandıkları, gururları çiğnendiği, kumpas yargılamalar ve hukuk dışı kuşatmalar karşısında intihar edenler..

46 KHK’lı insan intihar etmiş.

İşsizlik, yoksulluk, yoksunluk, sahipsizlik, insanları intihara sürüklüyor. İşçiler işyerlerinde iş cinayetlerinde ölüyor. Madenler çöküyor. Her yer sıralı mezarlar.. Sıralı geliyor ölümler..

Her şeyin bir “bedeli" var bu dünyada. Her şey satılık! İnsana dair her şey artık alınıp satılan bir meta haline geldi. Akıl satılık, düşünce satılık, arkadaşalık satılık! Ruh bile satılık! Çünkü bu ülkenin ruhunu bozdular!
Kapitalizm her şeyin alınıp ve satılır olduğunu öğütlüyor.

Sosyal devlet yok! 
Dayanışma, paylaşım ve yardımlaşma da yok! 

Din ile aldatıp, topladıkları yardım paralarının hesabını veremeyecek tüccarlar var! Emeği sömüren sermaye var! Modern köleler yaratılıyor! Birilerinin mutluluğu ve refahı için, çoğunluğun mutsuzluğu örgütleniyor!

İnsanlar açlıktan, yokluktan intihar ediyor!

Sosyal devlet yerine, sadaka ve kulluk devleti yaratılan tüm coğrafyalarda sahipsiz insanları intihara sürüklüyor.

Yandaşların vergi borcu sıfırlanıp, ihaleler peşkeş çekilirken, devlet kaynakları israf edilirken, sarayların bütçesi kat kat artarken, Fatih’te dört kardeş intihar ediyor.

Çünkü onlar sahipsiz, kimsesiz, yoksul ve çaresiz!

Çünkü kapitalizm ve bencillik öldürüyor!

Turan Eser / BİRGÜN

Aşkolsun Ravza Hanım kardeşim - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Köşemizi geçen hafta AKP İstanbul Milletvekili Ravza Kavakçı’ya bıraktığımız için yazamamıştık. Gönüllü bir bırakma değildi tabii ki... Milletvekili olduğu halde İBB’nin aktif çalışanlar listesinde adının bulunduğunu ve Metro AŞ’nin sitesinde de fotoğraflı künyesinin durduğunu, İBB’de işe girdikten bir gün sonra da burs alıp ABD’ye gittiğini yazdığımız için mahkemeden tekzip göndermiş. O nedenle zorunlu bir bırakmaydı bizimkisi. Ama görünen o ki, haftada bir yazdığımız bu köşeyi Ravza Hanım’la dönüşümlü olarak kullanacağız galiba. Biz yazacağız o tekzip gönderecek, o tekzip ettikçe biz yazacağız. 
Gelelim yazımızdaki iddialarımıza verdiğiniz yanıtlara. İBB’ye kaç yılında girdiğinizi, kaç yılında doğum nedeniyle iş akdinizi dondurduğunuzu ve kaç yılında geri döndüğünüzü ve burs için sınavlarda kaç puan aldığınızı ayrıntılarıyla anlatmışsınız. Beyanınıza göre belediyeye ilk olarak Belbim AŞ’de 1996 yılında başlamışsınız. 1996’da doğum nedeniyle kadronuzu dondurmuş on yıl sonra 2006’da AB İlişkileri Müdürlüğü’ne dönüş yapmışsınız. 2008’de ise burs kazanıp ABD’ye gitmişsiniz. 2013’te Metro AŞ’de mecburi hizmete dönmüşsünüz.
İBB’nin Metro AŞ internet tanıtımında işe giriş tarihiniz 16.12.2008 görünüyor. Ne 2006 ne de 2013 tarihlerine uymuyor. Ayrıca Metro İstanbul AŞ’nin sitesine yazıyı yazdığımız tarihte girildiğinde Tasarım Hizmetleri Müdürlüğü’ne bağlı çalışan personel listesinde hâlâ resminiz ve isminiz yer aldığı gibi hemen altında yer alan “Ayrılış Bilgileri” bölümü boş görünüyor. Yani milletvekili olmanız nedeniyle ayrıldığınız ya da kadronuzun dondurulduğu bilgileri neden girilmemiş?
Aynı şekilde tüm çalışanlar listesinde 2669. sırada isminiz yine aktif çalışanlar listesinde görünüyor ve burada da ayrılış bilgileri yer almadığı gibi IBAN bilgileriniz ve maaşınız aynen yer almış. Bazı çalışanların askere gittiği notu yer alırken sizinkinde neden bu bölümde kadronuzun dondurulduğu bilgisi yer almıyor. Aynı birimde çalışan arkadaşlarınız sizi bir gün bile işte görmediklerini söylüyorlar. İşyerinde çekilmiş masanızda ya da arkadaşlarınızla bir tane resminiz var mı mesela! Daha da vahimi sizin 2013 yılında işe başladığınız ama 2008 yılında giriş kaydı oluşturulduğu söyleniyor. Biz çalışma arkadaşlarınızın yalancısıyız! Ayrıca bir belediye mühendis kadrosundaki çalışanını neden siyaset doktrası için burs verir.
İBB’de çalışmaya başladıktan bir gün sonra burslu olarak ABD’ye gittiğiniz bilgisini bizzat İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu basına açıkladı. Biz de Başkan İmamoğlu’nun bu açıklamasına dayanarak bu bilgiye yer verdik. Biz her üç yazımızı da belediyenin resmi siteleri, aktif çalışan personel listesi ve Başkan İmamoğlu’nun yaptığı açıklamaya dayanarak yazdık. Bu durumda dava açacağınız kurum İBB, kişi de İBB Başkanı İmamoğlu’dur. 
Başkan İmamoğlu, “Ravza Kavakçı ile ilgili iddialar hakkında soruşturma açtık” demesine karşılık bu konu da aynı İBB bünyesindeki araç tahsislerinin kime yapıldığı konusu gibi sonuçlanmadı. Ya da sonuçlanmış olmasına karşın kamuoyuna bir açıklama yapılmadı. İBB’nin “at fava bekle, gün gelir lazım olur” yaklaşımı umarız biter biz de aydınlanırız. Ama eldeki belgeler sizi haklı çıkarmıyor ne yazık ki. 
Ayrıca Ravza Hanım kardeşim, bize tekzip göndermenize gerek yoktu. Yapacağınız açıklamaları aynen koyardık. Tekzip göndermesine bozulmadım ama açtığı tazminat davasına fena halde içerledim. Yazdığım her üç yazının her biri için 40 bin TL’lik tazminat talebinde bulunmuş. Talep ettiğiniz 40 bin TL nedir ki? Üç ayrı yazıdan toplam 120 bin TL. Anımsadığım kadarıyla Kenan Evren, Melih Gökçek, Hüseyin Avni Coş  dışında kimse benden tazminat talebinde bulunmadı. İtirazım, açtığınız tazminat davasına değil tazminat miktarınadır. Yani aşkolsun tazminat miktarını neden bu kadar düşük tutuyorsunuz. Sizin kişilik haklarınız benim de meslekteki marka değerimin fiyatı bu kadar ucuz olmamalı. 
Ha sürümden kazanacağım diyorsanız, o başka.
Miyase İlknur / CUMHURİYET

Ispanaklı hukuk, ıspanaklı yargı - ALİ RIZA AYDIN

Gücün sembolüydü, zehirlenmenin sembolü oluverdi ıspanak. 

Ispanak artık çok yönlü kullanımının yanına zehirlenme de eklenerek tarihteki yerini alacak.

Yalnız ıspanak mı zehirliyor ya da ıspanak hariç her şey mükemmel mi?
Cumhuriyet, cumhuriyetin niteliklerini belirleyen “insan hakları”, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti”; bunların olmazsa olmazı olarak seçim, parlamento ve yargı; din, kültür, siyaset, ekonomi, patronlar, güvenlik, eğitim ve sağlık vb. birçok unsur adlarını koruyarak ıspanak gibi zehirlemeye başlamadılar mı?
Sermaye düzeni sınıfının gereği için halkı çok yönlü zehirleyecek her şeyi yapmıyor mu?

Hukuk da zehirleyen ıspanak türünden ama üstünlüğüne toz kondurulmuyor.
Hukukun toplumu zehirlemesi, içine karıştığı iddia edilen ayrıksı kurallardan kaynaklanmıyor. Bu tür maddeleri yasama organı da ayıklar, yargı organı da. Anayasa Mahkemesinin asli görev ve yetkisi bu ayıklama zaten. Hukukun toplumu zehirlemesi sınıfsallığından kaynaklanıyor, ayıklayıcılar da buna destek veriyor.

Yargı hukuktan geri kalır mı? O da zehirleyici ıspanakgillerden ama adalet gücüne toz kondurulmuyor. Adalet dağıttığı sanılan yargı sermayeye ve gericiliğe panzehir dağıtırken emekçi halka zehir şırınga ediyor. 

Adana ve Konya arasında yaşanan yakın tarihli iki dava yolculuğu, laik hukuk devletinin nasıl çürütüldüğünü göstermek yönünden ilginç. Örneğimiz soL Portal okuyucularının yakından izlediği zorunlu din dersi (ZDD) davalarıyla ilgili. 
Bilindiği gibi AKP, Anayasadaki birçok maddeye dağılan ve Anayasanın özünü de oluşturan en temel ilkelerden birini, laiklik ilkesini içini boşaltarak yok etmeyi hem hukuksal hem de uygulama alanında başardı. Yargı da, mahkemeleriyle, yüksek mahkemeleriyle ve Anayasa Mahkemesiyle bu değişikliğe “dur” diyemedi, destek verdi.

Laikliği politikaları arasında sayan birçok düzen partisi açıkça ya da gözlerini yumarak, sessiz kalarak bu değişikliği onayladı. 

Bu ittifaka göre artık laiklik, dinin devletten, hukuktan, eğitimden, bilimden, siyasetten, toplumsal yaşamdan ve ilişkilerden ayrı ve uzağında durması değil, din özgürlüğü olarak tanımlanıyor ve uygulanıyor. Ayrı ve uzak durma önemli, çünkü dinin özelliği gereği ayrı gibi dursa bile yakın olursa sızma özelliği yüksek. 
Bu yeni tanımla gericilik buluşunca Anayasa da ıspanaklaştı. Anayasaya göre “din kültürü ve ahlak öğrenimi” ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alıyor. Bunun dışındaki, bir dine ait din eğitim ve öğretimi ise “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine” bağlı. 
Anayasa bu konuda öngörmüyor, buyuruyor ve adıyla sanıyla bir dini değil tüm dinleri kapsıyor. Daha da önemlisi herhangi bir dine inananlar değil inanmayanlar da Anayasa kapsamında. 

12 Eylül darbesinin ürünü Anayasa bile genel olarak insanlık tarihindeki dinleri yine aynı genellik kapsamında bir kültür ve ahlak öğrenimi alanı olarak görürken herhangi bir dinin eğitim ve öğretimini isteğe bağlı tutarak inanmayanları da ya da inanıp ders almak istemeyenleri de gözetmiş oluyor.

Adana Konya hattına dönersek, laiklikle ilgili bütün esasları ve anayasal hükümleri ıspanaklaştıran bir trafik yaşandı. 

Birinci olayda bir aile çocuğuna bir dini bile değil, bir dinin bir mezhebini dayatan din eğitim ve öğretimini talep bile etmeden veren okula/milli eğitim kurumuna karşı bu dersi almak istemedikleri için başvurdu. 

Başvuru idare tarafından reddedilince Adana İdare Mahkemesine dava açıldı. Adana, bu dersin bir dini ve mezhebini kapsamadığı, din kültürü ve ahlak dersi olduğu gerekçesiyle başvuruyu reddetti. Usul gereği bu ret kararına Konya Bölge İdare Mahkemesinde aile tarafından itiraz edildi ve Konya BİM Adana İM’nin ret kararını hukuka uygun bulmadı. 

İkinci olayda ise bir başka öğrenci için yine Adana’da açılan dava birincinin aksine Adana İM tarafından kabul edildi. Yani öğrenciye bir dinin bir mezhebinin zorunlu ders olarak verilmesi hukuka uygun bulunmadı. Bu karara İdare itiraz etti. Konya BİM bu kez Adana İM’nin kabul kararını hukuka uygun bulmadı.

Aynı Bölge İdare Mahkemesinin aynı konuda aradan bir yıl bile geçmeden aldığı iki zıt karar. Başkan değişince işler değişiyor, üyenin görüşü de değişiyor. En kolayı da gerekçe bulup yazmak. Hukukun ve yargının sınıfsallığı, sınıfın çıkarı neyi gerektiriyorsa o yapılır, imza basılır.   

4 Kasım 2019 tarihli soL Portalda ıspanak zehirlenmesi haber analizinde Mehmet Kuzulugil’in ifade ettiği, “Kötü olasılıkla önümüzdeki günlerde yeni zehirlenmelerle karşılaşacağız, iyi olasılıkla bir süre kimse ıspanak yemeyecek! Çünkü gerçek nedene ulaşmak mümkün olmayacak” değerlendirmesi yargıyla ilgili durumu da açıklayıcı: kötü olasılıkla yargının hukuksuz ve adaletsiz kararları devam edecek, iyi olasılıkla böyle bir yargıya dava açmaktan kaçınılacak, dava olmayınca hukuksuz ve adaletsiz karar da çıkmayacak!   
  
Kafalar karıştı mı? Bu nasıl çelişki mi deniliyor? 

Ispanak hariç her şeyin mükemmel işlediği sanılınca ya da düzeni mükemmel gösterenlere yeterli ve etkin tepkiler gösterilmeyince böyle örnekler sürüp gidecek. Bu tür olaylarla oyalanırken de gerçekler hep arkaya itilecek, sermayenin ve gericiliğin borusu ötmeye devam edecek.  
  
Bir kez daha değil bin kez de düşünülse sömürü düzeninin içinde kalarak sermaye sınıfının ıspanaklaşmış örneklerinin içinden çıkılamaz. 

Ispanağı da kendilerine benzettiler. O da ancak sınıfsız sömürüsüz toplumda kendine gelecek ve başına gelenlerin hesabını soracak. 

Gerçek adalet emek ister, emek gerçek adalet ister.

Ali Rıza Aydın / SOL

Hain mi, kahraman mı, casus mu? - Zülal Kalkandelen


“ABD hükümeti, tüm dünyada bugün yayımlanan kitabım hakkında dava açtığını duyurdu. Bu hükümetin okumanızı istemediği kitaptır.”
17 Eylül 2019‘da resmi Twitter hesabında bu açıklamayı paylaştı Edward Snowden. Söz ettiği kitap, Metropolitan Books tarafından yeni yayımlanan “Permanent Record”. Henüz Türkçe olarak basılmayan kitabın adı “Kalıcı Kayıt” anlamına geliyor. 
Snowden, ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın eski sistem analisti (NSA) ve Merkezi İstihbarat Dairesi’nin (CIA) eski çalışanı. 
11 Eylül’den sonra Amerikan hükümeti, telefon konuşmaları ve internet üzerinden yapılan tüm iletişimi takibe alınca, Snowden, 2013’te gizli belgeleri gazetecilere sızdırmıştı.
O dönemde belgeleri İngiltere’de The Guardian, Amerika’da The Washington Post gazeteleri yayımlayınca büyük bir tartışma başladı.
ABD hükümet yetkililerine göre bu kitlesel izleme, bir daha 11 Eylül benzeri bir terörist saldırıya uğramamak için halkın güvenliği açısından yapılmıştı. Fakat telefon ve internet üzerindeki tüm iletişimin devlet tarafından gizlice izlenmesi, Amerikan anayasasına açıkça aykırı...
Bu tartışma devam ederken, Snowden’ın sızdırdığı belgeleri yayımlayan gazeteler, ABD’nin en saygın gazetecilik ödüllerinden Pulitzer’in “kamu hizmeti” dalındaki ödülüne layık görüldü.
Kimseye açıklanamayan bir sırla yaşamak
2013’ten beri Moskova’da yaşayan Edward Snowden’ın kitabını merakla okudum. Daha önce gazeteci ve yönetmen Laura Poitras ve Glenn Greenwald ile Hong Kong’da buluşarak gizli belgeleri onlara verdiği süreci anlatan Citizenfour adlı belgeseli de izlemiştim. 
Kitapta, “Söylenemeyen bir sır ile yaşamaktan daha zor bir şey yoktur” diyor Snowden. Ama NSA ve CIA’de çalışıp bunu kurum dışındaki insanlardan saklamak zor olsa da, en azından kurumdaki çalışma arkadaşlarınızla paylaşabildiğinde, bir açıdan eğlenceli olduğunu da ekliyor. 
Oysa birlikte yaşadığı insana bile tek kelime edemediği bir sırrı olduğunda, içine düştüğü yalnızlık tarifsiz. 
Belgeseli gerilimli bir film gibi izlerken, Snowden’ın kendini kapattığı otel odasındaki endişelerinin aktarılışı ve sürece dair ayrıntılar çok ilgimi çekmişti. 
NSA’den bilgileri kopyalamak için taşınabilir bellek ve klasik bilgisayarları kullanışı, sınırlı zamanda kopyalamayı bitirmek için acele edişi çarpıcıydı. En önemlisi de, bu gerçek olayların kurgu görüntülerle değil, olaylar olurken gizlice kaydedilmiş görüntülerle yansıtılmasıydı.
Liseyi dışarıdan bitiren gencin yükselişi
339 sayfalık kitapta daha önce açıklananlara ek olarak bomba etkisi yaratacak bir sır ifşası yok. Ama Snowden’ın ifadesiyle, “lisede ev ödevi yaparken 1000 kelimeden fazla yazma isteği duymayan” biri için ustalıkla kaleme alınmış. 
Üniversite diploması bile yokken, liseyi dışarıdan bitirmiş bir insanın, çok genç yaşta sistem analisti olarak CIA’e girip NSA’de yükselişine şaşırıyor insan...
Sahil koruma görevlisi bir baba ile federal mahkeme çalışanı bir annenin bilgisayarlara meraklı oğlunun sıra dışı hayatını akıcı bir dille anlatan, iyi bir özyaşamöyküsü “Permanent Record”. 
Yasaya aykırı sırları gizlemek suça ortak olmaktır
Kitabı bitirdiğinde birçok insanın aklına gelen soru belli: 
Hükümetin anayasaya aykırı gizli sırlarını gazetecilere veren Snowden vatan haini mi, kahraman mı, yoksa casus mu? 
Bu olayda mutlaka henüz açıklanmayan sırlar var. Ama bence bir şey kesin: 
Bireyler ya da kurum ve hükümet yetkilileri anasayasaya aykırı suç işlediğinde, susmanın suça ortak olmak anlamına geldiğine kuşkum yok. 
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

‘Merhaba Güzel Vatanım’ ve hayal kırıklığım - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Bu sezonun beklediğim filmlerinden biriydi.
İyi niyetle yola çıkıldığına inansam da, filmde hikayesi anlatılan her iki yazar; Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit’e yazık eden bir film olmuş.
Önce filmle ilgili genel algımı söyleyeyim. Filmi izlerken ve filmden çıktığımda dramatize edilmiş bir belgesel izlediğim düşüncesine kapıldım. Bir film senaryosu değil, dokümanter senaryosu yazmış Ahmet Ümit, izleyene yeni bir şey katmayan bir dokümanter.
Nazım’ın zaten çok iyi bildiğimiz yaşam öyküsü ve ona koşut olarak anlatılan Gaziantepli bir devrimci gencin öyküsü var filmde…
Ancak büyük beyaz ekranda akmayan, insanı içine çekmeyen, dramatik bir merak, bir duygu uyandırmayan, yer yer şablonlara teslim olan bir öykü izledik. Her iki yazar arasındaki politik görüşleri dışındaki tek benzerlik ise, hayatlarının bir döneminde kaçak olarak Moskova’ya gidip KUTV’da eğitim almış olmaları.
Bilmeyenler için KUTV konusunda bir parantez açalım. Tam adı ‘Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ olan okul, uzun yıllar dünyadan birçok komünist aydının ve Türkiye’den de Nazım Hikmet ve benzeri birçok ismin eğitim gördüğü bir okul. İlk rektörünün Sultan Galiyev olduğunu bilmek belki meraklısı için ilginç olabilir. Kapatalım parantezi…
Çünkü filme hiçbir katkısı yok. Hem Nazım’ın hem de Ahmet Ümit’in Moskova’da yaşadıkları hayal kırıklıkları ve iç/dış sorgulamaları şematik bir biçimde anlatılmış.
Nazım’ın şiirlerindeki güçlü sesin kurulmasında başlangıç ilhamını veren Mayakovski ile karşılıklı konuştuğu sahne ise meseleyi bilmeyenlere bir şey söylemiyor. Ahmet Ümit’in yaşam öyküsü ve Moskova yolculuğu ile kurulan paralellikler ve bunları anlatan dış ses, bir yerden sonra epeyce zorlama geliyor.
Ayrıca Nazım neden hem kendisini hem de Ahmet Ümit’in hayatını anlatıyor, pek anlamlandıramadım…
Ahmet Ümit’in kişisel öyküsünün geçtiği mekânları ve yerleri filme katarken ekranda görünüp bunlarla ilgili bilgi vermesi filmi iyiden iyiye belgesel/biyografik bir biçime dönüştürmüş.
Nazım’ın annesi Celile hanım ise bir Anadolu kadını gibi resmedilmiş. Oysa eğitimi, yaşam kültürü ve giyim kuşamı, eldeki fotoğraflardan biliyoruz ki, tamamen farklıdır.
Gelelim oyunculuklara… Yetkin Dikinciler her zamanki doğal, samimi ve hakiki oyunculuğu ile filmi izlenebilir kılıyor. Berna Laçin ve Levent Üzümcü kısa rollerinin hakkını veren temiz bir oyunculuk sergilemişler.
Diğer oyuncular içinse gerek kamera önündeki duruşları, gerekse ses ve diyaloglarındaki performansları açısından bekleneni veremediklerini söylemekle yetinelim.
Bu arada o günlerde neredeyse 24 saat evi ve kendisi polis tarafından izlenen Nazım’ın kendisini kaçıracak motora doğru elinde kocaman bir tatil bavuluyla gelmesi de ilginç (!) olmuş.
Filmin yönetmeni Cengiz Özkarabekir başarılı bir belgeselci kimliğine sahip. Dolayısıyla bu kimliğe ihtiyaç duyulan çekimlerde yine aynı başarıyı tekrar ederken, dramatik sahnelerin çoğunda aynı performansı tekrar etmediğini gördük.
Filmin sonlarına doğru Ahmet Ümit’in bugününü ve kitap fuarındaki imza kuyruklarını gösteren sahneye neden ihtiyaç duyulduğu ise muamma…
Sonda yer alan “sanat uzun, hayat kısa” söylevi ise parmağı göze sokan öğreticilik içeriyor. Öyle ki “Ey seyirci, bak buraya kadar anlamadıysan, tekrar anlatayım” der gibi…
Sonuçta emek harcanmış fakat derdini tam alarak anlatamamış bir film var elimizde. Ahmet Ümit’i seven ve saygı duyan bir okuru olarak üzüldüm.
Ancak edebiyattaki kararlı tavrını sinemada da sürdürürse, bu filmi çok daha aşan senaryolar üreteceğine inancım yüksek.
Nazım’ın mısralarıyla bitirelim o halde: 
“Kabahat sende demeye dilim varmıyor ama / 
Kabahatin çoğu sende canım kardeşim”
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Yılın en yüksek enflasyonu - HAYRİ KOZANOĞLU

Ekimde enflasyon yüzde 2 arttı. Böylece yıllık enflasyon baz etkisiyle 8,55 olarak gerçekleşti. Bu manzara yanıltıcı. Öte yandan ekim enflasyonu son 12 ayın en yüksek oranını temsil ediyor. Enflasyonun artış eğilimine girmesi dikkat çekiyor.

Ekim ayında tüketici fiyat endeksi tahminlerin üzerinde, yüzde 2 arttı. Böylelikle Berat Albayrak’ın öngördüğü gibi son on iki ayın enflasyonu yüzde 8’lere inerek yüzde 8,55 olarak gerçekleşti. Yalnız burada kafa karıştıran bir rakam oyunu var. Şöyle ki; 2018 yaz aylarında yaşanan kur şoku bir anda fiyatları sıçratmış, ağustos-ekim aralığında yüzde 9,3’lük bir zıplama gerçekleşmişti. Ardından kasım ve aralıkta fiyatlar gerilemiş, yani eksi enflasyon söz konusu olmuştu. İşte bu ayrıksı durum nedeniyle yanıltıcı bir manzara ortaya çıkıyor.

Peki, gerçek durum ne? Cahit Sıtkı’nın “Otuz beş yaş” şiirindeki “Bir namazlık saltanatın olacak musalla taşında” dizesine benzer biçimde tek haneli enflasyonla bir ay böbürlenecekler ve kasımda tekrar iki haneli tüketici fiyatlarıyla karşılaşacağız. Hesap çok açık; 2019’un ilk on ayında fiyatlar yüzde 10,59 arttı. Kasım ve aralıkta tüketici fiyatları ortalama yüzde 1,5 kıpırdarsa, yılı yüzde 13,6’lık bir enflasyonla kapatacağız. Ayrıca ekim enflasyonu son 12 ayın en yüksek oranını temsil ediyor. Enflasyonun bir artış eğilimine girmesi dikkat çekiyor. Yeni Ekonomi Programı’ndaki (YEP) yılsonu yüzde 12 tahmininin kısa sürede aşılması kaçınılmaz görünüyor.

ORTALAMA ENFLASYON ÖNEMLİ
Burada önemli bir noktaya değinmek gerekiyor. Vatandaşın hissettiği enflasyon yılsonu düzeyi değil, yılın ortalamasıdır. Bu oran TÜİK’in verilerine göre yüzde 16,81’dir. Çünkü harcamalarımızı bir yıla yayarak gerçekleştiririz. Diyelim ki fiyatlar yılın 11 ayında toplam yüzde 15 arttı, aralıkta ise birden yüzde 15 düştü. Yılsonu enflasyonu -0- görünür. Hâlbuki biz 11 ay boyunca sürekli tırmanan fiyatlarla cebelleşmişizdir.

Bu konuda en çarpıcı örnek gıda fiyatlarında gözlemleniyor. Gıda ve alkolsüz içecek fiyatları son bir yılda yüzde 7,85 artmış görünüyor. Yaz aylarında iklim koşullarının da elverişli seyretmesi nedeniyle sebze ve meyveye yanaşmak biraz kolaylaştı. Ancak bu rakam azizliği, tüm yıl domatese, patatese, limona ne bedel ödediğimiz, her hafta pazarda filemizi kaça doldurduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim yine TÜİK’e göre, gıda fiyatlarında yıllık ortalama artış yüzde 22,25 olmuş.

ÇEKİRDEK ENFLASYON ARTIYOR
Ekim 2019’da endeksin kapsadığı 418 maddeden 33 maddenin fiyatı değişmezken, 289 maddenin fiyatı arttı, 96’sının ise düştü. Diğer bir ifadeyle, fiyat artışları iyice tabana yayılmış, enflasyon yönünü yukarı çevirmiş durumda.
B endeksi tabir edilen, işlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE de aylık yüzde 1,58 arttı. Yani alkol, sigara “günahlarından” uzak duran vatandaşın da enflasyonu yükseliyor. Ekim ayı çekirdek enflasyonunun bir trende işaret ettiği düşünülürse, ibre her halukarda çifte haneli enflasyonu gösteriyor.

MB: GÜNAH BENDEN GİTSİN!
Hatırlanırsa, 31 Ekim 2019 günü Merkez Bankası (MB) 2019 yılı sonu enflasyon tahminini yüzde 12 olarak açıklamış, YEP’ten biraz daha ileri giderek 12 ay sonrası tahminini ise yüzde 8,5’e indirmişti. Merkez Bankası başkanının hangi misyonla atandığını; faiz indirim kararlarının, büyüme ve enflasyon hedeflerinin nereden dikte edildiğini hatırlatmaya bile gerek yok, sizler zaten biliyorsunuz.

Ancak Merkez Bankası ‘Profesyonelliği tamamen de elden bırakmayayım, söylemedi demesinler’ diye düşünmüş olmalı ki, Enflasyon Raporu’nda olası riskleri şöyle sıralıyor:
“Türkiye’nin risk primi, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla yüksek seyretmeye devam etmekte; döviz kuru oynaklığı da yüksek seviyelerini korumaktadır. Küresel belirsizlikler ve jeopolitik riskler ile birlikte değerlendirildiğinde ülke risk primi ve kur oynaklığının orta vadeli enflasyon görünümü üzerinde yukarı yönlü risk oluşturmaya devam ettiği değerlendirilmektedir.”

Kısaca enflasyonun neden tutmadığını izah etmek için MB’nin bahaneleri çok. Yukarıdaki risklerin hepsinin teğet geçmesi, enflasyon tahmininin cuk oturması olasılığı da açıkçası pek yüksek görünmüyor.

Özetle, kurun durgun seyrettiği, talepte ciddi bir canlanma belirtisinin görünmediği bir ayda bile, yüzde 2’lik bir enflasyon açıklanması, önümüzdeki dönem için iyimser olmaya pek olanak tanımıyor.

 HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

Komünizm bu kış gelmez belki ama uykuları fena kaçıracak - İBRAHİM VARLI

Bu kış belki komünizm gelmeyecek ama egemenlerin rüyaları fena halde kaçacak. Dört bir yanda ayağa kalkan “baldırı çıplaklar” daha iyi bir gelecek umuduyla sokakları tutuşturmaya başladı. Eşitsizliğe, artan hayat pahalılığına ve yozlaşmış yönetimlere karşı Şili’den Lübnan’a, Haiti’den Irak ve Malezya’ya, dört bir tarafta haftalardır protestolar var. Katalanların İspanya’ya, Hong Kongluların Çin’e, Rusların Putin yönetimine karşı eylemleri de eklenince isyan dalgasının devasa hacminin tsunamiye dönüşme ihtimali müesses nizamları ürkütüyor. Bu aralar sönümlense de Sarı Yelekliler hareketi, Benelüks ülkelerindeki çiftçilerin isyanı Amerika’daki otomotiv-metal işçilerinin eylemlilikleri hepsi küresel kapitalist düzene karşı yaşanan rahatsızlıkların birer göstergesi.

BirGün Çeviri’de dün çıkan Rami G. Khouri imzalı yazıda özellikle Arap coğrafyasında yozlaşmış ve beceriksiz yönetimlerin hükmü altında yaşayan insanların yoksulluk, kırılganlık, dışlanma ve ümitsizlik pençesinde nasıl kıvrandıklarını, bunun da radikal örgütler için nasıl da ‘verimli toprak’lara dönüştüğünü çarpıcı biçimde anlatılıyordu. Arap coğrafyasındaki nüfusun yüzde 66’sının yoksul ya da kırılgan durumda olduğu, gençlere sunulan istihdam olanaklarının ihtiyacın ancak dörtte birini karşılayabildiğinin vurgulandığı yazıda, tüm bunlara karşı insanların reform, sosyal adalet ve çocuklarına iyi bir gelecek talepleriyle seslerini yükselttiklerine dikkat çekiliyordu.

Zengin Batı’nın yoksulları
Yoksullaşma sadece az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine mahsus değil. Almanya gibi en gelişkin kapitalist ülkelerde de yoksulluk oranında büyük artış var. Junge Welt’in geçen haftaki haberi ülkedeki tabloyu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyordu. Buna göre 15 milyondan fazla Alman, ki bu nüfusun yaklaşık yüzde 18,7’si demek, yoksulluk tehdidi altında. Her yedi kişiden birisi yoksullukla karşı karşıyayken, halkın önemli kesimi sadece kira, ulaşım ve yemek için çalışıyor.

Avrupa Birliği genelinde ise fakirlik ve sosyal dışlanmadan etkilenenlerin toplam nüfus içindeki oranı yüzde 22,5’u buluyor. Yoksulluk tanımı değişse de, üçüncü dünya ülkelerindeki tanım ile gelişmiş ülkelerdeki tanımlama farklılık arz etse de tablo her iki cephede de benzer.

2 milyar yoksul
Küresel İnsani Yardım Raporu’nun 2018 verilerine göre dünyada 2 milyar kişi yoksulluk, 753 milyon kişi de aşırı yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. 19 Ağustos Dünya İnsani Yardım Günü’nde açıklanan verilere göre de 42 ülkede 132 milyon kişi insani yardıma muhtaç durumda. 2019 Küresel Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi ve 17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü vesilesiyle yayımlanan rakamlar da dünya genelinde yoksulluğun ayrıntılı bir resmini çizerken insanların her gün yoksulluğu nasıl deneyimlediklerini çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. 

Endekse göre 101 ülkede yaşayan 1.3 milyar inşa, dünya nüfusunun yüzde 23.1’i, çok boyutlu olarak yoksul. Çok boyutlu yoksulluk içinde yaşayan insanların üçte ikisinden fazlası, 886 milyon, orta gelirli ülkelerde yaşıyor.

Korkmakta haklılar
Küresel kapitalist-emperyalist düzen büyük bir tıkanıklık içerisinde. Neo liberal sistem çatırdıyor, dünyanın dört bir tarafında sokağa çıkanların çocuklarına, o ülkelerin gençlerine ekonomik, siyasi, toplumsal açıdan hiçbir gelecek vaat edemiyor. Birleşmiş Milletler “Toplumlarda zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun artmasının toplumların dokusuna zarar verebileceğini ve istikrarsızlığa yol açabileceğini” uyarısında bulunurken, uluslararası finans-kapitalin seçkinleri kaygılı.

Kaygılar isyan dalgalarının birleşerek yerleşik düzeni yerle bir etmesinden. Sokak hareketlerinin devrimci bir mecraya akması halinde hiçbir bendin bu dalgaların önünde duramayacağının farkında egemenler. Toplumsal muhalefetin dalgasını bölmek, dindirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu kışın egemenler için bir hayli çetin geçeceği ortada. Komünizm gelmeyecek olsa da korkusu yeter!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Gösterişli temsiller, lüks taşıtlar, tek bakan için kiralanan uçaklar: Bilanço dudak uçuklatıyor - OZAN GÜNDOĞDU

Ejder meyveli gösterişli temsiller, ülkede kimsenin binemediği lüks makam araçları, tek bir bakan için dünyanın öbür ucuna kalkan uçaklar ve dahası… 85 milyar açığı olan bütçeden harcanan kalemler dudak uçuklatıyor. Kiralama ve temsil giderleri yüz milyonlarca lira tutuyor.


Meclis’e gönderilen vergi paketi, gözleri devlet geliri ve harcamalarına çevirdi. Özellikle bütçedeki israf kalemleri, taşıt kiralama bedelleri, temsil giderleri kamuoyunun gündeminde. 

İsrafın önüne geçilememesi ise yeni vergilere olan tepkiyi büyütüyor. Zira devlet gereksiz harcamaları kısmak yerine ek vergilerle bütçe açığını kapatma yoluna gidiyor. Peki, bu yılın bütçe performansı nasıldı?

2019 bütçesine göre yılbaşında hedef, 80 milyar lira açık vermekti. Ancak ilk 9 ayın sonunda gerçekleşen açık 85 milyar lirayı yakaladı. Ancak bu hesap yapılırken gerek Merkez Bankası’ndan kullanılan 41 milyar liralık ihtiyat akçesi gerekse imar barışından elde edilen 23,5 milyar lirayı hesaba katmak gerekir. 

Eğer Merkez’in ihtiyat akçesi ve imar barışı olmasaydı ilk 9 aydaki bütçe açığı 85 milyar lira değil 150 milyar lira olacaktı.

Bütçedeki mevcut durum karşısında 2020’de ya vergi artırıcı ya da gider azaltıcı önlemler almak şart hale geldi. 

Ancak hükümet, bütçedeki “elzem olmayan” giderleri kısmak yerine vergi artırmayı tercih etti. Bol sıfırlı taşıt kiralama giderleri ve temsil, ağırlama tören giderleri dikkat çekici olanlardan. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre bu giderler ilk 9 ayda şu şekilde gerçekleşti;

>>Taşıt (makam aracı) kiralama giderleri; 405 milyon 51 bin lira
>>Hava taşıtı kiralama giderleri; 203 milyon 767 bin lira
>>Temsil, ağırlama, tören giderleri; 91 milyon 353 bin lira

Yukarıdaki giderler yıllar içinde azalmak bir yana artıyor. Bütçeyi yöneten hükümet ne uçaklardan ne milyonluk temsillerden, ne de lüks makam araçlarından vazgeçmiş değil. Bu giderlerde yıllar içinde yaşanan artış ise dudak uçuklatan cinsten. Karşılaştırmayı daha kolay yapmak adına giderleri ortalama dolar kuru cinsinden karşılaştırdık. İsraf kalemleri tablodaki gibi.

Makam aracı kira giderleri
2009 ilk 9 ay
(LİRA)75 milyon 27 bin TL
(DOLAR) 47 milyon 787 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)405 milyon 51 bin TL
(DOLAR)71 milyon 817 bin dolar

Hava taşıtı kiralama giderleri

2009 ilk 9 ay
(LİRA)59 milyon 220 bin lira
(DOLAR)37 milyon 719 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)203milyon 767 bin lira
(DOLAR)36 milyon 128 bin dolar

Temsil, ağırlama, tören giderleri

2009 ilk 9 ay
(LİRA)26 milyon 886 bin lira
(DOLAR)17 milyon 124 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)91 milyon 353 bin lira
(DOLAR)16 milyon 197 bin dolar

Makam aracı alımı (zırhlı dahil)

2009 ilk 9 ay
(LİRA)63 milyon 10 bin lira
(DOLAR)40 milyon 133 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)310 milyon 660 bin lira
(DOLAR)57 milyon 964 bin dolar

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


*Dolar cinsinden hesaplamalar ortalama kur üzerinden yapılmıştır. 2009 yılının ilk 9 ayı için ortalama dolar kuru 1,57 TL’den 2019’un ilk 9 ayı için ortalama dolar kuru 5,64 TL’den hesaplanmıştır.

Türk’ün Şah’ı ve Mat’ı - Mine G. Kırıkkanat

Macar asıllı Baron Wolfgang von Kempelen, Avusturya Kraliçesi Maria Theresa’nın maiyetinde bir dâhiydi. 1769 yılında Fransız bir sihirbaz, mekanik satranç gösterisiyle saray erkânının hayranlığını kazanınca dudak büküp “Ben daha iyisini yaparım!” dedi.
Baron Kempelen’in bir yıl sonra Viyana sarayında kraliçeye takdim ettiği makine, kaftanı ve sarığıyla gerçek boyutlarda bir Osmanlı robotu olup satranç oynuyordu!
Türk” adıyla vaftiz edilen zamane robotu, satranç bilgisayarlarının atası, Deep Blue’nun ağababasıydı. Üstelik Türk, ustası Baron Kempelen’in içine yerleştirdiği bir mekanizma sayesinde birkaç kelime de konuşabiliyordu, ama Almanca. Örneğin, oyunu bitiren son hamlesini yaparken “Şah!” değil de “Schach!” diyordu.
Ulusumuzun adını taşıyan tarihin ilk satranç robotu, 1807 yılında Avusturya’yı savaş meydanında dize getiren Fransız Napolyon Bonapart’ı, Viyana sarayındaki satranç masasında, Almanca “Schach!” çekerek yendi.
Wolfgang von Kempelen, satranç robotu Türk’le Viyana sarayını fethettikten sonra Avrupa turnesine çıktı. Münih, Paris ve Londra’da satranç turnuvaları tertipledi. Rakip dayanmayan Türk’ün nasıl çalıştığını kimse çözemiyordu. Kapağını kaldıran çetrefil bir mekanizma, kaftanın altına bakan çarklarla işleyen mekanik bir aksamdan başka şey bulamıyordu. Türk’ün doğaüstü güçlerle çalıştığını düşünen bile vardı!
Şahtı şahbaz oldu
Kempelen’in 1804 yılında ölümünden sonra, Türk’ü Johann Nepomuk Maenzel adlı gezgin gösterici aldı ve Avrupa’daki panayırlardan sonra Amerika’ya götürdü. Satranç şampiyonu Türk’ün ABD’deki ilk gösterisi, 1825 yılında Broadway’de yapıldı. 1840 yılından sonra kendisine duyulan ilgi 1 dolara inince, Philadelphia’daki Çin Müzesi’nde korumaya alındı ve 1845 yılında müzede çıkan yangına “mat” oldu.
70 yıllık ömründe robot Türk’ün satranç masasında yendiği ünlüler arasında, Benjamin Franklin ve Edgar Allan Poe da vardı.
Satranç şampiyonu robotu yeniden yaratmak fikri ise Padernborn’daki Heinz Nixdorf Müzesi küratörü Stefan Stein’da bir buçuk yüzyıl sonra hasıl oldu ve müze restoratörü Bernard Fromme’la birlikte Türk’ün sırrını çözdüler, tıpkısının aynısını yaptılar.
Deep Blue’nun atası Türk, mekanik aksamı elbette olağanüstü başarılı bir otomat, ama müthiş bir hilekârdı.
Hilesini çözmek, Stein ve Fromme ikilisinin 18 ayını aldı: Türk’ün içinde gerçek bir satranç oyuncusu gizleniyordu. İlk zamanlar bu oyuncu dâhi Baron Kempelen’den başkası değildi. Daha sonra yardımcısı Anthon ve başkaları... Gizli oyuncuyu doğru yerde, yani masanın içinde arayanlar kapağı açınca, kapakla birlikte çalışan mekanizmayla alt bölmeye kaydırılıyordu. Gizli oyuncu, masanın içindeki manyetik sistem sayesinde rakibin hamlelerini görebiliyor ve otomat Türk’ün elini kolunu çalıştırarak karşı hamleyi yapıyordu.
At binen yok ki Şah’a gidelim!
HNF müzesi yetkilileri, bu hilenin Türk’ün otomat önemini azaltmadığını, çünkü kullanılan mekanik tekniğin zamanın koşulları için olağanüstü, hatta bugün için bile şaşırtıcı olduğunu vurguluyorlar.
Bence çok da şaşırtıcı değil.
Birkaç kelimelik Almancasıyla Napolyon Bonapart’a, Benjamin Franklin’e “Schach!” çeken otomat, elbette Türk olamazdı.
21. yüzyılda bırakın robotunu, otomatını, satranç oynamayı bilen bir Türk var mı ki Trump’a, hele hele Putin’e “Şah!” çekebilsin!
Ama sürü sepet satranç masası var; içinde de ya Amerikalı, ya Rus ya da başka hilebazlar. Masanın başına diktikleri otomata, istediklerini söyletip oynatıyorlar.*
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
________________________
*Y.N. Bu haftayı tümüyle torunuma ayırdığımdan, siz değerli okurlarıma “Umudun Kırık Kanatlarında” (Destek Yayınevi, 2011) başlıklı kitabımdan bir bölüm sunuyorum. Tatilde sayınız, bağışlayınız.

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2025 -

CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığ...