Derin devletten mafyaya: MHP'nin karanlık geçmişi (5-6-7) - HAZIRLAYAN: OĞUZCAN ÜNLÜ / BİRGÜN

 

(5) Milliyetçiler 100 yıldır aynı siyaseti izliyor

Doç. Dr. Behlül Özkan, Türk milliyetçiliğinin tarihsel kökenini hatırlatarak, “Türk milliyetçiliğinin son 100 yılda siyaseti hiç değişmedi. Bu ‘beka’ kaygısıydı” diyor.

TÜRK milliyetçiliği ülke siyasetinde ağırlığını hissettirmeye devam ediyor. AKP ve MHP tarafından oluşturulan Cumhur İttifakı, Türk-İslam sentezine dayanan bir milliyetçilikle ülkeyi yönetiyor. Türkiye’de Milli Vatanın İnşası kitabının yazarı Siyaset Bilimci Doç. Dr. Behlül Özkan ile MHP, Türk milliyetçiliği, İslamizasyon ve Cumhur İttifakı’nı konuştuk.

AKP-MHP iktidarının milliyetçilik açısından konumu nedir? Bugün iktidarda nasıl bir milliyetçilikle karşı karşıyayız?

Bunu tarihsel bir koalisyon olarak görüyorum. İlk olarak, bu tarihsel koalisyonun arka planını 1970’lerdeki 1. Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti oluşturuyor. 1970’lerde kurulan 1. MC’nin kökeni antikomünizmdi. Antikomünizm adı altında sola, sendikalara ve öğrenci hareketlerine karşı kurulmuş bir ittifaktı. Bugünkü AKP-MHP koalisyonunun kurumsal arka planı orada var. İkinci olarak, 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası Türkiye’de resmi ideolojinin Türk-İslam sentezine kaymasından bahsetmek gerekiyor. Türkiye solunun bir kısmı, ulusalcılar ve kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar orduyu laikliği savunan bir kurum olarak görüyor. Fakat Cumhuriyet tarihi bize böyle demiyor. Ordunun önceliği çok uzun zamandır laiklik değil. Tam tersine, dinle soslandırılmış bir milliyetçilik 12 Eylül sonrasında Türkiye’nin resmi ideolojisi haline getirildi. Bugün Cumhur İttifakı’nın savunduğu Türk-İslam Sentezi tarzı milliyetçilik yeni bir oluşum değil. MHP, 1960’ların ikinci yarısındaki gelişmelere bağlı olarak seküler milliyetçi çizgiden Türk-İslam Sentezi çizgisine kaydı. Cumhur İttifakı’nın benimsediği milliyetçilik Türk-İslam milliyetçiliğidir. Bu yüzden 12 Eylül’ün resmi ideolojisini son derecede savunan ve benimseyen bir milliyetçilikten bahsediyoruz.

MHP’NİN YURTDIŞIYLA YAKIN İLİŞKİSİ VARDI

Türkiye’de 1960’lı yılların sonunda gündeme gelen İslamizasyon süreciyle Türk milliyetçiliği arasında nasıl bir ilişki var?

MHP’nin ve Türkiye’nin İslamizasyon tercihi bireysel olmadı. MHP’yi sadece Türkiye’nin yerel şartlarında oluşmuş bir parti olarak göremeyiz. MHP Soğuk Savaş dönemi partisi… Türkiye’nin ait olduğu Batı blokunda egemen olan antikomünist ideolojiden MHP çok etkilendi. MHP’nin yurtdışıyla yakın ilişkileri vardı. Almanya bunların başında geliyor. Türkeş’in siyasi kariyerine baktığımızda 1945 sonrasında ABD’ye gidip geldiğini görüyoruz. 1960’larda CIA’nın Ankara görevlisi Ruzi Nazar ile Türkeş’in yakın ilişkileri olduğu görülüyor. Batı blokundaki antikomünizmin yalnızca milliyetçilik öznelinde değil, dinle sentezlenmiş bir milliyetçilik olarak görülmesi gerekiyor. MHP’nin bunu kabullendiğini görüyoruz. Bu adeta bir zorunluluktu. Ve bu dönüşüm MHP’nin yalnız başına aldığı bir kararla gerçekleşmedi. Bu dönüşümün etkisiyle Necip Fazıl Kısakürek 1977 seçimlerinde MHP’yi destekledi. Ve MHP’nin kullandığı slogan Necip Fazıl tarafından bulundu: “Oklar tirkeşe, oylar Türkeş’e.” Necip Fazıl’ın 1977 seçimlerinde MSP’den MHP’ye geçmesi İslamizasyonun çarpıcı örneğidir.

İSLAMİZASYON SERMAYENİN DESTEĞİYLE YAPILDI

Bir röportajınızda “Dini kavramlar kapitalizmin yaşatılması, kapitalizme karşı çıkacak direniş noktalarının yumuşatılarak bertaraf edilmesinde önemli rol oynuyor” diyorsunuz. Peki, milli kavramlar kapitalizmin sürekliliği açısından nasıl bir role sahip?

Türkiye’deki antikomünizmi yalnızca MHP’ye indirgemek doğru değil. Bunun sınıfsal arka planını unutmamak lazım. Bugün Türkiye’de 10 Kasımlarda, 29 Ekimlerde Türkiye’nin büyük sermayesi sosyal medyada Atatürk ve Cumhuriyet ile ilgili paylaşımlarda bulunuyor. Ama aynı sermayenin 1960’lı yıllarda orduyla birlikte imam hatipleri nasıl desteklediğini ve antikomünizm mücadelesinde cemaatleri bu mücadeleye nasıl dâhil ettiğini biliyoruz. İslamizasyon Türkiye sermayesinin desteğiyle yapıldı. Türkiye siyasetine Şerif Mardin’den ilhamla bakılan bir tarz var. Bu tarza göre merkezde seküler, laik, Atatürkçü bir ordu ve bürokrasi var. Bu merkez, çevredeki İslamcı cemaatleri ve sivil toplumu baskı altına alıyor. Ben bunun tam tersi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de Soğuk Savaş devlet yapılanması var. Ve bunun en önemli aktörleri olarak sermaye, ordu ve MHP var. Çevrede ise yükselen işçi ve öğrenci hareketleri, daha demokratik, daha adil ve paylaşımcı bir ekonomik düzen talep eden kesimler var. Bu kesimleri ve sendikaları bastırmak için cemaatler ve MHP merkezden örgütlenerek çevreyi kontrol etmeye çalışıyor. TTB ile ilgili tartışma bu açıdan çarpıcı. Bir sivil toplum örgütünün merkez vasıtasıyla nasıl susturulmaya çalışıldığını görüyoruz.

                                                                            ***

milliyetciler-100-yildir-ayni-siyaseti-izliyor-808487-1.

ÇATIŞMALAR MHP'Yİ BÜYÜTTÜ

Kürt Sorunu Türk milliyetçiliğini nasıl etkiledi? MHP’nin politikasını genel hatlarıyla nasıl belirledi?

1984’te silahlı çatışmaların başlamasıyla MHP’nin ciddi anlamda bu sorunla birlikte büyüdüğünü görüyoruz. 1999 seçimlerinde MHP’nin aldığı oy yüzde 18 civarındaydı. Bu oran Türkeş’in liderliği döneminde hiçbir zaman ulaşamadığı, yakınına bile gelemediği bir oy oranıydı. Bunun nedeni Devlet Bahçeli ile MHP’deki değişim ve dönüşüm değil Kürt sorununun neticesinde gelen bir dönüşümdü. Bu bağlamda, Kürt meselesinin, silahlı çatışmaların ve PKK’nin silahlı eylemlere başlamasının MHP’nin tabanını genişlettiğini görüyoruz. MHP’nin tarihsel olarak Soğuk Savaş dönemindeki toplumsal tabanı yüzde 10’u hiçbir zaman bulmadı. İYİ Parti’yi de bu tabandan ayırmıyorum. Çünkü İYİ Parti merkez sağ parti değil. Meral Akşaner o dönüşümü yapamadı. MHP hareketinin İYİ Parti’yle birlikte toplumsal tabanı bugün yüzde 20’ye oturdu. 1990’lı yıllardan beri süren çatışmalar MHP’yi ciddi anlamda büyüttü.

PANİSLAMİST POLİTİKA DEVAM EDİYOR

AKP-MHP iktidar blokunun dış politikadaki tutumunu Türk milliyetçiliği açısından nasıl yorumluyorsunuz?

Türk milliyetçiliğinin yüzü tarihsel olarak Orta Asya ve Kafkasya’ya dönükken AKP’nin dış politikası milliyetçiliğin doğrudan desteklediği bir politika olmadı. Cumhur İttifakı’nın dış politikası daha çok ümmetçi bir dış politikadır. Bu klasik Türk milliyetçiliğinin ciddi açıdan sorunlu baktığı alanlardır. Libya ve Suriye gibi… MHP’nin bu politikayı savunduğunu düşünürsek, Cumhur İttifakı içerisinde MHP’nin ümmetçi çizgideki dış politikaya gittikçe yaklaştığını görüyoruz. İdeolojik anlamda Cumhur İttifakının dış politikada Türk milliyetçiliğine kaydığını düşünmüyorum. Panislamist dış politikanın devam ettiğini düşünüyorum.

21. yüzyılda Türk milliyetçiliğinin ana politik hattı nedir? Kendisini ‘her şeyden evvel Türk milliyetçisi’ görenler bugün neyi hedefliyor?

Türk milliyetçiliğinin son 100 yılda siyaseti hiç değişmedi. Bu ‘beka’ kaygısıydı. Türk milliyetçiliğini etkileyen önemli idealler Turancı idealler değildir. Bölünme ve parçalanma korkusudur. Bunun aynen devam ettiğini düşünüyorum. Osmanlı’nın çöküş sürecinde ortaya çıkmış bir ideolojidir Türk milliyetçiliği. Dolayısıyla, devletin nasıl korunması ve kurtarılması üzerine kuruludur. 1990’ların başında Sovyetler Birliği parçalandı. Ve Türk milliyetçiliğinin Orta Asya ve Kafkasya’yı tanımadığını gördük. 21. yüzyılda da MHP’nin temsil ettiği Türk milliyetçiliği beka kaygısıyla hareket ediyor. Bu devletin korunması demektir. MHP’nin Cumhur İttifakı’nın içine girmesinin ana dinamiği budur. MHP, “Madem Erdoğan’ı iktidardan düşüremiyoruz o zaman ittifakın içine girelim ve onu içerden yönetelim” dedi. Beka kaygısıyla böyle hareket ettiler.                                 

                                                                  ***

(6)MHP’yi tanıyoruz!

Kurulduğu günden Cumhur İttifakı’na kadar gelen süre boyunca MHP’nin demokrasi ve insan hakları konusunda aldığı tutum hiç değişmedi.

MHP için devletin çıkarları, yurttaşların çıkarlarından hep üstündü. Çözüm üretmek yerine hedef göstermek, MHP’nin ana siyasetini belirledi.
MHP’nin 1980’lerin sonundan itibaren içine girdiği ‘değişiklik çabası’ yalnızca makyajdan ibaretti. Çeşitli siyasi krizlerde ve gelişmelerde aldığı konumlarda devletin ve egemen sınıfların çıkarlarını savunmaya devam ettiler.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ VE MHP

12 Eylül Askeri Darbesi ile iktidara gelen Türk-İslam sentezci politikalar, ülkücülerin “Biz hapisteyiz, ama fikirlerimiz iktidarda” sloganını geliştirmesine yol açtı. Emperyalizmin ‘Yeşil Kuşak Projesi’ne uygun şekillenen Türk-İslam sentezinin temeli, 1970’lerdeki Aydınlar Ocağı Bildirisi’ne dayanmaktaydı. 1970’ler boyunca MHP’nin içinde yer aldığı ya da dışarıdan desteklediği Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin fikri dayanağı olan bu tez, 1980’ler boyunca bu sefer askeri cunta eliyle ülkeye dayatıldı. Darbe öncesinde sola karşı birçok saldırı gerçekleştirmiş MHP’nin ideolojisi cunta tarafından meşrulaştırıldı.

DAĞINIKLIK VE AYRIŞMA

12 Eylül sonrası cuntanın MHP’yi kapatması ve ülkücü kadroların hapishaneye girmesi MHP teşkilatlarında dağılmaya ve boşluğa yol açtı. Lider, Teşkilat ve Doktrin üçlüsü darbe ortamında zedelendi.

Bu ortamda kimi ülkücüler 12 Eylül’ün ürünü olan ANAP saflarında ‘Hareketçiler’ diye anılarak, siyaset yapmaya başladı. Özellikle darbe sonrası gerçekleşen ‘rant’ paylaşımından faydalanmak isteyen ülkücüler, ANAP’ın yolunu tuttu. Öte yandan cezaevi sürecinde daha fazla İslamileşen başka bir grup daha ortaya çıktı. Nizam-ı Âlem Ocakları çevresinde örgütlenen bu grup, Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde, 1990’ların başında Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurdu. Alparslan Türkeş’in 1993’te tüm muhaliflerini tasfiye ederek MHP’yi yeniden kurmasıyla dağınıklık sona erdi.

KÜRT SORUNU VE MHP

1990’ların başında devletin izlediği ‘güvenlikçi’ siyasete MHP tam destek verdi. Özel Tim gibi yapılarda ülkücülerin yoğunluğu hissedildi. Bölgedeki askerlerin ülkücü bıyığı bıraktığı ve ülkücü selamı verdikleri görüldü.

Bu ortamda MHP, milliyetçi tepki oylarını almaya yönelik bir siyaset izlemeye başladı. Asker uğurlama gösterilerinde gövde gösterisi yaptılar. Alparslan Türkeş televizyonlarda Kürt siyasetçilere yönelik sert tutumuyla boy gösterdi. Bu politika Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından gerçekleştirilen 1999 genel seçimlerinde karşılığını buldu. MHP bu milliyetçi atmosferde tarihinde ilk kez yüzde 18 oy olarak ikinci parti oldu.

1999 seçim sonuçları MHP’nin seçim başarısından daha çok, Türkiye toplumunun 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası MHP’lileştirilmeye çalışılmasının bir yansımasıydı.

ÜLKÜCÜ MAFYA

Türkiye 1980’ler ve 1990’lar boyunca ülkücü kadroların girdiği mafyatik ilişkileri ve bunun derin devletle ilişkisini tartıştı. Ülkücü hareket 1970’lerdeki karanlık örgütlenme yapısı dolayısıyla, yeni mafya ilişkilerine rahatça insan malzemesi oldu. Öncülleri 12 Eylül 1980 öncesine dayanan ülkücü mafyalar, 1980’lerde Türkiye gündemine oturdu ve ülkede adeta ‘ülkücü mafya’ patlaması yaşandı.

Silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kumarhanecilik, çek-senet tahsili gibi işlerde ülkücü mafyalar palazlandı. Ülkücü mafyaların bazı devlet görevlileriyle ilişkileri de bulunmaktaydı. MHP üst yönetimi mafya ilişkilerine temkinli yanaştığını belirtse de hatırı sayılır ülkücü bu mafya ilişkilerinin ortasındaydı. Bu isimlerinden bazıları, ‘ülkücü baba’ Nihat Akgün gibi, bir gün bir yerde kurşunlanarak öldürülüyordu.

Kimi suikastların faili yakalanan tetikçilerin eski-yeni ülkücü çıkması, 1997’deki Susurluk Kazası ve ülkücü tabanın Susurluk’ta ölen Abdullah Çatlı’ya sahip çıkışı ülkücülerin derin devlet ve mafya ilişkilerinden uzakta olmadığını göstermekteydi.

SÖZDE DEĞİŞİM

Ülkücü hareket 1980’lerin sonunda ve 1990’larda imaj değişikliğine gitmeye çalıştı. 12 Eylül 1980 öncesi topluma güven vermeyen ‘ülkücü imajı’ değiştirilmeye çalışıldı. Ülkücü kadrolar, kılık kıyafetten davranış biçimlerine kadar bazı hassasiyetler göstermeye başladı. Bahçeli MHP içinde akademisyen kimliğiyle de ön plana çıkmaya başladı. Dönemin merkez medyası peşi sıra Alparslan Türkeş’in ‘devlet adamlığını’ parlatmaya çalıştı.

MHP esasen değişmedi ve klasik bir merkez sağ parti hiçbir zaman olmadı. Bünyesindeki ırkçı ve radikal milliyetçi unsurlar, devletin ve düzenin devamı için göreve her zaman hazır bir şekilde bekledi. İmaj değişikliği iddiası ise bir ‘imaj mühendisliği’nden ibaretti.

AB SÜRECİ VE MHP

2000’li yılların başında Türkiye siyasetini fazlasıyla etkileyen Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecine MHP temkinli yaklaştı. MHP, AB reform paketlerinin hemen hemen hepsine karşı çıktı. MHP için AB üyelik süreci Türkiye’yi bölmek isteyenlerin ve Sevr Anlaşması’nı 21. yüzyılda dayatanların ürünüydü. MHP’nin bu dönemde ulusalcı muhalefetle makas farkı azaldı.

MHP aslında Türkiye’nin AB üyelik süreciyle kısmi de olsa demokratikleşme ihtimaline karşı çıkıyordu. MHP’nin demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara tahammülü yoktu. Düşünce özgürlüğünün garanti altına alınması ve hukuk devleti gibi uygulamalar Türk milletinin ve devletinin bölünmez bütünlüğünü tehdit edebilirdi.

AKP İLE BARIŞMA VE CUMHUR İTTİFAKI

MHP, AKP iktidarının ‘yedi düvele karşı mücadele ediyoruz’ söylemine eklemlenerek ‘beka’ kaygısını öne sürdü ve devlet aygıtına ortak oldu. Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonraki süreçte AKP’nin her türlü antidemokratik tutumuna destek veren MHP, AKP ile birlikte yeni rejimin kuruluşunda aktif rol aldı.

1970’lerdeki Milliyetçi Cephe hükümetlerini andıran, Erdoğan ve Bahçeli’nin bu ‘kader ortaklığı’ yeni değil. Cumhur İttifakı’nın ideolojisini oluşturan Türk-İslam sentezinin temelleri soğuk savaş döneminde MHP’nin bizzat içinde olduğu dönemde atıldı. 1990’lardan bu yana MHP ‘merkez’ partisi olmaya çalışmadı, ‘sabır ve sebat’ ile merkezi MHP’lileştirmeye çalıştı. Bugün MHP’nin AKP ile kurduğu ortaklıkla Türkiye’yi gerici bir karanlıkla yönetmesi, MHP’nin onlarca yıldır değişmediğinin en önemli göstergesini oluşturmakta.
                 
                                                                        ***
(7) - MHP’NİN AVRUPA İLİŞKİLERİ

Avrupa'da ülkücü hareket 'engelleniyor': Almanya da yasaklayabilir

MHP, 60’lı yıllardan itibaren Avrupa‘da faaliyet gösteriyor. Başlangıçta komünizmle mücadele kapsamında onları müttefik gören Almanlardan destek alan ülkücülerin şimdi yasaklanması gündemde. Alman Meclisi‘ndeki tüm partiler bunu istiyor.

AVUSTURYA ve Fransa ‘ülkücü hareket’i’ yasakladı. Hollanda ve Belçika da yasaklamaya hazırlanıyor. Almanya‘da da hükümet, Federal Meclis‘in büyük çoğunluğunun kararıyla ‘ülkücü hareket”i oluşturan örgütler olarak tanımlanan derneklerin yasaklanması için gerekli çalışmalara başlatmakla görevlendirildi.
Söz konusu örgütlerin başında MHP çizgisindeki kısaca “Türk Federasyon” adıyla bilinen Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu (ADÜTDF) ile hareket içindeki bölünmeler sonucu kurulan ATİB (Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği) ve Büyük Birlik Partisi çizgisindeki ATB (Avrupa Türk Kültür Birliği ya da tam adıyla Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği). İddialara göre bu örgütlerin üye ve taraftarlarının sayısı 18 bin kişiyi buluyor.

Federal Meclis‘te geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen oturumda yapılan konuşmalarda “Almanya‘daki en büyük aşırı sağcı örgütlenme” olarak tanımlanan, kimi milletvekillerince de açıkça “faşist” olarak değerlendirilen “ülkücü hareket”le ilgili karar, Federal İçişleri Bakanlığı‘nı ilgilendiriyor. Yasaklanması istenen örgütler Alman yasalarına göre kurulmuş dernekler olduğu için bu konudaki kararı İçişleri Bakanlığı alabiliyor. Yaptıkları açıklamalarda Almanya‘daki demokratik düzene saygılı olduklarını ileri süren ve haklarındaki suçlamalara karşı çıkan örgütlerin yasaklanma kararının alınması halinde hukuki yoldan itiraz yoluna gitmeleri bekleniyor.

Almanya‘da 60‘lı yıllardan bu yana faaliyet gösteren ve 42 yıl önce dernekleşerek, çalışmalarını yaygınlaştıran ülkücü harekete yönelik bu tavır, başta Fransa ve Avusturya olmak üzere çeşitli Batı Avrupa ülkelerindeki aşırı milliyetçi ve İslamcı eğilimli Türkiye kökenlilerin karıştığı sokak çatışmaları ve propaganda faaliyetleriyle ilgili. Ancak aynı zamanda bu hareketlerin AKP‘ye muhaliflerini baskı ve tehditlerle sindirmeye çalıştıkları belirtilerek, Alman hükümetinin alacağı önlemlerle bunu önlemesi talep ediliyor. Bir de Alman aşırı sağıyla ilgili tartışmalar sürerken, bu olgunun sadece Almanlara özgü olmadığı, göçmenler içinde de mücadele edilmesi gereken benzer eğilimlerin yayın olduğunu vurgulama ihtiyacı söz konusu.

Alman hükümeti benzer konularda şimdiye kadar “yasaklayıcı” değil, “yatıştırıcı” politikaları tercih ediyor, böylelikle on binlerce kişiyi kapsayan bu tip hareketlerin daha da “radikalleşmesi”ni önlemeyi hedefliyordu. Ancak Federal Meclis‘teki son gelişme bu politikadan vazgeçmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü bütün partiler “yasaklama” yoluna gidilmesini istiyor. Kimi hemen, kimi de belirli bir inceleme sonucu. Federal İçişleri Bakanlığı‘nın iki yıl önce milliyetçi ve şeriatçı “Osmanen Germania” derneğinde olduğu gibi yasaklama yoluna gidip, gitmeyeceği yine de belli değil. Çünkü şimdi söz konusu olan birkaç yüz üyeli bir dernek değil, binlerce üye ve taraftarı olan, ülkenin hemen her yerinde örgütlü ve 40-50 yıllık geçmişi olan bir hareket.

ALMANYA‘DAKİ MHP

Almanya‘daki en büyük ülkücü çatı örgütü MHP çizgisindeki “Türk Federasyon” (ADÜTDF – Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu). Meclise sunulan tasarılarda belirtildiğine göre Almanya çapında 170 derneği kapsayan bir çatı örgütü olan ADÜTDF, 1978‘de Frankfurt‘tu kuruldu.
Ancak MHP‘nin Almanya‘daki örgütlenmesi ondan önce başladı. Daha sonra Gülenci olduğu ileri sürülen ve 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra tutuklanan, son olarak da İYİ Parti içindeki tartışmalarda yine adı gündeme gelen Enver Altaylı, bu yıllarda MHP‘nin Almanya Başmüfettişi olarak görevlendirilmişti. Anayasa Mahkemesi‘nce yurtdışı örgütleri kapatılmasından sonra kurulan Türk Federasyon bu fonksiyonu üstlendi.

MHP‘nin Almanya‘daki örgütlenmesiyle ilgili araştırmalarda, onları komünizmle mücadelede müttefikleri olarak gören Almanlar tarafından desteklendiğine dair iddialara da yer veriliyor. “Ülkücü terörist” Mehmet Ali Ağca‘nın izini süren araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu‘nun “Papa, Mafya, Ağca” başlıklı kitabında da yer alan, bir bölümü MHP davasında gündeme gelen iddialar, son olarak Sol Parti milletvekilleri tarafından da Federal Meclis‘te dile getirildi. Bu iddialardan biri dönemin Bavyera Eyaleti Başbakanı Franz Josef Strauss‘un, MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş‘le görüşüp, Almanya‘daki Türkiye kökenli işçiler arasındaki sol siyasal ve sendikal örgütlenmelere karşı bu hareketin örgütlenmesine yardımcı olma sözü verdiği yolunda. Bir diğer iddia da Federal İstihbarat Teşkilatı‘nın (BND) Türkiye masasında görevli olduğu ileri sürülen ve Frankfurt yakınlarındaki bir kasabada yerel politika yapan Dr. Hans-Eckhardt Kannapin‘in (CDU) Türk Federasyon‘ın kuruluş sürecindeki destekleri. Türkeş‘in o dönemlerde oldukça güçlü olan aşırı sağcı parti NPD‘yle (Almanya Nasyonal Partisi) işbirliği yapılması yolundaki talimatları.

12 Eylül Darbesi’nden sonra Almanya‘ya kaçak yollarla gelen birçok ülkücü de bu örgütlenmede yer aldı. Papa‘ya suikast girişiminde bulunan, Türkiye‘de gazeteci Abdi İpekçi‘nin katili Mehmet Ali Ağca‘nın da yakalanmadan önce Almanya‘da uzun süre bulunduğu, bu örgütlenme ağından destek aldığı ileri sürülüyor.

Geçtiğimiz hafta yaşanan bir tesadüf de bu iddiayı doğruluyor. Federal Meclis “ülkücü hareket”e yasak getirilmesini tartışırken, Frankfurt yakınlarındaki bir mezarlıkta Balgat Katliamı sanıklarından Ethem Kıskıs‘ın cenazesi kaldırılıyordu. Arkadaşları 41 yıldır Türkiye‘ye gidemeyen Kıskıs‘ın gerçek kimliğini ilk kez mezarı başında açıklamışlar, bu vesileyle onun Avrupa‘daki ülkücü örgütlenmenin merkezindeki 10-15 kişiden biri olduğunu ifşa etmişlerdi.

ATİB, ATB VE DİĞERLERİ

80‘li yıllarda Türkiye‘de MHP içinde görülen bölünmeler ve ayrılıklar Almanya‘ya da yansıdı. Papa‘ya suikast davasında Ağca‘nın suç ortağı olduğu iddiasıyla bir süre tutuklu kalıp, daha sonra serbest kalan Türk Federasyon başkanlarından Musa Serdar Çelebi ve arkadaşları tarafından kurulan Avrupa Türk İslam Kültür Birliği (ATİB), Almanya‘daki ülkücüler tarafından kurulan ikinci büyük çatı örgütü. Bünyesinde 120 dernek bulunduğu ileri sürülen ATİB, Alman hükümetinin İslam diniyle ve Müslüman göçmenlerle ilgili sorunları görüştüğü İslam Konferansı‘na üye olan Almanya Müslümanları Merkez Konseyi‘nin üyesi. ATİB Genel Başkanı Durmuş Yıldırım, örgütü “güvenliği tehdit eden aşırı yabancılar” arasında gösteren istihbarat raporuna itiraz ederken, “ATİB‘in mensup olmakla itham edildiği ülkücü hareketle yollarını kurulduğu yıllarda ayırmış” olduğunu belirtmişti.

Resmen 1994 yılında kurulan Avrupa Türk Kültür Birliği (ATB ya da tam adıyla Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği) de Türkiye‘deki Büyük Birlik Partisi‘nin çizgisindeki 20 derneğin çatı örgütü.

avrupa-da-ulkucu-hareket-engelleniyor-almanya-da-yasaklayabilir-808949-1.

Bir de bu örgütlerle ilgili olmayan, ancak “ülkücü” olarak kabul edilen birçok kişinin de bireysel olarak çok sayıda dini, siyasal, kültürel örgütte aktif olduğu, hatta Alman partileri içinde yer aldığı, polis ve orduda görev yaptığı ileri sürülüyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Alman ordusundaki Türkiye kökenli dört asker hakkında “ülkücü harekete üye oldukları” gerekçesiyle disiplin soruşturması açıldığı haberi çıkmıştı.

Geçtiğimiz hafta Federal Meclis‘in gündemine hükümetin Almanya‘daki ülkücü harekete yasak getirmesini talep eden 3 ayrı tasarı gelmişti.

Bunlardan biri hükümet koalisyonundaki partiler CDU-CSU ve SPD ile muhalefet partilerinden FDP ve Yeşiller‘in ortak tasarısıydı.

İkincisi bu konuyu yıllardır çeşitli vesilelerle dile getiren Sol Parti‘nin, diğeri de bu olayı kendi aşırı sağcı, yabancı düşmanı propagandası için istismar etme fırsatını kaçırmayan aşırı sağcı parti AfD‘nin tasarısıydı.

Sol Parti ve AfD‘nin tasarıları reddedildi.

Hükümet ve muhalefetin ortak tasarısı ise kabul edildi. Kendi tasarısı reddedilen Sol Parti, bu tasarıyı destekledi.

Oylama öncesinde yapılan konuşmalarda “ülkücü hareket”in Avrupa‘da bir dizi ülkede militanca ve şiddetli eylemlerde bulunduğu, milliyetçi ve ırkçı bir ideolojiye dayandığı, Kürtler, Aleviler, Yunanlılar, Ermeniler, Yahudilere, kendilerinden farklı düşünenlere, karşı nefreti körükledikleri belirtildi. Sol Parti‘nin tasarısında hareketin Türkiye‘de ve Türkiye dışında çok sayıda siyasal karşıtının öldürülmesinden sorumlu olduğuna dikkat çekildi. Bu hareketlerin iktidardaki AKP hükümetini desteklediği, AKP muhaliflerine yönelik baskı ve sindirme faaliyetlerinde bulunduğu, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu‘nun da bu hareketin sembolü olan kurt işaretini yaparak, aralarındaki işbirliğini gösterdiği kaydedildi.

Meclis‘te kabul edilen tasarıda diğer önergelerdeki gibi “kurt işareti”ne yasak getirilmesi gibi öneriler yok. Ancak İçişleri Bakanlığı‘nın bir yasak kararı olması halinde o da yasaklanabilir. Beş partinin kabul edilen ortak önergesinde Federal Hükümet‘ten talep edilen hususlar şöyle:

♦ Ülkücülerin etkisini geri püskürtmek için Avrupa‘daki ve uluslararası alandaki ortaklarla işbirliği.

♦ Ülkücü hareketin özellikle Almanya'da devamlı olarak takip edilmesi ve kararlı şekilde mücadele edilmesi.

♦ Ülkücü hareketin dernek ve örgütlerine yönelik yasakların gözden geçirilmesi.

♦ Kamuoyunun Almanya Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın olanaklarından yararlanarak, aydınlatılması.

♦ Ülkücü hareketin internette yaydığı ajitasyona karşı hukuk devleti çerçevesinde kararlı mücadele.

♦ Almanya, Avrupa ve Türkiye'de bozkurtların sindirmeye çalıştığı kişi ve gruplarla dayanışma gösterilmesi ve onların en iyi şekilde desteklenmesi.

Hükümet ve İçişleri Bakanlığı‘nın meclisten gelen talimat üzerine gerekli incelemeleri yapıp, yasaklama yoluna gidip, gitmeyeceği henüz belli değil.

HAZIRLAYAN: OĞUZCAN ÜNLÜ / BİRGÜN


Bir 'yeni dönem' mümkün mü? - Fatih Yaşlı / SOL

 

'Uzlaşı, kucaklaşma' heveslileri yine büyük bir hüsrana uğrayacaklardır ama iktidarın kimi taktik adımların ve hamlelerin dışında kimseyle kucaklaşmaya, uzlaşmaya niyeti yoktur.

Her ne kadar birbirlerine düşman gibi görünseler de, liberal ve ulusalcı aklı ortaklaştıran bir nokta vardır: “Sınıf körlüğü”.

Her ikisi de meselelere sınıf perspektifinden bakmadıkları için, her ikisi de iktidara baktıklarında asıl görülmesi gereken şeyi, yani iktidar partisinin eninde sonunda sermaye düzeni adına hareket ettiğini, AKP’nin hareket alanını belirleyen şeyin sermaye düzeni ve emperyalizm olduğunu göremezler.

Tam da bu nedenle liberal akıl iktidarın Avrasyacı bir dış politika izlediğini, Avrupa Birliği hedefinden uzaklaştığını, ABD ile müttefikliğini bozduğunu, Türkiye’yi Batı bloğundan çıkartıp Şangay İşbirliği Örgütü’ne sokacağını, gerçek ortaklarının artık Çin, Rusya ve İran olduğunu iddia edip buna muhalefet ederken, ulusalcılar da aynı iddialardan yola çıkarak iktidara anti-emperyalizm adına destek verirler.

Evet, duruma bakarak farklı sonuçlara varırlar ama neticede gördükleri şey aynıdır; ortada bir “eksen kayması” vardır. Oysa az önce söylemiş olduğumuz üzere ancak sınıf körüyseniz ve meselelere sınıfsal bir perspektiften bakmıyorsanız böyle bir tablo görmeniz söz konusu olabilir. 

İktidar partisinin uluslararası sistemin yaşadığı krizi fırsata çevirmeye ve Türkiye’nin emperyalist hiyerarşi içerisindeki yerini değiştirmeye çalıştığı, bunun için de zaman zaman cüretkâr adımlar attığı doğrudur ama ortada liberallerin de ulusalcıların da iddia ettiği gibi bir “eksen kayması”, bir “kopuş” bulunmamaktadır. 

İktidar ne Batı bloğundan kopabilir, ne de anti-emperyalist olabilir; çünkü Türkiye kapitalizmi göbekten uluslararası kapitalizme bağımlı bir ülkedir ve Türkiye kapitalizmi de emperyalist güç ilişkilerine tabidir.

Ne demek istiyoruz tam olarak, biraz daha açalım. Türkiye kapitalizmi ihracatının ve ithalatının ezici bir bölümünü Batı devletleriyle gerçekleştirmektedir. Türkiye kapitalizmi finansman kaynaklarını Batıdan bulmakta, Batıdan borçlanmaktadır. Türkiye finansal sistemi Batı finansal sisteminin bir parçasıdır. Türkiye kapitalizmi döviz bağımlısıdır ve Türkiye’ye yeterince yabancı sermaye girmediğinde ekonomi krize girmektedir.  

Kuşkusuz her devletin dış politikada belli bir “göreli özerklik” alanı vardır, AKP de zaman zaman bu alanı zorlamaya çalışmaktadır ama ekonomik bağımlılık derecesinin bu kadar yüksek olduğu bir durumda siyasi bağımlılık da kaçınılmazdır; dolayısıyla yapılabileceklerin, atılabilecek adımların bir sınırı vardır.

Tam da bu nedenle liberalleri dertlendiren, ulusalcıları ise sevindiren şey bütünüyle bir yanılgıdan ibarettir; ortada ne Batı bloğundan kopuş ne de anti-emperyalizm vardır. İktidar partisi dışarıda şark kurnazlığıyla bezenmiş ve Abdülhamid’e özenen sözde bir “denge politikası” izlemekte, sınırları zorladığı her seferinde de gidip gerçekliğin duvarına çarpmaktadır.

İşte Damat Bakanın istifasıyla başlayan “yeni dönem” de tam olarak bu duvara bir kez daha çarpmış olmakla ilgilidir. Merkez Bankası başkanlığına ve Hazine Bakanlığı’na yapılan atamalar, ekonomide ve hukukta reform açıklamaları, sermayeye güvence vermeye yönelik sözler, faiz artışı, “acı reçete” ve nihayetinde ABD ve AB ile arayı yeniden düzeltme çabaları, “geleceğimizi Avrupa’da görüyoruz” açıklamaları tamamen bununla ilgilidir. 

Merkez Bankası’nın rezervleri tükenmişken, ihracat ve turizm gelirleri dibe vurmuşken ve ülkeye yeterince döviz girmiyorken, ekonomide denizin bittiği görülmüş, finansal bir krizin elinin kulağında olduğu anlaşılmış ve hem yerli hem de yabancı sermayeye “fabrika ayarlarına dönüş” vaatleri verilmiştir. ABD’de Biden’ın başkan seçilmesi ve Merkel ile Macron’un yeni-Osmanlıcı dış politikaya bir balans ayarı yapmakta uzlaşmaları da süreci hızlandırmıştır. 

İktidar içeride sermayeye olduğu gibi dışarıda da emperyalizme kimi yeni güvenceler vererek Batıyla belli bir denge noktasında yeniden uzlaşabileceğini ve böylece ekonomiyi krizden çıkarabileceğini düşünmekte, bunun hesabını yapmaktadır. 

Türkiye’de revaçta olan söylem, sermayenin demokrasi istediğini, otoriter rejimlerden kaçtığını, dolayısıyla da ekonomik krizden çıkılabilmesi için öncelikli olarak yapılması gereken şeyin demokratikleşme adımları atılması olduğunu vazetmektedir. 

Oysa sermaye geçmişte ve bugün sayısız örnekte görüldüğü üzere otoriter rejimlerle, faşistlerle, askeri diktalarla gayet uyumlu bir şekilde çalışabilmektedir. Sermaye demokrasi değil, parasının, malının, mülkünün garanti altında olmasını ister, bu garanti verildikten sonra da gerisi onu pek ilgilendirmez, demokrasiye dair talepleri de atılacak adımlar da makyajdan öteye gitmez. 

Aynı şekilde emperyalizm için de önemli olan diktatörlükle mi demokrasiyle mi yönetildiğiniz değil, emperyalist hiyerarşi içerisinde öngörülebilir olup olmadığınız, size çizilen oyun alanının dışına çıkmayı zorlamamanızdır. 

İşte tam da bu nedenle, iktidarın yeni bir demokratikleşme süreci başlatacağı, açılım politikalarına döneceği, AB’nin istediği reformları hayata geçireceği, MHP’yi sırtından atacağı vb. iddialara ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. 

“Restorasyon cephesi” her ne kadar bu açıklamalardan heyecanlanmış ve iktidarla kucaklaşmaya, uzlaşmaya, barışmaya heveslenmişse de, iktidar açısından bunun nesnel zemini pek görünmemektedir. 

İktidar önümüzdeki dönemde söyleminde bir değişikliğe gidebilir, buna uygun bazı adımlar da atabilir; evet doğru ama bunlar sermayeye ve emperyalizme birtakım güvenceler vermekten öteye gidemez.

IMF’ye gidilmesi ve anlaşılması, MHP’yle ittifakı bozup içinde CHP ve/veya İYİP’in olduğu bir tür “Türkiye ittifakı”nın kurulması, parlamenter sisteme dönüş ve dış politikada 180 dereceye varan tutum değişiklikleri gibi adımların atılması ihtimali sıfıra yakındır. 

Çünkü tüm bunları yapmak, Erdoğan’ın kendisini Erdoğan ve AKP’yi AKP yapan şeyden, yani yeni bir rejim inşa etme hedefinden vazgeçmesi anlamına gelmektedir. İktidar, başta % 51 oy almak üzere, kendisini bizzat kendi elleriyle büyük bir açmazın içerisine sokmuş ve rasyonel adımlar atabilme aşamalarını çoktan geçmiştir. 

Rejim mevcut görünümüyle kaldıkça giderek daha fazla aşınacaktır, giderek daha büyük krizlerle karşılaşacaktır doğrudur ama öte yandan rejimin mimarisini değiştirmeye kalkışmak, radikal birtakım dönüşler gerçekleştirmek de çok daha büyük bir aşınmayı ve çöküşü beraberinde getirecektir.

İktidar açısından en büyük olasılık, Cumhur ittifakıyla yola devam edilmesi, günü kurtaracağı düşünülen ve “reform” olarak adlandırılacak kimi adımlar atılması, ucuz emek sömürüsünün derinleştirilerek sermayeyi memnun edecek işlere girişilmesi, ABD’den Ortadoğu’da yeniden taşeronluk talebinde bulunulması, muhalefet üzerindeki baskının yoğunlaştırılması ve ekonomide kısmi bir iyileşme olduğu düşünüldüğünde de serbest seçimlerden başka her şeye benzeyecek bir seçime gidilerek bir beş yıl daha kazanılmasıdır. 

“Salgın yönetimi” adı altında, ücretsiz izin uygulamalarından mekânların kapatılmasına, hiçbir eyleme izin verilmemesinden sokağa çıkma yasaklarına uzanan bir genişlikte, emek karşıtı neoliberal politikaların, güvenlikçi politikaların ve kamusal alanın dinselleştirilmesine yönelik politikaların derinleştiriliyor oluşu, salgın yönetiminin bir toplumsal mühendislik projesine, bir yönetme teknolojisine dönüştürülmesi gidişata dair ciddi ipuçları vermektedir.

“Uzlaşı, kucaklaşma, milli birlik beraberlik” heveslileri yine büyük bir hüsrana uğrayacaklardır ama iktidarın kimi taktik adımların ve hamlelerin dışında kimseyle kucaklaşmaya, uzlaşmaya niyeti yoktur. Dolayısıyla hem daha büyük ekonomik ve siyasi krizlere, devlet ve iktidar içi çatışmalara hem de topluma daha çok sopa gösterilmesine ve düşmanlık politikalarının yoğunlaştırılmasına tanıklık etmemiz kaçınılmazdır. 

Esas mesele tüm bunlara gerçek bir yanıtın nasıl verileceği, gidişata gerçek bir müdahalenin nasıl yapılacağıdır. İdare-i maslahatçılıkla, orta yolculukla, “aman ağzımızın tadı kaçmasın” siyasetiyle varılabilecek bir yerin olmadığı ise açıktır.         

Fatih Yaşlı / SOL

2. dalganın küresel ekonomiye etkileri - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN



IMF’nin, hafta sonu gerçekleşen G-20 liderler zirvesine hazırladığı bilgi notunda küresel ekonominin 2021 sonunda dahi 2019’un üretim düzeyine ulaşılamayacağı tahmin ediliyor. Devletler düzeyinde de mali gücü yeterli, sağlık altyapısı sağlam ülkeler etkin bir mücadele sergilerken, ABD dahil sağlık sistemi büyük ölçüde özelleşmiş bazı örnekler salgınla baş etmekte zorlanıyorlar.

Kuzey yarımkürede havaların soğumasıyla birlikte Covid-19 pandemisinin korkulan 2.dalgası kapıyı çaldı bile. Ülkemizde ve Avrupa’nın neredeyse tüm coğrafyalarında vaka sayıları her geçen gün artıyor. Çin, Güney Kore, Küba gibi salgınla başarılı mücadele pratiklerini, Tayvan, Avustralya, Yeni Zelanda gibi virüsün yayılımını engellemek için ada konumunun avantajından da yararlanan örnekleri bir yana bırakırsak, virüsle mücadele açısından önümüzde zor bir kış bulunduğu görülüyor.

Salgının ekonomiye yansımalarının da öngörülenden uzun erimli olacağı anlaşılıyor. 2020’nin ilk çeyreğindeki kapanmaların ardından yaz aylarında belli bir ivme kazanan ekonomik aktivitenin yılın son çeyreğinde hız kestikten sonra, durgunluğun 2021’in ilk yarısına da sarkacağı düşünülüyor. IMF’nin, hafta sonu gerçekleşen G-20 liderler zirvesine hazırladığı bilgi notunda küresel ekonominin 2021 sonunda dahi 2019’un üretim düzeyine ulaşılamayacağı tahmin ediliyor. En son Avrupa Komisyonu Avro bölgesinin 2021 büyüme beklentisini yüzde 6.1’den yüzde 4.2’ye indirdi. Ayrıca, Türkiye’nin de dahil olduğu G-20’nin gelişmekte olan ülkelerinde kişi başına gelirlerin, gelişmiş ülkelere göre daha keskince gerilemesi öngörülüyor.

Fransa ve İspanya’da başlayan, zamanla diğer Avrupa ülkelerinde de uygulamaya giren kapanmaların lokanta, kafe ve alışveriş merkezleri başta gelmek üzere hizmetler sektörünü tamamen felç edeceği ortada. Bilindiği gibi oldukça gecikmeli de olsa Türkiye de kapanma ve kısıtlamaları devreye soktu.

Dilerseniz, 1.dalganın deneyimini de göz önüne alarak salgının yaratacağı ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunların çözümünü tartışmadan önce, pandeminin ilk 10 aylık bilançosunu çıkaran Financial Times gazetesinin baş ekonomi yorumcusu, günümüz kapitalizminin akil insanlarından Martin Wolf’a kulak verelim.

PANDEMİNİN 10 EKONOMİK SONUCU

Wolf’un uzun vadeli olasılıkları da dikkate alarak sıraladığı Covid-19’un ortaya çıkardığı manzara mealen şöyle:

Birincisi; hem etkin bir aşının kısa sürede geliştirilmesi hem de ivedilikle tüm dünyada yaygınlaştırılması olasılığı çok düşük. Öyleyse bu hastalık uzun dönemli bir tehdit olarak insanlığın önünde duracak.

İkincisi; ekonomide kalıcı zararlar ortaya çıkacak. Özellikle işsizlik, ödenemeyen borçlar, artan yoksulluk, kesintiye uğrayan eğitim derin izler bırakacak.

Üçüncüsü; belki bir süre sonra seyahatler artacak, iş yerinde çalışma pratiğine dönülecek. Fakat sanal olanaklar da göz önünde bulundurulursa Covid öncesi eski usul çalışma modeli tam anlamıyla geri gelmeyecek.

Dördüncüsü; teknolojinin rolü daha da belirginleşecek. Teknoloji devlerinin merkezi egemenliği korkunç bir güç ortaya çıkardı. Bu tekellere düzenlemeler getirme ve rekabeti artırma baskısı hız kazanacak.

Beşincisi; hükümetlerin ekonomideki rolü genişleyecek. Önümüzdeki yıllarda daha müdahaleci devletlerle karşılaşacağız.

Altıncısı; reel ve nominal faizler düşük kaldığı sürece hükümetler hem kendi borçlarını yönetebilecekler, hem de başkalarının borçlarını yeniden yapılandırmasına katkıda bulunabilecekler. Ancak bir noktada bütçe açıklarının azaltılması gerekecek. Bu da özellikle söz konusu süreçten avantaj sağlayan “zenginlerden” alınmak üzere daha yüksek vergiler demektir.

Yedincisi; bazı ülkeler krizi başarıyla yönetirken, bazıları da çuvalladılar. Burada sonucu bir ülkenin demokratik olup olmaması değil, hükümetlerin etkinliği belirledi. Popülist demagoglar Jair Bolsonaro, Boris Johnson ve Donald Trump kötü bir performans sergiledi.

Sekizincisi; bu küresel boyutta ve ancak küresel işbirliğiyle üstesinden gelinebilecek bir krizdir. Şimdilik tek taraflılık ve uluslararası çatışma eğilimleri pandemiyle birlikte artış gösterdi. Başta ABD ve Çin arasındaki gerginlik gelmek üzere durumun kötüleşme olasılığı yüksek.

Dokuzuncusu; mal ticaretinin küreselleşmesi 2008 finansal krizinden sonra zaten yavaşlamıştı. Covid-19 sonrasında da bu süreç devam edecek, Dünya Ticaret Örgütü’nün etkinliği azalacak, Batı ve Çin arasındaki ticaret uyuşmazlıkları çözülemeyecek. Aynı zamanda sanal küreselleşme muhtemelen hızlanacak.

Onuncusu; bir yandan Covid-19 başta iklim değişikliği konusu sorunları küresel anlamda çözme isteğini artırdı. Öte yandan uluslararası anlaşmaların meşruiyetini azalttı. ABD Paris İklim Anlaşması’ndan ve Dünya Sağlık Örgütü’nden (DSÖ) çekildi (Financial Times 3 Kasım 2020).

Bilindiği gibi Wolf’un bu yazıyı kaleme almasından sonra Joe Biden’ın başkan seçilmesiyle ABD’nin Paris Anlaşması ve DSÖ karşısındaki tutumu değişti.

1.DALGANIN SEKTÖREL VE TOPLUMSAL YANSIMALARI

Pandeminin 1.dalgasından, daha evvel yaşanan ekonomik krizlerin göreceli homojen yayılımından farklı olarak Covid-19 salgınının etkilerinin asimetrik biçimde hissedildiğini biliyoruz. Diğer bir ifadeyle bazı sektörler bu süreçten avantajlı bile çıkarken, bazı iş kolları büyük darbe yedi. Aynı şekilde bazı toplum kesimleri mali anlamda az zarar görürken, bazıları büyük mağduriyetle karşılaştı. Devletler düzeyinde de mali gücü yeterli, sağlık altyapısı sağlam ülkeler etkin bir mücadele sergilerken, ABD dahil sağlık sistemi büyük ölçüde özelleşmiş bazı örnekler salgınla baş etmekte zorlandılar.

Sektörel bazda Facebook, Amazon, Microsoft, Google gibi evinde kalan kişilerin iletişimini, alışverişini, uzaktan çalışmasını kolaylaştıran teknoloji şirketleri salgınla güçlerine güç kattılar. Aynı şekilde Netflix benzeri sinemayı, dizileri odanıza getiren medya akış hizmeti (streaming services) firmaları abone sayılarını katladıkça katladı. İlaç ve aşı haberlerinin duyulması ile ilaç firmalarının hisseleri de zirve yaptı. Genelde iletişim, enformasyon, e-ticaret ile iştigal eden şirketler bu süreçten kârlı çıktılar.

En fazla zarar eden iş kolları ise lokantalar, kafeler, oteller ile ağırlama sektörü, havacılık başta gelmek üzere taşımacılık ile sinemaları, tiyatroları, konser salonlarını kapsayan eğlence sektörü oldu.

Daha çok düşük ve orta beceri isteyen, insani etkileşim gerektiren işlerde çalışan emekçiler salgından en fazla etkilendiler. Çoğunlukla perakendecilik, turizm ve ağırlama sektöründe istihdam edilen bu kesimde kadınların ve gençlerin ağırlığının fazla olduğunu biliyoruz. Kadınların bu ortamda ev işleri ve çocukların bakımına ağırlık vermek için işgücünün dışına çıkma olasılığı daha yüksek; bu nedenle becerilerinin körleşmesi ve yaşam standartlarının düşmesi riskiyle de daha fazla karşı karşıyalar.

Okul çocukları ise hem eğitimlerinin kesintiye uğraması hem de ABD gibi bazı ülkelerde okulda çıkan yemeğin yoksulluğa karşı önemli bir tampon mekanizması olması nedeniyle bu süreçten olumsuz etkileniyorlar. Haliyle yoksul kesimin çocuklarına çok daha ağır bir fatura çıkıyor. UNICEF’in son bir raporuna göre, çok boyutlu yoksulluk yaşayan, yani eğitim ve beslenme olanakları yetersiz çocukların sayısı pandemiyle birlikte 150 milyon arttı.

Buna karşın uzaktan çalışan, çoğunlukla yüksek eğitimli, ortanın üzerinde gelir elde eden profesyonel meslek sahipleri mali bir zarara uğramadılar. Ağırlıkla borsa yatırımcısı rantiye kesimler de özellikle düşük faiz ortamının da etkisiyle, bir insani trajedi yaşarken servetlerine servet eklediler.

***

Ne Yapmalı?

Peki salgının olumsuz ekonomik, sosyal sonuçlarını en aza indirmek için ne yapmalı? Bu konuya korona sorununun gündemimize girmesiyle birlikte cevap arıyoruz, aramaya da devam edeceğiz. İzin verirseniz bu noktada, her hafta blogundan kapsamlı yeni bir analiz paylaşan Marksist İktisatçı Michael Roberts’a kulak verelim.

Roberts “küresel güneyde” milyonlarca kişi için yoksulluk, hastalık ve sömürünün yaygınlaşması tehlikesinden hareketle, salgının uzun vadeli kalıcı izler bırakacağını düşünüyor. “Sosyal ekonomi” başlığı altında önerilerini 4 maddede topluyor:

► Geçim koşulları kötüleşen kuzey ve güney ülkelerindeki milyonlar için acil eylem fonu kurulması; yoksul güney ülkeleri hükümetlerinin borçlarının hemen iptal edilmesi.
► İnsanlara istihdam yaratacak, sağlık ve eğitim sistemlerini restore edip ücretsiz kullanımını sağlayacak ve özellikle “yeşil” sanayilere yatırım yapacak kamu projelerinin ulusal ve uluslararası planlarla gerçekleştirilmesi.
► Büyük finansal kurumların kamu mülkiyetine ve kontrolüne alınmasına ek olarak, büyük ilaç firmaları yanında enerji, gıda, imalat ve iletişim alanlarındaki stratejik firmalar için de aynı uygulamanın hayata geçirilmesi.
► Toplumsal ve çevreyle uyumlu sonuçlar için uluslararası anlamda koordine edilmiş, devlet öncülüğünde uzun vadeli planların başlatılması. Özel kâr için, yeni felaketler doğuracak ormansızlaştırma ve fosil yakıt arama faaliyetlerine son verilmesi. (Covid-2021 : more calamity ahead, Michael Roberts Blog, 15 Kasım 2020 )

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Yoksulluk ve siyasi baskının pençesinde… - Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

 Bugün Öğretmenler Günü…


Sosyal medyada paylaşımlar yapılıp özlü sözler paylaşılacak. Devleti yönetenler tarafından öğretmenlere sözde saygılar sunulacak. Oysa gerçekte öğretmenlere ne olduğu konuşulmayacak.

Hep yapıldığı gibi bugün de sahte bir anma ile geçip gidecek...

Ben öğretmenlerin bilgisine, deneyimine ve emeğine saygı duyulan bir kuşağa aitim. Aslında öğretmenliğin imrenilen bir meslek olduğu günler fazla geride değil...

Ama AKP döneminde kısa sürede çok şey değişti. Hemen her alanda yozlaşan toplum, bu yüce mesleği de harcadı. İki gün önce medyada yer alan bir haber, gerçeği bir kez daha tokat gibi yüzümüze çarptı.

5 bin 514 öğretmenin katıldığı bir anket yapan Eğitim-İş Sendikası, çarpıcı sonuçlar elde etmiş; bazılarını paylaşacağım.

Borç batağındaki öğretmenler…

Öğretmenlerin yüzde 43’ü daha iyi para kazanacakları bir iş bulursa mesleği bırakmayı düşünüyor.

Yüzde 63’ü çocuklarının gıda, yüzde 73’ü kıyafet ve yüzde 47’si eğitim ihtiyaçlarını rahat bir şekilde karşılayamıyor.

Yüzde 93’ü mesleklerinin toplumdaki saygınlığının azaldığı fikrinde. Bunların yüzde 83’ü, buna neden olarak maaşların düşük olmasını görüyor.

Yüzde 86’sı ekonomik zorluklar nedeniyle çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor.

Yüzde 44’ü ev kredisi, yüzde 30’u araç kredisi, yüzde 25’i ise çocuklarının eğitimi için çektiği krediyi ödüyor.

Yüzde 26’sı ek iş yapıyor.

Yüzde 59’u gelecekten umutsuz…

Çok açık ki öğretmenler geçinemiyor!

Çocuklarının en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan insanlar ek iş yapsalar da borç batağına saplanmış. Öğretmen olmuşlar; eğitsinler diye çocuklar emanet ediliyor ama onlar ayakta durabilmek için hâlâ ailelerinden yardım almak zorunda…

Bu kronikleşen zorluklar yüzünden yüzde 61’i gelir yetersizliği nedeniyle psikolojik sorun yaşıyor.

Biraz olsun rahatlamak ve kendilerini geliştirmek adına yapabilecekleri hiçbir şey yok. Yüzde 84’ü son bir yılda tiyatroya ve yüzde 73’ü sinemaya hiç gitmemiş. Yüzde 92’si her gün bir gazete, yüzde 62’si her ay bir kitap dahi alamıyor.

Bir de yıllardır ataması yapılmayanlar var. 2019-2020 eğitim ve öğretim yılında mesleğine kavuşturulmayan öğretmen sayısı, yarım milyona dayandı. Bunalıma dayanamayanlardan bazıları intihar etti…

Gitti liyakat, geldi tarikat!

Diyebilirsiniz ki öğretmenlerin durumu bu ülkede hiçbir zaman iyi değildi; tüm emekçiler gibi hep geçim sıkıntısı çeken bir meslek grubuydu. Doğru. Belki özel okullarda nispeten daha iyi durumda olan öğretmenler olabilir ama devlet okullarında görev yapanlar hep ekonomik zorluk içindeydi.

Ancak 19 yıllık AKP döneminde öğretmenler üzerinde bir diğer baskı unsuru giderek arttı. Ayrımcılık ve kayırmacılık öyle boyutlara vardı ki gitti liyakat, geldi tarikat!

Nitekim Eğitim-İş’in araştırması da bunu ortaya koyuyor.

Öğretmenlerin yüzde 46’sı görevden alınma korkusu yaşıyor.

Yüzde 83’ü yönetici atamalarında torpile ihtiyaç olduğunu düşünüyor.

Yüzde 48’i yöneticilerin öğretmenlere siyasi baskı yaptığını söylüyor.

KHK ile ihraç edilenlerin kamu görevinde çalışmaları engellendiği gibi özel sektörde çalışmalarının önü de SGK’ye verilen bir kod ile engellendi. Artık kuru ekmeği bile alamayacak hale geldiklerini söylüyorlar.

“Virüsten ölmezsek açlıktan, açlıktan ölmezsek adaletsizlikten öleceğiz” diyorlar.

Bir toplum, öğretmenleri muhtaç bir konuma getirirse geleceği kuramaz.

Bir yandan ekonomik zorluk, diğer yandan siyasi baskı ile cendereye alınan öğretmenlerle geleceğe dair umut korunamaz.

Umudunu kaybeden öğretmenler, Cumhuriyetin onlardan istediği fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesilleri yetiştiremez.

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetişmezse, biat eden müritler türer!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

'Francis'in İktisadı', kimin iktisadı? - TEVFİK TAŞ / SOL

 

Elde kılıç Haçı Seferi'ne çıkan Assisili Fransizkan tarikatının kurucusu aziz Francis ''yoksullara'' ne kadar faydalı oldu ise, ondan feyz alan şimdiki Papa da o kadar olacaktır.

19-21 Kasım tarihleri arasında Vatikan öncülüğünde toplanan dijital konferans Assisi kentinde gerçekleştirildi. 

Dijital konferansın adı Papa Francis'in hamiliğinde yapıldığını ima eden ''Francis'in İktisadı'' olarak açıklanırken, 120 ülkeden yaşları 20 ile 35 arasında değişen 2 binden fazla genç insan katılımcı olarak konferansta yer aldı. Düzenleyicilerin özgün nitelendirmesiyle, 12 ayrı ''konu köyleri'' oluşturuldu. Bunlardan birkaç tanesi şunlar örneğin: ''Maliye ve insanlık'', ''iş ve bakım'', ''enerji ve yoksulluk'', ''yönetim ve hediye''...

Dijital konferansa katılanlar arasında dünyaca tanınan iktisatçılar ya da küreselleşmeyi eleştiren isimler de yer aldı. Konferansın girişini ABD'li star iktisatçı Jeffrey Sachs yaparken, Bangladeşli ekonomist namı-ı diğer ''yoksulların bankeri'' Muhammed Yunus, ''küreselleşme eleştirmeni'' Hintli Vandan Shiva da sunumlar yaptı.

Papa Francis, konferansa ilham veren kişinin ''çevre savaşçısı'' olarak tanınan İsveçli Greta Thunberg olduğunu ifade ederken, asıl motivasyonun ''kalıcı ve adil bir dünya ekonomisine olan ihtiyaç'' olduğunu dile getirdi. Ve ''Bütün dünyadaki genç ekonomist ve girişimcileri'' selamladı. 

'Başka bir dünya ekonomisi'

''Başka bir dünya ekonomisi'' dileğini dile getiren Papa Francis, ''henüz eğitim çağındaki sizlerden başka bir ekonomi ve üretim yapmanızı istiyorum'' dileğini ifade etti.

Neoliberal ekonomiyi eleştiren Papa, konuşmasının bir yerinde, ''Pazar ekonomisi kapitalizmin elinde şeytanın aletidir. Ve bu, Hristiyan etiği ile uyumlu değildir'' dedi. Papa Francis, küreselleşme adı verilen sürecin ''zayıfların yararına olmadığı''nı dillendirdi. 

''Bir ekonomi, yaşamı yaratır, öldürmez; kapsar, imha etmez; yaratılanı önemser, onu yağmalamaz'' şeklinde tarif etti özlemini duyduğu iktisat anlayışını.

Katolik Kilisesi'nin Kutsal Sandalyesi'nde oturan Cizvit Papa'nın bu pek alışık olunmayan sosyalizan sözleri, doğal olarak, patronlar dünyasında tepki ile karşılandı. Alman patronların Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü IFO'nun müdürü Clemens Fuest, ''hayal kırıklığına uğradığı''nı açıklamakta gecikmeyerek Papa'yı ekonomi bilmemekle itham etti. Küreselleşmenin zayıfları ezdiği saptamasına katılmadığını ve Papa'nın bu sözlerinin gerçeği yansıtmadığını da eklemeyi ihmal etmedi. 

Konferanstan bilmediğimiz bir şey çıkmadı: Genç girişimciler için çevreye duyarlı, biraz daha adaletli bir vizyon... Konferansın yarattığı heyecan, ortaya çıkan hayal kırıklığı tablosunun çok gerisinde kaldı. 

Liberal Die Welt gazetesinin ekonomi muhabiri Virginia Kirst, ''Girişimci adayları için yeni bir vizyon dışında, ayrıntılı bir plan yok'' diyerek kendi hayal kırıklığını dile getirdi bile. Papa Francis de genç yaşına karşın, dokunaklı konuşmalar yaparak kamuoyu oluşturan Greta Thunberg'den heyecanlanmışa benziyor. Konferansın ilk etaptaki bilonçosu bu iki paramatre üzerinden tarif edilecek gibi görünüyor.

Simgeler dünyası ve Papaların Sosyal Genelgeleri

Simgeler repertuarını çok iyi kullanan Vatikan, sözü geçen konferansı Roma'dan değil, Assisi kentinden modere etmeyi tercih etti. Tarihte Assisili Francis olarak da tanınan Katolik azizin anısına referansla örgütlenen konferans, ''Fratelli tutti'' yani kardeşlik ve sosyal dostluk kavramlarına vurgu yapmak için seçildi bu kent. 

Fratelli tutti, 3 Ekim 2020'de koronavirüsden kaynaklı çok boyutlu sorunları hatırlayarak, Papa Francis tarafından yayımlanan Papalık Genelgesi'nde (Enzylika) açıklanmıştı. 

Sınıf mücadelesi tarihinde mülk sahibi sınıfların tarafını tutma konusunda elini hiç korkak alıştırmayan kurumsal din, ve özelde de Katolik Kilisesi, ezilen sınıflardan yana görünmek için de özel bir çaba harcamayı ihmal etmedi. 

Yoksul sınıflardaki isyan potensiyelini tahliye etme kaygısıyla kaleme alınan ilk genelgeyi Papa Francis yazmadı. Dijital konferansın yanında pek lokal kalsa da sosyal genelgelerin ilk ve en önemlisini, ''İşçi Papa'' lakabıyla tanınan Papa XIII. Leo hazırlamıştı. Batı Avrupa işçi sınıfının iliğine kadar sömürülerek, düzeni yıkma sinyalleri verdiği bir çağda, 1891'de ''Rerum novarum'' genelgesi açıklanmıştı. 

Rerum novarum: Emekçiye sabır, patrona pamuk eller cebe, devlete biraz daha sosyal ol tavsiyeler silsilesiydi. Özeti budur...

Bir başka toplumsal patlama eşiğinde, 1931'de, faşist Papa XI. Pius ''Quadragesimo anno''yu dolaşıma sokmuştu. Bir başkası 1971'de ''bütün sosyal enziklikaların atası''nın 80. yıldönümünde, Papa VI. Paul, ''Oktogesima advenies''i parlatmıştı.

Papa yalnızca işini yapıyor

Düzen krizinde din, düzen sahiplerinin yardımına koşar. Yoksulların yanındaymış izlenimini veren kıyafetini üzerine giyinmeyi ihmal etmeden tabii.

Papa Francis'in ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamayacağı daha şimdiden belli oldu. Patronlar Papa ekonomi bilmiyor, otursun oturduğu yerde diyor. Papa da yerleşik düzenin devamından yana. Ama bu kadar sömürmeyin, bu kadar ezmeyin diyor özetle. Umudu inançlı gençlerde; sürdürülebilir ve bir parça daha adil bir iktisat icat etsinler diye onları motive etmek istiyor. Bir tür zaman kazanma, isyan potansiyellerini tahliye etme çabası. İşi gereği yani...

Elde kılıç Haçı Seferi'ne çıkan Assisili Fransizkan tarikatının kurucusu aziz Francis ''yoksullara'' ne kadar faydalı oldu ise, ondan feyz alan şimdiki Papa da o kadar olacaktır. Özetle herkes işini yapıyor: Patron az sömürsün, işçi öteki dünyadaki cennete kadar dişini sıksın, din adamları da yumuşatıcı olarak işlevlerini yerine getirsin...

TEVFİK TAŞ / SOL

Kaynaklar:

https://francescoeconomy.org/ 

https://www.welt.de/wirtschaft/article220581992/Vatikan-Der-Wirtschafts…  

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...