25 Mart 2021 Perşembe

Yeni Emek Rejimi Tartışmalarına Katkı - Neslihan Eroğlu / SOL(Gelenek)

 “Güvencesizlik”, “geleceksizlik”, “atipik istihdam”, “bacasız fabrikalar”, “esneklik” ve daha birçokları… Bu kavramlar, günümüzde “yeni emek rejimi” tartışmalarının merkezinde yer alıyor.



“Güvencesizlik”, “geleceksizlik”, “atipik istihdam”, “bacasız fabrikalar”, “esneklik” ve daha birçokları… Temelinde, neoliberalizmle değişim geçiren üretim süreçlerini ve bunların sonuçlarını anlatan bu kavramlar, günümüzde “yeni emek rejimi” tartışmalarının merkezinde yer alıyor. Söz konusu değişim ile işçi sınıfının bugünkü parçalı, dağınık ve örgütsüz görünümü arasında doğrudan bir ilişki var. Rejim, üretim sürecinin tasarımından (iş akış şemaları, mesai saatleri, boş zamanın örgütlenmesi, vs.) sürecin tamamlayıcısı disiplin yöntemlerine kadar, sermaye sınıfının hizmetindeki bir dizi tahakküm aracını içeriyor. Bunun sınıf mücadelesi açısından çok önemli bir sonucu var. Bu haliyle üretim sürecinin işçi sınıfı üzerindeki parçalayıcı etkileri, bizzat bu rejime karşı mücadeleyi de güçleştiriyor. Diğer bir ifadeyle, yeni emek rejimi, sınıfın çalışma koşullarından sendikal mücadeleye kadar geniş bir alanda maruz kaldığımız kuşatmanın adı.

İlk bakışta manzaranın pek iç açıcı olduğu söylenemez. İşçiler için örgütlenmek, mücadeleye katılmak ve orada kalıcı olmak eskisi kadar kolay görünmüyor. Şu halde sormamız gereken sorular şunlar: Verili durumda kayda değer ve kalıcı örgütlenme pratikleri genel olarak imkânsızlaşmış mıdır? Değişen emek rejimiyle hangi araçlarla ve zeminde mücadele edilebilir? Bu soruları yanıtlayabilmek için önce etrafımızı saran manzaraya yakından bakmamız gerek.

Üretim süreçlerindeki değişimler

Kapitalist üretim süreci, bölünmüş parça-işlerin birbirine seri halinde eklendiği uzun bir zincire benzer. İşin bütünlüğü, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda (kâr maksimizasyonu ile koşullanmış verimlilik artışı) parçalanır. Marx’ın erken dönem yazılarından itibaren vurguladığı gibi, modern sanayi ile birlikte gelişen bu yeni iş bölümü, işçileri belli vasıflara göre kategorize eder ve kendi potansiyellerini ortaya koyamadıkları, birer makine dişlisine çevirir. Diğer bir ifadeyle, işin parçalanmasıyla (iş bölümünün derinleşmesi ve genişlemesi) emeğin parçalanması, dolayısıyla işçinin emeğinin ürünüyle ilişkisinin parçalanması birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm, çok yönlü, üretken bir toplumsal varlık olan insanı (işçiyi) bu en temel vasfından koparır. İyi biliniyor, Marx buna “yabancılaşma” diyordu. Emeğin emek ürününe, dolayısıyla kendine yabancılaşması, yalnızca başkası (sermayedar) adına ürettiği için değil, bizzat üretim biçiminin kendinden de kaynaklanıyordu.1

Marx’ın tarif ettiği süreç kapitalist üretime dayalı her ülkede geçerliydi. Bugün de geçerli. Üstelik dahası var. Emperyalizm çağında yabancılaşma Marx’ın yaşadığı zamanlardan daha derin ve daha yaygın. Öyle ki, bugün refah toplumları olarak örnek gösterilen AB ülkelerinde de, büyük bir ekonomik güç haline gelen Çin’de de işçinin üretim süreciyle ilişkisi aynı. Sadece “özünde” değil, somut biçimiyle de aynı. Kapitalizmin kendine içkin bu yapısı, gün geçtikçe daha da parçalanmakta ve işçi sınıfının üzerinde çeşitli ideolojik ve siyasal sonuçlara sebep olmakta. Esas olarak emeğin bireyselleşmesine ve sınıf temelli kolektif davranışların zayıflamasına neden olan dağınık bir toplum hedefleniyor. Doğrudan sonucu ise, sınıf bilincini örselemesi. Bu nedenlerle işçiler, bireysel ve kolektif kimlik arayışlarında; milliyetçilik, dinsellik, yerellik gibi alternatif kimliklere yönelmekte ve cemaat tipi kurumlara da daha çok ilgi duymaktalar.2

Kapitalizm yapısal olarak kriz üretiyor, biliyoruz. Sermaye sınıfı ise, tarihi boyunca sistemin sınırlarına dayandığı her büyük krizde, bu sınırların önündeki engelleri kaldırma arayışına girdi. Her arayış, yeni bir sermaye birikim rejimi, dolayısıyla yeni emek rejimleri anlamına geldi. Sonuncusu 70’li yıllarla birlikte tüm dünyaya dayatılan ve hala içinde yaşadığımız neoliberal ekonomi politikaları oldu.  Neoliberalizmle başlayan yapısal değişimler; ekonomide kamunun rolünün küçülmesi, özel sektörün ağırlığının artması ve tam boy piyasalaşma anlamına geldi. Bu değişimler, siyasetten toplumsal hayata her şeyi etkiledi. Elbette çalışma yaşamının koşullarını ve istihdam politikalarını da. İşyeri aidiyeti yüksek, görece güvenceli, daha makul çalışma saatlerine sahip, bir arada ve tam zamanlı emek ile karakterize olan önceki emek rejimi artık tamamen geride kaldı.3 Uzun süredir kendi kuralları ve kuralsızlığıyla karakterize olan yeni bir çalışma hayatı var. “Yeni emek rejimi” olarak adlandırılan istihdam politikalarının belirgin özellikleri şunlar:4

  • Uzun süreli işsizlik
  • Atipik istihdam modelleri
  • Esneklik
    • Çalışma Süreleri Esnekliği
    • Ücret Esnekliği
    • İşlevsel ve sayısal Esneklik
  • İşte denetim mekanizmaları
  • Her yaşta çalışma zorunluluğu
  • Ücretlerde radikal erime5
  • Süreklileşmiş sağlık riski altında çalışma

Dikkat edilirse bunların her biri, işçinin yaşam koşullarının ağırlaşması kadar mücadele imkânlarının kısıtlanması anlamına da geliyor. Dolayısıyla bu mekanizmaları anlamak, günümüz koşullarında işçi sınıfının nasıl örgütlenebileceği sorusunu doğru şekilde yanıtlamamız için bize ışık tutacak.

Yeni Çalışma Rejimi ve İşçi Sınıfına Etkileri

Yeni Çalışma Rejiminin uzun sürelik işsizlik, geçici iş biçimleri, taşeronlaşma, güvencesizlik, alım gücünün enflasyon karşısındaki düşüşü gibi pek çok sonuçları yazıldı, tartışıldı. Ancak bunların başlı başına yeni olgular olduğu düşünülmemeli. Güvencesizlik bir süredir neoliberalizm ile birlikte anılır olduysa da aslında her zaman kapitalizme içkindi. Üretim araçlarından yoksun olan işçi sınıfı tanım gereği güvencesizdir ve hep öyle oldu. Neoliberalizmin farkı, güvencesizliği belirgin ve kalıcı hale getirmesinde yatıyor.6

Güvencesizlik demek, belirsizlik demek, işsizlik demek. Sermaye yedekte tutacağı bir işgücü ordusuna hep ihtiyaç duydu. Hangi birikim rejimi altında olursa olsun, tam istihdamın kapitalizm şartlarında yapısal olarak imkânsız olduğunu Marx bize göstermişti. Ancak şimdilerde işsizlik uzun süreli hale geldi. Mevsimlik işçilik, part-time çalışma, parça başı iş alma, taşeronlaşma, kayıt dışı çalışma gibi olgular çalışma hayatının olağan manzaraları. Ne eğitim ne de çalışma hayatına tam olarak dahil olabilen, iş bulma ümidini kaybetmiş, orada burada kısa süreli işlere girip çıkan, umudu çalınmış büyük bir toplumsal kesim var artık. Böyle kısa süreli işlerde işçinin işyeri ile kurduğu ilişki biçimi, işyeri aidiyetini tesis etmesinin önünde engel teşkil ediyor. Bu durum, uzun süreli ilişkilerin zemin sağladığı dayanışma pratiklerini akamete uğratıyor ve işsizlik tehdidini her an içinde taşıyan güvencesizliğin kanıksanmasına yol açıyor.

Dolaylı bir istihdam biçimi olan taşeronlaşmanın da benzer etkilerinden bahsedilebilir. Taşeronlaşmanın en belirgin özelliği, işleri parçalı hale getirmesi ve işin gerektirdiği tüm sorumlulukları dağıtması. Örneğin, bir taşeron firmadan maaşını almayan işçiler, taşeron zincirinin en tepesindeki patrona gittiklerinde, kendilerinin süreçten sorumlu olmadıklarını, taşeron firmayla aralarında çözmeleri gerektiği yanıtını alabiliyor. Ya da bir iş kazasının sorumluluğu işçilere kadar dağılabiliyor. İşçi sınıfı ve patronlar arasındaki aracıların hem sayısını artıran hem de bunları doğallaştıran taşeronlaşma modeli, aradaki uzlaşmaz çatışmayı belirsizleştiriyor. Ayrıca işçilerin yan yana gelmelerini de zorlaştırıyor.7

Rejimin bir diğer tipik özelliği ise farklı şekillerde esnek olabilmesi. Esneklik kavramını alt başlıklar halinde açmak bu konudaki sınırsızlığın ne boyutlara vardığını anlamamızı sağlayacak. Bunlardan ilki, mesai anlayışını ortadan kaldıran çalışma saati esnekliği. Salgın döneminde evden çalışmayla belirgin hale gelen esnek çalışma saatleri, özel hayat ve iş hayatı arasındaki sınırları da ortadan kaldırdı. Performansa dayalı ücret politikası uygulamaları da bir diğer yaygın esneklik modeli. Örneğini çağrı merkezlerinde gördüğümüz bu ücret modeli, her şeyden önce işçiler arasında rekabeti körükleyerek sınıf dayanışmasını engellemeyi amaçlıyor. Buna ek olarak, önden tam olarak bilinemeyen maaşlar, işçinin ensesinde sürekli bir tehdit olarak durmakta. Yine örneğini eğitim emekçilerinde gördüğümüz bir model, işlevsel ve sayısal esneklik modeli. Özellikle özel okul öğretmenleri ya da sözleşmeli çalışan eğitimcilerin sıklıkla şikâyet ettikleri olgulardan biri, kendi işleri dışında çeşitli idari işleri yapmak zorunda kalmaları. Boş zaman bırakmayan bu durum, bir eğitim emekçisinin sırtına tanımlı işi dışında mecburiyetler yüklemekle birlikte, kimi zaman da birkaç kişinin yapacağı işi tek kişinin yapması biçimini alıyor. Bu, aynı zamanda hem emeğin hem de eğitimin vasıfsızlaştırılması demek.

Bu saydığımız unsurlar, son otuz yılda çalışma hayatına içkin hale geldi. Ancak pandemi dönemi, tabloyu daha dramatik hale getirdi. Bazı iş yerleri evden çalışmaya geçti, bazıları ise tüm süreç boyunca emekçileri işyerlerine gelmeye mecbur bıraktı. Üstelik çoğu işyerinde, kişisel koruyucu ekipmanların tedariki dahi sağlanmadı ve herkesin kendi tedbirini alması beklendi. Süreklileşmiş sağlık riski altında çalışmak, yeni dönemin “yeni normali” oldu. Evden çalışmaya geçen emekçiler ise farklı uygulamalara maruz kaldı. Bu uygulamalar, yeni “denetim” araçlarının denemeleri aynı zamanda. Evden çalışma modeline geçen birçok işyeri, kameralar eşliğinde yoğun mesailer altında çalışma zorunluluğu getirdi. Bu ve benzeri uygulamalar, özellikle evde çocuk bakımı sorumluluğu olan kadınları ağır yükler altında bıraktı.

Kovid olan emekçileri karantinaya girmeleri için evlerine göndermek yerine, kapalı yurtlarda kalması sağlanarak mesai saatlerinde iş başında olmaya mecbur eden uygulamalar da hayata geçti.8 Bir örneğini Dardanel fabrikasında gördüğümüz bu manzara, emekçilere ölümü reva görürken, patronlara kârlarını arttırma olanağı sağlamıştır. Aynı dönemlerde sermaye cephesinden bu türden deneyleri sistematikleştirmeye dönük öneriler de geldi. Emek sömürüsünün yoğun olduğu birçok ülkede hali hazırda uygulanan “kapalı sistem” çalışmanın ülkemizde de denemeleri konuşulmaya başlandı. Geçtiğimiz aylarda, MESS ve MÜSİAD’ın önerisiyle gündeme gelen izole üretim ve akıllı çip uygulamasıyla, emekçilerin boyunlarına her an izlemeyi sağlayacak bir kelepçe takılması önerildi. Buna göre salgına karşı fiziksel mesafeyi koruma bahanesiyle işçilerin her anı gözetlenecek ve herhangi bir yan yana gelişin önüne geçilecek. Modern toplama kampları olarak da ifade edilen bu uygulama önerisi, özünde örgütlenmenin önüne geçme gayesi taşıyor.9 Bu uygulama yalnızca işçinin zamanını tam boy kontrol altına almakla kalmıyor, onun sosyo-kültürel yaşamını tümden belirlemeyi öngörüyor. Oysaki birçok bilim insanı ve meslek odası, tam zamanlı bir kapanmayla salgına karşı mücadele edilebileceği önerisi sundu. Ancak iki haftalık bir kapanmanın ekonomik maliyetini göze alamayan sermaye sınıfı, 14 günlük karantina süresinin uzun olduğunu belirtmiş ve süreyi 10 güne düşürtmüştür.10

İşçi sınıfının organik parçası haline gelen göçmenler de yeni emek rejiminin sermayeye yarayan bir unsuruna dönüştürüldü. Suriyeli göçmen işçiler, çoğunlukla ya kayıt dışı işler de ya da düşük ücretlerle karakterize olan emek yoğun sektörlerde çalıştırılmakta. Farklı ücret politikası ise işçiler arasında öfkenin artmasına ve kimi zaman milliyetçi tepkilere neden olmakta. Manzara, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında tasvir ettiğinden çok farklı değil; üstüne üstlük sermaye eski silahların yanına yenilerini de ekledi.

Yeni istihdam politikaları son derece iyi düşünülmüş ince stratejilerin ürünleri. İşçi sınıfı üzerindeki psikolojik, sosyo-kültürel ve politik etkileri çarpıcı, derin, kimi zaman felç edici. Peki sınıf cephesinde işler nasıl? Sendikalar bu süreci nasıl karşıladı? Şimdi de bunlara bakalım.

Sendikalaşmaya bir bakış

Ülkemizde işçi sendikaları 6357 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi kanununa tabidir ve 1980 öncesinde farklı içeriğe sahip olan yasa, önemli değişiklikler geçirmiştir. Bu değişikliklerin en önemlilerinden biri, işyeri ve meslek sendikacılığının yasaklanması ve işkolu sendikacılığının kalıcı hale gelmesi. Bu örgütlenmenin önüne çekilen setlerden yalnızca biri.  Bir iş kolunda yetkili sendika olabilmek için, iki barajın aşılması ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvurup “yetki belgesi” alınmış olması gerekiyor.

Bu ağır yasal çerçeveye rağmen sendikalar, üretim ölçeklerinin büyük, ürün çeşitlerinin sınırlı, toplu çalışma alanlarının geniş, tam zamanlı ve düzenli istihdamın yaygın olduğu imalat sanayi işkolunda uzun yıllar örgütlenebildiler.11 Üretimde kamu sektörünün baskın olduğu bu yıllarda, sendikaların da çoğu kamuda etkiliydi. Ancak piyasalaşma ve özelleştirmelerle birlikte taşeronlaştırma, çalışma alanı ölçeklerinin küçültülmesi, mesai sürelerinin parçalanması, işsizliğin artması gibi yenilikler, zamanla sendikal örgütlülüğü zayıflattı. Burada taşeronlaşmanın özel bir işlev üstlendiğini belirtmeliyiz. Kâğıt üzerinde işyerinin adını değiştirme ya da işyerini kapatıp yeni işyeri açarak sendikanın yetki almasını engelleme, yoğun işkolu ve yetki itiraz süreçleri gibi etkili yöntemler bu sayede mümkün oldu.12

Tüm bu zorluklar, istihdamın sektörel dağılımındaki değişime paralel olarak ilerledi. İmalat sanayi verili durumunu büyük ölçüde korurken, tarımın tasfiyesinin getirdiği emek arzı hizmet ve inşaat sektörlerince soğuruldu. Bu sektörel değişim, atipik çalışmanın en yaygın olduğu hizmet ya da inşaat gibi sektörlerin sendikalaşma oranının düşük olmasının önemli sebeplerinden biri.13

2020 Ocak itibariyle, işgücünün %16'sı tarım, %20,7'si sanayi, %5,2'si inşaat, %58,1'i ise hizmet sektöründe istihdam ediliyor. Sanayideki sendikalaşma oranının geçmiş yıllara göre mevcut durumunu muhafaza ettiği söylenebilir ancak büyüyen diğer sektörlerin sendikalaşma oranları oldukça düşük.

Burada özellikle vurgulamak isterim, tüm bu kayıpların nedeni son birkaç yılda değil, sendikalar tarihinin bütününde aranmalıdır. Elbette pek çok neden var. Kanımca bunlardan en önemlisi, sendikal mücadelenin ekonomik temelli yürütülmesi oldu. Bütünlüklü bir siyasal bir perspektifin eşlik etmediği, sosyal haklar ve toplu iş sözleşmelerine indirgenen mücadele süreçlerinin etkisi sınırlı olmaya mahkûm. Oysa hiçbir dönemde, ekonomik, ideolojik ve siyasal bütünlüğü gözeten bir mücadeleye bugünkü kadar ihtiyaç duyulmadı. Üstelik artık kalıcı bir işe sahip olmamanın getirdiği güvensizlik ve kayıtsızlık duygusuyla yaşayan, geleneksel sendikalı profilden farklı yeni bir işçi kuşağından da bahsediyoruz. Bu kuşakla, eski ilişki biçimlerine benzer şekilde temas etmenin kimi özel güçlükleri var. Her şeyden önce bu belirsizlik ve köksüzlük bağlanmayı zorlaştırıyor. Hali hazırda birçok sosyal hakkı elinden alınmış ve sıklıkla yer değiştirmek zorunda kalan genç işgücünü mücadeleye bağlamanın yeni yollarını bulmak gerekiyor. Sektörel ve coğrafi hareketliliğin ivme kazandığı bu çalışma düzeninde, sınıfı örgütlü kılabilmenin yolu, bütünlüklü siyasal bir perspektif ve bu bütünlüğün toplumun genelinde yaratacağı etkiden geçiyor.

Bir diğer önemli neden ise değişen emek rejimine uyum gösteremeyen sendikal örgütlenme modelleri. Sendikaların mevcut yapıları, üye sayısını koruma anlayışları, emeğin değişen yapısını kapsayacak strateji ve örgütsel yaklaşımlar geliştirememeleri sendikal hareketin güç yitirmesine neden oldu.  Türkiye ekonomisinin yapısal zaafları ve kırılganlıkları kriz dönemlerinde birçok işletmenin kapanmasıyla sonuçlanıyor. Bu tablo, özel sektör içerisinde örgütlenen birçok sendikayı doğrudan etkilemekte; ciddi sayıda üye kayıplarına ve işyerlerinde sendikaların kalıcılaşamamasına neden oluyor. Aynı olgunun diğer yüzünde, yani dönemsel olarak hızlı büyüme eğilimine giren işkollarında da durum farklı değil. Üye sayısını muhafaza etmeyi yeterli gören sendikal anlayış, hızla büyüme eğilimine giren işkollarında etki gücünü yitirmektedir.

Bu ağır tabloda yeni örgütlenme olanakları mümkün mü? Örgütlenme koşulları zor olan sektörlerde mücadele deneyimleri var mı? Şimdi de, ilk bakışta karanlık görünen bu manzarada mücadele pratiklerine bakalım. Geçmişten ve yakın tarihimizden bazı deneyimlere eğilmek gelecek dönemin mücadele araçları konusunda fikir verecektir.

Yeni örgütlenme olanakları

Dönemin hissedilen en yakıcı deneyimlerinden biri işsiz olmak. Kitlesel hale gelen uzun süreli işsizlik olgusu önümüzdeki dönemde başlı başına bir mücadele gündemi olmayı hak ediyor. Çalışma hayatının dışına atılmışken örgütlü mücadele vermek güç görünebilir ancak mümkündür ve tarihte pek çok örneği mevcuttur.

3 Mayıs 1962 tarihinde düzenlenen “Açların Yürüyüşü” eylemi, emek tarihimizden özgün bir örnek. Bir inşaat işçisi olan İsmet Demir, Ankara Ulus’ta, işçilerin düzenli olarak gittiği ve daha sonra Yapı İşçileri Sendikası’nın merkezi haline gelen bir kahveye gitmeye başlar. Burada sendikanın başkanı Tahir Öztürk (Fukara Tahir) ile tanışır. Bu kahvedeki buluşmalar, zamanla örgütlü hale gelir ve 5000 inşaat işçisinin katıldığı kitlesel bir yürüyüş kararına varılır. Yalın ayak olarak Meclise yürüme kararıyla yola çıkan yürüyüş, giderek büyür ve ölçeği iktidarı huzursuz edecek boyutlara varır. Yürüyüşün örgütleyicilerinden biri olan İsmet Demir, eyleme atıfla “Yalınayak İsmet” lakabını alır. Bu ilk eylemin sonraki örgütlenme faaliyetlerinde büyük katkısı olur.

Yine o dönemlerden bir diğer örnek, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve bir grup aydının içerisinde yer aldığı dernek, dönemin hayat pahalılığına ve yükselen işsizlik oranlarına karşı mücadele etmiş ve çeşitli farklı illerde şubeler açmış, miting ve gösteriler düzenlemiştir. Bunlardan en ses getireni “Ya İş Ya Ekmek” yürüyüşüdür. 30 Kasım 1968’de yapılan miting, iktidar çevrelerini bir hayli rahatsız etmiş, ertesi gün çoğu gazetede manşet olmuştur.14

Daha yakın tarihli bir başka kitlesel örgütlenme örneği eğitim emekçilerinden geldi. 2009 yılında KPSS sınavında yapılan yolsuzluğun açığa çıkması, atama bekleyen işsiz öğretmenler için bardağı taşıran damla oldu. Ortak kullandıkları internet sayfalarında dertlerini paylaşan öğretmenler, yine aynı platformlarda birlikte hareket etme çağrısı yaptılar. Bu çağrıyla yan yana gelen eğitimciler, “Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu” (AYÖP) olarak yola koyuldu ve kitlesel yürüyüşler düzenlediler. Farklı illerde yaşayan ve birbirlerini tanımayan öğretmenler, yalnızca web sitesi ve sosyal medya araçlarıyla paylaştıkları çağrılarla yan yana gelebildiler.

Eğitim emekçilerinin hayat mücadelesi işsiz öğretmelerle de sınırlı değil. Özel okullarda ya da kamuda sözleşmeli olarak çalışan birçok eğitim emekçisi, kamudaki geleneksel çalışma modelinin aksine işten atılma tehditleriyle, yoğun mesai baskısı altında, kimi zaman veli hakaretlerine maruz kalarak, düşük ücretlerle çalışıyor. Ancak tüm bu tehditlere rağmen mücadele etmek için Patronların Ensesindeyiz Özel Okul Öğretmen Dayanışma Ağı’nda yan yana geldiler. Örgütlenerek her geçen gün daha da büyüyen Ağ, patronların da dikkatini çekti. Özel okul sahipleri, hareketi hedef alan açıklamalar yaptılar.15 Yine Ağ çatısı altında örgütlenen Doğa Koleji eğitim emekçileri, uzun süre boyunca maruz kaldıkları hak gasplarına velilerin de desteğiyle bir boykotla karşılık verdi ve haklarını alabildiler.16 Şimdilerde daha güçlü bir örgütlülük için Birlik Sendikası’nda yan yana geliyorlar.

Çalışma yaşamının yeni dinamikleri, işçileri kimi zaman yalnızca ekonomik temelli talepler çerçevesinde örgütlenmeye zorlayabilmekte. Ancak maaş, tazminat gibi hakları almaya dönük yan yana gelişler ne kadar önemliyse, çalışma hakkı için mücadele etmek de bir o kadar önemli. Çalışmak en temel anayasal haktır ve hükümet patronlarla birlikte kitleleri bu haktan mahrum bırakmaktadır. Bireyleri, sıklıkla sınıfın dışına atmakta, sosyal anlamda izole etmekte ve üstelik bu tabloyu her geçen gün meşru hale getirmektedir. Bunu kırmanın yolu ise, topyekûn bir karşı koyuştan bahsedebileceğimiz siyasal bütünlüğü olan bir örgütlenme perspektifinden geçiyor. Örgütlenmenin yolu ise bazen bir kahveden, bazen amele pazarlarından, bazen evlerden ya da Yalınayak İsmet’in adımlarından…

Yeni çalışma rejiminin getirdiği önemli değişikliklerinden bir diğeri, sermayenin kimi işlerde, tam zamanlı erkek işçiler yerine yarı zamanlı kadın ve genç emeği kullanma tercihi. Bu tercihte, ilgili sınıf kesimlerinin kimi dezavantajlarının (kadın-erkek eşitsizliği, yüksek genç işsizlik oranı, vb.) suiistimal edilmesinin payı var. Gençler ve kadınlar yarı zamanlı ya da süreli çalışmaya daha uygun görülüyor. Şimdilerde çalışmayan üniversite öğrencisi bulmak pek mümkün değil. Çoğunlukla hizmet sektöründe çalışan üniversiteliler artık geleceğin potansiyel emekçileri değil, eğitim hayatları sırasında da işçi sınıfının faal üyeleri olarak var oluyorlar. Özellikle mağazalarda, yoğunluklu olarak genç kadın işçiler çalışıyor. Bunun temelinde, kadın emekçileri güzellikleriyle ön plana çıkararak satış rakamlarını yükseltmek gibi insanı nesneleştiren yaklaşımlar var. Esnek çalışma saatleri, part-time çalışma, ruj sürme zorunlulukları gibi zorbalıklar sektörde sık görülen hak gasplarından. Bununla birlikte, farklı saat aralıklarında çalışmak, sürekli müşteri yoğunluğu ile ilgilenmek ya da mağaza müdürünün devamlı gözetiminde olmak, emekçilerin arasındaki iletişimi de olumsuz yönde etkiliyor. Tüm bu koşullara karşı örgütlenen Madam Coco mağazası çalışanlarının mücadelesi, bu açıdan özel bir yere sahip. Madam Coco Mağazası Çalışanları adı altında kurdukları komite aracılığıyla yan yana gelen emekçilerin direnişi hem sektörde bir ilk örnekti, hem de sonrasında yarattığı etki büyük oldu. Direniş sektördeki başka şirketlere de sıçradı ve H&M mağazasında, patronu sendikayı muhatap almaya mecbur bıraktı. Bir işyerinde atılan işaret fişeği, o işkolunda çalışan diğer işçilere de yol gösterdi.

Rejimin bir diğer gerçeği de çevre istihdamının artması. Hükümet tarafından farklı bölgesel yatırımlara dönük teşvikler, sermayenin ihtiyaçlarını iki şekilde karşılamakta. İlki; birçok vergi sorumluluğundan muaf oluyorlar. İkincisi ve en az onun kadar önemlisi; bölgeler arasındaki fiili ücret farklarından faydalanıyorlar. Hatta sermaye cephesinden, yasal kısıtları da ortadan kaldırmak üzere bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi önerisi dahi geldi. Bunun anlamı, işçi ücretlerinde genel bir düşüştür. Üstelik Kürt illerinde bu tabloya eklenen göçmenlik olgusu, kayıt dışı çalışma oranlarının ve iş cinayetlerinin artmasına da neden oluyor. Kentlerdeki genç nüfusu, düşük ücret ve yoğun mesai şartları altında çalışmaya mecbur bırakan çağrı merkezleri buna iyi bir örnek. Neredeyse ülkenin her ilinde bir çağrı merkezine rastlamak mümkün. Buralarda çalışma koşulları son derece ağır. Çalışanlar, birbirinden yalıtılmış halde, nefes almadan telefon yanıtlamak zorundalar. Aksi halde aylık olarak kayıt altına alınan performans göstergeleri doğrudan ücretlerine yansıtılıyor. Çalışanların işyeriyle herhangi bir aidiyet kurmamaları adına, kendi masalarına kişisel herhangi bir nesne bırakmalarına dahi izin verilmiyor.17 Burada vurgulanması gereken, söz konusu yalıtılmışlığın mutlak olmadığı ve ağır koşullar altında da olsa sınıfın yaratıcı eylem formları geliştirebildiğidir. Yakın dönemden bir örnek, kulaklık bırakma eylemleriydi. Bir diğeri, ekranların donmasını sağlayarak sistemin durmasına neden olan bir iş yavaşlatma eylemi oldu. Her iki örnekte de gördüğümüz, işkolu bazında örgütlenmenin güç olduğu alanların, işyeri bazlı örgütlenmeye daha uygun olabildiğidir. Diğer bir deyişle bu işkollarında direnişin tek tek işyerleri ölçeğinden işkoluna doğru genişletebileceğidir.

Bölgesel istihdam politikaları yalnızca iller değil uluslararası düzeylerde de işliyor. Avrasya, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere, farklı ülkelere çalışmak için büyük kafileler halinde giden işçiler günümüzün olağan manzaralarından. 50’li yılarda birlikte başlayan yurtdışına emek göçü şimdilerde de var, ancak hem çerçevesi ve hem de sınıf için anlamı önemli ölçüde değişti. Eskiden, yurt dışına gitmek bir işçi için önemli bir birikim kaynağı ve gelecek garantisiydi. Şimdilerde ise yalnızca iş bulmak ve geçici dönem için bile olsa hayatı ve ailesinin masraflarını idame ettirmenin aracı. Bunun en önemli göstergelerinden biri önceden dolar üzerinden belirlenen ücretlerin, bir süredir Türk lirasına çevrilmiş olması.

İnşaat sektörünün emek göçünün lokomotifi olduğunu söylemek yanlış olmaz.18 Yıllardır yurtdışında iş yapan Türk müteahhitleri, bu alanda önemli deneyimler biriktirdiler. Deneyimden kastedilenin farklı boyutları olduğu bilinmelidir. Elbette deneyimin bir yönünü yapılan işin teknik içeriği oluşturuyor. Ancak asıl deneyim işin organizasyonuna dönük. Geniş bir taşeron ağı kurmak, işgücü değerini sürekli baskılamak, kısa sürelerde iş bitirme garantileri vermek, bunun gerektirdiği yoğun mesaileri organize etmek ve işçiyi buna göre disipline etmek, çeşitli akraba ve eş dost bağlantıları sayesinde toplu işçi gruplarıyla anlaşmak ya da işgücünün çok ucuz olduğu ülkelerden işçi getirmek vb. gibi pek çok incelikli tahakküm aracı… Fotoğrafın öteki yüzünde özel sağlık sigortası, konforlu kamp alanları, yüksek ücret gibi vaatler var. Haliyle yurtdışı şantiyelerine taşınan işçiler kısa bir süre sonra sorunların içinde kalıyor. Bunlara ek olarak yerel işçiler tarafından kabul görmeme, sosyal hayattan kopukluk, destek alınabilecek kurumları tanımama ve daha birçok nedenden ötürü yurt dışında hak aramak çok zor görünüyor.

Tüm zorluklara rağmen, son dönemlerde Patronların Ensesindeyiz ağına yapılan yurtdışı şantiye ihbarları arttı. Bu ihbarların birçoğu sosyal medya araçları kullanılarak yapıldı ve yine aynı kanallar üzerinden örgütlendi. Suudi Arabistan’daki Riyad Metro şantiyesi işçileri, kafala sistemi19 gibi ağır çalışma koşullarına rağmen örgütlenmenin mümkün olabileceğini ve de kazanılabileceğini gösteren örneklerden biri. Doğuş İnşaat’ın yapımını üstlendiği şantiyede, fazla çalıştırma, mesai ücretleri ve tazminat hakkı gaspı gibi pek çok konuda biriken hak ihlallerine karşı birleşen işçiler, hem yasal haklarını kullanmak için adımlar attılar, hem de elçilikle görüştüler. Aynı zamanda Patronların Ensesindeyiz ağı ile de temas eden işçiler, kendi işyeri komitelerini kurma kararı aldılar. Karantina günlerine denk gelmeleri ve bazı arkadaşlarının ayrılmaları, süreci zorlaştırmıştı. Ancak pes etmeyen işçiler kurdukları komite aracılığıyla video yayınladılar. Eş zamanlı olarak Patronların Ensesindeyiz mücadele ağı, ailelere ulaştı ve Türkiye’de de mücadelenin diğer adımı tesis edildi. İki taraftan verilen mücadelenin sonunda, patron geri atmak zorunda kaldı ve işçilere haklarını verdi.20 Koşulların çok zorlayıcı ve dağınık olduğu bu örnekte olduğu gibi, farklı araçlar devreye sokularak çok yönlü ve bütünlükle ele alınan ve toplumsal etkinin büyütülmesi hedeflenen mücadelelerden sonuç alınabilmekte. Bu geleneksel ya da tipik bir örgütlenme örneği değil, sıra dışı çalışma koşullarına cevaben üretilmiş özgün bir örnek oldu ve bu açıdan oldukça eğitici.  Bu türden gelişmelerde uluslararası dayanışmanın önemine de vurgu yapmak gerekir. Hem ülkemizdeki hem de şantiyenin bulunduğu ülkedeki sendikalar ve siyasi partilerin karşılıklı dayanışması, sermayeye karşı baskının ölçeğini genişletiyor ve toplumsal etkiyi büyütmede önemli bir yer tutuyor.21

Bu bölümde doğası gereği örgütlenmenin zor olduğu sektörlerden kimi örnekler verilerek alternatif mücadele olanakları tartışıldı. Bu örnekleri ilgili sektörlerle sınırlı ya da onlara has olarak düşünmemek gerekir. Zira sermaye sınıfı bugün esnek istihdam politikalarını çalışma yaşamının tüm alanlarına doğru genişletmeye niyetli görünüyor. Sağlıkta da eğitimde de imalat sanayinde de benzer eğilimler var. Özetle, işçi sınıfının bölünmüşlüğü artık bir veri. Yukarıda sendikal örgütlenmedeki gerilemenin bizzat mücadele perspektifinin ekonomizme sıkıştırılmasından kaynaklandığını yazmıştık. Bu saldırılar püskürtülecekse, işe bu verili gerçeği tespit ederek başlamalı ve sendikal mücadele anlayışının koşullara nasıl uyarlanabileceğini tartışmalıyız.

Nasıl bir sendika?

Sınıfın toplumsal etkisini büyütmesi, yukarıda tarif edilene benzer örneklerin çoğaltılmasıyla ve örgütlenmesiyle mümkün. Zemini ise; siyasal, ideolojik ve yasal boyutlarıyla, bütünlüklü ve sistematik bir örgütlenme perspektifinin merkezinde olduğu sendikal bir mücadelede; geleneksel sendikal modellerin aksine çalışma hayatının “esnek” yapısına uygun “yaratıcı ve dinamik” örgütlenme arayışlarında. Bu noktanın özellikle vurgulanması gerekiyor çünkü tek sorun, işçilerin hayatına örgütlenme deneyimlerinin girmesi değil. Örgütlenme sürecinin kendisi kadar, onun kalıcılaşması yönünde atılacak adımlar da önemli. Kapitalizmin yeni çalışma politikaları bir işçiyi farklı koşullara mecbur bırakabilir. Sıklıkla görülen yer değişiklikleri ya da işsizlik gibi. Bu ve benzeri yeni güçlükler, işçiyi mücadelenin dışına atmamalı, aksine sendikanın varlığı tam da bu unsurlarla baş etmesi yönünde güç vermelidir. Bu yönde atılacak adımlar, sınıf bilinci ve sendikal aidiyeti yüksek bir ilişkilenme biçimiyle mümkündür.

Sendikalaşmayı güçleştiren en önemli olgulardan birini sektörel istihdam hareketliliği olarak tarif ettik. Bu olguyu bertaraf edebilmek için, öncelikle sendikalaşmanın en düşük olduğu sektörleri, stratejik çalışma alanlarını ve bölgeleri iyi tanımak gerekecek. Bu tanıma ve tanımlama arayışı çeşitli politikalar geliştirmek ve hangi araçlarla örgütlenmenin mümkün olduğunu anlamak için önemli ipuçları verebilir. Özellikle genç ve kadın işgücünün yoğunluklu olduğu sektörlerde verili durumu görebilmek ve bu doğrultuda yeni ve yaratıcı örgütlenme araçları geliştirmek giderek önem kazanmakta. Örneğin, daha önce mücadele deneyimi olmayan pek çok işyerinde sosyal medya araçları kullanarak temas etmenin, içeride çalışan genç işgücünde karşılık bulduğu görüldü.

Sektörlere ve iş yerlerine dönük örgütlenme araçlarını tanımlarken daha önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi işkolu örgütlenmesinin kimi güçlükleriyle karşılaşılabilir. Bu açıdan pek çok ölçekte, işyeri merkezli örgütlenme arayışları daha fazla olanak vadetmektedir. Kanımca bu nokta, örgütlenmenin kilit unsuru. Mikro düzeyde görünen bu mücadele tarifi, sendikalaşmaya farklı biçimlerde güç katıyor. Örneğin, komitelerin güçlü olduğu alanlarda, sendikalı kapsamını genişletmek mümkün. Aynı iş yerinde geçici ya da taşeron işçi olarak istihdam edilen pek çok işçi için mücadele etmek, hem örgütlülüğü büyütür, hem de bizzat bu geçici istihdam biçimlerinin ortadan kalkması yönünde adım atma gücü verir.22 Bir diğer önemli katkıysa, komitelerin kendi bünyelerindeki birikim. İşyeri komiteleri, karar verme süreçlerinde biriktirdikleri deneyimlerle, mücadelenin öncü kadrolarını yetiştirdikleri yerlerdir aynı zamanda.

Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında bu yeni örgütlenme arayışları ve denemeleri hayata geçmekte. Sendikaların birliğini ve daha çok işçiyi mücadeleye katmaya dönük stratejiler merkeze alınmaya ve bu doğrultuda çeşitli kampanyalar açılmaya başlandı. Örneğin Yunanistan’da genç işçilere dönük yaz kampları düzenlenmekte ve “örgütçü eğitimleri” yapılmakta. Ülkemizde de yeni arayışlar mevcut. Birlik Sendikası tam da bu ihtiyaca binaen kuruldu. Farklı istihdam politikalarını kapsama ve esnek istihdamın yoğun olduğu sektörlerin yer aldığı 10 No’lu işkolunda örgütlenme hedefiyle yola çıktı. Market, mağaza, sinema-TV emekçileri, özel istihdam bürosu emekçileri, çağrı merkezi emekçileri, özel okul öğretmenleri ve çalışanları, ücretli avukatlar ve daha nice emekçinin örgütlenebileceği bir sendika. Önceki bölümlerde örneğini verdiğimiz pek çok mücadele birikimini sırtlayan Patronların Ensesindeyiz Mücadele Ağı’na yaslanıyor. Aynı zamanda sendikanın kapsadığı işkolu dışında kalan işçilere de örgütlenme çağrısı yapıyor. Sendika, temel ilkesini şu şekilde ifade ediyor: “Tüm İşçilerin Birlik Mücadele ve Dayanışma Sendikası, sınıf sendikacılığını esas alan, işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı mücadelesinde işçi sınıfının birliğini ve dayanışmayı temel alan sendikal anlayışa sahiptir.”

Kapitalizmin her geçen gün karşımıza daha da yıkıcı saldırılarla çıktığı bir dönemdeyiz. İşçileri daha fazla yoksulluk ve açlığın beklediği bu saldırılara karşı koymanın tek yolu örgütlenmek. Artık elimiz daha güçlü, Birlik Sendikamız var. O zaman şimdi sıra işçi sınıfının karşı saldırısında!

Neslihan Eroğlu / SOL(Gelenek)

'Yeni kuşaklar Doğan Öz'ü tanısın, dürüst savcılar da yüreklensin istedim' - SOL(Söyleşi)

'Savcı Doğan Öz'ü Vurdular - Bir Kontrgerilla Cinayeti' kitabının yazarı gazeteci yazar Berivan Tapan'la, Doğan Öz cinayetini konuştuk. 

Savcı Doğan Öz 24 Mart 1978'de vahşice öldürüldü. İlerici savcı Doğan Öz'ün katledilişinin 43. yılında, "Savcı Doğan Öz'ü Vurdular - Bir Kontrgerilla Cinayeti" kitabının yazarı gazeteci yazar Berivan Tapan'la, cinayeti, dava sürecini ve bugünlerde yine gündemde olan bir isim tetikçi İbrahim Çiftçi'yi konuştuk.

Öyle bir cinayet ki bir savcının katledilmesinden öte 24 Mart’a gelene kadar önü de çok dolu, sonrası ve dava süreci de. Siz kapsamlı bir araştırmaya imza attınız ve bunu da 2020’de "Savcı Doğan Öz’ü Vurdular" adıyla kitaplaştırdınız. Doğan Öz’ü çalışmanızın nedenleriyle başlayalım söyleşimize. Neden Doğan Öz?

Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım dönemde “12 Eylül’e doğru 5 cinayet” adlı bir yazı dizisi hazırlamıştık. O cinayetlerden bir tanesi de Savcı Doğan Öz’dü. İlgimi çekmesinin en önemli nedeni, böylesi önemli bir savcıyla ilgili kapsamlı bir çalışma yapılmamış olmasıydı. Daha önce Doğan Öz’ün adını duymamış yeni kuşaklara onu tanıtmak isteği beni kitabı yazmaya en çok motive eden noktaydı. Özellikle hukuk öğrencilerini, elini taşın altına koymaktan çekinen savcıları da yüreklendirmek istedim. “Türkiye’de böyle bir suikast yapıldı, siz de bilin” demekti en basit haliyle…

'Çiftçi, aynı zamanda o dönem Bahçelievler Katliamı’ndan aranıyor'

Kitabın alt başlığı “Bir Kontrgerilla Cinayeti.” Buradan devam edebilir miyiz?

“Bir Kontrgerilla Cinayeti” dememizin nedeni bu cinayetin, sıkıyönetimin gerekçelerinden biri sayılmasıydı. Ergenekon Davası’nın mütalaa kısmında da Doğan Öz cinayeti “kontrgerilla eylemlerinden biri” olarak geçiyor. Zaten böyle geçmese bile cinayeti işleyen gücün kim olduğunu biliyoruz. Neden biliyoruz? Tetikçinin kim olduğuna, kimlerin emri altında çalıştığına, silahın nasıl ele geçirildiğine baktığımız zaman zaten derin devlet yapısını görüyoruz. Muzaffer Üstünel’i öldüren silahla öldürülüyor Doğan Öz. Delil odasında olması gereken ama tetikçilerin eline verilen bu silahla Doğan Öz öldürülüyor. Cinayeti gerçekleştiren İbrahim Çiftçi, aynı zamanda o dönem Bahçelievler Katliamı’ndan aranıyor. Bu katliamda öne çıkan diğer isimler kim? Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı gibi bugün herkesin çok iyi bildiği isimler. Bütün bu ağa bakınca kontrgerilla yapılanması kendiliğinden zaten ortaya çıkıyor.

'Doğan Öz'ü özellikle bir durdurma çabası vardı'

Faillerin belli olup cezalandırılmamasını 1970’lerin son çeyreğindeki cinayetlerin ortak özelliği olarak görüyoruz. Failler bulunamıyor, kaçıyor ya da çeşitli gerekçelerle cezalandırılmıyor. Öz'ün Site Yurdu araması sırasında bir başkomiser tarafından sarfedilen tehditkâr “Biz aradık savcı bey, senin aranmana gerek yok. Biz senin kim olduğunu biliyoruz” cümlesi cinayete gelene kadar geçen sürecin özeti gibi. Onlara göre Doğan Öz kim?

Doğan Öz’ün kim olduğunu gayet iyi biliyorlar onlar da. Zaten kim olduğunu bildikleri için arama yaptırmak istemiyorlar aslında. Site Yurdu’nun içindeki o dolaptaki silahı saklama gereği bile duymuyorlar. Çok cüretkârlar. Savcının içeri girip tekrar bir arama yapmayacağından da eminler. Çünkü daha önce birçok savcı bu şekilde, “Sizin aramanıza gerek yok, biz aramayı yaptık” denilerek geri çevrilmiş muhtemelen ama Doğan Öz’ü özellikle bir durdurma çabası var orada. 

'Dava adaletsizliğin temsili'

Mahkemenin kararında, “Elimizdeki bilgiler ve belgeler ve tanık ifadeleri cinayeti İbrahim Çiftçi’nin (son kongrede MHP MYK'sına da giriyor) işlediğini gösterirken ve vicdani kanaatimiz de bu yönde oluşmuştur” ifadesinden sonra yüksek mahkeme kararına uymak gerektiğinden beraat kararı vermesi konusu basit bir teknik durumdan öte neyi ifade ediyor sizce?

Orada bir güç devreye giriyor ve İbrahim Çiftçi serbest bırakılıyor. Mahkeme, “Biz suçlu olduğunu biliyoruz ama yine de elimizde değil” diye hukuku yerle yeksan eden bir karara imza atıyor. Yani hukukun, adaletin elinin kolunun bağlandığı bir dava oluyor aslında bu beraat kararıyla. Adaletsizliğin temsili bir anlamda. İbrahim Çiftçi ile ilgili dava dosyasının içerisinde gizli ibareli yazılar var. Bu yazıların daha sonra istihbarat teşkilatlarından geldiği ortaya çıkıyor. Yani “Çiftçi, bizim adamımızdır” deniyor. Şimdi de ödüllendirildi. Geçmişte Bahçeli’ye karşı aday olmuş olmasına rağmen yine Bahçeli tarafından oluşturulan listede MYK üyeliğine seçildi. 

Doğan Öz araştırmasını yaparken aileden, akrabalardan, arkadaş ve dostlardan, tanıklardan birçok kişiyle görüştünüz. Bu tablo size Doğan Öz'ü tanıma konusunda ne gösterdi?

Siyasi suikasta uğramış insanlarla ilgili genelde onları kahramanlaştıran hikayeler anlatılır daha çok. Verdikleri mücadeleden, mesleklerinden dolayı öldürüldükleri için hayatlarının o kısmı görünür olur ve bizler de o kişileri öyle anarız. Doğan Öz de “cesur bir savcı” olarak anılıyor. Ama unutuyoruz, aslında o bir baba. 3 çocuğu var. Bengi Heval’in, Turan’ın ve Hakan’ın babası, Sezen Öz’ün eşi… Çok sevgi dolu bir baba ve eş aynı zamandı Doğan Öz. Aynı zamanda çok yönlü bir kişi. Kuran, Tevrat da okuyor tiyatro tekstlerini de… Sinemaya, tiyatroya düşkün. Özellikle de şiire tutkun. Kaleme aldığı çok sayıda eşsiz şiiri de var. Bu nedenle kitapta sadece boş bir kahramanlık hikayesi konu etmek istemedim. Kanlı canlı haliyle insanların tanımasını istedim insanların Doğan Öz’ü. 

SOL(Söyleşi)

24 Mart 2021 Çarşamba

Nasıl bir hayat? - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Bugün doğum günüm.

Yani galiba siz bu satırları okuduğunuz zaman doğduğumdan bu yana güneş dünyanın etrafında 45’inci kez dönmüş olacak. Çünkü hayatımın merkezi yaşadığım yer, dünya. Ne alakam olur evrenle, galaksiyle, arka plan kozmik radyasyonuyla… Onlar zaten biz olmasak da var, biz olduktan sonra da olacak. Dünyada bile insan hayatı nedir ki koskoca gezegenin hayat döngüsü içinde. Daha güneş soğuyacak, ondan önce zaten insan yaşamı büyük ihtimalle bitmiş olur, başka hayatlar olacak… Biz insanlar dünyaya gelmeden önce bitkiler, bitkilerden önce de sıcak gazlar ve metaller vardı. Yaşam bir yerden biter, bin yerden başlar. Belki ölümden sonra hayat var, hiç sanmam, ama varsa da güzel olur. Umarım o sefer de şimdiki gibi beni seven, iyi bakan, el üstünde tutan, ne istesem yapmama izin veren anne ve babam olur. Onlar en iyisiymiş ve en önemlisiymiş. Şimdilik bir çocuğum yok, ama olsa bile evladıma, annemle babamın bana baktığı gibi bakabilir miyim, bilemiyorum… Siz varsanız evren var, siz yoksanız hiçbir şey…

***

Aile önemli, arkadaşlar önemli. Geri kalanı hayatın kendisi zaten. Sevdikçe ve sevildikçe daha da büyüyor bir kişilik ömür. Gelenler, gidenler, aniden gelenler, hiç beklemediğiniz zaman gidenler. Yanınızdayken kaybolanlar, sizin kaybettikleriniz filan derken bir de bakmışız bitmiş. Bitince ne olacak, açıkçası hiç bilemiyorum. Büyük ihtimalle koskoca bir karanlık, zamanın da duracağına inanıyorum. Karadeliklerin içindeki gibi. Hayatın var olma sebebi ölüm gibi. Hayatı değerli hale getiren de ölüm. Eğer ölümse bizi yaşatan, o zaman hayata daha da sıkı sarılmak lazım. Nerede bir hayvan görsem sevip, bir kuş ötüşünü dikkatle dinleyip, denizin üzerindeki dalgalara, içindeki balıklara, böceklere, bulutlara hep daha fazla bakmak istiyorum. Ölürken aklımdan neler geçecek acaba? Umarım sevdiğim şeyler geçer.

Herhalde kimse ölürken kaldığı fazla mesaileri, çektiği acıları, yaşadığı hayal kırıklıklarını düşünmek istemez. Ben de hep pişmanlıklarımdan korkuyorum. Çoğu insan “Pişman olduğun bir şey var mı?” diye sorulduğunda “Hiçbir şeyden pişman değilim, beni bu hale getiren şeyler onlar” gibi artizce bir cevap veriyor izlediğim röportajlarda. Oysa benim pişmanlıklarım var, keşke olmasaydı, ölmeseydi, yapmasaydım, etmeseydim, demeseydim dediğim o kadar çok şey var ki. Giderayak ölürken aklıma hep pişmanlıklarım gelecek gibi geliyor.

“Keşke o gün, gördüğüm o dondurmayı alsaydım”dan “Ah keşke öyle demeseydim”e kadar. O kadar çok şey var ki, say say bitmez. Hep köşelerde hayatımın üstü başı leş gibi pişmanlıklar var. Yapacak bir şey yok, ben de biliyorum ama her şeyin daha iyisi olabilirdi. Bende de bu kadar oldu maalesef. Belki benden sonra birileri daha iyi hayatlar, daha mutlu ömürler, daha özgür rüyalar, daha sınırsız düşüncelere kapılabilir diye hayal ediyorum hep.

***

Herkes daha iyisini hak ediyor. Her yaşam biricik tabii ki ama sizin de kendinize nasıl baktığınızla, hangi koşullarda kaldığınızla da ilgili çoğu zaman. Bazen aşırı şanslı olduğumu düşünmüyorum. Hep çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Şansın bir miktarını da kendiniz yaratıyorsunuz ama maça da avantajlı başlamak şansın büyük bir kısmı. Keşke herkese o şans tanınsa.

Keşke herkes eşit, herkes denk, herkes nefretsiz, öfkesiz ve sevgi dolu başlasa hayata.

Toplumlar da bizler gibi. Kötü anne baba, kötü akraba, kötü sevgili, kötü manita, kötü toplumlar yaratıyor. Sonra ayıkla pirincin taşını. Şimdi 45 yaşıma geldiğime göre keyfime, sağlığıma ve hepinizin şerefine bir şeyler içmeye gidiyorum. Belki güzel bir çay, belki biraz içki, belki tertemiz bir bardak su.

Aniden olgunlaştığımı hissediyorum. Keşke herkes en az benim kadar mutlu olsa.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Halkların Merkez Bankası tarihi - Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Paranın ve merkez bankacılığının serüveni, insanlık tarihinde görece yeni bir olgu. İnsanlar arası sosyal ilişkilerde ticaret elbette yüzlerce yıl öncesine dayanıyor ancak malların mallar ile mübadelesinde paranın, hele hele kâğıt paranın kullanımı şunun şurasında sadece sekiz yüz, dokuz yüz yıllık bir öykü.  

“Dokuz yüz sene az mı?” diyeceksiniz. O zaman bakalım tarih baba neler söylemiş?

Parayı ilk bulan ve kullananlar Likyalılar. Bugün Manisa’nın Salihli ilçesinde yer alan antik ören yerinde Sardis Nehri’nin çamurlarındaki altın karışımını eriterek sikkeler basmışlar. Ancak mal ticaretinde paranın kullanımı ortaçağa kadar çok yaygın olamamış. Ticaret daha çok takas usulü ve pazarların hacmi de kısıtlı olagelmiş. Bunun bir nedeni para sikkelerini basacak yeterli altının olmaması ve küçük para birimlerinin elde edilememesine dayalı. Öyle ki tarihçiler bu açmazı Ortaçağda Küçük Para Birimi sorunu (problem of small coinage) olarak adlandırıp çalışmakta.

Ufak para birimi sorununu aşan yenilik Marco Polo sayesinde gerçekleşmiş. Marco Polo, Çin Hanedanlığı’na 13. yüzyılda düzenlediği ziyaretlerde Kubilay Han’ın imzasını taşıyan deri parçalarının “para” olarak kullanıldığını gözlemlemiş. “Deri paralar” taşımada kolay; üzerine her ihtiyaç duyulan birimi yazabilirsiniz ve istediğiniz kadar da üretebilirsiniz. Rivayet o ki Kubilay Han’ın imzasını taşıyan bu deri parçalarını para olarak kabul etmeyenler ölüm cezasına çarptırılmaktaymış.

Marco Polo bu ilginç buluş ve yanında spagetti ve şerbet gibi diğer egzotik ürünlerle birlikte 1295’te İtalya’ya döner. İtalyan şehir devletlerinde Venedik ve Cenova bankerlerinin sunduğu para sistemleri aracılığıyla ticaret derinleşir, sermaye birikimi hızlanır, piyasa rantları ve sanayide teknolojik buluşlar birbirini kovalar; gerisini tahmin etmek güç değil. 

Sanayi Devrimi 19. yüzyılda İngiltere’de gerçekleştiğinde, ardında gene bir banka vardır: Bank of England, 27 Temmuz 1694’te İngiltere kralı III. Vilyam’a Fransa ile savaşta kredi açmak üzere kurulur. Tarihte, İsveç Merkez Bankası Riksbank’ın (1668) ardından kurulmuş olan ikinci merkez bankası olarak geçer. Bank of England, Sanayi Devrimi’nin gelişen teknolojisi sayesinde elde edilen üretim fazlasını yerel ve uluslararası piyasalarda mübadele edilmesini kolaylaştıracak para miktarını sağlamakla görevlidir. Denilebilir ki İngiltere Merkez Bankası olmasaydı, Sanayi Devrimi söz konusu olamazdı. Kuşkusuz, İngiltere emperyalizmi ile birlikte kolonyalist tarihçe de bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır.

Merkez Bankacılığı fikri hızla gelişir. Ülkemizde de genç Cumhuriyetin Merkez Bankası’nın kuruluşu 30 Haziran 1930’da Resmi Gazete’de yayımlanır, Ekim 1931’de de faaliyete geçer.

Merkez bankalarının görevleri, müdahale araçları, piyasaya yönelik politikaları yıllar boyu değişiklik gösterse de ana amaçları tek bir sözcük ile özetlenegelmiştir: Nihai borçlanıcı olmak. Merkez bankaları gerek hükümetlerin gerekse bankacılık ve mali sistemin son borçlanma merciidir; bu konumları gereği bağımsız ve siyasi müdahalelerin dışında tutulmaları gerektiği parasal iktisat anabiliminin en önemli tarihsel derslerinden birisidir.

Sözü Türk Lirası’na getirirsek

Bütün bu tarihçe boyunca ise “enflasyonun nedeni yüksek faizlerdir ve dolayısıyla enflasyonu düşürmek için faizleri aşağı çekmek gereklidir” söylemi hiçbir zaman geçerlilik kazanmamıştır. Zira bu sav, ne içsel olarak tutarlı bilimsel bir teori ne de gerçeklerle uyumlu bir görüştür ancak ve ancak arka plandaki siyasi mücadelelerin ve çekişmelerin bir uzantısından ibaret olarak görülmelidir. İçsel olarak tutarlı değildir, zira bu söylem faizler ile enflasyon arasında doğrudan bir ilişki kurgulamaya çabalarken, paranın diğer bir fiyatını-döviz kurunu, göz ardı etmektedir. 

Dahası, “ılımlı enflasyon beklentileri ve göstergeler”“temkinli duruş”“daha ölçülü bir faiz artışı” ve benzeri sözcüklerin ardına gizlenen para politikasına yönelik siyasi müdahaleler, kurumun bağımsızlığına ve genel anlamda makro ekonomi politikalarının tutarlığına ilişkin endişeleri derinleştirmekte, güvensizlik ve belirsizlik yaratmaktadır. Böylesi bir ortamda Türkiye’nin risk primi yükselmekte, döviz kuru üzerindeki baskılar yoğunlaşmaktadır.

Türk Lirası’nın uluslararası döviz piyasalarında en hızlı değer yitiren para birimleri arasında olması, söz konusu tutarsız, rastgele para ve makro ekonomi politikaları ile denetim dışı, keyfi siyasi müdahalelerin kaçınılmaz sonucudur.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Mazbut vakıflar canlanıyor - Kadir Sev / SOL


 

Şeyhülislamlığa giden yolda bir adım daha atıldı.

Gezi Parkı, Sultan Bayezıd Vakfına devredilmekle yalnızca park teslim alınmadı. Çok daha vahim bir durum karşısındayız; II. Mahmut’un başlattığı dinsel otoriteye karşı mücadelede yenik düştük. Şeyhülislamlığa giden yolda bir adım daha atıldı.

Mazbut vakıflar canlandırılıyor.

Dahası var; Hazine, belediye, özel idareler ya da köy tüzel kişiliği mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıklarının gizlice mazbut vakıflara devredilmeye başlandığı ortaya çıktı. Kamunun elinden alınan taşınmazlar Devlet İhale, Mer’a ve Orman Yasalarına uyulmaksızın, çok daha esnek kurallarla yönetilecek.

II. Bayezıd, Mazbut Vakıf olarak adlandırdığımız vakıfların yönetimini 1506 yılında kurduğu Şeyhü’l İslam Nezareti’ne vermişti. II. Mahmut, bunların hepsini, 1826 yılında kurduğu Evkaf-ı Hümayun adlı bir bakanlığa devretti. Gelir tahsil etme ve harcama yetkisi bu bakanlığa bırakıldı.

O güne değin, konaklarında oturup gelirleri toplayıp fetvalar veren şeyhülislamlar parasız kaldı. Kendilerine, yeniçeriliğin kaldırılmasıyla boşalan ağa konağı tahsis edildi ve böylelikle yaptıkları iş memuriyete dönüştü.

Yukarıdaki bilgileri Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında Mart 1995 yılında basılmış “Dr. Nazif Öztürk’ün, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” adlı kitabından öğrendim.

Kitapta bu üzücü durum şu sözlerle anlatılıyor (sayfa 76); “…hem mali hem de idari bağımsızlıktan yoksun kalan ulema, tarihte tek kişi yönetiminin sertliklerini yumuşatıcı, memleketin âli menfaatlerine ters düşecek kararların önlenmesi gibi denge unsuru olma özelliğini kaybetmiş, merkezi otoriteye bağlı bir memuriyet haline gelmiştir.”

Kitapta “ilhak edilmiştir”, “zapt edilmiştir” gibi sözcükler kullanılıyor. Malum vakfımız için zapt edilme sözcüğü tercih edilmiş; “1834’te …Yıldırım Bayezıd vakıfları Evkaf-ı Hümayün Nezareti tarafından zabtedilmiştir.”

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yüzlerce yıl öncesinde kurulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan vakıflar, soylarından gelen kimse kalmadığı ve mütevellileri de olmadığı için bir kül halinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetimine bırakıldı.

Bunlara mazbut vakıf deniyor.

Kül halinde devredildiği belirtiliyor ama 500-600 yıl önce kurulduklarına, kimsesi olmadığına bakılmaksızın, vakıf senetleri ile taşınmaz kayıtlarının tutulmasına hep özen gösterildi. VGM de vakfiyelerinde yazılı amaçlarına uygun kullanmaya özen gösterdiğini söyler. Belki de bugünler içindir.

2008 yılında mazbut vakıfların taşınmazlarını ilgilendiren önemli bir adım atıldı. Vakıflar Yasası yenilendi ve şöyle bir kural konuldu; “Vakıf yoluyla meydana gelip, her ne suretle olursa olsun hazine, belediye, özel idareler, köy ve tüzel kişiliğin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur.”

VGM, birkaç gün önce yaptığı araştırma sonucunda Gezi Parkının olduğu alanın Sultan Bayezıd Vakfının olduğunun anlaşılması üzerine yasa gereği mülkiyetinin devredildiğini açıkladı.

Bu bilgi iki nedenle ihtiyatla karşılanmalı. Üzerine III. Selim döneminde topçu kışlası yapılmış. Mülkiyet konusunun derinlemesine araştırılması gerekiyor.

VGM, 2004 yılında; “vakıflarla ilgili belgelerin derlenip bilgisayar ortamına alınması projesi” adlı bir ihale yaptı. Belgelerin işlenmesi işini “Sentim Bilişim Teknoloji Sanayi ve Tic. A.Ş. (pilot ortak) Sentim Yazılım Bilgisayar Çözümleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. (özel ortak); kontrol edilmesi işini de Hayat Yayıncılık, Yapım Eğitim Hizmetleri ve Ticaret Ltd. Şti.” üslendi.

Devlet Denetleme Kurulunun 2007 yılında yaptığı denetim sonucunda yazdığı raporda; yaklaşık on milyon belgenin işleneceğine vurgu yapılarak, gizli kalması gereken bilgilerin nasıl korunacağının sözleşmede belirtilmediği eleştirisi dikkat çekiyor.

Diyelim ki mülkiyet sorunu yok. Ama biz Osmanlı Padişahının umursamadığı mülkiyet konusunu neden Türkiye Cumhuriyeti’nin dert ettiğini sorgulasak iyi olur.

Mazbut Vakıfların taşınmazları nasıl değerlendiriliyor?

Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarında Osmanlı ve Selçuklu Döneminden günümüze 52 bin vakıf devrettiği belirtiliyor. Taşınmazlarının sayısı, değeri gibi bilgilere ulaşabilmek kolay değil.

Mazbut Vakıf taşınmazlarını, satıyorlar; kiraya veriyorlar, restorasyon, onarım ya da yapım-onarım karşılığında 49 yıla uzanan vadelerle kiraya veriyorlar. Uymakla yükümlü oldukları kurallar esnek olduğu için bu işlerde çok özgür olabiliyorlar.   

Sattıkları taşınmazlardan 2019 yılında 85 milyon, 2020 yılında 55 milyon lira olmak üzere son iki yılda yaklaşık 140 milyon lira gelir elde etmişler.

Kira gelirleri 2019 yılında 741 milyon; 2020 yılında 836 milyon olmak üzere iki yılda 1 milyar 577 milyon lira.

2003-2018 yılları arasında 621 taşınmaz verip 4343 Daire, villa, büro almışlar. 49 yıla değin uzayan kiraya verme karşılığında 587 taşınmaz üzerine ticaret, turizm, konut, akaryakıt istasyonu, yurt yaptırmışlar ya da restore ettirmişler.

Kira gelirlerinin yüksek oluşuna aldanmayalım. Hemen hepsi kent merkezlerinde kalmış, çoğu tarihi eser niteliğinde çok fazla sayıda taşınmazları var. Yukarıda sözünü ettiğim 2007 yılı DDK raporunda içler acısı bir durum olduğu görülüyor. Aradan geçen sürede düzelme olmuş mudur? Bilinmez.

Onu da bir başka yazıya bırakalım.

Kadir Sev / SOL

Gece yarısı kararnamelerindeki Türkiye - Fatih Yaşlı / SOL

Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili.  

Ekonomik krizin giderek derinleştiği Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı “üzerine düşeni” yapmış ve 27 Şubat’taki Cuma hutbesinde Bakara Suresi’nden “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!“ şeklindeki ayeti paylaşmıştı. 

Pazartesi günü döviz kurları Merkez Bankası’nın taze başkanının bir gece yarısı görevden alınmasına tepki olarak fırlayıp gidince, olan bitenin boyutlarını anlamış olacak ki, hayatımıza yeni giren figürlerden Ayasofya Baş İmamı da aynı ayeti sosyal medyada paylaşarak toplumdan tevekkül ve sabır istedi. Hemen ardından ise ekonomiyle ilgili görüşlerini bizimle paylaşarak şöyle dedi: “Faizin azaltılması ve sonunda tamamen kaldırılması hem İslam'ın hem de aklın gereğidir. Güçlü ekonomilerde faiz % 0-1 arasında. O sebeple faizcilerle mücadele etmek de İslam'ın bir emridir.” 

Aynı gün, Saadet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete’nin manşetinde ise gece yarısı kararnamelerinden diğeri vardı. Gazete İstanbul Sözleşmesi’nin feshini “Milli Mücadele… ve sonuç…” manşetiyle kutluyor, 15 kez manşet attıklarını, onlarca kez haber yaptıklarını, yüzlerce kez makaleler yayınladıklarını, dolayısıyla bu “zafer”in kendilerine ait olduğunu söylüyordu.

İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden döneceğiz ama önce faizle ve Naci Ağbal’ın sadece dört buçuk ay Merkez Bankası’nın başında kalabilmesiyle başlayalım.

Bundan iki hafta önce bu köşede “Krizin derinleşmesi, 'kendiliğinden çökecekler'in reddi” başlıklı bir yazı yazmış ve hem küresel ekonomideki hem de Türkiye ekonomisindeki gelişmelerin faiz artırımını kaçınılmaz kıldığını, bunun da birtakım siyasal sonuçları olacağını söylemiştim. Yüksek faiz, yatırımların azalması, ekonomik durgunluk ve daha çok işsizlik demekti, dahası yüksek faiz daha yüksek maliyetle borçlanmak, borçlanarak da olsa tüketim yapabilmekte daha da zorlanmak demekti.

Peki –diğer faktörleri dışarıda bırakarak soracak olursak- işsizliğin, hayat pahalılığının, yoksulluğun aynı anda arttığı, ekonomisi durgunlukta olan ya da küçülen bir ülkede, iktidarın seçimi kazanma şansı artar mıydı azalır mıydı? Yazıda bu soruya “azalır” yanıtı veriliyor ve iktidarın bu koşullarda bir seçime gitmesinin öyle kolay olmadığı söyleniyordu. Zaten Perşembe günü Merkez Bankası piyasa beklentilerinin de üzerinde iki puanlık bir faiz artışına gittiğinde, kimi yorumcular da benzer bir değerlendirme yaparak erken seçim ihtimalinin ortadan kalktığını belirttiler. 

Erken seçim ihtimalinin ortadan kalkışının ortadan kalkışı için ise 48 saatten az bir süre geçmesi gerekecekti. Önce iki puanlık faiz artışına izin verilmiş ve ardından da Naci Ağbal bu iki puanlık artışa kurban edilmişti. Yerine getirilen isim ise “damat ekolü”nden olduğunu ve Erdoğan’ın o ünlü “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisine yakın durduğunu bildiğimiz,  Yeni Şafak gazetesi yazarı ve iktidar partisinin eski milletvekillerinden Şahap Kavcıoğlu oldu.

Bu karara bakarak söyleyebiliriz ki, AKP ne olursa olsun iktidarı vermeme, yani “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda bir adım daha attı ve yaslandığı sınıf olan MÜSİAD sermayesiyle müteahhitlerin de talep ettiği şekilde, faizlerin yapay bir şekilde aşağıya çekileceği, döviz kurlarının, enflasyonun, bütçe açığının ve devlet borçlarının yükselmesinin ise göze alınacağı bir konjonktüre girildi. 

Yapılan hesabın çarkları kısmen de olsa döndürmek, istihdam yaratmak ve hepsinden önemlisi ekonomiyi kredilerle yüzdürmeye devam etmek olduğu ve bunun da oya tahvil edilmek istendiği çok açık bir şekilde görülebiliyor, hesap tam olarak bu. 

(Ancak bu hesabın tutma ihtimalinin de son derece zayıf olduğunu, çünkü faizlerin düşürüldüğü ama enflasyonun yükseldiği bir ortamda Türkiye’ye gelen sıcak paranın giderek azalacağını, bunun da sıcak para bağımlısı Türkiye ekonomisini yeni kriz dinamikleriyle karşı karşıya bırakacağını geçerken not edelim.) 

Dolayısıyla baro yasası, bekçi yasası, sosyal medya yasası ve elbette ki HDP’ye kapatma davası açılması nasıl ki “seçimle gitmeme konsepti”nin bir parçasıysa, ekonomide yaşanan son gelişmeleri de bu konsepte yerleştirerek okumak gerekiyor. İktidar, uzun vadede ekonomiyi bütünüyle çökertme ihtimali olsa dahi, kendisini ve yaslandığı MÜSİAD sermayesini/müteahhitleri kurtarmak adına bu adımları atıyor, her zaman yaptığı gibi kendi bekasını ülke bekasının önüne koyuyor. 

Peki ya İstanbul sözleşmesinin feshi? Sözleşmenin feshi ile Ağbal’ın görevden alınması kararının aynı gün verilmesi tesadüf değil elbette, çünkü bu kararı da “seçimle gitmeme konsepti” içerisine yerleştirmek gerekiyor. 

Kararın bir boyutunda fesih kutlamaları yapan Saadet Partisi’ne, özellikle Oğuzhan Asiltürk kliğine el uzatılması ve Saadet’i Cumhur İttifakı’na katmak olduğu görülebiliyor. Öte yandan bu kararla Milli Görüş gömleğinin aslında hiç çıkarılmadığı ve İslami bir rejim inşasında bir adım daha atılmak istendiğini de görmek gerekiyor. Ayasofya’nın açılışından İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline, LGBT’lerin adeta “iç düşman” kategorisine yerleştirilmesinden yeniden yükseltilen hilafet tartışmalarına uzanan yollar var ve bu yolların hepsinin çıktığı yer ise devam eden rejim inşası. 

İktidarın en iyi bildiği şeyin kutuplaştırmayı artırmak ve karşı ittifakları dağıtmaya oynamak olduğunu biliyoruz. Sözleşmenin feshi ile toplumun bir kez daha “dini ve milli değerler” üzerinden bölünmesi, kutuplaşması hedeflenir ve buna bağlı olarak da iktidarın dinci ve milliyetçi söylemi giderken derinleşirken, muhalefet bloğunun zayıf halkası olarak görülen Saadet Partisi’ni koparmaya yönelik hamlelerin de bu süreçte sıklaşacağı anlaşılıyor. 

Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili. 

Ayasofya Cumhuriyet’ten rövanş için tekrar cami yapılırken “aman oyuna gelmeyelim” diyerek üç maymunu oynayanlar, hatta “elinizi tutan mı var, açın” diyenler ve tüm bunları “doğru strateji” diye alkışlayanlar, bugün Ayasofya İmamı’nın kendisini fetva makamına yerleştirmesine kızma hakkına sahip olabilir mi? 

Erbakan anmasında muhalefetteki İslamcılarla buluşup onun “Cumhuriyet çocuğu” olduğunu ya da “Kürt sorununa demokratik çözüm istediğini” söyleyenler ve buna pragmatizm adına arka çıkanlar, muhalefetteki İslamcıların fetih kutlamaları misali İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kutlamaları yapmaları ve bundaki en büyük payın da kendilerine ait olduğunu söylemeleri konusunda ne düşünüyordur? 

“Aman oyuna gelmeyelim”lerle, “sağ seçmeni ürkütmeyelim”lerle, sağın diliyle konuşmakla ve sağcılık yapmakla, iktidarda rejim inşa eden bir parti yokmuş gibi davranmakla, Meclis sınırlarını aşmayan muhalefet tarzıyla, seçimlerin “serbest” bir şekilde yapılacağı ve iktidarın barışçıl bir şekilde devredileceği yanılsaması üzerine kurulu bir stratejiyle varılabilecek bir yerin olmadığı açıktır. 

Bu söylediğim eğer şimdiye kadar görülmemişse son bir haftada iktidarın attığı adımlara bakarak görülebilir, yok eğer bu körlükte ısrar ediliyorsa ülke ve toplum olarak bunun sonuçlarına da katlanmak gerekecektir. 

Türkiye toplumu ya bu muhalefetsizliği de aşacak bir şekilde, kadın cinayetlerinden Ayasofya İmamı’na, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhuriyet’ten rövanş alınmasına, kısa çalışma ödeneğinden döviz kurlarına, siyasal İslam’la ve bu sömürü düzeniyle cepheden ve bütünlüklü bir yüzleşmeyi göze alacak ya da bu devran böyle dönmeye devam edecektir.

Fatih Yaşlı / SOL

23 Mart 2021 Salı

Ekonomide toz duman arasında...- Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Gelişmelerin o kadar hızlı seyrettiği bir dönemden geçiyoruz ki, yarın siz bu yazıyı okurken ekonomi gündeminde neleri tartıştığımızı kestirmek hiç kolay değil. 

Belirsizlik öyle koyu ki, döviz kurlarının düzeyini, piyasa faizlerinin son halini, borsa endeksinin seyrini tahmin edemiyoruz. Ancak orta-uzun dönemde Türkiye ekonomisinin büyüme performansını, yatırım eğilimini, ülkenin en önemli sorunu işsizliği son derece olumsuz etkileyecek bir trendle karşı karşıya kaldığımız çok açık.

Bu arada toz duman arasında pek konuşulmadı, dün TÜİK 2020 yılı “işgücü istatistiklerini” açıkladı. Çalışma yaşındaki nüfus 1 milyon 110 bin artarken, işgücü tam 1 milyon 676 bin azalmış. İstihdam 1 milyon 268 bin kişi daralırken, insanlar işgücü piyasası dışında kalırken, yapay bir biçimde işsizlik de 408 bin kişi düşmüş. Diğer bir ifadeyle çalışma yaşındaki her 100 kişinin yarısından azı, 49.3’ü çalışma isteği belirtirken, ancak 42,8’i iş bulabilmiş. Özetle, bu son sarsıntı öncesi zaten mevcut yönetimin bir türlü çözüm üretemediği korkunç bir işsizlik tablosuyla karşı karşıyaydık.

NACİ AĞBAL NİYE GÖREVDEN ALINDI?

Merkez Bankası (MB) Başkanı Naci Ağbal’ın alışılageldik bir “Cuma gecesi kararnamesi” ile görevden alınması ile ilgili çeşitli yorumlar var. Bunlardan birisi, Naci Ağbal’ın finansal piyasalar açısından faizleri yükselterek “iyi polisi” oynadıktan sonra (bu özellikle inşaatçılar ve borçlu firmalar için “kötü polis” anlamına geliyor) misyonunu tamamlayarak, kızağa çekildiği iddiası…

İkincisi ise, tartışılan 128 milyar dolar rezerv kaybını ekonomi politikaları açısından doğrulayan, meşrulaştıran bir tutum takınmaması. Hatta bazı söylentilere göre MB içinde bir soruşturma komisyonu kurmaya yeltenmesi… Nitekim selefi Şahap Kavcıoğlu Yeni Şafak’taki köşesinde rezervlerle ilgili yorumunda “Ancak TCMB’den bir açıklama gelmeyince, sanki bu konuşulan 130 milyar dolar bir yerlere uçtu gibi algılanıyor…” şeklinde bir eleştiri yöneltmişti.

Derken üçüncü değerlendirme, adeta resmi açıklama niteliğinde AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Ekonomi İşleri Başkanı Nurettin Canikli’den geldi. Canikli, fiyat istikrarının sağlanması hedefine sadık kaldıklarının altını çizdikten sonra, pozitif reel faizin optimal seviyede kalmasının bir zorunluluk oluşturduğunu, optimal seviyenin üzerinde belirlenen reel faizin ekonomi için maliyetler ortaya çıkardığını belirtti. Mealen faizlerin yüzde 17’ye kadar artırılmasının kabul edilebilir olduğunu, 18 Mart Para Politikaları Kurulu toplantısındaki 200 baz puan artışı onaylamadıklarını ima etti. 13 maddelik ayrıntılı Twitter mesajında “Sayın Cumhurbaşkanı” sıfatını kullanmaması ve hep hükümete gönderme yapması dikkat çekti. Sanki Ağbal bir “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile görevden alınmamış gibi…

ŞAHAP KAVCIOĞLU’NUN OLUMSUZ REFERANSLARI

Şahap Kavcıoğlu açıkçası çok olumsuz referanslarla göreve başlıyor. Öncelikle MB’nin politika faizini yüzde 19’a yükseltmesinin ardından “Bu operasyonu kim adına çektiniz” diye manşet atan Yeni Şafak’ın köşe yazarı. Bu atamayla zımni olarak Tayyip Erdoğan yandaş gazetenin söz konusu tezini kabul etmiş oluyor. Kavcıoğlu’na da “operasyonu” kimin yaptığını açıklamak düşüyor.

2018’deki Rahip Brunson dönemi döviz kuru krizinde yaşandığı gibi “dış güçleri”, “üst akılı” suçlamanın Cumhur İttifakı’nın kendi tabanı açısından dahi bir inandırıcılığı yok. Yazılarından, Kavcıoğlu’nun daha usturuplu bir dille ifade edilse de “faiz sebeptir, enflasyon netice” tezinin takipçisi olduğu da anlaşılıyor. Sabık AKP milletvekilliğini bir yana bırakalım, profesör unvanı taşısa da ekonomi çevrelerinde pek adı bilinen biri olmadığı gibi, merkez bankacılığı konusunda da hiçbir deneyimi bulunmuyor. Kaldı ki yıllarca Halk Bankası’nda üst düzey görevler üstlenmesi New York’ta dava sürerken konumunu iyice tartışmalı hale getiriyor.

BİR GÜNLÜK AĞIR BİLANÇO

Finansal piyasalarda aşırı oynaklık devam ederken Ağbal operasyonunun net bir bilançosunu çıkarmak haliyle olanaksız. İzin verirseniz 22 Mart rakamlarıyla bazı kabataslak hesaplamalar yapalım. Bir anlamda sizin faturayı güncel rakamlarla tekrar hesaplamanıza olanak tanıyalım.

>> Türkiye’nin 1 yıl içerisinde çevirmesi gereken dış borç miktarı 190.3 milyar dolar. Dolar kurunun Cuma günü 7.22 lira olduğunu göz önünde bulundurursak, bu satırlar kaleme alınırkenki 7.97 lira kuru bu yıl 142.7 milyar lira ek maliyet demek.

>> Toplam dış borçlar 435.1 milyar dolar. CDS primleri bir anda 158 puan artışla, 466 puana çıktı. Türkiye’nin 5 yıl vadeli Eurobond tahvillerinin faizleri ise 170 puan sıçramayla yüzde 6.48’e vurdu. Böylelikle yurtdışı borçlanma maliyeti hızla arttı. Dış borç servisinin 1 yıllık maliyeti 7.40 milyar dolar yükseldi.

>> En son açıklanan Hazine’nin iç borç stoku 1064.3 milyar liraydı. 5 yıllık tahvillerin faiz oranı 296 baz puanlık değişimle yüzde 18.20’ye zıpladı. Bu da iç borçların faiz maliyetinin 31.5 milyar lira artışına işaret ediyor.

Ülke, demokrasi ve insan hakları standartlarının iyice düşmesi, evrensel hukuk normlarının dışına çıkılması yanında ekonomide de büyük bir karmaşaya sürüklenmiş bulunuyor. Daha eşitlikçi, paylaşımcı, kamuculuk temelli ekonomi tahayyülümüz bir yana, kapitalist aklı da zorlayan keyfi, rasgele, plansız bir seyir söz konusu. Bu gidişata bir son veremezsek, bu kaosun yaşamamıza daha fazla işsizlik, daha yüksek enflasyon, daha derin yoksullukla yansıyacağı görülüyor. O nedenle toplumsal muhalefetin özgürlük, laiklik, kadın hakları yanında iş, aş, ekmek sorunlarıyla da sahaya inmesi geleceğimiz açısından büyük önem taşıyor…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Bir kararnameden faşizmin inşasına - İbrahim Varlı / BİRGÜN


 

Alman Parlamentosu Reichstag, bundan 88 yıl önce bugün Adolf Hitler’e kararnamelerle

 ülkeyi yönetme yetkisi verdiğinde kimse bunun sadece Almanya’nın değil bütün bir Avrupa’nın

 mahvına yol açacak faşizme verilen bir onay olduğunu öngörmüyordu muhtemelen. 23 Mart

1933 tarihinde Reichstag’dan istediği kararname onayını kapan Hitler, adım adım tarihin görüp

 görebileceği en tehlikeli rejimin tohumlarını ekerken 23 Mart tarihi bu anlamıyla simgesel bir

 öneme sahip.

Bir kararname üzerinden koca bir ülkeyi ve de kıtayı uçuruma sürükleyen faşist liderin bu yetkiyi nasıl aldığı da çarpıcı. 30 Ocak 1933’te “İmparatorluk Şansölyesi” olarak onurlandırılan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Lideri Adolf Hitler, 1 Şubat’ta Parlamento’yu fesheder. 28 Şubat 1933 gecesi Reichstag yakılır. Bir kundaklama sonucu ortaya çıktığı açıklanan yangın hiçbir zaman aydınlatılmaz. Ama yaptıran Nazi faşizminin kendisidir. Ve Reichtag yangını komünist cadı avına dönüştürülmek için kullanılır.

FAŞİZMİN YOLLARI

Senaryo adım adım devreye sokulur. Aynı gece solcular, sosyalistler, komünistler hedef alınır. Siyasi muhaliflere yönelik, büyük bir tutuklama faaliyeti başlatılır. Bulgar komünist lider Georgi Dimitroff, Hollandalı komünist Marinus van der Lubbe ve Alman Komünist Partisi’nin önde gelen yetkilileri yangının fâilleri olarak bir süre sonra tutuklanmaya başlar. Dimitrov, kendisini yargılayan Nazileri mahkum ettiği, tarihe geçen ünlü savunmasını Leipzig’deki Reichstag Yangını davasında yapar.

Her şey Nazi faşizminin istediği gibi yol alır. Yangının ertesi günü temel haklar geçici olarak askıya alınır. 21 Mart 1933’te yapılan Parlamento’nun açılış oturumu yaşanacak olanların habercisidir. Açılıştan iki gün sonra da Reichstag, Hitler’e kararnamelerle ülkeyi yönetme yetkisi verir.

Bu, sıradan bir yetki değildir. Adım adım örülen faşizme verilen bir onaydır. Sonrasında yaşananlar malum. Yaşananlar bütün dünyanın gözleri önünde olur.

Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından imparator II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine 1918’in sonlarında kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin çalkantılı siyasi ikliminde kuluçkalanan faşist hareket 1933 itibarıyla resmen tarih sahnesine çıkar. Weimar Cumhuriyeti de tarihin tozlu raflarındaki yerini alır. Hitler’in şansölye olarak atanmasıyla Weimar Cumhuriyeti sona erer, Nazizm dönemi artık resmen başlayacaktır. Askeri ve siyasi güç Hitler’in ellerindedir artık, kısa bir süre sonra da ülkenin hikmetinden sual olunmaz mutlak bir hükümranına dönüşecektir.

DİKTATÖRLERİN RÜYASI

Yakın siyasi tarih de pekala göstermiştir ki diktatörlüklerin hemen hepsi benzer yolları izlemişlerdir. Bu Nazi faşizmi de olabilir, İslamcı bir diktatörlük de. Değişenler sadece nüanslar olur. Faşizm birden bire ortaya çıkmaz. Zamana yayılan, koşulları olgunlaştıran bir sürecin ardından adım adım örülen ağlar sonrasında ortaya çıkar. Tarihsel travmalar, ekonomik krizler, siyasi gerilimler hepsi bunun için araçsallaştırılır.

Diktatörlerin yapmayacakları şey, gerçekleştirmeyecekleri kötülük yoktur. Amaca giden yolda her türlü kötülüğü yapmaktan imtina etmezler. Hitler’den günümüzün popülist sağcı muhafazakâr liderlerine değişen bir şey yok. Bizden sonrası tufan diyerek, kendi kişisel ikballeri için bütün bir ülkeyi, insanlığı ateşte atmaktan kaçınmazlar.

Karl Marx, 1852 yılında yayımlanan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabının girişinde Hegel’e atıfla o tarihi saptamasında şöyle der:

“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak.”

Bir kararname, bir karar bazen tarihin akışını değiştirebilecek bir dönüm noktasına dönüşebilir. Gece yarısı kararnameleriyle yapılanlar tarihin birer kötü tezahüründen ibaret olsa gerek.

Weimar Cumhuriyeti ve Hitler faşizminden günümüze... Kulaklara küpe olsun… Trajediyi yaşadık.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ekonomide fırtına günleri - Oğuz Oyan / SOL

 Yeni Şafak 'bu operasyonu kim adına çektiniz' başlığıyla cepheden saldırırken, günün sonunda operasyonu çekenlerin aslında kendileri olduğunun açığa çıkması bu vodvilin galiba en eğlenceli kısmıydı.

Daha geçen haftaki yazımızda "İktidar Açılıma Doymuyor" başlığı altında yeni ekonomik paket üzerine yazmıştık. Daha sonra onun üzerine birbirine zıt iki hamle geldi: TC Merkez Bankası (MB) faizleri iki puan arttırdı ve sıkı duruşunu devam ettireceğinin de altını çizdi. Hemen arkasından da MB Başkanı görevden alındı ve yerine düşük faiz politikasını savunan ve RTE eksenli daha militan bir duruşu olduğu anlaşılan bir Yeni Şafak yazarı getirildi. 

Naci Ağbal'ın da, Maliye Bakanlığı içinden yetişen bir bürokrat olmakla birlikte, AKP milletvekilliği ve bakanlığı, daha sonra da CB Strateji ve Bütçe Başkanlığı deneyimlerinden geçerek politikleştiği ileri sürülebilir. Doğrudur ama buna bazı nüanslar getirilmesi uygun olur. Ağbal'ın maliye bürokratı kimliği politik kimliğine baskın gelmiştir hep. Aslında olağan bir sağ parti iktidarı döneminde, onun önünde maliye bürokratlığı dışında bir siyasi kariyer açılması bile beklenemezdi. Uluslararası finans kuruluşları ve yerli büyük sermaye paralelinde ortodoks bir bakış açısına sahip olması ise, Tayyibistan'da geçerli olan yüksek siyasi esneklik yeteneğini geliştirmesinde bazı sorunlara neden olmuş olabilir.

Erdoğan neye göre karar alıyor?

Erdoğan'ın bu kadar sık MB başkanı değiştirmesinin arka planı için de ilginç yorumlar yapılabilir kuşkusuz. 

Birincisi, mecbur kalınca faizleri yüksek zirvelere taşıma esnekliği gösterebilen Erdoğan'ın asıl sabitinin, genlerine işlemiş bir faiz düşmanlığı ile "faizler enflasyonun asıl nedenidir" saplantısı olduğu bir kez daha kendini göstermiştir. 

İkincisi, bu takıntılarına rağmen, ekonomik /siyasi koşulların zorlaması ve (aile ekonomisi hariç) derin ekonomi bilgisizliğinin yönlendirmesiyle RTE'nin etki altında kalmaya çok müsait bir kişilik yapısına sahip olduğu da anlaşılıyor. Özellikle Naci Ağbal'a karşı konumlanmış ve son iki puanlık faiz artışını fırsat bilerek daha da bilenmiş olan iktidarın/Berat'ın medyası üzerinden yönlendirilmiş tepki korosunun etkisiz olmadığı görülüyor. Tam tersi etkilenme örneği olarak, daha geçen sonbaharda döviz krizinin zirvesinde Erdoğan'ı faiz artışı yönünde ikna etmekte rol oynayanlar ekonomi yönetiminin direksiyonuna geçirilirken, şimdi de Erdoğan'ı "faiz artışlarının ekonomik büyümeyi felç ettiğine" ikna eden çevrelerden biri MB başkanlığına getiriliyor. Kasım'dan bugüne yaşanan gelgitler, bu tür anlık etkilenmelerin artık inkar edilemez kanıtını oluşturmuş bulunuyor. Bunun, iç ve dış güç odaklarınca not edildiğinden emin olabilirsiniz. 

Ekonomi bilgisizliği ile fikri-sabitlik, bir de bu özelliklerin farkında olanların dıştan yönlendirmesiyle birleşince, ortaya böyle acayip çelişkili kararlar çıkmasına neden olabiliyor. Oysa ekonomi bilgisi bir yana, biraz aklıselim sahibi olunsa, TCMB politika faizinin yüzde 19'a çıkarılmasıyla TL'nin değer kazanmış olmasının "rahatlatıcı" koşulları, en azından bunun aşınma süresi sonuna kadar (bir-iki ay) kullanılır ve U dönüşüne bundan sonra geçilirdi. Bunun bile gözetilmemiş olması, acaba Saray'dan birileri döviz spekülasyonundan kazanç mı sağlıyor sorusunu bile akla getirmiyor değil.

Üçüncüsü, Yeni Şafak gazetesi "bu operasyonu kim adına çektiniz" başlığıyla çıkarak cepheden saldırırken, günün sonunda operasyonu çekenlerin aslında kendileri olduğunun açığa çıkması bu vodvilin galiba en eğlenceli kısmıydı. Yalnız burada bir uyarının gerekli olduğunu düşünüyorum: Ortada bir Berat Albayrak çizgisi ile bir Naci Ağbal çizgisi "kapışmasını" aşan bir durum vardır. Kapışma için uygun zemin, RTE'yi de daha kolay yanına çekebilmenin hesabıyla, buradan tutturulmuştur. 

Öte yandan, Berat Albayrak'ın herhangi bir çizgisinden de bahsedilemez. Zayıf ekonomi bilgisiyle Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna tepeden inen Berat'ın, herhangi bir ekonomik görüşün tutarlı savunucusu olması gibi durum söz konusu olmamıştır. Bunun iyice anlaşılması için 2018'de açıklanan üç yıllık Orta Vadeli Programa (Yeni Ekonomi Programı-YEP'e) bakılmalı. B. Albayrak'ın Haziran-Ağustos 2018 dönemi bocalamaları üzerine gelen o programın hedefleri McKinsey şirketiyle birlikte çatılmıştı ve sıkı para ve maliye politikalarını içeren örtük bir IMF istikrar programıydı. Ama bunun siyasi bedelini üstlenmek istemeyen RTE tarafından bu programın uygulanması engellenmişti. Dolayısıyla, ortada Berat'ın değil Erdoğan'ın politikalarının "başarısızlığı" vardır. (Bu konuda Sol Gazete'de yayınlanan "IMF'siz IMF Programı da Çözüm Olmayacak" başlıklı söyleşimize bakılabilir). 

Dördüncüsü, bu operasyonun arkasında iktidar-içi güç çatışmaları temel belirleyici olmakla birlikte, biriken borçların ve özellikle de batık/sorunlu kredilerin, yükselen faizlerin, inşaat-konut sektöründe işlerin yavaşlamasının, otelcilik-turizmde durmasının etkisiyle daha da zora düşen şirketlerin (ki bunların epeycesi iktidarın eteklerinde semirtilmişlerdir) baskıları da vardır. Güçlü bir anti-faiz lobisi oluşmuştur çünkü tahsili gecikmiş alacaklar (takipteki krediler) ile yakın izlemedeki kredilerin toplamı 539 milyar TL'ye ulaşmıştır. Bunun toplam kredi hacmi olan 3,5 trilyon TL'ye oranı bize yüzde 15 oranını verir ki çok yüksektir. İnşaat, hem toplam kredilerden yüzde 7,67 ile en çok pay alan sektördür, hem de kullandığı kredilerin yüzde 9,27'lik oranla takibe dönüşmesi bakımından en riskli sektördür. Üstelik BDDK kararıyla, bankaların tahsili gecikmiş alacaklarına ilişkin 90 gün olan asgari gecikme süresinin 180 güne çıkarılmasıyla, batık kredilerin gerçek görünümünün ortaya çıkması önlenmiş/ertelenmiştir. Yani sorunlu kredi oranı yüzde 15'in hayli üzerinde olabilir.

Geçici bir pembe tablo mümkün mü?

Sonuçta dünkü hafta açılışında, bekleneceği gibi, bu tuhaf kararın döviz kurlarına, içerdeki altın fiyatlarına ve borsaya (BİST) yüksek oranlı yansımalarını yaşadık. TL'nin döviz karşısındaki değeri yüzde 10 civarında (başlagıçta yüzde 13,9 kadar) geriye giderken, BİST -100 endeksi de yüzde 10'a yakın kayıp görecekti.

Yukarıda da söyledik: Eylül 2018'de Berat'lı YEP'te tasarlanmış ancak uygulanamamış olan program Naci Ağbal'ın Kasım 2020-Mart 2021 dönemindeki başkanlığında para politikası yönünden uygulanmıştı aslında. Lütfi Elvan'ın maliye politikalarında neye hazırlandığı ise (son ekonomik paketin köşeleri yontulduğu için) tam ortaya çıkmamış olmakla birlikte, daha sıkı maliye politikalarına bir geçişi de içerebilirdi. Peki, şimdi tekrar Kasım 2020 öncesine dönmek yani Ekim 2018- Ekim 2020 dönemini yeniden yaşatmak için koşullar var mı? Bizce artık yok. Ama denemek isteyecekleri tam da bu: Düşmeye zorlanacak faizler üzerinden yeni bir kredi genişlemesi yaratmak ve ekonomiyi seçimlere kadar yapay bir büyüme patikasına sokmak! Bunun koşulları olmadığı gibi, son başkan değişikliğiyle son güven kırıntıları da berhava edilmiştir. 

TCMB rezervlerini tamamen tüketip üstüne swaplarla fazladan 45 milyar dolar daha mali imkân kullanan bir iktidar, şimdi de elindeki faiz silahını da kullanılamaz duruma getirmiştir. Açık ekonomi koşullarında iç ve dış piyasanın öldürücü darbelerine faiz silahını çekmeden karşı koyabileceğini sanma gafleti, gene aynı sonuçları verecektir. (Aynı filmi görüp farklı sonuçlar bekleyenlere ne denilebileceğini Einstein uzun süre önce tanımlamıştı zaten).

AKP'nin bir sermaye iktidarı olduğuna kuşku yok, tamam. Ama sermayenin en etkin kesimlerini temsil düzeyi giderek düşüyor, hatta burada yer yer kopuşlar yaşanmakta. İç ve dış sermayenin güvenini yitirmeye başlayan (hatta yitiren) böyle bir iktidarın sermaye tarafından daha fazla sorgulanır olduğu yeni bir döneme girildiği söylenebilir. 

Ama bizim asıl derdimiz şu olmalı: Emekçi sınıfların bu iktidarın gerçek sınıf karakterini görerek sorgulamasını ve onu ve benzerlerini tarihe gömmesini sağlayabilecek miyiz?

Oğuz Oyan / SOL

Hasan Cemal bağrına taş bastı - Kemal Okuyan / SOL

 

Hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Bağdat’ı fetheden, Sırbistan’a diz çöktüren batı Erdoğan’la baş edemiyordu.

“Batı ne mi yapıyor?
Washington'dan, Brüksel'den
bazı protesto sesleri kulaklara çalınıyor.
Ama o kadar.
Daha ileri bir adım yok.
Hatta, AB'den Türkiye'ye dönük
yaptırım planları, Amerikan yönetiminin,
Başkan Biden'ın telkinleriyle
bir kenara konuluyor.”

Bu satırlar Hasan Cemal’in. Avrupa ve ABD’den Erdoğan’ı hizaya getirmesini bekleyen, beklemek ne kelime, talep edenlerin yaşadığı büyük hayal kırıklığını dışa vurmuş.

Halbuki yaptırımlar ardı ardına gelecek, insan hakları ihlallerinin hesabı sorulacak ve AKP belki de ayak sürüyerek demokratikleşme adımları atacaktı. Beklenti buydu.

Aslında biraz da “vefa” peşindeydi liberaller. Öyle ya, yıllarca “batı demokrasileri”ni savunmuş, oradan gelen açılımları desteklemiş, hatta Atlantik ittifakı adına sağa sola sopa sallamış insanların öksüz bırakılıp Erdoğan’ın insafına terk edilmesi nasıl mümkün oluyordu?

Hasan Cemal örneğin, Irak’ın işgali eli kulağındayken Meclis’te tezkerenin reddedilmesinden sonra şunları yazmıştı:

“Başkan Bush kafaya koymuş, Irak’ı vuracak. Kuzey’den ikinci cephe açmak için bastırıyor. Hükümet ve asker ise Türkiye’nin engellemeyeceği bir savaşta hiç olmazsa uğrayacağı zararın bir bölümünü karşılamak ve Saddam sonrası Irak’ında söz hakkı sahibi olmak için ‘tezkere’den yana...
Ama oyunun ilk perdesini çok mahcup oynadılar. Çıkıp açık açık anlatmadılar tezkerenin gerekçesi.
Ve TBMM’den hayır çıktı.
Şimdi ikinci tur bekleniyor.
Tezkere parası önemli mi?
ABD ile ortaklık önemli mi?
Saddam sonrası Irak önemli mi?
Değilse, çekin kuyruğunu gitsin.
Tezkerede yokuz deyin açık açık...
Ve Avrupa’yla çatışarak, Amerika’yla çatışarak, IMF ile çatışarak Türkiye’ye yeni bir yol bulabileceksiniz, yeni bir dünya kurabileceksiniz, buyurun.
İşte kapı, işte sapı!”

Hasan Cemallerden bol bol vardı Irak’ta ve açıkça talep etmekteydiler ABD’den Saddam’a had bildirmesini...

Yıllarca kullandı ABD ve sonra...

Sonra haddini bildirdi Saddam’a!

Irak’a demokrasi ve özgürlük yerine işgal, kanlı hesaplaşmalar, emperyalist yağma ve dinsel fanatizm geldi. Saddam’ın yıkılan heykelinin altında mutluluktan kendilerinden geçen zavallı yoksul insanların yüzü bir daha gülmedi.

Irak’tan önce Balkanlarda had bildirmişti ABD ve müttefikleri. Yugoslavya emperyalist ülkelerin de kaşımasıyla dağılmış, halklar birbirini boğazlamaya başlamış, milliyetçilik kontrolden çıkmış, NATO’ya da müdahale olanağı doğmuştu.

Hasan Cemal yine ön saftaydı. “Vurmaktan yine kaçınırsa, inandırıcılığının, dolayısıyla caydırıcılığının çok büyük darbe yiyeceğini biliyordu NATO.”

Aynen böyle yazıyordu batının Erdoğan’a sessiz kalmasından şikayet eden Hasan Cemal.

Hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Bağdat’ı fetheden, Sırbistan’a diz çöktüren batı Erdoğan’la baş edemiyordu.

Ne çare, ABD’nin ve NATO’nun öncelikleri vardı. Biden bir an önce Rusya’ya odaklanmak istiyordu. “Katil” diye seslendi Putin’e. Sonra “ABD seçimlerine müdahale ediyor” dedi. Hızını alamadı Küba’yı bile ABD’nin iç işlerine karışmakla suçladı!

Irak’ı işgal ederken Türkiye’nin kapısını çalmışlardı. Yugoslavya’yı parçalarken Türkiye’ye görev biçmişlerdi. Şimdi Rusya’yla hesaplaşırken Türkiye’ye ve iktidardaki Erdoğan’a ihtiyaç vardı.

Erdoğan’ı Erdoğan biraz da ABD ve AB yapmıştı. Aynı ABD ve AB kendilerine bağlı bir muhalefetin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştu. Şimdi o muhalefetle Erdoğan’ı sıkıştırıp kendi istedikleri oyuna yeniden dahil etmek istiyorlardı.

Anlayacağınız ABD emperyalizmi Türkiye’ye ”özgürlük ve demokrasi” getirmeden önce Rusya’ya “iyilik” yapacaktı.

İşin aslı hafızaları çok zayıflamıştı. Çünkü yıllar önce hararetle destekleyip “yetmez daha fazlasını isteriz” diye haykıra haykıra Saraylara taşıdıkları AKP Türkiye’ye “demokrasi”yi çoktan getirmişti. Sermayenin ve emperyalizmin Türkiye’ye uygun gördüğü “demokrasi” Erdoğan’da cisimleşmişti. Daha ne bekliyorlardı?

Şimdi başka ülkelere de “demokrasi” lazımdı. Rusya listenin başına yazılmıştı.

Gerçek buydu.

Rusya’ya da “demokrasi” götürülmesine itiraz edemeyecekleri için, Hasan Cemal ve diğerleri bu durumu sineye çekecek ve Erdoğan’ın Karadeniz ve Suriye’de Biden’la el ele yeni serüvenlere açılmasını “küresel demokrasi mücadelesi” adına gizli bir hayranlıkla izleyecekti.

Kemal Okuyan / SOL