16 Şubat 2021 Salı

Devrimin gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920 - Çağdaş Gökbel / SOL

 1920 İrlanda için de çok önemli bir yıl. Cumhuriyet bu uzak ada ülkesine Sovyetler Birliği’nin gölgesi sayesinde düşüyor.

Yaşama dair tüm bilginin kitle iletişim araçlarında saklı olduğunu düşündüğümüz çarpık bir dönemden geçiyoruz. 

Tarihi olayları yine bu olaylardan kesitlerin aktarıldığı film ya da dizilerden öğreniyoruz. Fransız devrimini ve o dönem yaşananları öğrenebilmek için ‘La Révolution française’ filmine başvuruyoruz. 

Yine İngiltere tarihine odaklananlar için çok özel bir seçeneğimiz var; insanlık tarihini adeta korsan film tezgahında hap şekline getirilmiş ve bolca kapitalist ideolojiyle soslandırılmış bir biçimde bireylerin kullanımına sunuyoruz. 

Ada tarihini merak edenler için en iyi seçenek Netflix’in yapımcılığını üstlendiği ‘The Crown’ dizisi. İletişim bilimine ve bu alanda yaşanan teknik ilerlemeye çok şey borçlu insanlık. 

Binlerce saatlik çalışmalara gerek duymadan ülkelerin tarihlerini bir solukta öğreniyor, hatta bu konularda yine bu dizi ya da filmlerin ideolojik perspektifinden entelektüel tartışmalara giriyoruz. Bunun üniversite mezunu olmakla da bir ilgisi yok. Ölçüsüzlüğün ölçü olduğu bir çağda bilgi kılığındaki cehaletin tüm topluma yayılması kaçınılmazdır.

1920 insanlığın keskin bir yol ayrımıyla karşı karşıya olduğu özel bir dönem. Berlin, Varşova, Ankara ve Petrograd bu özel dönemin sinir uçları olarak tanımlanabilir. İnsanlığın bu kritik dönemecini yine dizilere başvurarak analiz etmeyi seçebilirsiniz.  Babylon Berlin size bu hizmeti fazlasıyla sunacaktır.1 Ben, elbette böyle bir şey önermiyorum. Kemal Okuyan ise tarihin bu kritik dönemecini akıcı bir dille okurla buluşturuyor. O dönem kaçan fırsatlar gerçekten okura tırnak yedirtecek cinsten. Bir tarafı umuda ve geleceğe bakan diğer tarafı acı bir trajediye dönüşen bu dönemin günümüze bıraktığı önemli dersler ve deneyimler var. Hâlâ bu özel dönemin sancılarını çekiyor ve bu yenilginin bedelini ödüyoruz. Kemal Okuyan’ın bıraktığı izlere basarak ilerlemeye çalışalım. Sovyetler Birliği’nin kurulması ve sosyalizmin nihai hesaplaşma için korunması önemli bir kazanç. Dünya devriminden vazgeçiş ise zorunlu bir geri çekilme hali. İlginç bir dönem ve gerçekçi gözlerle analiz etmemiz gereken bir uğrak. Bu anlamda Kemal Okuyan, tarihin bu en puslu döneminde yolumuza çıkan engelleri aşabilmemiz için önemli müdahalelerde bulunuyor. Tabiri caizse bir kar küreyicisi misali yoldaki tüm engelleri ve buzları kırarak ilerlememizi sağlıyor. Kadroları eksik, Almanya kadar güçlü ve etkili bir işçi sınıfına sahip olmayan bir ülkede Rusya’da sosyalist devrim oluyor ve bu devrim tüm dünya için yeni bir ufkun habercisi oluyor. Nitekim devrimi yapan kadrolar, dünya devriminin bu özel girişimin yardımına koşacağına inanıyor. 1920 yılı bu inancın bir sarkaç gibi salındığı, bir tarafında tutkuların diğer tarafında akılcı davranmanın acımasızlığında gidip geliyor. Dizilere ve filmlere alışmış hazırcı kalabalığa burada kitabın özetini vererek elbette hizmet etmeyeceğim. Şimdi, 1920’den 2020’ye atlayalım ve İrlanda adasında siyasi bir yolculuğa çıkalım. 

Kemal Okuyan’ın tarih üzerinde bıraktığı gerçekçi perspektifi bugüne uyarlamaya çalışacağım. Kitabın ana amacı: 1920’de ve öncesinde yaşanan deneyimden gerekli dersler çıkarmak ve günümüze ışık tutmak. 2020 yılı İrlanda burjuvazisinin yüz yıllık iktidarının çatırdadığı bir yıl oldu. Bu durum elbette sadece İrlanda için geçerli değil. Emperyalizmin kendi iç yapısı ve krizleri tüm dünyada iktidar ilişkilerinde ciddi yarılmalara neden oluyor. 8 Şubat 2020’de gerçekleşen İrlanda erken genel seçimlerinde İrlanda işçi sınıfı yüz yıllık Fine Gael ve Fianna Fáil iktidarına güçlü bir darbe indirdi. 

Sinn Fein aracılığıyla gelen bu yükseliş kısa sürede sönümlendi. Bu sönümlenişin en önemli sebebi Sinn Fein’in tipik bir sosyal demokrat partiye dönüşmüş olması. Biriken öfke, seçimlerle ve sandıkla yok edildi. Avrupa fetişizmi ve ideolojisiyle başı dönmüş olan okurların işçi sınıfının öfkesini anlamlandıramayacağını düşünerek burada önemli bir not düşmek istiyorum. Zengin bu ada ülkesinde sosyal haklar tamamen budanmış durumda. Evsizlik özellikle Dublin’de kimsenin görmezden gelemeyeceği boyutlara ulaşmış. Paskalya ayaklanmasının kutsal merkezi Genel Posta İdaresi evsizler tarafından kuşatılmış durumda. Bu manzarayı gören emekçiler esasında kendi geleceklerini izlemekteydiler. Bu karanlık görüntünün bir öfke yaratmaması asla düşünülemez. 

General Post Office (Genel Posta İdaresi) önünde yüzlerce insan yemek sırasında bekliyor.














1920 İrlanda için de çok önemli bir yıl. Cumhuriyet bu uzak ada ülkesine Sovyetler Birliği’nin gölgesi sayesinde düşüyor. Dublin, Ankara ile paralel bir biçimde kendi ayrık otlarını ayıklama operasyonuna girişiyor. Ankara’dan farklı olarak daha kanlı ve acımasız bir iç savaşla. Binlerce yoksul İrlandalının bağımsızlık ve özgürlük hayali vardı. Doğal olarak bir ayağı milliyetçiliğe diğer ayağı sosyalizme basan bir mücadeleden bahsediyoruz. Bağımsızlık için milliyetçiliğe, özgürlük için sosyalizme bakan bir İrlanda. Haritada fantastik bir değişikliğe gidelim ve İrlanda’yı Sovyetler Birliğine yaklaştıralım; James Connolly ve arkadaşlarının bıraktığı örgütlenme geleneği Alman sosyal demokrasisinin katbekat üzerindedir. Mesafeler ve güçlü bir emperyalist komşu, İrlanda devrimini boğmak için biçilmiş kaftandır. 1919 yılındaki Limerick Sovyeti ve burada yaşanan aksaklıklara bakarak yoksul İrlandalının elinden geleni yapmadığını kim söyleyebilir? Paralar basılmış, tüm kent silahlı işçilerin kontrolüne geçmiş ve işgalci İngilizlere karşı kendi onurlu ölümünü aramıştır Limerick’in köylü ve işçileri. Dediğim gibi bir tarafı umuda diğer tarafı trajediye bakıyor; umuda bakıyor ‘bizim adımız Limerick Sovyeti diye haykırıyor’, trajediye bakıyor mülkiyet ilişkilerini tek bir kentte dağıtarak başarılı olamayacağını biliyor. Bile bile ölüme yürünüyor, akılsızlıktan ya da salt tutkudan değil. İrlandalı yoksul Rus köylüsü gibi çocuklarına onurlu bir gelecek bırakmak istiyor; bundan daha akılcı bir yol olabilir mi?2 Kitabın eksenini kaydırdığım düşünülmesin. Devrim Almanya’da başarılı olsa hemen diğer sıçrama tahtasına Dublin’e sıra gelecek. Yoksul İrlanda halkı yılların savaş deneyimiyle Sovyetler Birliğini beklemektedir. Bolşevikler umut olduklarının farkındadır. Umudu büyütmek için İrlandalı Cumhuriyetçilere mesajlar yağar. Tarihçi Roy Foster, devrimin Avrupa’daki en büyük ikinci istasyonunun İrlanda olacağından emindir. Kemal Okuyan’ın akıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen kitabını okurken heyecanlanmamak ve sinirlenmemek elde değil. 

İrlanda, bağımsızlık mücadelesinde yan yana dövüştüğü yoldaşlarını iç savaşta (1922-23) acımasızca yok etti. İrlandalı sosyalistler krala bağlılık yemini eden işbirlikçi hükümet ve onun silahı olan milliyetçiler tarafından acımasızca katledildi. Bu katliam geleceğe güçlü bir öncü partinin taşınmasına engel olacak kadar sarsıcıydı. İrlandalı işçi hâlâ örgütlü ve direngendi ancak kendisiyle birlikte dövüşecek, ona yol gösterecek olan aklı tamamen yitirmişti. İç savaştan yıllar sonra Fine Gael iktidarının paramiliter güçleri Nazi selamı veriyor ve bu fotoğraf yaşanan trajik dönüşümü tek bir karede özetliyordu. Şimdi, yine 2020 yılında aynı eşikten farklı tonlarda geçiyoruz.

Yenilgiden önce İrlanda sosyalizmi Avrupa’dan çok farklı bir çizgi izliyordu. Yenilgiden yıllar sonra yani 2020 yılında İrlanda’nın siyasi anlamda artık tam bir Avrupalı olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal demokrasi (Sinn Fein/ulusalcı ve reformist bir sosyal demokrat parti görünümünde) işçiler üzerinde oldukça etkili. Bu etki öylesine büyük ki iktidara sadece bir metre uzaklıktaki İrlanda işçi sınıfının iktidarı almasına engel oluyor. Seçimlerde geldiği söylenen başarı emeklilik yaşını düşürmüyor, evsizliğe, paralı eğitime, çöken sağlık sistemine ve mültecilere derman olmuyor. Yüz yıllık diktatörlük kendi kurduğu oyunu işletmeye ve düzeni korumaya devam ediyor. Kimin sayesinde? Sosyal demokratlar sayesinde!

"Ne garip değil mi? Görkemli bir devrim gerçekleşiyor. Devrimin asıl kahramanları, emekçi yığınlar ve askerler, kendi güçlerinin farkında değil ve büyük iyi niyetle SPD’ye bel bağlıyorlar. SPD kendisine inananların enerjisinden korkuyor ve generallere yanaşıyor. Generaller ve sağcı güçler sosyal demokratlara muhtaç olduklarını görüyor ve onları ileri sürüyorlar. Bu karmaşık siyasal tablodan tekellerin diktatörlüğünün çıkacağı açık”(S:30)3

İrlanda sermaye sınıfının diktatörlüğünü temsil eden Fine Gael ve Fianna Fáil iktidarı asla Sinn Fein ile paylaşmak istemiyor. Tekellerin diktatörlüğünün bu küçük sarsıntıdan canlı çıktığını elbette rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendilerine öylesine çok güveniyorlar ki her şeyi yapmaya hazır bir Sinn Fein ile koalisyona girmeyi dahi uygun görmüyorlar. Bugün, kapitalizmin elinin altında geçmişe göre çok daha fazla seçenek var. Bir diğer sosyal demokrat hareket yılların iktidarına desteğe koşuyor ve Green Party (İrlanda Yeşiller Partisi) sarsılan iktidarın koalisyon ortağı oluyor ve sömürü düzenini yaklaştığı siyasi krizden bir anda çekip çıkarıyor. 

Avrupa’nın genel görünümü için güçlü cümleler yazamam. İrlanda için ise durum oldukça farklı. İşçi sınıfı ağır bir temsiliyet krizi içerisinde. Yönetenler bu krizin farkında. İrlanda’daki milliyetçi-faşist parti bu boşluğu adım adım doldurmaya başlıyor. Peki nasıl? Geçmişteki örneklerde olduğu gibi küresel kapitalizmi eleştirerek ve sosyalizmin tüm söylemlerini kendi söylemlerine karıştırarak. 

Şimdi, karanlık bir yolda kitle iletişim araçları tarafından gözleri köreltilmiş kitlelerle yolunu bulmaya çalışıyor insanlık. İrlanda’nın kolektif hafızası, devrimcileri kozasında tutmaya devam ediyor. İrlanda bu kozayı yırtacak olan öncü partisini bekliyor. Birlikte hareket edebilmek ve kolektif gücü ortaya çıkarabilmek için sosyal demokrasinin tüm hastalıklı mirasından arınmak zorundayız. SSCB’nin yıkılmış olması Rosa Luxemburg ve arkadaşlarının Leninist partiye dönük eleştirilerini asla haklı çıkarmaz. Yolumuza çıkan tüm buzları kırmak zorundayız. Devrimcilerin anılarına sahip çıkarken, onların hatalarından gerekli dersler çıkararak yolumuza devam etmeliyiz. Kemal Okuyan, Cumhuriyet’le hesaplaşan ve geçmişteki hataları bahane ederek insanlığa kesif bir karanlığı vaaz edenlere karşı tam zamanında müdahale ediyor. Belki de Avrupalıların gürültüsünden kurtulmak ve onların dünyaya akıl pazarlamasının önüne geçmek zorundayız. Belki de Alman devrimcilerini andığımız kadar, uzak ülkelerdeki devrimcilerin teorilerine ve mücadelelerine odaklanmalıyız. Unutmamalıyız ki İrlanda yalnız kaldığında tüm bir dünya devrimi çoktan kaybedilmişti. Şimdi, daha fazla James Connolly ve James Larkin’in ışığına ihtiyaç duyuyoruz ve şimdi daha fazla doğunun devrimci aklına muhtacız. Yolumuz temizlendiğine göre Avrupalı insana öğretecek çok şeyimiz olduğunu gösterme zamanı. ‘Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920’ kitabı unuttuklarımızı yeniden hatırlatarak bu görevi şimdilik fazlasıyla yerine getiriyor. 

Çağdaş Gökbel / SOL

  • 1.Burada tartıştığım şey dizi ya da filmlerin teknik olarak ne kadar iyi olduğu değil. Babylon Berlin gerçekten izleyici sarıp sarmalayan bir çalışma. Benim çekmeye çalıştığım sınır çizgisi ise kültür endüstrisi ürünlerinin birer meta olduğudur. Bu metaların kitaplar gibi yegâne bilgi kaynağı olması düşün dünyamızı derinden sarsmakta ve zihinleri felç bırakmaktadır. Bir ülkeyi ve o ülkenin tarihini merak ediyorsanız önce kitaplara sonra popüler kültür içeriklerine bakın (Y.N).
  • 2.İrlanda'nın unutulan deneyimi: Limerick Sovyeti https://sol.org.tr/haber/irlandanin-unutulan-deneyimi-limerick-sovyeti-…
  • 3.Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920/Kemal Okuyan-Yazılama Yayınevi

Oktay Gökdemir - Oğuz Oyan / SOL

 Tarihçi Dr. Oktay Gökdemir'i 14 Şubat Pazar akşamı yitirdik. Değeri bilinmeyen tarihçisini yitiren Buca ve İzmir artık daha yalnız.

Oktay 1963 doğumlu genç ve verimli bir akademisyen arkadaşımızdı. Çalışmaları Cumhuriyet tarihi üzerine yoğunlaşıyordu, ama geç Osmanlı dönemi de ilgi alanı içindeydi.  

Oktay Gökdemir'le yollarımız 1992 yılında benim Tariş Genel Müdürlüğü görevime başlamamdan hemen sonra kesişmişti. Bu göreve başlamadan önce kafamdaki olgunlaşmış tek proje Tariş tarihinin bilimsel bir anlayışla yazılması idi. Bu projeyi hemen uygulamaya koyarken o sırada yeni kurulmuş olan Türkiye Tarih Vakfı ile birlikte yola çıktık ve projenin İzmirli tarihçiler üzerinden yürütülmesi konusunda görüş birliğinde olduk. 

Prof. Dr. Zeki Arıkan'ın proje yöneticiliğini üstlendiği bu çalışmada Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi'nden çok sayıda akademisyen görev aldı. Çoğunluğu tarih bölümlerinden gelen genç akademisyenler arasında Oktay Gökdemir de vardı. Tariş Tarihi Eylül 1993'te 600 sayfalık hacimli bir yapıt olarak yayınlandı. Bu çalışmaya paralel olarak başlattığımız, Prof. Dr. Hüsnü Erkan yönetiminde yürütülen ve Oktay Gökdemir'in gene proje takımı içinde yer aldığı Tarişbank Tarihi de Aralık 1993'te tamamlandı. O zamandan beri bu projelerde görev alan birçok tarihçi dostumuz ile ilişkimiz sürdü. Ama Oktay ile ilişkimiz yakın dostluk düzeyinde kesintisiz bir biçim aldı. Hemen her İzmir'e gidişimde görüşme fırsatı yakaladık. Genellikle de Tariş'ten bir grup eski dostla birlikte (kapanmadan önce) Kemeraltı/Karadeniz veya Basmane/Hayyam meyhanelerinde...

Açık sözlülüğü ve duygusallığı, olaylara fazla hızlı tepki vermesiyle birleşince, Oktay, düzenin yıkılmaz sanılan kalelerine meydan okuyan bir Don Kişot'a dönüşebiliyordu. Siyasetle ve özelde Buca siyasetiyle çok (bana göre fazlasıyla) ilgiliydi. CHP içinde siyaset yapmakla birlikte, sosyalist/devrimci/cumhuriyetçi kimliği ve haksızlıklara karşı öfkesi nedeniyle, Parti politikalarıyla genellikle ters düşmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Üniversite içinde de benzer ters düşmeleri sıklıkla yaşadı. AKP saflarından gelerek atanan Dokuz Eylül Üniversitesi rektörünün demokratik teamülleri hiçe sayarak fakülte dekanlarını ve enstitü müdürlerini görevden almasına karşı tek başına direndi, tepki gösterdi. Mücadeleciliğinin sonucu, Üniversiteden uzaklaştırılmak oldu. Hukuki mücadeleden de yılmadı ve bu sırada üniversite mekanını mesken edinerek gene tek başına direnişini sürdürdü. Açtığı davayı geçen yıl sonunda kazandı ama AKP rektörü göreve iadesinde ayak sürüyordu. 

Oktay Gökdemir görüşlerini ve analizlerini internet ve özel olarak Face Book üzerinden yayan bir çizgiyi benimsemişti son zamanlarda. Ama sosyal mecralardaki analizlerinde de tarihçi titizliğini korumaktaydı. Tam da 14 Şubat Sevgililer Günü üzerine bir yazısını Face Book'ta paylaştığı gün kalbine yenik düşecekti. Bu yazını paylaşarak bitiriyorum sevgili Oktay...   

"Aşkın Şehrinde Kız Kulesi

Malum 14 Şubat bugün. İster kapitalizmin tüketim kültürünün bir ikonu isterse kutsallık atfedip "Saint Valentin Day" olarak değerlendirelim, sonuçta sevgiye, aşka dair, gönül gözüyle sevenlere ait bir gün olarak değerlendirilmekte 14 Şubat. Öyle pahalı hediyelerle kutlamamak ve sevginin bir pazarlama nesnesine dönüşmesini engellemek elbette bizim elimizde. Ne bileyim ben sokaktaki çiçekçiden alınmış bir demet çiçek yeter de artar bile bazı şeylerin değerinin anlaşılması için Sevgililer Günü! Sevgiyi paylaşanların, ona emek verenlerin, "sevgi emektir" diyenlerin günü aslında. 'Selvi Boylum Al Yazmalım'daki Asya'nın yürek çırpıntısı, gözlerindeki iki damla yaş ve yüzündeki yaşama sevinci sevgi... O nedenle aşkın bütün geçiciliğine inat, sevgi kalıcıdır. "Her aşk birgün biter" önermesi boşuna söylenmiş değildir... ve efsane olan aşkların ortak teması iki can'ın kavuşamamasıdır. Kavuşamamak onların aşklarını efsane yapmıştır; Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun gibi...

Ve izmir sonsuz aşkların melteminde bir imbat esintisidir. Her yerde kız kuleleri denizin ortasında bulunurken İzmir bu konuda da farklılığını ortaya koymuştur. Zira İzmir'in kız kuleleri şehrin tepelerindedir...ve kız kuleleriyle aşk, sevgi , imkansızlık ve kader denilen hayatın yol haritası arasında organik bir bağ vardır. Bütün Türkiye'de kız kulelerinin hikayesi kavuşamayan sevgililerde düğümlenir; İzmir'in Kız Kulesi ise şehrin en güzel ilçelerinden biri olan Buca'dadır. Dahası sadece Kız Kulesi değil aynı zamanda tam karşısında bir Oğlan Kulesi de bulunmaktadır; ne de  olsa İzmir işte,  kulelerinde bile eşitlik var  anlayacağınız. 1900'lerin başında aslında Papaz Kulesi olarak inşa edilmiş Oğlan Kulesi. Bucalılar uzun süre Koşutepe'deki bu kuleye Papaz Kulesi demişler; zira Buca Protestan Kilisesi'nin rahibi Ashe burada ikamet ediyormuş. Buca Efeler Mahallesi Yörük Ali Efe Parkı'ndaki bu kule zamanında bir yel değirmeni işlevi de görüyormuş. Ama tam karşı tepedeki "Kız Kulesi"ne yani Barış Mahallesi'ndeki Kız Kulesi'ne nazire yaparcasına Oğlan Kulesi olmuş adı. 

Zira şehrin efsanesi içinde Bucalılar kavuşamayan iki sevgiliyi bu iki kuleyle anar olmuşlar. Barış Mahallesi'ndeki "Kız Kulesi" bir Rum beyinin kızı ile alakalı imiş. Efsane bu ya, amansız bir hastalığa yakalanmış güzeller güzeli Eleni. Tabipler babasına havası temiz bir yerde yaşaması gerektiğini söylemişler. O dönemler Buca temiz havası, yemyeşil zeytin ağaçları ve üzüm bağları ile İzmir'in sayfiyesiymiş. Herkes Buca'da ikamet etmek istermiş. Şehrin bütün lövantenleri, yabancı tüccarlar ve müslüman eşraf Buca'da konutlar, köşkler inşa ettirerek Buca'yı kısa zamanda İzmir'in en mamur yerleşim alanlarından biri haline getirmişler. Eleni'nin babası şehrin en tepedeki yerine bu kuleyi inşa ettirerek kızının iyileşmesini beklemiş .Eleni hergün kuleye çıkarak temiz havayı ciğerlerine çekermiş. İşte böyle günlerden birinde aşık oluvermiş Eleni. Yüreği çarpmaya başlamış ama amansız hastalık Eleni'nin sevgilisine kavuşmasını engellemiş. Rivayete göre sevgilisi de tam karşıda Oğlan Kulesi'ni inşa ettirerek Eleni'ye olan sevgisi göstermek istemiş...

Efsaneden gerçeğe döndüğümüzde ise Buca Kız Kulesi varlıklı bir Rum tüccar olan Hacıandonyanadis'e aitmiş aslında. Un tüccarı olan Hacıanyonyanadis'in İzmir'de darağacında bir un fabrikası bile varmış. Konik şekilde inşa edilen ve merdivenlerle çıkılan kulenin  seyir terasından bütün Buca'yı seyretmek mümkünmüş. Nitekim Hacıandonyanadis'in en büyük zevki bu seyir terasında uzo içip demlenmekmiş; adamdaki keyfe bakın hele...

Şimdi Barış Mahallesi'nde çok katlı apartmanların arasında kalmış durumda Kız Kulesi... Avrupa'nın herhangi bir şehrinde olsa turizm destinasyonlarının vazgeçilmez duraklarından biri olurdu. Resmi rakamlara göre 500 bin, gayrı-resmi rakamlara göre 600 bin nüfuslu Buca ve dahi İzmir varlığından bihaber Kız Kulesi'nin... Aşkın şehri İzmir'de bir imkansız aşk masalı aslında Buca Kız Kulesi; yitip gitmemek için zamana direniyor. 

Bu şehir, her sokağında, her meydanında, her mahallesinde size tarihi fısıldar. Şehir tarihtir çünkü; ve anlatılan senin hikayendir aslında... 14 Şubat Sevgililer Günü kutlu olsun..."

Oğuz Oyan / SOL

15 Şubat 2021 Pazartesi

60 yıl önce işçilerin kendi partisi vardı! - Aziz Çelik / BİRGÜN

 


1960’ların sonunda TİP’ten çok daha küçük partiler olarak siyasal yaşama katılan muhafazakâr ve milliyetçi partiler ve onların mirasçıları bugün ülke siyasetinin temel aktörleri haline gelirken TİP’in kıymeti bilinemedi.

Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruluşunun üzerinden 60 yıl geçti. Kuruluş haberi ertesi gün gazetelerde birkaç satırlık yer bulabilen TİP, 1961-1971 dönemine damgasını vuran partilerden biri olacaktı. TİP 1960 sonrasında işçi sınıfının siyasallaşmasının ilk somut sonucudur. TİP gerek emek hareketi gerekse sol açısından uzun dönemli etkileri olan son derece özgün bir deneyimdir. 1940’lı ve 50’li yılların uzun bir enerji birikiminin sonucu olarak kurulan TİP, Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesine çıkış hamlelerinin en önemlilerindendi. TİP gerek işçi ve sendikacılık hareketi gerekse sol açısından uzun dönemli etkileri olan özgün bir deneyimdi.

TİP’i kuran sendikacılar Batı işçi partilerinden ve özellikle İngiliz İşçi Partisi’nden esinlenmişti. TİP, sendikacılığın işçi sınıfının sorunlarını çözmeye yetmediğinin, mevcut partilerden işçilere hayır gelmediğinin ve işçilerin ayrı bir parti halinde örgütlenme ihtiyacının sonucu olarak da okunabilir. Parti kurucuları, TİP’in “ezilen işçi sınıfının haklarını korumak için” ortaya çıktığını ifade ediyordu. Bu geleneksel sendikacılıktan ve ana akım siyasetten kopuşun ifadesiydi.

Sanayi işçilerinin partisi

TİP kendinden önceki ve sonraki sol ve sosyalist partilerden ayrı, özgün bir yere sahipti. TİP, doğrudan hiçbir siyasal akımın düşünsel ve örgütsel devamı olmayan, işçilerin/sendikacıların kendi inisiyatifleri ile kurdukları bir partiydi. TİP dönemin önde gelen mücadeleci sendikacıları öncülüğünde kuruldu. TİP 1960’larla birlikte yükselen ve bir sınıf olarak varlığını kabul ettirmeye başlayan işçilerin ve özellikle de sanayi işçilerinin partisiydi.

Bir numaralı kurucusu, daha sonra DİSK’in kurucu Genel Başkanlığı da yapacak olan Kemal Türkler idi. 13 Şubat 1961 tarihinde kurulan TİP’in tümü sendikacı ve işçi olan 12 kurucusu şunlardı: Kemal Türkler (Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı), Avni Erakalın (İİSB Genel Başkanı), Şaban Yıldız (İİSB Genel Sekreteri), İbrahim Güzelce (İstanbul Basın Teknisyenleri Sendikası Genel Sekreteri), Ahmet Muşlu (Türkiye Çikolata Sanayi İşçileri Sendikası Genel Başkanı), Rıza Kuas (Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı), Kemal Nebioğlu (Türkiye Otel ve Gıda İşçileri Sendikası- Genel Sekreteri), Hüseyin Uslubaş (İstanbul Yaprak Tütün İşçileri Sendikası Başkanı), Saffet Göksüzoğlu (İlaç ve Kimya İşçileri Sendikası Başkanı), Salih Özkarabay (İstanbul Basın Teknisyenleri Sendikası Başkanı), İbrahim Denizcier (Müskirat Federasyonu Başkanı), Adnan Arkın (İİSB İcra Kurulu Muhasip Üyesi).

Kurucuların hepsi de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) yöneticisi ve üyesiydi. Türk-İş’in desteğini alamadan kurulan TİP, adeta bir İİSB partisi, İstanbul işçileri partisi (dahası sanayi işçilerinin partisi) olarak ortaya çıkmıştı. 1960 sonrasının ilk büyük işçi eylemi olan Saraçhane mitinginde TİP’li sendikacılar belirleyici role sahiptir. TİP’i kuran sendikacılar aynı zamanda sendikal harekette mücadeleci bir geleneği ve güdümlü sendikacılıktan kopuşu temsil ediyordu. Nitekim TİP’i kuran sendikacıların önemli bir bölümü 1960’lı yıllarda sosyal mücadelenin başını çekecek, sınıf eksenli bir sendikal gelenek inşa edecek ve 1967’de DİSK’i kuracaklardı.

Behice Boran parti kurma girişiminin sadece sendikacılardan gelmekle kalmadığını, bunların aralarına hiçbir aydın almamış olduğunu vurgulayarak, bu tutumun okumuş yazmışlara, kravatlılara bir güvensizlik belirtisi olduğunu yazmaktadır. TİP’in tüm kurucularının işçi/sendikacı olması onun en özgün yanı olarak ön plana çıkıyor. Kurucular yoğun politik deneyimleri olmayan ve Türkiye solunun geleneksel kadroları içinde yer almayan isimlerdi.

Ancak CHP ve AP eksenindeki Türk-İş liderliğinin desteğini alamadan kurulan TİP zayıf ve zor bir başlangıç yapmıştı. CHP’liler ve Yön’cüler tarafından gereksiz görülmüş hatta görmezden gelinmişti. 1961 seçimlerine giremeyen TİP, ilk yılının sonunda tarihe karışmakla yüz yüze geldi. İşte bu noktada tek başlarına yapamayacaklarını anlayan sendikacılar partinin kapılarını sosyalist aydınlara açtılar ve Mehmet Ali Aybar’ı genel başkanlığa getirdiler. Böylece TİP kâğıt üzerinde kalabilecek sıradan bir parti olmaktan çıkıp bir ümidin partisi oldu.

TİP’in kuruluşu CHP’de ciddi rahatsızlığa yol açtı. Bülent Ecevit, TİP’in kuruluşunu takiben CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde yazdığı yazıda TİP’in kuruluşuna karşı çıktı. Ecevit, Türk tarihi boyunca köklü ve gerçek bir sınıflaşma olmadığını, zümre, meslek ve servet ayrılıklarını sınıf ayrılığı ile karıştırmamak gerektiğini, sınıflaşma olmadığı için de sınıf şuuru olmadığını, ayrıca işçilerin sayısal olarak da az olduğunu ileri sürerek bir işçi partisinin gereksiz olduğunu iddia ediyordu.

TİP Mecliste

Radikal bir muhalefet yürüten TİP, bütün yasal olanakları kullanarak demokrasiyi genişletmeye, öte yandan halkın dilini konuşarak solun ve sosyalizmin meşruiyetini genişletmeye çalışıyor, işçinin-çalışanın sesini daha önce alışılmadık biçimde radyoda, mecliste ve meydanlarda yükseltiyordu. Türkiye’nin en demokratik seçimleri olarak nitelenebilecek milli bakiye esasına dayalı 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile Mecliste grup kurma imkânına kavuşuyor ve mutlak çoğunluğa sahip AP’ye kök söktüren bir muhalefet yürütüyordu. TİP’in 15 milletvekili arasında üç de işçi/sendikacı vardı. Bunlar Lastik-İş Başkanı Rıza Kuas, Gıda-İş Başkanı Kemal Nebioğlu ve Yol-İş Genel Sekreteri Şaban Erik’ti. TİP’li milletvekilleri Meclis’te etkin bir muhalefet sergilediler ve işçi hakları konusunda aktif çaba harcadılar.

TİP’i kuran sendikacıların önemli bir bölümü daha sonra DİSK’i kurdu. DİSK’liler TİP’liydi. Ancak DİSK TİP’in değil, sendikacıların kararıyla kurulmuştu. Daha sonra DİSK üyesi olacak sendikacılar ve DİSK örgütsel olarak TİP’ten bağımsızlığa büyük önem verdi. DİSK TİP’e seçimlerde destek verdi ancak TİP’i kuran sendikacılar siyasal alanda istedikleri etkiyi yaratamadı. DİSK’in ilk yılları tarihin ironisiydi. TİP çözülürken DİSK var oldu ve 1970’lerin ortasından itibaren yükselişe geçti. DİSK yükselirken TİP geriliyordu.

12 Mart 1971 yarı askeri darbesine karşı en net tutum alan güçlerden biri olan TİP, kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesince kapatılacaktı. TİP beklenenin aksine sınıf meselesi yüzünden değil Kürt meselesinin demokratik çözümüne ilişkin görüşleri nedeniyle kapatılmıştı. 60 yıl sonra Kürt meselesinin hâlâ gündemde olduğu düşünülecek olursa TİP’in öngörüsünü takdir etmek ve hakkını teslim etmek icap eder.

60-yil-once-iscilerin-kendi-partisi-vardi-841644-1.

“Umuttan yalnızlığa”

TİP 1965 seçimlerinde sağladığı başarıya rağmen kısa bir süre sonra içe dönmeye, solun kadim ve güncel sorunları etrafında saflaşmaya, zayıflamaya ve parçalanmaya başladı. TİP üç ayak üzerine kuruluydu: Sendikacılar/işçiler, sosyalist aydınlar ve Kürt aydınları. Ne yazık ki TİP, bu üçlü yapıyı ahenk içinde sürdürmekte başarılı olamadı. Kendi içine döndü. Sosyalist aydınların TİP’te artan etkinliği bir yandan TİP’in canlanmasına yol açarken öte yandan yeni sorunları da beraberinde getirdi. Sosyalist solun tarihsel ve kişisel çekişmeleri ile soğuk savaş atmosferinin yarattığı basınç TİP içinde ciddi kırılmalar yarattı.

TİP, giderek geniş bir emek partisi hedefinden uzaklaşmaya başladı ve bir süre sonra sendikacıların önemli bir bölümü geri çekildi. TİP, kapatıldığında çoktan sönümlenme sürecine girmişti. Sendikacılarla sosyalist aydınların ittifakı TİP’i ayağa kaldırmıştı ancak sınıf ayağının zayıf kalması nedeniyle TİP işçilerin partisi olamadı. Sendikacıların büyük bölümü kapatılana kadar TİP’te kalmakla birlikte TİP ile sendikalar arasındaki mesafe giderek açılmaya başladı.

1960’ların sonunda TİP’ten çok daha küçük partiler olarak siyasal yaşama katılan muhafazakâr ve milliyetçi partiler ve onların mirasçıları bugün ülke siyasetinin temel aktörleri haline gelirken TİP’in kıymeti bilinemedi. 1960’lar başlarken bir umut olarak doğan TİP, 1960’ların sonuna gelindiğinde sönümlenmiş, önemli bir olanak heder olmuş ve işçiler partisiz kalmıştı. Artun Ünsal TİP’in bu 10 yıllık öyküsünü anlattığı kitabına Umuttan yalnızlığa Türkiye İşçi Partisi adını verir. Keşke TİP’in 10 yılından çıkarılacak en önemli ders bu dönemin hatalarının tekrar edilmemesi olsaydı.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Bari terfi ettireni terfi ettiren konuşsun - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Suyu bırakıyorsun. Tümsekten iniyor. Bilyeyi salıyorsun. Aynı yolu izliyor. Marifet ne suda ne bilyede. Yerin eğiminde. Suya bakıyor, bilyeyi inceliyoruz. Ama yolu konuşmuyoruz.

On yıl önce bu saatlerde hücredeydim. 

Zekeriya Öz’ün talimatıyla gözaltına alınmıştım. Karanlık odada beklerken, benim aklımda Öz hakkında hazırlanan o iddianame vardı. 

Hayır, kastettiğim Öz’ün valizini çekerek kaçmasının ardından yazılanlar değil. Bizzat o gün, Öz daha görevdeyken, Erdoğan’ın verdiği zırhlı aracıyla gezerken, AKP iktidarının kahramanıyken…

ZEKERİYA ÖZ İDDİANAMESİ

Dönemin Hava Kuvvetleri Başsavcısı Ahmet Zeki Üçok, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, “Kayseri soruşturmasını sonuçlandırabilseydik bugün başımıza gelen Balyoz, Askeri Casusluk benzeri davaları önleyebilirdik” dediği, TSK içerisindeki FETÖ yapılanmasına ilişkin ilk soruşturmayı başlatmıştı. FETÖ’nün yetiştirip TSK içerisine sızdırdığı üç subayı tespit etmiş ve örgütün kumpaslarını belgelemişti. Gelgelelim, FETÖ’yü kurtarmak için o gün her şey yapıldı. Meclis’e getirilen yasayla soruşturmanın TSK’den alınması mı dersiniz? Yoksa örgütün Hava Kuvvetleri imamı Adil Öksüz’ün, bizzat Gülen’in görevlendirmesiyle, Kayseri dosyasını tersine çevirmesi mi? Nihayetinde 11 yıl önce FETÖ’cü subaylar kurtulurken; Üçok, ardı ardına açılan uyduruk davalarla tutuklandı. Hakkında yüzlerce yıl hapis cezası istendi. Yıllarca tutuklu kaldı.

Üçok, o yıllarda bir iddianame hazırlığındaydı. Zekeriya Öz’ün, TSK’nin üst düzey personeli dahil, birçok ismi yasadışı şekilde dinlettiğini tespit etmişti. Öz hakkında iddianame yazmaya başlamıştı. Gelgelelim o iddianame de tutuklamayla birlikte yarım kaldı. İşte ben, 2011 Şubatı’nda, gözaltına alınmadan iki gün önce, Öz hakkında yazılan o iddianameden haberdar olmuştum.

FETÖ’CÜYE TAKİPSİZLİK NORMAL Mİ

Geçen hafta yazdığım, Fahrettin 451 başlıklı yazıdan sonra, aklıma Üçok geldi. Hatırlayın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na, FETÖ’cü olduğunu itiraf eden, rütbesini Gülen’in taktığını söyleyen Serdar Atasoy’un getirilmesini sorgulamıştım. Sorumlusunu arıyorduk. Hem Kara Kuvvetleri’nin hem Genelkurmay’ın Atasoy’un emekli edilmesini istediği halde, Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ve tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son şeklini verdiği listeyle terfi ettiğini anlatmıştım. Geçen bir haftada, Bakan Akar kendisini, Atasoy hakkında daha önce verilmiş takipsizlik kararıyla savundu.

Üçok’u hatırlamamın nedeni buydu. Acaba Akar’ın referans verdiği o karar yerinde miydi? Kara Kuvvetleri Komutanı tarafından şaibeli bulunup göreve başlatılmayan Atasoy’un, YAŞ’ta terfi etmesi gibi bir tuhaflık o takipsizlikte de var mıydı? Bir zamanlar TSK’deki FETÖ’cüleri kuyruğundan yakalamış, Savcı Öz’ü bile soruşturmuş Üçok, acaba ne düşünüyordu?

Söz konusu takipsizlik kararı 1 Nisan 2019 tarihini taşıyordu. Altında savcı Alparslan Ağcakale’nin imzası vardı. Üç buçuk sayfalık metnin sonunda, Atasoy hakkında kovuşturmaya yer yok kararı veriliyordu.

SORUŞTURMA GENİŞLEMEDEN KAPANDI

Üçok, o karar için “şiddetle eleştiriyorum” ifadesini kullandı. Ona göre, savcının önündeki dosya, daha çok inceleme yapılmasını gerektiriyordu.

Üçok, Atasoy aleyhindeki delilleri dört maddede özetliyordu…

Birincisi Serdar Atasoy, 15 Temmuz’da Dakka’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada, FETÖ’cü Sinan Sürer tarafından kurulmuş “Ataşeler” isimli WhatsApp grubunda yer alıyordu. Darbe gecesi bu gruptan yapılan “ordunun yönetime el koyduğu bilgisinin muhataplara iletilmesi” yönündeki talimata, “emredersiniz komutanım” karşılığını veriyordu. Devamında talimatı yerine getirerek Dakka Büyükelçisi izinde olduğundan, ikinci kâtibe ilettiği bilgisini aynı grupta paylaşıyordu.

İkinci olarak; Cemil Turhan isimli, en son görevi general ve amiral şube müdürlüğü olan, FETÖ üyesi kişide bir CD ele geçmişti. İncelemede “Cumhurbaşkanı Başyaver Aday Havuzu” başlığı altında, 139 kişilik listede 10. sırada, Atasoy’un ismi yer alıyordu.

Üçüncüsü; Kars Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 26 Ekim 2018 tarihli yazısı ile yürütülen ankesörlü arama soruşturmalarında Atasoy’un izine rastlanmıştı. Kayıtlar incelendiğinde askeri personel Ruhi Bağçivan, öğretmen Neriman Saygılı ve Serdar Atasoy; FETÖ imamı tarafından ardışık aranmıştı.

Dördüncü olarak; Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı’nca FETÖ şüphelisi asker şahıs İlhami Polat ile Serdar Atasoy arasında irtibat bulunmuştu.

İşte bu 4 delil de savcı Ağcakale’nin önünde olduğu halde, soruşturma genişletilmemiş, Atasoy lehine kapatılmıştı.

ANLAŞILABİLİR GİBİ DEĞİL

Üçok, bu sonucun normal olmadığını düşünüyordu:

Serdar Atasoy hakkında bu kadar çok FETÖ şüphesi mevcutken, Savcı Alparslan Ağcakale’nin sadece Kars Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan gönderilen ankesör incelemesi ile yetinmesi anlaşılabilir gibi değildir. Bu durum ankesör, sabit hat soruşturmalarının başladığı ilk yıllarda olsa belki kabul edilebilir. Ancak, 2019 yılında, neredeyse tüm illerde ankesör ve sabit hat bilgileri elde edilmişken, Serdar Atasoy’un görev yaptığı tüm illerde ankesör ve sabit hat incelemesi yaptırtmamış olması, savcılık lisanında anlaşılabilir değildir. Atasoy, itirafçı olduktan sonra verdiği ifadesinde, görev yaptığı tüm birliklerde ağabeyleri tarafından arandığını söylüyor. Hatta Kıbrıs’ta görev yaparken arandığını ayrıntıları ile anlatıyor. Bu tecrübedeki bir savcının böyle bir hata yapmaması, daha geniş inceleme yapması gerekirdi. Ne kadar önemli görev yaptığının farkında olması gerekirdi. Bakın Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Hürriyet gazetesinde Sedat Ergine verdiği röportajda, ‘Savcılıktan kovuşturmaya yer olmadığı kararı gelince terfi ettirdik’ diyor.

Kısacası FETÖ devleti ele geçirmişken dahi örgütün varlığını delillendirebilen Üçok, bu kararı normal bulmuyordu.

SAVCI DA HEMEN TERFİ ETMİŞ

Peki, o kararı verdikten sonra savcıya ne olmuştu?

Yanıtını bulmak için HSK kararlarını taramak gerekiyor. Çok ilginç, 31 Mayıs 2019 tarihli kararnamede, savcı Alparslan Ağcakale’nin adı var. Kararnamenin 588. sırasında, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’ndan Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Üyeliği’ne terfi ettiği görülüyor.

FETÖ itirafçısı Serdar Atasoy’un terfisine referans verilen takipsizlik kararını 1 Nisan 2019’da veren savcı Ağcakale de Mayıs 2019’da ilk kararnameyle terfi ediyor!

Anlayamadığım ve çok şaşırdığım bir durum” diyen Üçok, “eksik soruşturma” yaparak Atasoy’un terfisinin yolunu açan savcının terfisi için, “Herhalde HSK bir açıklama yapar” yorumuyla yetindi.

Tesadüf demek için biraz fazla değil mi? 

Bir tweet’ten, bir konuşmadan, bir fikirden hapishaneye yol döşeyen düzenin, kendi yolundaki eğim bizi hep aynı yere götürmüyor mu? 

Kim bilir, belki yanıt o yolun sonundadır…

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

14 Şubat 2021 Pazar

Aşk da politik bir şeydir! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


Sevgili okurlarım, bugün canınızı sıkmak istemiyorum. Gene 14 Şubat gelmiş, malum Sevgililer Günü. 2012 yılında oldukça eğlenceli bir Sevgililer Günü yazısı yazmışım. Hatırlayan hatırladı, hatırlamayanların canı sağ olsun. Çiçek böcek yerine paylaşmanız dileğiyle...

Şimdi bu da nereden çıktı” demeyin, günün modasına uygun yazı yazmak herhalde benim de hakkım. Ayrıca hani “Dünyada aşk hakkında söylenecek yeni bir söz yoktur” deniliyor ya işte bendeniz bunu çürütmek için bugünkü muhteşem yazımı kaleme alıyorum.

Başlayalım bakalım. Bir can dostum, fevkalade ilginç düşünceler üretmekle nam salmıştır, adını vermiyorum, şımarır, şöyle diyor: “Aşk, tenyadan sonra gelen cümle canlılara verilen bir cezaymış.” Hiçbir şey anlamadınız değil mi? Önce biz de anlamadık, ama o gayet sakin bir biçimde düşüncesini açınca vallahi hak verdik. Malumunuz, laf kalabalığı bir yana, aşkın en doruk noktası, iki karşı cinsin birleşme anıdır. Arkadaşım bu noktayı esas alıp şöyle bir açıklama yapıyor: “Kuşlar, böcekler, timsahlar, koyunlar, gergedanlar, insanlar işte bu birleşme anı için öyle yoğun bir çaba harcarlar ki yeryüzü kanunlarına göre bunun boşa gitmemesi gerekir. Yani bir birleşme için harcanan bu çabanın, pek de akıllıca bir şey olmadığı herkes ve her cins tarafından kabul edildiğinden, ortak bir enayilik paydasında anlaşılır ve bu çabanın adı kuş dilinde de timsah dilinde de insan dilinde de aşk olur.” 

Herkes itirazını daha sonraya saklasın, açıklama devam ediyor. Arkadaşım, gayet hâkim bir ses tonuyla anlatıyor: “Yeryüzünün en mutlu yaratıkları, böyle bir çabaya ihtiyaç duymadan şıp diye işini bitiren çift eşeyli hayvanlardır. Yani terliksi hayvan, tenya gibi. Hem erkek hem dişi organ aynı bedende. Birleşme için yoğun bir çaba harcanmadığından aşkın sözü bile yok. Evrim tarihinde bir yerlerde bir hata olmuş ve cümle yaratıklar erkek ve dişi diye ayrılmışlar. İşte şimdi biz hepimiz bu evrim hatasının kurbanları olarak, aşk aşk diye inleyip mektuplar yazıyoruz, mesajlar atıyoruz, olmadık jestler yapmayı planlıyoruz, yapıyoruz. Ancak bazılarımız bundan pekâlâ para kazanmasını biliyor. Onlara da ben şapka çıkarıyorum. Evrim hatasını paraya döndürenler için üç defa: Sağ ol! Sağ ol! Sağ ol!” 

Yazımın başında aşk hakkında en yeni sözler dedim ya vallahi ben sözümü tutuyorum, biraz tuhaf tanımlar yapılıyorsa suçlu ben değilim, arkadaşım. Evet, nerede kalmıştık, devam edelim. Bir başka arkadaşımın aşk üstüne oluşturduğu teori ise çok daha anlaşılır. 

O şöyle başlıyor: “Aşk, yeryüzünde geçirdiğimiz zamanı kısaltmak için bizlerin uydurduğu tamamen hayali bir kavramdır.” Tamam bekleyin, şimdi sözlerini açacak: “Söyleyin bakalım, aşk olmasaydı, biz nasıl vakit geçirecektik? Aşksız film, tatsız tuzsuz bir saman yığınına benzeyeceğinden kimse sinemaya gitmeyecekti. Aşksız kitap kimseyi açmayacağından kitaplar yazılmayacaktı. Hayatımızın vazgeçilmezleri olan magazin programları ve kahve dedikoduları olmayacaktı. Peki, ne yapacaktık, oflaya puflaya zamanın geçmesini bekleyecektik. Futbol bile bize yetmeyecekti, daha da beteri var, kadınlar, kızlar aşksız bir dünyada saçlarını yaptırıp bin bir kılığa girmek için zaman ve çaba harcamayacaklardı. Ekonomi bile çökecekti. Vallahi can sıkıntısından herkes kendini birer ikişer pencerelerden atmaya başlayacaktı. Yazık. İyi ki şu aşk denilen yanılsama var da vaktin çoğu zaman nasıl geçtiğini anlamıyoruz.

Bu da bir görüş, benden anlatması, yazımın başında söz verdim ya. Bu arada benim pek beğendiğim bir açıklama var. Onu en sona sakladım, sıkı durun. 

Şöyle: “Aşk, doğduğu günden beri kuşların uçmasını ve yunusların derin sularda sevinç çığlıkları atarak dans etmelerini kıskanan insanoğlunun uydurduğu en güzel masaldır. Çünkü ancak aşk insanoğluna uçma ve derin sularda dans etme şansını tanır.” 

İşte böyle, sonuncuyu tuttunuz değil mi? 

Son derece önemli bir not: Bir sevgiliniz yoksa, bugün kapıdan dışarı adım atmayın. Televizyonu, radyoyu kapatın. Çikolata ve dondurmayla kendinizi şımartın. Mümkünse aynaya da bakmayın, böylece kendinizi hâlâ çok genç ve güzel-yakışıklı hayal edebilirsiniz. Özellikle kadınlar için doğa çok acımasızdır, altmış yaşında bir adam yakışıklıdır ama altmış yaşında bir kadın genel kanıya göre unu eleyip eleği kapıya asmak zorundadır. (Kader utansın.) Bu arada eski aşk mektuplarınız imdada yetişebilir. 

 Daha da önemli bir not: Ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şöyle bir öneri sunacağım: Daha doğrusu dava açacağım. Bu Sevgililer Günü kaldırılsın, pek çok insanın canı sıkılıyor. Bu haksızlığa karşı herkesi birleşmeye çağırıyorum. Son cümleyi de şöyle bağlayalım: AŞK DA POLİTİK BİR ŞEYDİR!

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

‘Yeni Kuruluş Anayasası’ derken neyi yıkıyorsunuz? - Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET





Yetmez Ama Evet” (YAE) rezaletini yeniden hatırlatmak zorundayız. 

Yargının “liberal solcuların” yardımıyla nasıl tümüyle iktidarın etkisine alındığını yeniden hatırlatmak zorundayız. 

Fethullah Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım” dediği referandumda, “Evet” tarafındakilerin, sonradan gerçekler ortaya çıkınca kendilerine “Kullanışlı Aptal” dediğini yeniden hatırlatmak zorundayız. 

ABD ve AB yardımıyla Balyoz kumpasının kurulduğunu yeniden hatırlatmak zorundayız.

Daha birkaç ay öncesini unutanlara, 10 yıl öncesini yeniden hatırlatmak zorundayız.

Bunu yapmalıyız ki yeni anayasa tuzağına yeniden düşenler olmasın!

***

İktidarın 2023’e yönelik planlarını birbir gerçekleştirdiği gericilik atağında son aşamaya geldik... Bazılarımız, başından beri bu atağın asıl amacının ülkede din devleti kurmaya yönelik olduğunu biliyordu. 

Onlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan şaşmayan, laiklikten ödün vermenin bu ülkeyi ortaçağa geri döndüreceğini bilen, aklın ve bilimin yolundan gidenlerdi.

Bazıları ise yıllarca gericilik atağının hızla ilerlemesine destek oldu. “Vesayet rejimini bitireceğiz” diyerek otoriter ve totaliter bir dikta rejimi kurulmasına yol açtılar. Çünkü 1923’te kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk ile sorunları vardı. Hatta bazıları ortamdan aldıkları cesaretle açık açık “Önce T.C’den kurtulmamız lazım” diyordu. 

Söylediklerine göre talepleri, demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesiydi... Ve bunun için “Demokrasi amaç değil, araçtır” diyenlerin demokrasiye bağlı kalacağına inandılar ya da inanmak istediler!

YAE’cilerden Oya Baydar, birkaç gün önce, “Ben özgürlüklere ve demokrasiye yol açabilecek bir anayasa değişikliğinden kesinlikle yanaydım. Biraz da sazanlık vardı işin içinde. Ama şimdi dersimi aldım. Geç oldu, dersimi aldım” demiş...

Siyasal İslamın demokrasi getirebileceğine inanmak “sazanlık” denilerek geçiştirilebilecek bir konu değil. Çünkü YAE’cileri uyarmak için o dönemde büyük mücadele verildi, yargının siyasallaştırılacağı, cemaat kadrolarının kontrolüne gireceği defalarca anlatıldı, yazıldı. Kendileri düşünemedilerse bile uyanmaları gerekirdi.

***

Şimdi iktidarın yeni anayasa tartışmalarını başlattığını görüyoruz. Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “Yeni yüzyıla girerken bu anayasa bizi taşıyamaz. Cumhuriyeti 1921 Anayasası ruhuyla taçlandıracağız” demiş. Oltaya taktıkları yem, yine “sivil anayasa, demokrasi ve özgürlük” söylemi ama yerseniz... 

1921 Anayasası’nda kuvvetler birliği esası var, “Devletin dini İslamdır” yazıyor. “Cumhuriyetin temel nitelikleri korunacak” deseler de buna kanmak aptallıktır. Akılları sıra öyle düzenlemeler yapacaklar ki sürekli çiğnenen laikliğin ruhuna artık Fatiha okunacak. Seçimle ilgili öyle maddeler getirecekler ki yine kendilerini iktidar yapmanın yolunu bulacaklar.

1921 Anayasası’nın anılmasının nedeni, HDP’yi yanlarına çekmek için olabilir. Çünkü bu anayasanın 11. maddesinde il (vilayet) yönetimlerine yerel özerklik (mahalli muhtariyet) tanınacağı yazıyor. Nitekim HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, “Parlamenter sisteme dönüşte 1921 Anayasası ilham alınabilir” diye konuştu.

AKP Grup Başkanvekili Selçuk Özkan, “Bu anayasanın ismi ‘Yeniden Kuruluş Anayasası’ olacak” demiş. Hatırlarsanız 2017’de AKP MKYK üyesi Ayhan Oğan da “Yeni bir devlet kuruyoruz. Kurucusu da Erdoğan’dır” demişti. 

O zaman MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli en sert tepkiyi göstermiş, “Yeni bir devlet kuruyoruz ağzı, kirli bir FETÖ ağzı, aynı zamanda manda ve himaye arayan ihanet ortaklarının karanlık bir arayışıdır” demişti. 

Doğru ya hangi devlet yıkılıp yerine yenisi kurulacaktı? 

***

Yeni anayasa yapılmalı ancak ülkenin taşıyamadığı bu iktidarla değil. 

Her muhalifi “terörist”, “vatan haini” diye damgalayan...

Gazetecileri, yazarları, aydınları hapse tıkan...

Haklarını savunan kadınları yerlerde sürükleyen...

Bağımsız medyayı reklam ambargosu ve cezalar yoluyla ablukaya alan...

Kendi rektörlerini seçmek isteyen öğrencilere ve akademisyenlere şiddet uygulayan...

Şahsım devletini yaratan bir iktidarın demokrasi istediğine inanmak gericilikle işbirliğidir!

“Yeniden Kuruluş Anayasası” tartışması, herkes için kurucu ilkelere bağlılığın testidir.

Ya 1923’te kurulan laik Cumhuriyet ile hesaplaşma içine giren siyasal İslamcılar gibi asıl amacınızı gizleyip “sivil anayasa” yemiyle takıyye yapacaksınız...

Ya işinize geldiği için bir kez daha “kullanışlı aptal” olacaksınız...

Ya da bu oyunu reddedeceksiniz!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET


Darülfünun Direnişi - Mehmet Bozkurt / SOL

 Dört profesörün okuldan uzaklaştırılmasını talep ediyorlar. İlkin nazikçe sonra yumurta atarak…

Yumurta fena olmayan bir gıdadır. Böyle bilinir. 1920’li yıların başlarında darülfünun öğrencileri için yumurtanın gıda olmasının dışında günümüze kadar taşınan ve kimi zaman işe yararlılığı kanıtlanmış olan bir işlevi daha vardır ki, dönemin öğrencilerinin bunun hakkını pek güzel verdiklerini öğreniyoruz anı kitaplarından.

Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi adını taşıyan çalışmasının dördüncü cildinde “ek” olarak bazı anılara yer verir. Anı sahiplerinden biri de 1920 başlarında Edebiyat Fakültesi öğrencilerinden olup “usta yumurta atıcılarına” gözcülük yapan, isabet oranını arttırmak için de gizlendiği yerden elindeki düdüğü öttürerek nişangah ayarı yapan Osman Horasanlı’dır. Burada “nişangah ayarı” derken kastedilen yumurtanın nişan alınan kişinin kafasında kırılmasını temin etmek için en uygun yer ve zamanın saptanması, pusuya yatmış görevliye düdük vasıtasıyla hedefteki kişinin işgal ettiği yerin koordinatlarının verilmesidir.

O yıllardaki yaygın değişile “Darülfünun Grevi” denilen ve edebiyat fakültesinde başlayıp kısa zamanda bütün üniversiteye yayılacak olan öfkenin bir anda eyleme dönüşmesinin nedenlerine sıra gelecek ama, önce hani elim değmişken, yazarken de pek keyiflendiğimi saklayamadığım şu yumurta eylemini biraz daha ayrıntılı aktarmak isterim.

Ord.Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan, kendisinin de bizzat planlayıcılardan biri olduğu anlaşılan yumurta harekâtını “Darülfünun Grevi” adını verdiği anı kitapçığında pek güzel anlatır:

Süratle ikinci kata çıktığım zaman Ali Kemal’i ceketini çıkarmış, ayakta Refik Halit Karay ile münakaşa ederken gördüm ve derhal merdivenleri üçer beşer inerek matbaadan çıktım. Gördüğümü söyledim. Cafer düdükle Ali Kemal’in içeride olduğu haberini verdi. Bekleme devam ediyordu. Saat tam 18’de Ali Kemal, lacivert bir elbise, açık renk bir fes giymiş olarak matbaadan çıktı. Arkasında birkaç genç muhafız tavrıyla yürüyorlardı. Sirkeciye doğru birkaç adım attıktan sonra…”

Evet, anlaşılacağı üzere harekât başlamıştır… İki ayrı yerden fırlayan öğrenci gençler, Gürkan’ın anlatımına göre pek terbiyeli, zarif ve kibar olmalılar; küfürsüz, bağırtısız, çağırtısız sakince ve büyük bir tevazu ile ceplerinden çıkardıkları yumurtaları…kafası budur!

“…Ani bir sarsıntıya uğrayan Ali Kemal’in koltuğundaki çanta ve gazetelerle fesi yere düştü, vurulduğunu sanmış gibiydi. Onu korumak için arkasından yürüyen bir gurup genç ile bir subay, korkularından kaçacak yer aradılar, çil yavrusu gibi dağıldılar. Ali Kemal ise aksine toparlandı, kendine geldi. Hiddetle etrafa yumruk sıkıyor, ‘niçin kurşun sıkmadınız, alçaklar’ diye bağırıyordu…”

Aynı gün şair yazar Cenap Şahabettin ve Ali Reşat Bey her zamanki gibi evlerinden çıkarken yumurta saldırısına uğrarlar. Durun murun deseler de kafa göz, üst baş berbat olmuş, feslerinin oraya buraya savrulmasına engel olamamışlardır.

Felsefeci Rıza Tevfik’in ise olup bitenden daha önceden haberdar olduğunu ve bu nedenle de tetik durduğunu anlıyoruz. Yazılanlara göre Rıza, sokak başlarını tutmuş olan öğrencileri görürü görmez yaşından umulmadık bir atiklikle kaçarak paçayı kurtarmıştır. Yine yazılanlardan öğreniyoruz ki o güne kadar kitap dolu çantasını elinde taşıyan Rıza Tevfik, nedendir bilinmez, o günden sonra çantasını eliyle dengeleyerek kafasının üstünde taşımayı hut edinmiştir!

Yumurta saldırısına uğrayan bu dört hocanın ortak yanı, dördünün de edebiyat fakültesinde profesör olmaları, dördünün de milli mücadeleye karşı olup hemen her fırsatta derslerde Mustafa Kemal ve arkadaşlarına kin kusmalarıdır. Özellikle de Ali Kemal ve Rıza Tevfik.

Ali Kemal mi?

İstanbul hükümetinde Milli Eğitim Bakanı, İçişleri Bakanı; Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin genel sekreteri, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından ve Edebiyat Fakültesinde profesör… Bir de Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına başyazarlık yaptığı Peyam-ı Sabah gazetesindeki köşesinden olmadık hakaretler yağdıran gazeteci.

Rıza Tevfik’e gelince , 10 Ağustos 1920 günü Sevr Antlaşması’nı imzalayan dört kişilik Osmanlı heyeti içerisinde Şura-yı Devlet Başkanı (Danıştay) olarak yer almış, Milli Mücadele karşıtlığında Ali Kemal’le yarışamasa bile ondan pek de aşağı kalmayacak biri.

Hani derler ya bardağı taşıran son damla… Bu son damla Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah gazetesinde yazdığı yazıda geçen şu cümleler olmalı:

“Kuyucu Murat Paşa Celalilere nasıl muamele etmişse, Kuvayi Milliye’ye de öyle muamele edilmelidir. Saltanata bağlı halim selim Anadolu halkı da Mustafa Kemal eşkıyasına haddini bildirecektir.”

Evet… İzmir’in işgalinden dört gün sonra işgali protesto için on binlerce insanın katılımıyla ünlü Sultan Ahmet mitingini düzenlenmesine ön ayak olan, gözlerini, kulaklarını Ankara’ya, “kalpaklılara” dikmiş Darülfünun öğrencilerinin isyanı Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyetinin derslere girmeme yönünde almış olduğu kararla başlıyor. Kısa bir zamanda diğer fakültelerden destek açıklamaları geliyor… Darülfünun ayaktadır.

Dört profesörün okuldan uzaklaştırılmasını talep ediyorlar. İlkin nazikçe sonra yumurta atarak…

Mahmurt Goloğlu, Osman Horasanlı’nın ağzından yazıyor:

“Sözü geçen müderrisler Edebiyat Medresesi’nin Edebiyat Şubesi müderrisleriydiler. Edebiyat Şubesi talebeleri bunları her gün görmekten ıstırap duyuyorlardı. Milli hisleri galeyana geliyordu. Bu şube talebeleri kendi aralarında derslere girmemeye karar verdiler. Biz Felsefe şubesi öğrencileri de Rıza Tevfik’in derslerine girmemeye karar verdik. Bunun üzerine Edebiyat Medresesi Talebe Cemiyeti harekete geçti ve fevkalade bir toplantıdan sonra dört müderrisin Darülfünundan çıkarılmadıkça derslere girilmeyeceğini ilan etti. Bu kararın gerçekleşmesi için öteki fakültelerin de bu harekete katılması şarttı. Hemen temasa geçildi ve bütün fakültelerin talebe cemiyetleri kararı tasvip etti.”

Ancak Hukuk Fakültesi öğrencilerinin büyükçe bir bölümü derslere girince, girmeyen boykotçu küçük bölüm, girenleri uyarmak için diğer fakültelerden destek istemiştir. Aralarında Osman Horasanlı’nın da bulunduğu Felsefe Bölümü öğrencileri Hukukçuları, pek de nazik olmadıkları anlaşılan davranışlarla uyarıyor. Üniversitenin kapılarını kapatan öğrenciler bununla yetinmeyip işgal altındaki İstanbul’da afişleme yapıyorlar. İsteklerini İstanbul halkına duyuruyorlar:

Dört müderris okuldan uzaklaştırılsın!

Darülfünun inadı İstanbul hükümetini yeniyor… Uzaklaştırılıyorlar…

8 Kasım 1922 oluyor. Artık zafer kazanılmıştır. İsmet Paşa Lozan’a gitmek üzere İstanbul’dadır. Halk İsmet Paşa’yı büyük bir coşkuyla karşılamıştır. Meydana bakan balkonların birinde Edebiyat Fakültesinden tanıdık bir isim var, Hasan Ali (Yücel), yanındaki Osman Horasanlı’ ya eliyle kalabalık arasından birini işaret ederek, bunları İsmail Kâmil Gürkan’dan aktarıyorum, “Bak” diyor, “bak şunun haline bak!”

Darülfünun gençliğini, İsmet Paşa’yı, zaferi alkışlamaya gelmiş olanların arasında işaret ettiği kişi Rıza Tevfik’tir.

Rıza Tevfik 1923’te 150’liklere dahil edilirken, Ali Kemal ne kadar yazık, 1922’de İzmit’te linç edilmiştir.

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:
Kâzım İsmail Gürkan, Darülfünun Grevi, Harman Yayınevi, İst.1971
Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, cilt: 4, İst.2010