19 Nisan 2021 Pazartesi

Diyanet pasaportlu 15 yaşındaki dede - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ah Pandora, o kutu keşke hiç açılmasaydı! Zeus, kendisinden ateşi çalan Prometheus ve kardeşi Epimetheus’tan intikam almaya karar vermişti. Güzeller güzeli Pandora’yı yarattı. Siz “kandırılmış” da diyebilirsiniz,sonradan   anlayan” Epimetheus’a gönderdi. Düğün dernek, evlendiler… Gel gör ki Zeus,   Pandora’nın çeyiz sandığının içine felaketler, hastalıklar, ölümler saklamıştı. Pandora’nın kutusu açıldı. İnsanlığa kötülükler yadigâr kaldı.

Cumartesi günü, Cumhurbaşkanı, “İnsanlarımız Avrupa’ya, Amerika’ya gitmek zorunda kalırdı, bugün bu tablo büyük oranda tersine döndü” dedi. İçimden “Epimetheus hâlâ Pandora’nın kutusunun farkında değil” diye geçirdim. Oysa kutu çoktan açıldı.

Önce Malatya Yeşilyurt’ta, belediye aracılığıyla, ceplerinde “hizmete özel” pasaportla yurtdışına gidenlerin bir daha geri dönmediği haberi çıktı. Sonra ardı ardına geldi: Elazığ Akçakiraz, Urfa Ceylanpınar derken devletin imkânlarının insan kaçakçılığı için kullanıldığı anlaşıldı.

Artık sınırı gizlice geçmeye, botla denizi aşmaya gerek yok. Devletin kurumları “uydurma” bir projeye aracı oluyor. “Çevreye duyarlı insan yetiştirmek”“yabancı sporcuları tanımak” gibi bir amaçla Avrupa’ya gidecek insan listesi hazırlanıyor. Valilik aracılığıyla “hizmete özel” pasaportlar alınıyor. Elini kolunu sallayarak gidenler bir daha geri dönmüyor. Birileri de binlerce Avro’yu cebine koyuyor. Bir gazeteci, bir muhalif politikacı kurcalamasa “kaçan memnun, kaçıran memnun” düzeni sürüp gidecek.

Diyanet’le kaçış planı

Bu seferki ise çok başka. İşin aracısı Diyanet.

Şöyle anlatayım…

Diyanet, cemevlerini ibadethane saymadı ama başka bir şey yaptı. Çeşitli Alevi vakıfları ve dernekleriyle protokol imzaladı. Buna göre özellikle muharrem ve hızır aylarında, yurtdışına Alevilik ile ilgili bilgilendirmede bulunmak üzere, Alevi kanaat önderleri gönderilecekti. Niyet oydu ki böylece “Ali’siz Alevilik” ile mücadele edilecek, Türkiye’deki Aleviler “doğru Aleviliği” anlatacaktı.

Gelgelelim, bu projenin de “Türkiye’den kaçmak” için kullanıldığı ortaya çıktı.

Meseleyi ortaya çıkaran Tunceli Cemevi (Hacı Bektaş-ı Veli Kültürü Yayma ve Yardımlaşma  Derneği) dedesi Ali Ekber Yurt. Yurt, Tunceli’den Avrupa’ya Diyanet projesiyle insan kaçırıldığını araştırıp buldu. Yetmedi, 23 Mart 2018 tarihinde savcılığa suç duyurusu yaptı.

Konunun ayrıntılarını öğrenmek için Yurt’u aradım. Bu “kaçış”ı nasıl fark ettiğini sordum, anlattı:

 “İnsanlar bana geliyorlardı. ‘Bizi yurtdışına gönder, istediğiniz kadar para verelim’ diyorlardı. ‘Biz kimseyi yurtdışına göndermiyoruz’ dedim. Ama bana gidenler olduğunu, para karşılığı gönderildiğini söylediler. Diyanet’in bazı Alevi vakıf ve dernekleriyle yurtdışı protokolü yaptığını biliyordum. Tabii ‘para veririz’ lafı bende rahatsızlık yarattı. Bunun para karşılığı yapıldığını düşündürdü.”

Yurt, taleplerin ardından meselenin peşine düşmüş:

“Bunu araştırdım. Kimlerin gönderildiğine ilişkin listeleri temin ettim. İnceledik, giden birçok kişinin dedelikle, Alevilik uzmanlığıyla alakası yok. Devletin pasaportuyla gitmişler ve orada kalmışlar, dönmemişler. Mesela birinin PKK davasında 24 yılla yargılandığını gördük ve mahkemesi sonuçlanmak üzereydi. Şöyle bir duyumum var, delilim yok. Bu adamdan 25 bin Avro alındığı söyleniyor. Neden vermesin. 24 yılla yargılanıyor. O kadar hapis yatmamak için verir.”

Sadece bu kadar değil, Yurt başka örnekler de veriyor:

“Benzer birçok vakanın olduğunu gördüm. Adli vakalardan soruşturmaları devam edenler, madde bağımlılığından yargılananlar vardı.”

‘15 yaşındaki dede’

Ancak asıl şaşkınlığı listede gördüğü bir isimle yaşamış:

“Biz bunları araştırırken son liste geldi. Gözlerime inanamadım. 15 yaşında bir çocuğun listede isminin olduğunu gördüm. Buna itiraz ettim. Konuyu yerel basına taşıdım.”

Sanmayın ki her şey bitti. Yurt anlatıyor:

“Benim itirazlarımla valilik bu şekilde gidenleri sınava tabi tutma kararı aldı. Bizim verdiğimiz listedeki 7 kişi de mülakatta başarılı oldu. Çünkü hepsi cemevinde başkan, yönetici, dede sıfatı taşıyor. Zaten beni de komisyona yazdılar. İki vali yardımcısı ve müftü de vardı komisyonda. 15 yaşında çocukları yazan vakıf temsilcisi de vardı. Bir mülakat yapıldı. Sonuç içler acısı. 15 yaşında, 17 yaşında, 20 yaşında çocuklar. Alevilikten haberleri yok. Çok sakat, çok yakışıksız bir iş. O mülakatta tam bir facia yaşandı. Komisyonda bu çocuklar için ‘uygun değil’ kararı çıktı. Görüş birliğine varıldı. Ama daha sonra bu kişilere gri pasaport verildiğini öğrendim. Bunun üzerine savcılığa suç duyurusunda bulundum. ‘Alevilik, dedelik makamı istismar edilerek insan kaçakçılığı yapılıyor’, ‘Devlet eliyle iltica ediyorlar’ dedim. Sosyal medyadan bana tehditler, hakaretler geldi. Bu işe aracılık edenlerse çift daire aldılar. Zenginleşenleri gördük.”

Ali Ekber Yurt, konuyu devletin zirvesine de taşıdığını anlattı:

 “Ali Erbaş’a, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki bir muharrem sofrasında, bu konuyu dile getirdim. O iftar programında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay Bey de vardı. Benim bu şikâyetleri yapmamdan sonra, bu iş Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alındı. Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir oluşuma verildi.”

Savcılık dosyasında kaçan 20 kişi

Peki, Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturmasında ne oldu?

Savcılık üç yıl boyunca soruşturmayı sonlandıramadı. Götürülen insanlar kim olursa olsun, fiilen insan kaçakçılığı yapılan olaydaki soruşturmayı, “suçluyu kayırma ve görevi kötüye kullanma” gibi oldukça hafif bir iddiayla yürüttü. Diyanet ve bu işe aracılık edenler yeterince incelenmedi. 13 Ocak’ta “kovuşturmaya yer yok” kararı verdi.

Üstelik…

Savcılık, Tunceli’deki Pasaport Şube Müdürlüğü’nden, hizmet pasaportu alarak yurdışına gidenlerin listesini istedi. Dosyaya 472 ve 57 kişilik iki ayrı liste geldi. Elbette bu listeler her kurumdan gönderilen insanların listesiydi. Listede Yurt’un iddia ettiği gibi, 20 kişinin geri dönmediği saptanmıştı.

Savcılık, takipsizlik kararı verirken “hizmete özel” pasaportla kaçan 20 kişiden şöyle bahsetti:

“20 kişiden 13 tanesi hakkında herhangi bir suç kaydı bulunmadığı (…) 4 tanesi hakkında hırsızlık, uyuşturucu kullanma, tehdit, ihaleye fesat karıştırma gibi adi suçlar kapsamında soruşturma yapılarak bazıları hakkında takipsizlik kararı verildiği, bazıları hakkında dava açıldığı ancak bunlar hakkında da herhangi bir yakalama kararı bulunmadığı (…) 3 kişi hakkında da terör örgütü üyeliği, terör örgütü propagandası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçlarından hakkında soruşturma yapıldığı, bunlardan da ikisi hakkında yakalama kararı bulunmadığı, sadece Şahin isimli şahıs hakkında yakalama kararı bulunduğu, ancak bu kararın yurtdışına çıktıktan sonra çıkarıldığı tespit edilmiştir.”

Yazanlar, Ali Ekber Yurt’un anlattıklarını doğruluyordu…

Yıllardır Tunceli’den verdiği haberlerle tanıdığımız Ferit Demir de uzun süredir olayı araştırıyordu. Tunceli’de bu olayın resmen kanıtlandığını, ancak Diyanet’in pek çok ilden insan gönderdiğini, bunların soruşturulmadığını anlattı.  

Pandora’nın kutusunda ne kaldı? Hikâye o ki Pandora kutuyu açıp da dışarı çıkanları fark edince hemen kapatmıştı. O sırada dışarı çıkamayan bir tek “umut” kalmıştı. Şimdi en çok ihtiyacımız olan umut için, kutunun kapağını açma zamanı.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

18 Nisan 2021 Pazar

Yalanın icadı vs. gerçeğin pervasızlığı - Ayşen Şahin / Evrensel - Pazar

    Körün Kısassı - Pieter Brueghel 
 

“The Invention Of Lying” (Yalanın İcadı) diye bir film var.

Dünyada hiç yalanın olmadığını düşünün, beyaz yalanlar bile yok. Seviyorsanız seviyorum diyorsunuz, sevmiyorsanız sevmiyorum.

Huzurevinin girişinde “Umutsuz yaşlılar için hüzünlü bir yer” yazıyor. Reklamlar dümdüz ürünü anlatıyor: “Kola, şekerli bir sıvı, almaya ve içmeye devam etmenizi istiyoruz”

Yalan yok. Hiç.

Kahramanımız işsiz, parasız ve 800 dolar kirasını ödeyemiyor. Bankadaki son 300 dolarını çekmeye gittiğinde sistemin arızalı olduğunu söylüyorlar ama yine de parasını verecekler. “Ne kadar paranız vardı?” diyorlar.

Ve adam dünyanın ilk yalanını o an söylüyor: 800 dolar.

Sistem aniden düzeliyor, diyorlar ki; “Özür dileriz, sistemde herhalde bir hata var ki bizde 300 dolarınız var görünüyor. Buyurun 800 dolarınız.”

Çünkü insan, makineden daha güvenilir. Çünkü hiç yalan yok.

Ve adam, yalanın kazandırdığını fark ediyor. Yalanın ilk kazandırdığı o ilk 500 dolar, adama tüm yalanların kapısını açıyor.

İnsanlara iyi hissettiren yalanların, tonlarca para kazandıran yalanların, kurgunun ve hatta tarihi baştan yazmanın kapısını.

Çünkü yalan bilinmediği için yalanın bir cezası bile yok. Hesap verme ihtimali yok. Kaybetme ihtimali yok.

Film 2009 yapımı. İlk kez 2010 ya da 2011’de izlemiştim.

En son da yakınlarda.

İlk izlediğimde absürt gelen filme bu dönemde bir açıdan tur atlattığımızı fark ettim.

Her yerde yalanlar öyle boyu geçti ki gerçeğin ne olduğunu unuttuk.

Yalanın cezası yok, gerçeğin çok.

Yurttaşlık kavramı yasada var ama işleyişteki muamele: Tebaa

Sayı sayamıyorsun, soru soramıyorsun. Yasak, suç, hakaret, tu kaka.

Yargı bir alem, kim içeri neden giriyor anlayamıyorsun, seneler geçiyor çıkıyor, neyin cezasını çekti, neden bitti bilemiyorsun.

AİHM diyor derhal tahliye lazım böyle dava olmaz, diyorlar AİHM ne bilir?

Kadınlar, “Öldürülüyoruz”, “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyorlar kadına şiddeti kadınlar ne bilir? 

Bilim diyor bu virüsle böyle mücadele edilmez, diyorlar tabipler ne bilir?

Akademisyenler diyor böyle üniversite yönetilmez, diyorlar hoca ne bilir?

Gençler diyor, umutsuz, mutsuz, geleceksiziz, diyorlar gençler ne bilir biz gidelim aileleriyle konuşalım, onlar bize oy verdirir.

Muhalefetin muhalefet yapası geliyor, diyorlar muhalefet muhalif olmayı ne bilir?

“128 milyar dolar nerede?” sorusu üzerine AKP grup başkan vekili açıklama yapmış:

 CHP, AK Parti’yi, bu konularda eleştirecek olan en son partidir.

(Muhalefetin bir asli işi de iktidarı eleştirmek değil midir?)

Daha dün CHP’nin hesaplarını inceleyen Anayasa Mahkemesi, toplam 3.5 milyon lira civarında usulsüzlük olduğundan partiye ceza kesti.

(Anayasa Mahkemesi bağımsız mıdır şu an?)

(Ülkenin 128 milyar dolarının karşısına 3.5 milyon lira usulsüzlük kartı ile çıkılır mı?)

Eğer dedikleri gibi Merkez Bankasında böyle bir kayıp varsa neden bunu bir anda 3 parti beraber kullanmaya başladı?

(İktidara karşı muhalefetin ortak bir söylemde buluşması çok normal değil mi? Para ülkenin değil mi? Siyasi kampanya tam da bu değil mi?)

Neden bunu dün değil de bugün söylemeye başladılar? Sorunun cevabı şimdiye kadar çok defa net olarak verildi. Siyasette ne seviye ne de nezaket bıraktılar. Tartışmalar, eylemler, afişler bunun göstergesi.

(Bunu diyen kişi memleketindeki belediye başkanı için “Seçmen bu koli basili kafalıları seçti” diyen kişi değil mi? Kendi partisinin genel başkanı, ittifakın küçük ortağı hakareti bir virgül gibi cümle içlerinde har vurup harman savurmadı mı?)

Bu hafta pandemi sebebiyle her tür broşür, sticker, afiş, el ilanı, pankart yasaklandı. Valilikler, kaymakamlıklar sırayla yayınlıyor yasağı.

Kebapçıysanız rahat olun ondan virüs bulaşmıyor, özellikle üzerinde İstanbul Sözleşmesi ve 128 yazanlardan bulaşıyormuş.

Bunca hengame içinde bana filmi hatırlatan İsmail Saymaz’ın AKP’li Elazığ-Akçakiraz Belediyesi Başkanı Sebahattin Kaya ile yaptığı röportaj oldu.

Artık o kadar normalleşmiş ki yalan dolan, gerçeğin daha absürt olamayacağını düşünmüş olmalı ya da belki doğru-yanlış algısını hesap vermezlik içinde kaybetti, bir şekilde öyle rahat anlatmış ki olan biteni, filmde olmadık yerde doğruları söyleyen insanların absürtlüğünü gördüm okuduklarımda:

- Almanya’ya 48 kişi göndermişsiniz?

- Bir dostun hatırına böyle bir şey yaptık. (Usulsüzlük ve torpil?)

- Vatandaş işsiz güçsüz… (Kendilerinin iktidarı?)

- Dedik buradan giderler, iş güç sahibi olurlar. Bana makul geldi. (Yasalar, kurallar, hukuk, bürokrasi ve bunların karşısında birinin makul bulmasının yetmesi?)

- Burada Türkiye Cumhuriyeti’ne yük olacak insanlar gidiyor. (Vatandaşını hakir görmek?)

- Belediye kasasına bir şey girdi mi?

- Bir kamyon aldılar, ikinci el canım, 100 bin lira. (Aleni rüşvet itirafı?)

İnanılmaz bir şey değil mi?

Yalanın cezası ortadan kalkmıştı. Gerçeğin ise bedeli çok ağırdı.

Yeni bir kırılım daha yaşandı. Gerçek, suç bile barındırsa, artık çıktığı ağza göre o da cezasız demek ki.

Bunu onca yalan içinde “gerçeğin icadı” diye gördüm. Yalanla aklanmak için bile bir stratejiye gerek duyulmadığı bir döneme geçtik.

Bu biraz moralimi bozar gibi olmuştu. Sonra filmlerdeki flashback gibi, şu haberler geldi gözümün önüne:

34 yaşında, Kartal İmam Hatip Lisesi Mezunu YAHYA ÜSTÜN, Varlık Fonundaki 40 şirketten maaş alıyor.

Yiğit Bulut, üç farklı yerden artı dernek ve vakıflardan maaş alıyor.

Ömer Fatih Sayan (Eski AKP’li Bakan ve Milletvekili Fatma Betül Sayan Kaya’ın kardeşi), hem Türk Telekom’dan maaş alıyor hem de ulaştırma ve alt yapı bakan yardımcısı hem de PTT Yönetim Kurulu Üyesi.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ile Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı görevlerine de ilaveten Vakıfbank Yönetim Kurulu Üyeliği’ne atanan Hamza Yerlikaya üç yerden maaş alacak.

Her şey ellerinde olduğu için birini aylık 100-200 bin maaşa ulaştırmak adına kişi başı bu kadar pozisyona, göreve ihtiyaç yok. Tek pozisyonda da huzur hakkı bilmem ne o tutara erişirler zaten.

Ancak bu görevler, imza inisiyatiflerine güvenecekleri isimlere verilmek zorunda. Yoksa konu para olunca zaten buluyorlar, mevzu ücret değil.

Ama işte o 40 koltuğa oturtacak 40 isim bulamıyorlar.

Gerçeği saklayabilecek meziyette kadro bulamıyorlar.

128 milyar nerede sorusuna tatmin edici yanıt bulamıyorlar.

Pankartları söktürmek dışında bir iletişim stratejisi kuramıyorlar.

Sökme kararına uygun kanun bulamıyorlar.

İkindide iftarda kalabalık olmayın deyip akşamına iftar yemeği verirken “Bunu böyle yaymayalım efendim, tepki gelir” diyecek danışman bulamıyorlar.

Liyakatsiz atamaların elde patladığı döneme geçtik.

Onayladıkça yükselenlerin onayları artık sadece düşüşü hızlandırmaya yarıyor.

İktidar, siyasal iletişimde de artık süreci yönetemiyor.

Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.

Geç oldu ama oraya varmak üzere gibiyiz.

Bildiğimiz yoldan, gerçeğin izinden, doğru ve haklıdan yana durmaya devam.

Az kaldı diyor içimden bir ses ama yedek kulübesinde bekleyerek olmaz.

Hep beraber gerçekleri sormaya devam, ortaya çıkana kadar.

Az kaldı, az kaldılar…

Ayşen Şahin / Evrensel - Pazar


Ölü gemiler mezarlığı - Özer Akdemir / Evrensel


















Kusura bakmayın, güvenlik gereği tesisleri gezmenize izin veremeyiz ama dernek binamızın bahçesinden çekim yapabilirsiniz” dedi Gemi Söküm Sanayicileri Derneği başkanı. 2008 yılının mayıs ayında, güneşli bir günde gittiğimiz Aliağa Gemi Söküm Sanayiinin girişindeki güvenlik noktasında üç kişilik ekibimizi (kameraman arkadaşımız Ender Gündüz, Ertuğrul Barka ve ben) karşılayan dernek başkanının teklifini kabul etmekten başka bir çaremiz yoktu.

    Fotoğraf: Özer Akdemir


Adeta askeri bir bölge gibi korunan gemi söküm tesislerine girebilmenin başkaca bir yolunu bulamamıştık. Giriş kapısındaki güvenlik noktasının yakınındaki dernek binasına gittik hep birlikte. İkram edilen çay-kahve faslını erkence bitirip bir an önce çekim yapmak isteğimizi söyledik. Hemen dernek binasının arkasındaki küçük bahçeye çıkardılar bizi. Yıllardır asbest tartışmaları, iş cinayetleri ve yarattığı kirlilik ile gündemde kalan gemi söküm tesisleri tam karşımızdaydı.

Dernek binası yüksekçe bir tepenin üzerindeydi. Bir avuç denecek bahçesi taze biçilmiş yemyeşil çimlerle kaplıydı. Karşımızda upuzun bir sahil boyunca sıralanan gemi ölüleri, çevresindeki kirli, yağlı, paslı, hurda yığınları ve bunların arkasındaki masmavi deniz ne kadar da uyumsuzdular. Denizin içinde baştan ya da kıçtankara yapılmış koca koca gemiler, gürültü patırtı, çekiç ve elektrikli keski sesleri arasında parça parça sökülüyorlardı. Her geminin çevresi yığınlar halinde demir, metal, kablo, kaplama, plastik, dişli, zincir eşyaları gibi onlarca çeşit hurda yığınlarıyla doluydu. Her geminin başındaki kocaman bir vinç, geniş, güçlü çenesi ile bu hurdaları kavrayıp kaldırıyor, biraz ötede uslu uslu yüklenmeyi bekleyen kamyon kasalarına gürültü ile bırakıyordu.

İŞÇİ TİYATROSU!

Bulunduğumuz yer ile gemilerin söküldüğü deniz kıyısı arasında yaklaşık iki yüz metre kadar uzaklık vardı. Çalışan işçileri doğru dürüst göremiyorduk bile. İşçilerin çalışma koşullarını çekmek ve onlarla söyleşi yapmak istediğimizi söylediğimizde hazırlıklı olduğu yerden soru gelmiş bir yarışmacı gibi “hay hay” dediler. “Yalnız tesislerin olduğu yere gitmenize izin veremeyiz, güvenlik açısından. Ancak işçilerden birisini getirebiliriz buraya. Burada çekim yapabilirsiniz”. Çaresiz bunu da kabul ettik.

Bir 5 dakika içinde geldi işçi. Çenesinden aşağı sarkan bir maske, başında beyaz sert plastikten bir baret ve henüz üstüne toz bile konmamış yepyeni kırmızı koruyucu giysisi ile yirmili yaşlarda, kirli sakallı esmer bir işçi, gülen gözlerle karşımızda duruyordu. Önümüzde gıcır gıcır kırmızı iş tulumları ile dikilen işçi de biz de oyunun farkında olduğunu anlayanların bakışları ile baktık birbirimize. Gülmemek için tuttuk kendimizi. Oyunu devam ettirmekten başka yolumuz yoktu. Bir iki soru sorduk işçiye, o da ezberletilenleri söyledi. Hiçbir iş güvenliği açığı, sağlık sorunları ve emeklerinin karşılığını alma konusunda sıkıntıları yoktu tabii ki! Kaldıkları yerler de son derece ferah, yemekler lezzetli, sıcak-soğuk su ve spor yapma olanakları bile vardı. “Sendika” diyecek olduk, genç işçi hemen arkamızdaki patronlardan yana baktı çekinerek. Sustu!

Çok uzatmadık tiyatroyu. On dakikada soracaklarımızı sormuş, çekimlerimizi tamamlamıştık. İşçiye giderken “Yemedik bunları” der gibi göz kırptım. O da gülümseyip belli belirsiz boynunu büktü.

SAHİL GÜVENLİK HELİKOPTERİ PİLOTLARININ İTİRAFI

Bir hafta sonra Gemi Söküm Sanayicileri Derneği başkanını Çepeçevre Yaşam programı çekimleri için kiraladığımız Bayraklı’daki stüdyoda biz konuk ettik bu sefer. İzmir Belediye Meclisinde gösterilen sahil güvenlik helikopterinden çekilen gemi söküm görüntülerini ve iki pilotun konuşmalarını dinlettik kendisine. Pilotlar diyordu ki; “Burası kirlilik kaynağı. Hurda gemiler üzerinden yasa dışı atık ticareti ve kaçakçılığın yapıldığı bir yer”. Adam bu sözleri duyunca adeta yerinden zıpladı. Bunları kesinlikle kabul etmediğini söyleyip, sinirle programı terk etmek istedi. Zor sakinleştirip programı tamamlayabildik.

HOLLANDA ÇEVRE BAKANI NİYE İSTİFA ETMİŞTİ?

Aradan geçen yıllarda gemi söküm tesisleri ile ilgili birçok tartışma, birçok eylem, etkinlik oldu. Asbestli, zehirli kimyasallar, radyoaktif bulaşıklı malzemelerin olduğu gemilerin söküldüğüne dair onlarca haber yapıldı. Tepkilerin ardından “Sekiz yüz kilo asbest var denilen” Otopan isimli gemide 60 ton asbest olduğunun raporlarla ortaya çıkarılmasının ardından geminin gönderildiği Hollanda’da çevre bakanı istifa etmek zorunda kalmış, bizde ise her zamanki gibi yaprak kımıldamamıştı. Yine 2015 yılında radyoaktif kirlilik olduğu iddiaları arasında, kamuoyunun gözünü boyamayı amaçlayan bir iki resmi yalan eşliğinde Kuito adlı gemi sökülmüştü.

Bugünlerde, Brezilya’dan alınan NAe Sao Paulo uçak gemisinin Aliağa’ya doğru yolda olduğu haberleri ile birlikte tekrar gündeme geldi gemi söküm tesisleri. Asbest Söküm Uzmanları Derneğinin (ASUD) gündeme getirdiği gemide ne kadar asbest ve tehlikeli atık madde bulunduğu, radyoaktif bir kirliliğin olup olmadığı gibi onlarca soru ve iddia havada uçuşuyor. Tek bir yanıt yok! “Türkiye atık çöplüğü mü?” sorusuna muhatap olan iktidar “ne münasebet!” demiyor, diyemiyor! Her itiraza kulak tıkanıyor. Denetim yok, kontrol yok, şeffaflık yok, çevre ve sağlık önlemi yok!

Dünyada bu kirli ve meşakkatli işi yapan birkaç ülkeden birisi Türkiye. Ölü gemilerden sökülen hurdalar kamyonlarla yakınlardaki demir çelik fabrikalarına taşınıyor.

Bir zamanlar mavi denizlerde bulutlarla yarışıp balıklarla yüzerken, yaşlanmış, ömrünü tamamlamış gemilerin yanaştığı bir liman burası. Bir ölü gemi mezarlığı. Ölü gemiler sökülürken taşıdıkları kirlilikle etrafa da ölüm taşıyorlar. Dünyanın en güzel körfezlerinden birisi olan Nemrut’u, üç bin yıllık Kyme Antik Kenti’nin limanını, bir ölü gemiler mezarlığı haline getirdiler...

Özer Akdemir / Evrensel

'Her Ramazan, bir ay ara veriyorum!' - Tolga Binbay / SOL

 Alkol bu: yasaklarsanız başka bir şeye dönüşür. Keza Türkiye'de de dönüşüyor. Ara ara gündeme giriveren metil alkol zehirlenmeleri, zaten malum. Neredeyse bir katliama dönüşmüş durumda.

Yok, yazılara değil. Zaten ara veren de ben değilim. Herkesin bildiği ama psikiyatristlerin bir başka bildiği bir durumdan bahsediyorum. On bir ay pek takmayıp Ramazan'da ağzına içki koymayanlardan... Lokantaların kapanmasından. Fırınların camlarının gazetelerle kapatılmasından belki de…Belki de karın doyurmanın ve hatta bir duble rakı almanın “kaçak” bir işe dönüşmesinden.

Gerçi şimdi pandemi var. Kısıtlamalar, yasaklar, tedbirler Mart’ta ortalıkta görünmezken Ramazan’da geriş geliverdiler. Ve Ramazan “gerekliliklerine” de uydular mı? Evet, fazlasıyla. Uzun yıllar Körfez bölgesinde yaşamış bir arkadaşımın yorumuyla “Türkiye ilk kez Kuveyt gibi bir yer oldu Ramazan’da”. Pandemi bulunmaz bir nimet oldu yani! Kültürel olanı da aştı, ideolojiyi dayattı.  

İslamiyet'te alkol neden ve nasıl yasaklandı bilemiyorum. Çeşitli rivayetler var. Oraya da geleceğim ama tarihin cilvesi mi diyelim, ne diyelim, alkol kelimesi neredeyse tüm dillere Arapça'dan geçmiş bir kelime: El-kuhl'dan geliyor. Arapçada "kuhl" kelimesi "göze çekilen sürme" anlamına geliyormuş. Ama esas kökeni de khl'mış, eski İbranice'den: Kara; koyu mavi/siyah anlamında. Mesela küheylan kelimesi de aynı kökten geliyormuş.

Sonra 11. yüzyıl gibi, Arap İslam dünyası yayılabileceği tüm sınırlara dayanıp büyük bir zenginliğe konduğunda imbikten damıtma tekniği ortaya çıkmış. Ve kelime Endülüs etkisiyle "el-kuhul" şekliyle Avrupa'ya geçmiş. Bugünkü "al-cohol" yani alkol'ün kökenini oluşturmuş. Önce İspanyolca’ya geçmiş, oradan da Fransızca'ya. Sonra da neredeyse tüm dünyaya yayılmış. Ama günümüzdeki anlamını yani ferahlatan, keyif veren içecek anlamını ise neredeyse 17. yüzyılda edinmiş.

Nereden nereye diyesi geliyor insanın. 

Tarih boyunca farklı yeri olmuş alkollü içeceklerin. Mesela Orta Çağ Avrupası'nda suyu arıtmanın, temiz tutmanın yolu olmuş. Ve aynı zamanda büyük bir ticari faaliyetin de parçası olmuş: Büyük toprakları yöneten kiliseler ya da manastırlar bira ve şarap üreterek hem "temiz" sıvı ihtiyaçlarını karşılamışlar hem de toprak/mal ticareti ile alkol ekonomisini oluşturmuşlar. Günümüzde Belçika, Kuzey Fransa ve Hollanda'da bu tür kilise bağlantılı yerel bira üretimlerini bulmak halen mümkün (Ve tabii ki kapitalizm sağ olsun, bu biraları artık Türkiye'de, en yakın markette de bulmak mümkün).

Ama dinler alkolün hep keyif verici, neşelendirici etkisinden ziyade baştan çıkarıcı, dürtüleri öne çıkaran, kontrolü zayıflatan, saptırıcı etkisini vurgulamışlar. Hatta Ortadoğu kökenli dinlerde alkolün temel yeri bu; yani baştan çıkarmak: “Hz.  dem yasak meyveden Havvâ’nın verdiği içkinin etkisiyle yemiştir.” Yoksa, aklı başında olsa yemeyecektir! Ve tüm bunlar da başımız gelmeyecektir. 

Ama yine de muhtemelen, biraz esriten bir içecek olduğu için, İslamiyet dışındaki Ortadoğu dinlerinde şarap, bira, likör hem gündelik yaşamda hem de dini törenlerde yer almış. Hatta Hammurabi’ye ve ondan öncesine kadar götürülen bazı kanunlarda içki içmeyi ve meyhaneciliği düzenleyen maddeler yer almış. Yani mesele bir kere dünyevileştikten sonra hep düzenlemek ve dizginlemek gerekmiş. 

Zaten egemen sınıflar bu tılsımlı içeceğin hemen her çeşidini halk sınıflarına yasaklamaya çalışmış: Gerektiğinde yasalarla yeri geldiğinde de dini kurallarla. Ama rahatlatan, keyif veren yanıyla da kâh açıktan bazen de gizliden gizliye yaşamış gitmiş alkol. 

İşin ilginç yanı İslamiyet’te de içkinin yeri olmuş. Örneğin Emeviler devrinde hemen hemen her hükümdar alkol kullanmış. Toplumsal refahın artması ile bu dönemde alkol egemenler tarafından çok da dert olarak görülmemiş. Abbasilerde de kullanımı sürmüş. Farklı dönemlerde İslam topraklarında Arap, Yahudi ve Hristiyan tüccarlar içki ticareti yapmaya devam etmişler. Hatta İslam tarihi içinde ister içki ile ister başka bir madde ile sarhoş olmayı makbul gören mezhepler de ortaya çıkmış. 

Ama şu değişmemiş: alkol ile emekçi sınıfların ilişkisini egemenler ve onların düşünce üreten kesimleri (ruhban sınıfı, din alimleri vs.) düzenlemiş. Bu nedenle alkolün tarihine meta'nın ve sınıflar mücadelesinin tarihinin gözünden bakmakta fayda var. Günümüzde de! 

Zaten bugün Türkiye’de öyle bir noktaya geldik ki alkolün yol açtığı sorunları değil de alkole yönelen kısıtlayıcı düzenlemeleri, vergi yükünü ve bunun sonucunda ortaya çıkan sorunları konuşur hale geldik. Hatta Türkiye (birçok şeyde olduğu gibi) alkolde de ikiye bölünmüş durumda: Alkol açık ve net bir muhalefet simgesine dönüşmek üzere.

Ve tabii ki aynı zamanda iktidar sembolüne de! Alkol, siyasetin tam da göbeğinde. 

Toplumun da: Örneğin iktidara yakın (ya da mecburen yakın) "sanatçıların" meze masası başında çekildikleri fotoğraflarda rakı bardaklarını sakladıkları bir ülkeye dönüşmedik mi? Bardağı kaldırtan nedir ki? Yukarıya ya da aşağıya, masa altına! 

Ya da üniversitelerin, üniversite gençliğinin tüm sorunu alkolmüş gibi üniversite lokallerinde dahi alkol satışı ve kullanımı sonlandırılmadı mı? Alkol giderek daha önemli hale geldi. Önceden hiç de böyle değildi. Mesela 2000'lerin hemen başında, örneğin Hacettepe'de, başarılı geçen zorlu bir ameliyatın ardından öğle arasında öğretim üyeleri lokalinde içilen soğuk biralar olağan bir şeydi. Hayatın akışına dahildi!

Şimdi bilim, ilim, irfan kılığında alkol önem kazanıyor! Tam da aksi istenirken.

Ama alkol bu: yasaklarsanız başka bir şeye dönüşür. Keza Türkiye'de de dönüşüyor. Ara ara gündeme giriveren metil alkol zehirlenmeleri, zaten malum. Neredeyse bir katliama dönüşmüş durumda.

Ama bir sonucu daha var alkol ile oynamanın. Alkole bindirilen ekonomik, ideolojik ve siyasi yük, diğer maddelerin yaygınlaşmasını sağlıyor. İlginç değil mi! Ama alkole yönelik kuşatma başka maddelerin önünü açıyor. Örneğin İstanbul, atık sularında tespit edilen maddeler konusunda, New York ve Barselona'dan dünyada sonra üçüncü konuma yerleşmiş durumda. 

Evet, bildiğiniz atık sularında yapılan analizler bunlar! Bu analizler farklı maddelerin (yasadışı uyuşturucu, psikoaktif maddeler) arttığına işaret ediyor. Bu artışın tesadüfi olduğunu ya da yoldan çıkan, iflah olmaz, bir türlü hak yolunu bulmayan gençliğin eseri olduğunu mu düşüneceğiz? İnsanların ağız tadıyla eğlenmesine yönelik bu kadar düşmanlık varken yaşananlar az bile.     

Tamam, bugün alkol etrafında yaratılan idari ve yönetsel hava bir yanıyla dini bir ağırlık taşıyor. Örneğin şu an hafta sonu alkol satışının yasaklanmasını açıklayacak herhangi bir bilgi yok! İşte alkol sosyal mesafeyi ortadan kaldırıyor vs. vs. Ülkede sosyal mesafeyi en başta yasak koyanlar kaldırmadı mı? Bu nedenle bilginin hükmü de yok. 

Yok ama tüm bu alkol kuşatması süreci alkol almayı, kullanmayı, alkolle eğlenmeyi piyasanın kucağına itiyor. Büyük kentlerin merkezi noktaları gittikçe meyhane görünümü kazanıyor. Ve evet bunun, sanayisizleşen bir toplumun giderek yerleşen boş zaman anlayışı ile de yakından ilişkisi var. 

Artık sözkonusu olan kıraathanelerinde bile özel bir anlam taşımaksızın, öylesine, sadece soluklanmak için biranın tüketilebildiği 70’ler Türkiyesi değil. O Türkiye’yi gömdüler, gömdük! Şimdi artık alkol de büyük bir endüstri, büyük bir gelir kapısı. Dini yönelimli tüm tedbirler ise alkolü sürekli piyasanın kucağına itekliyor. İlginçtir ve belki de ilginç değildir.

Sayılar da bunu söylüyor. 

Türkiye’de alkol tüketimi düşmüyor, alkole bağlı sorunlar azalmıyor…

Ramazan’da ara versek de Türkiye sıkıntılı ruhuna iyi gelecek bir şeyler arıyor!

Koyu, mavi/siyah değil. Mümkünse kırmızının tonlarında.

Tolga Binbay / SOL


‘Güvercin tedirginliği’ ve ‘Hiç Oldum’ - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 


2014 yılından beri Cumhurbaşkanı Sözcüsü ve Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın, sözlerini ve müziğini kendi yazıp bestelediği, Erkan Oğur’un düzenlemelerini başarıyla gerçekleştirdiği, hatta sazlarda Kalın’a eşlik ettiği bir şarkının klibi geçen hafta içinde yayımlandı: “Hiç Oldum”. Doğrusu ben merak edip izledim. Tabii merak ederim, klip yedi yıldır Saray Sözcüsü ve Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanına ait. Ayrıca devletin üst kademelerinde yıllarca çalışmış biri. Gazetecileri fişleyen SETA Vakfı’nın kurucusu.

Klip, eskiden ramazanda sahur zamanı yayımlanan kliplerin biraz hallicesi. Ama o da ne! Birden şaşıp kalıyorum. Şöyle: İbrahim Kalın saz çalıp pişmanlıklarını anlatırken klibin her yerinde güvercinler uçmaya başlıyor. Öyle böyle değil, klip sanki güvercin istilasına uğramış gibi ve benim şu hiçbir şeyi unutmayan belleğim onlara ad vermeye başlıyor: 

Şu bembeyaz, tek başına dolaşan Hrant Dink (Agos gazetesinin önünde vurularak öldürüldü). Türkçemize kazandırdığı çok acılı bir söz var: “Güvercin tedirginliği.”

Şu arkadaki Tahir Elçi olmalı, kanatlarını açmış, tüm güvercinleri kucaklamak ister gibi hiç durmadan onlara sesleniyor. (Diyarbakır’daki Dört Ayaklı Minare’nin önünde vurularak öldürüldü.) 

Şu sürekli gökyüzüne doğru uzaklaşan Berkin Elvan. Kâkülleri yıldız ışıltılarıyla dolu. (Ekmek almaktan dönerken polis kurşunuyla vurularak öldürüldü.)

Şu narin narin yürüyen Dilek Doğan. Ben onun çocukluğunu bilirdim, Armutlu’da yapılan bir dayanışma gününde bana bir çift kırmızı bebe pabucu armağan etmişti. (Evinin kapısında polis kurşunuyla öldürüldü.)

Şu çevresindeki yavru güvercinlere göz kulak olan, uçamadığı için üzülen, kuytulara çekilmiş kanadı kırık güvercini teselli eden Taybet Ana olmalı. (Silopi’de evinin bahçesinde otururken keskin bir nişancı tarafından vurularak öldürüldü. Çocukları sıkıyönetim koşulları nedeniyle ölü bedenini alamadıkları için köpekler yemesin diye bir hafta gece gündüz nöbet tuttular.)

Şu güvercin, sürekli gökyüzüne bakıyor bir şeyler arar gibi, o Servet Turgut. (Askerler tarafından helikoptere bindirildi ve yüksekten aşağı atıldı. Öldü.) Güvercin o helikopteri arıyor, söyleyecek bir çift sözü var.

Şu hiç durmadan taklalar atan güvercin, mutlaka Ali İsmail Korkmaz. (Onu Eskişehir’de Gezi olayları sırasında döverek öldürdüler.)

Şu gökyüzünde halkalar çizen gencecik güvercin Kemal Kurkut. (O, güzel sanatlar öğrencisiydi, Nevruz bayramında polis tarafından kurşunlanarak öldürüldü.) Hâlâ şaşkın gökyüzünde halkalar çizerek dolanıyor. Annesine, kardeşlerine, dostlarına sanki yıldız tozlarıyla boyadığı rengârenk bahar çiçekleri gönderiyor.

Hiç türkü söyleyen güvercin görmemiştim ama İbrahim Kalın türküsünü söylerken arkasındaki ışığın içinde duran güvercinlerden biri, kar beyaz bir güvercin usuldan bir başka şarkı söylemeye başlıyor. Grup Yorum’un solisti Helin Bölek bu. Usulca söylüyor şarkısını, çünkü ölüm orucunun 288. gününde, az sonra ölecek. Birden karanlık aydınlanıyor ve o, en gür sesiyle şarkısını söylüyor, söylüyor... Kalın’ın sesi duyulmuyor artık. Ve bütün güvercinler onun söylediği türküye katılıyor. 

Ne oluyor klibin bir yerinde? Onlarca güvercin kale gibi yerde çırpınıp duruyor. Uçacak yerleri yok, bu güvercinler bana hiç yabancı değil. Uludere’de bilgisayar borçlarını ödemek için kaçağa çıkan ve tüm askeri ekiplerin haberdar olduğu bir yoldan geçerek köylerine ulaşmaya çalışırlarken F-16’ların bombardımanında, kimisi dereye uçan, çoğu katırların altında kalıp ölen 13-15 yaş arası çocuklar. Ana babalarının acısına bizzat köylerine giderek tanık olmuştum. Yer gök ağlıyordu. Bu çırpınıp duran güvercinler onlar: Özcan Uysal, Celal Encü, Adem And, Mehmet Encü, Şervan Encü, Cemal Encü, Şıvan Encü, Bilal Encü, Salih Encü, Serhat Encü, Savaş Encü, Bedran Encü, Hüseyin Encü, Aslan Encü, Orhan Encü, Fadıl Encü, Vedat Encü, Cihan Encü, Erkan Encü.

Benim artık yüreğim bu kadarına dayanamıyor, klibi kapatıyorum ve bir bardak su içip düşünüyorum: İbrahim Kalın, Saray Sözcüsü, onlarca güvercin ölürken hiç sesini çıkarmayan, en yumuşak tabirle seyirci kalan bir siyasi, neden böyle ansızın ölümü hatırlayarak bir dünyalının pişmanlıklarından söz eden bir şarkı yapar? Doğrusu buna hiçbir yanıtım yok. Kendine güvenen herkes istediği şarkıyı söyler, istediği müziği yapar ama aklımın almadığı bir şey var: Neden Erkan Oğur gibi saz ve söz ustası bir sanatçı bu işin bir parçası olur? Erkan Oğur, Hrant Dink’in Türkçemize kazandırdığı “güvercin tedirginliği” sözü hiç mi size değmedi, hiç mi kıymetli şair Melih Cevdet Anday’ın “Bir çift güvercin havalansa/ yanık yanık koksa karanfil” dizeleri aklınıza düşmedi. Bu ülkeden bu kadar uzak mısınız?

Ne yazık ki bu ülkede “güvercin tedirginliğini” yaşayanlar, bir klip uğruna güvercinlerin harcanmasına dayanamazlar. Bu, böyle bir yazı.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


17 Nisan 2021 Cumartesi

Rusya’nın askeri olarak kuşatılması - Erhan Nalçacı / SOL

 Rusya sadece askeri olarak değil, Batı basınının içine yerleştirilmiş yalan makinası tarafından da kuşatılıyor.


Ukrayna Devlet Başkanlığına neden bir komedyenin seçildiği geçen hafta daha iyi anlaşıldı. Zelenski’nin Donbas’ta Birinci Dünya Savaşı siperlerini andıran görüntüler içinde ve basın eşliğinde güya keskin nişancılara hedef olmamak için zikzak çizerek koşması görülecek şeydi doğrusu. Bu NATO aparatçığının her türlü rolü oynamaya hazır olduğu anlaşılıyor!

Rusya sadece askeri olarak değil, Batı basınının içine yerleştirilmiş yalan makinası tarafından da kuşatılıyor.

Batılı liderler Nazi propaganda bakanı Goebbels’i aratmıyorlar. Donbas’a silah ve asker yığdıktan sonra Rus ordusu Ukrayna sınırına gelince, hep bir ağızdan, “Bu askeri hareketlilik kabul edilemez, hemen askerlerinizi çekin” diye bağırmaya başladılar. Propaganda makinasının parçası olarak Batı emperyalizmine bağlı ülkelerden Rus diplomatlar sınır dışı ediliyor.

Bölgesel bir kapitalist güç olarak Rusya böylesine büyük bir kuşatmayı hak ediyor muydu, diye sorulabilir. Rusya yalnız olsaydı, muhtemelen bu büyük eforla! karşılaşmayacaktı. Ancak emperyalist hegemonyayı alt üst eden Çin’i Sovyetlerden kalan askeri donanım ve deneyimi ile koruyunca bu saldırganlığa maruz kalmış gözüküyor.

ABD gerçekten Rusya ile savaşmaya niyetli mi, anlamak kolay değil. Belki sadece Rusya’yı Batı cephesine oyalayıp Pasifik cephesinden uzak tutmaya çalışıyorlar. Belki Rusya içinde iktidarı yıpratıp Batı yanlısı bir burjuva kliğine yol açmayı deniyorlar.

Ama ne olursa olsun, durum hiç iç açıcı gözükmüyor.

Soğuk savaştan bu yana en büyük NATO manevraları artık saklamaya ihtiyaç duymadan Rusya’ya karşı yapılıyor, Ege’de, Karadeniz’de, Baltık’tan Balkanlara bir askeri yığınak oluşturuluyor. soL okuru için söz konusu NATO manevralarına bir kez derli toplu bakmak yararlı olacak, daha sonrasını takip etmeyi kolaylaştıracaktır.

NATO’nun geçen yıl ve bu yıl Rusya’yı kuzeyden ve güneyden kuşatmak üzere soğuk savaştan bu yana en büyük sayılabilecek askeri manevraları uygulamaya soktuğu görülüyor. Geçen yıl yapılan Avrupa Savunucusu-2020 (Defender Europe-2020) Kuzey Avrupa, Baltık ve Orta Avrupa’dan Rusya’ya bir saldırı mizanseni üzerine kurulmuştu. ABD’den büyük miktarda asker ve askeri teçhizatın Avrupa’ya hızlı transferinin nasıl yapılacağını sınamak bu manevranın başlıca hedeflerinden biriydi. 

Avrupa Savunucusu-2021 ise bu yılın Mayıs ve Ağustos ayları arasında gerçekleştirecek. İçinde Türkiye’nin de olduğu 27 ülkeden katılımla Rusya’ya güneyden, Balkanlardan, adı konmasa da Karadeniz’den saldırılmasının bir simülasyonu gerçekleştirilecek. Tatbikatın başlamasına haftalar kala şimdiden Yunanistan, Romanya gibi ülkelere ve Ege denizine büyük bir askeri yığınak yapıldığı görülüyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin de dâhil olduğu gerilim ancak bu askeri yığınağın üstünü örtmeye yaradı.

Aşağıdaki harita; manevranın yapılacağı Yunanistan, Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Estonya, Almanya, Macaristan, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya, Polonya, Romanya ve Slovenya’daki 30 ayrı yeri içeriyor. Bu NATO  haritası Türkiye’yi ve Karadeniz’i silmiş gözüküyor ve bu durum basın tarafından Türkiye’ye bir mesaj olarak sunuldu. Ama aslında Montrö nedeniyle şimdiden gösterilmeyen gizli bir niyeti saklıyor olması çok daha muhtemel. Ayrıca Avrupa Savunucusu-2021’in şöyle bir özelliği de var: NATO üyesi olmadıkları halde Bosna-Hersek, Kosova, Moldavya, Ukrayna ve Gürcistan bir fiili durum yaratılarak manevraya dâhil ediliyor.

Avrupa Savunucusu-2021 NATO askeri manevrasının NATO tarafından sunulan haritası.




















NATO yetkilileri askeri personelin yanı sıra bu kadar çok askerin ulaşımının, yemeklerinin, enerji ihtiyaçlarının karşılanması için çok daha büyük bir sivil katılımı savaş hazırlığının parçası olarak görüyorlar. İronik olarak özelleştirmelerden şikâyet ediyorlar, her şey devletin elindeyken bu işler daha kolay oluyormuş!

Müttefikler yani Batı emperyalizminin üyeleri ve işbirlikçileri 2016’da “Dirençliliği Artırma Taahhüdünü” imzalamışlar. Burada hepsini sıralamayacağımız 7 madde var; kesintisiz taşımacılık sistemleri, kesintisiz yiyecek ve su arzı vb.. Ama bir madde önemli, çünkü işçi sınıfını anıyor: “Kontrol altında tutulamayan kitlesel hareketlerle başa çıkılması”. Eğer işçi sınıfı bu haksız savaşa katılmayı reddederse “başa çıkılacak”.

Son olarak aşağıdaki tarihsel haritaya göz atarak bu yazıyı tamamlayalım. Harita 1941’de İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin siyasi coğrafyadan silinmesini amaçlayan Barbarossa Harekâtını gösteriyor. Sovyetler Birliği’ne Almanya ve müttefiklerinin 4,5 milyon asker ve 600 bin kadar askeri araçla kuzeyden ve güneyden nasıl sarmalayıp saldırdığına işaret ediyor. Yukardaki NATO haritası ile benzerliğine bir kez bakın.


3000 km’lik bir hat üzerinden Nazi ordularının 1941’de saldırısını gösteren harita.












Nazi saldırısı ile NATO’nun Sovyetler Birliği’ne düşmanlığının arasındaki süreklilik çok tartışıldı ve belgelendi. Nazi ordularının ABD işgal bölgesinde dağıtılmaması, generallerinin orduda ve istihbaratta kullanılması vb.. Ancak sürekliliği sağlayan biçimsel bir faşist rejim değil, büyük şirketlerin, tekellerin emekçi sınıflara düşmanlığıydı.

Şimdi karşı tarafta sosyalist bir ülke yok ama Batı emperyalizminin doların egemenliği, asalakça bir sömürü sisteminin dayatılması ve kurdukları insanlık dışı düzende baskın rollerinin devamı için haksız bir savaşı ve en nihayet bütün dünyada emekçi sınıflara saldırmayı planlamaları var.

Erhan Nalçacı / SOL

Egemenin katından türkü yakılmaz - Mehmet ERDEM / BİRGÜN

 


Egemenin sarayında oturarak türkü yakılmaz, Anadolu türkü geleneğine aykırı. Kalın’ınki türkü değil. Topluma değmeyen türkü olmaz.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın türkü yakıp, bir de klip çektiği haberlerini okuyunca “Bu” dedim, “Bir memleket eg Mehmet ERDEMemeni tavrıdır.” Bizde güç sahipleri bayılır bu tür şeylere. Kalın’a, devlet görevlisinden beklenmeyen bir entelektüel(!) uğraşı sahibi olduğu için övgü düzenler bile çıktığına göre hayli ciddiye alınmış bir iş yapmış demek ki Kalın.

Ezgisinden çok, ben sözlerini merak etmiştim doğrusunu isterseniz. Kolay iş değildir çünkü türkünün dizelerini yazmak. Boyunu aşar kişinin, erbabı değilse. Bulup, okuyunca, Kalın’ın “Hiç Oldum” adlı türküsünün, özellikle şu dizelerine takıldım: Beşer idim şaşkın oldum / Yandım belki insan oldum / Zahir nedir ki batın nedir ki / Dile gelmez bir sır oldum / Ateş oldum dumanım yok/ Umman oldum sahilim yok / Kalem nedir ki kelam ne der ki / Yarım kalan bir söz oldum.
Biliyorum ayıp olacak ama Sayın Kalın da kusura bakmasın, çikletlerden de buna benzer türkü(!) ya da maniler(!) çıkar biliyorsunuz. Çocukluğumda ezberlerdim ben de bunları. Hoşuma giderdi, büyük laflar ettiğimi sanırdım çocuk aklımla. Ama sözlerin hiç de yaşamıma oturmadığını az çok fark ederdim, dile getirmesem de. Çok mutluluk dolu olmasa da, en azından perişan bir çocukluk yaşamıyordum ben çünkü. Dolayısıyla çocukluğumun geçtiği ezgili coğrafyalardaki o türkülerin sözlerini içselleştiremedim hiçbir zaman. Şart değildir belki ama az da olsa o sözleri hissedecek bir yaşanmışlığım olsaydı fena olmazdı. O nedenle yaşamadığı acının türküsünü söylemek yakışmaz kişiye diye düşünürüm. Belki de yanılıyorumdur.

Kalın’ın türkü sözlerini okuyunca içimden “Yahu ne derdin vardı birader” dedim tabii. Türkü formatına uysun diye muhtemelen, böyle iri iri sözler kaleme almış Kalın belli ki. Dediğim gibi bizde devletlûlar hatta devletin sahibi yapar bu tür şeyleri. “Egemen tavrıdır” dediğim budur. Sorumluluk makamında olduklarını unutup en çok onlar yakınırlar olandan bitenden nedense. Osmanlı’nın III. Mustafa adlı padişahı buna iyi örnektir; öyle sözler yazmış ki, sanırsın düzene muhalif biri etmiş o kelamları. Oysa her şeyin sorumlusu odur, sorunların çözümü kendisinden beklenen bir devletlûdur. Bakın, sahibi olduğu devlette iyi devlet adamı yokluğundan nasıl yakınıyor: Yıkıluptur bu cihân sanma ki bizde düzele (Dünya yıkılıp gitmektedir, bizde düzeleceğini sanma), / Devleti, çarh-ı deni verdi kamu mübtezele (Alçak felek devlet çarkını aşağılık kimselerin eline verdi)/ Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hazele (Şimdi saadet kapısında gezenler hep o yüzsüzlerdir) / İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele (İşimiz Allah’ın merhametine kaldı).

Nasıl ki yazıldığı zamanda kimse kulak kabartmamıştır bu laflara, korkarım Kalın’ın türküsü de unutulup gidecektir. Çünkü türkü yazmak egemen katında duranların işi değildir. Yaktığını sananlar da çok kötü bir kopyacı olduklarının farkındadır, inanın.

DİRENİŞÇİ HALK ÖNDERLERİ

Hikâyesi olan, dinleyene bir şeyler anlatan türküler ilk kez İ. Kunos adlı bir derlemeci tarafından 1888 yılında, Adakale Türkleri arasından derlenmiştir derler. Türkülerden söz edilen ilk eserin de Ali Şîr Nevaî’nin 15’inci yüzyılda yazılmış olan “Mizanü’l Evzan” adlı eseri olduğu söylenir. Türkü sözcüğü de ilk kez bu kitapta geçer. Bu işin uzmanları bu kitaplarda da belirtildiği gibi türkülerin halkın duygularını, sıkıntılarını, neşelerini işlediğini vurgulayarak, halkın yaşantısına uygun olmayan, yani gerçekliği yansıtmayan türkülerin kolay kolay benimsenmediğini söylerler. Özellikle 15-16’ncı yüzyıllarda Anadolu’da gittikçe çoğalan saz şairleri memleketin her yerine giderek sazıyla sözüyle türkülerin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Karacaoğlan, Köroğlu, Gevherî, Pir Sultan Abdal, Emrah, Dadaloğlu sadece gezgin halk ozanları değil, mevcut düzene itiraz etmiş halk kanaat önderleriydi. Çoğunun hiç de rahat bir yaşamı olmuş değildir.

Nereden duydum ya da okudum anımsamıyorum ama biri “Halk türküleri resmî olmayan tarihtir” der. Öyle türküler vardır ki, tarih kitabı gibidir. Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel savaş karşıtı ağıtı olan Yemen Türküsü’nü dinleyen, olan bitenin ne olduğunu anlar. O türküyü ibrahimkalınvari birilerinin yazmasına imkân yoktur. Örneğin Barak diye bildiğimiz o türküler ciddi ciddi Osmanlı siyasal sitemini hedef alan türkülerdir. En iyi temsilcisi olan Dadaloğlu tam bir isyankârdı. Osmanlı sarayında otururken yakmış değildir türkülerini de şiirlerini de.

TOPLUMA DEĞMEYEN TÜRKÜ OLMAZ

Sesini de duruşunu da pek sevdiğim Hüseyin Turan’ın BirGün’de birkaç yıl önce yayımlanan söyleşisinde ettiği lafları çok önemsiyorum: “Türküleri, ezen-ezilen ilişkisinden doğan ve bunu başkaldırıyla ifade eden halkın adalet arama serüveni gibi de görebiliriz. Sanırım Neşet Ertaş’a ait olan ‘Nerede bir Türkü söyleyen varsa, korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur’ ifadesi de bunu destekler niteliktedir.”

Kalın, dediğim gibi kusura bakmasın, egemenin sarayında oturarak türkü yakılmaz. Bu Anadolu türkü geleneğine aykırıdır. İster Erkan Oğur, ister başkası düzenlemesini yapsın, Kalın’ınki türkü falan değildir. “Türküsünde” kendine yönelik yakınmalarını bir yüce gönüllülük görenler olabilir ama toplumsal bir yanı yoktur laflarının. Toplumsala değinmeyen türkü olmaz.

Osmanlı’yı yerin dibine batıran bu sözler Sivaslı Âşık Veli’nindir derler; 

Şalvarı şaltak Osmanlı / 

Eğeri kaltak Osmanlı / 

Ekende yok biçende yok / 

Yiyende ortak Osmanlı. 

Türkü olarak yıllarca söylenmiştir Anadolu’da. Bu tür sözler yazamıyorsan türkü de yakamazsın. Hem “kötü olanın/kötülüğe ortak olanın türküsü olmaz”.

Haklıydı Neşet Baba.

Mehmet ERDEM / BİRGÜN