23 Mayıs 2021 Pazar

Hopa’da dolgunun dolgusu yapılıyor: Hopa kıyıya hasret kalacak - Meltem AKYOL/EVRENSEL

Hopa'da sahil dolgusuna yönelik itirazlar neler, projede neden bu kadar ısrarcı davranılıyor? Hopa doğumlu Harita Mühendisi Volkan Bilgin ile birlikte projeyi 9 soruda inceledik.
   
Deniz dolgusunun yapılmak istenen alan | Harita: Nazım imar planından

Karadeniz’in başı yönetenlerle belada. Rize İkizdere’de taş ocağına karşı mücadelede bir ay geride kaldı. Karadeniz’in bir başka kenti olan Artvin’in Hopa ilçesinde ise başka bir tartışma devam ediyor. 2007’de tamamlanan Karadeniz Sahil Yolu Projesi ile kıyısı tamamı doldurulan Hopa sahili bir kez daha metrekarelerce doldurulmak isteniyor. Önceki dönem AKP’nin yönettiği Hopa Belediyesi tarafından 2014 yılında hazırlanan proje, belediye CHP’ye geçince de iptal olmadı. Yapılacak dolgunun gerekçesi ise ‘Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle ilçenin ‘Kıyıyla bağlantısının kopması’ şeklinde açıklanıyor. Adeta itiraf niteliği taşıyan bu gerekçe ile hayata geçirilmek istenen proje ile denize doğru 100-120 metre dolgu yapılacak.

Sıvılaşma tehlikesi ile sel riskinin olduğu bölgede dolacak alana fuar alanı, park gibi yapılar inşa edilecek. Üstelik ÇED raporu dahi olmayan proje ile birlikte bölgeye yeni taş ocakları açılma riski de kapıda…  

“Hopa’nın sahil kenti özelliği kalmayabilir, proje hukuka uygun değil” diyen bölge sakinleri projeye karşı yıllardır mücadele ediyor. Peki itirazlar neler, dahası projede neden bu kadar ısrarcı davranılıyor? Hopa doğumlu Harita Mühendisi Volkan Bilgin ile birlikte projeyi 9 soruda inceledik.

PLANI HAZIRLAYAN AKP, SÜRDÜRMEYE ÇALIŞAN CHP

1-) 2014’te hazırlanan plan neden şimdi yeniden gündemde?

    Harita: Nazım imar planından

Plan 2014 yılında Hopa Belediyesi tarafından hazırlanıyor. O dönem Hopa Belediyesi, AKP’li başkan tarafından yönetiliyor, belediye meclisinde çoğunluk da AKP’de. Ancak plan 5 Kasım 2014’te belediye meclisinde oy birliğiyle kabul ediliyor. 

“Söz konusu planların onaylanma süreci tamamlanmadan faaliyete başlanmayacak” notuna rağmen plan bırakın onaylanmayı henüz askıya çıkmadan sahilde dolgu yapılmaya başlanıyor. Öyle ki şimdiye kadar 40 futbol sahası kadar alan planı dahi olmadan doldurulmuş durumda.

AKP döneminin en sık rastlanan uygulamalarından bu, “Siz başlayın, projeyi yapın biz yasal düzenlemeyi arkasından yaparız” anlayışı. Ancak dolgu devam etse de AKP planı gündemden çıkarıyor. 2019’a gelindiğinde ise AKP, Hopa Belediye Başkanlığı ve Belediye meclisi üye çoğunluğunu kaybetti. Görevi devralan CHP’li Belediye AKP’li belediyenin hazırladığı planı tozlu raflardan indirdi.

Plan yapılan küçük bir revizyonla, sundura dere ağzı açık kalacak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına sunuldu ve nihayet 6 Mayıs 2020 tarihinde onaylandı.

Bugün gelinen aşamada “Artvin ili Hopa ilçesi kıyı ve sahil düzenlemesi amaçlı 1/5000 ölçekli nazım imar planı” ve “1/1000 ölçekli uygulama imar planı” projeleri kapsamında Hopa sahilinin tamamen doldurulması planlanıyor.

30 FUTBOL SAHASI KADAR ALAN DAHA DOLDURULACAK

2-) Plan ne kadarlık bir alanı kapsıyor?

Projenin planı onaylanmadan Sugören Mahallesi- Sundura Deresi ile Sundura Deresi- Hopa İskelesi arası dolduruldu. | Harita: Nazım imar planından

Plan hayata geçerse Hopa sahilinde toplam 34.4 hektarlık alan, yani 344 bin metrekarelik bir alana dolgu yapılmış olacak. Daha anlaşılır olması için söylersek, bu toplamda 70 futbol sahası kadar bir alan demek. Ortalama 100-120 metre açığa kadar dolgu yapılması planlanan bölgede zaten daha önceden hukuksuzca doldurulmuş bir alan da bulunuyor. Yani plan daha onaylanmadan yaklaşık 40 futbol sahası, kadar alan doldurulmuş durumda. Şimdi 30 futbol sahası kadar alanın doldurulması da gündemde. 

Bu projeyle birlikte geçmişte hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen bu doldurma işlemi de yasal hale gelmiş olacak.

Projede, sahile doldurulacak alan üzerine fuar, panayır, festival ve park alanı yapılması planlanıyor.

ÇED RAPORU YOK!

3-) Yöre halkının itiraz ettiği plan için ÇED ne diyor?


Bir şey demiyor, çünkü öyle bir rapor yok. Çevre ve Şehircilik Artvin İl Müdürlüğü proje hakkında 30 Kasım 2016’da “çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verdi. Hopa sahili toplamda 4 kilometre ve 3.5 kilometrelik kısmına dolgu yapılacağı söylenen bir proje için ÇED gerekli değildir kararı veren Çevre ve Şehircilik Artvin İl Müdürlüğünün hangi projelerde ÇED’e ihtiyaç duyacağı konusu ise belirsiz. Üstelik “ÇED’e gerek yok” kararında da dolgu yapılacak alan hatalı yazılmış. Belediye tarafından hazırlanan plana göre dolgu yapılacak alan 344 bin metrekare. ÇED gerekli değildir kararında ise alanın 318 bin metrekare olduğu görülüyor.

PLANDAKİ HARİTA BİLGİLERİ GÜNCEL DEĞİL, DOLDURULMUŞ ALAN HÂLÂ DENİZ GÖRÜNÜYOR

4-) Proje de çok sayıda teknik hata da var, bunlardan biri harita bilgilerinin güncel olmaması, peki ne demek bu?..  

      Liman ile İskele arasının ve Sugören mahallesi önünün de doldurulacağı görülüyor. | Harita: Nazım İmar Planı'ndan

İtirazlardan biri hazırlanan projedeki harita bilgilerinin güncel olmadığı, dahası hatalı olduğu. Sağlıklı planların yapılabilmesi, planlanacak alana ilişkin haritaların ve diğer verilerin doğru ve güncel olarak elde edilmesiyle mümkün olabilir. Kaldı ki Mekansal Planlar Genel Müdürlüğü, “Hangi amaçla ve nerede yapılacak olursa olsun bir dolgu planı teklifinin onaylı kıyı kenar çizgisini içeren, gerekiyorsa güncelleştirilmiş onaylı halihazır harita üzerine hazırlanması zorunludur” diyor.

Bütün eksikleri bir kenara bıraksak bile, harita bilgilerinin dahi doğru verilmediği koşullarda planın nasıl olacağı sorusunu gündeme getiriyor. 

Eksik bilgileri de örnekleyecek olursak,

  • Zaten dolgu yapılmış olan Sundura Deresi ile Sugören Mahallesi’ndeki alan haritalarda deniz olarak gösterilmiş.
  • Ortahopa Mahallesi-Liman mevkiinde yer alan ve tüm ilçenin derin deşarjının yapıldığı tesis gösterilmemiş.

Açıklama raporunda yer alan grafik verilerinin hiçbirinin kaynağı olmadığı gibi yıllık yağış miktarı, sıcaklık vb. gibi veriler, kamu kurumlarının internet sitelerinde yer alan verilerle örtüşmüyor.

Hopa halkı tarafından açılan davada bütün bu hataları sıralayıp planın hayata geçirilmesinin telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracağı vurgulanıyor. 

Bakanlığın tüm bu belgeli hatalara yanıtı ise “mesnetsiz iddialar” oluyor. Yani Bakanlık gözle görülür tüm bu hataların olmadığını ve projedeki haritaların doğru olduğunu savunuyor. Plana itiraz eden Hopalılar ise bugün doldurulmuş olan alanın dahi deniz gibi gösterildiğini hatırlatıp ‘Deniz nerede peki’ diye soruyor. Ve tahmin edersiniz ki soru henüz yanıtlanmış değil…

DOLGU MALZEMESİ NEREDEN, KÖYLERDE TAŞ OCAKLARI MI AÇILACAK?

5-) Son dönemde taş ocakları ile gündeme gelen Karadeniz’e yeni bir taş ocağı mı açılacak?

Proje tanıtım dosyasında alanın komşu ilçe Arhavi’de yer alan taş ocaklarından alınacak malzemeyle doldurulacağı, Hopa’da yeni bir taş ocağı açılmayacağını söylüyor. Ama hem yöre halkı hem de uzmanlar bunun inandırıcı olmadığı görüşünde. Çünkü Arhavi’de bulunan mevcut taş ocağının kapasitesi dolguda kullanılacak miktara yetmiyor. Yeni taş ocaklarının açılabileceğini düşünen yöre halkı dolgu malzemesinin ya orman alanından ya da bağcılık, çay, fındık gibi bölgeye özel ürün alanından sağlanacağını konuşuyor. 

Plan bütün itirazlara rağmen hayata geçerse bu Hopa’nın tamamının şantiye alanına dönüşmesi demek. Henüz dolgusu yapılmak istenen 30 futbol sahası kadar alan bulunuyor. Bunun için 1 milyon 350 bin metreküp malzeme gerekiyor. Bir kamyonun 20 metreküp malzeme taşıdığı düşünüldüğünde yaklaşık 67 bin 500 kamyonun Hopa sokaklarında gezmesi demek.

SIVILAŞMA TEHLİKESİ KAPIDA, SEL RİSKİ HEP GÜNDEMDE

6-) Karadeniz özellikle Doğu Karadeniz HES’ler, taş ocakları ve dolgu projeleri ile gündemden düşmüyor. Afetler açısından nasıl riskler barındırıyor?













                                      2019’da yaşanan sel feleketinde Hopa-Borçka karayolu ulaşıma kapandı. | Fotoğraf: DHA

Son yıllarda bölge, sel ve heyelan felaketleri ile gündemde. Son olarak Giresun’da 10 kişinin hayatını kaybettiği sel felaketi yaşanmış ve bölgedeki projeler yeniden gündeme gelmişti. Projeye dair afet riski uyarıları da var. Bunların başında ‘sıvılaşma’ riski geliyor. 

Projenin jeoteknik raporunda “…İnceleme alanındaki birimlerin sıvılaşma açısından tehlike arz ettiği gözlemlenmiştir” uyarısı yer alıyor. Bu yarıya proje sahibi olan belediyenin yanıtı ise “Dikkat edilecektir” oluyor. Ne olacağına bakmak için ise Rize’nin diğer dolgu alanlarına bakmak yeterli. Sahili komple doldurulan Rize’de, ‘Sıvılaşma’ nedeniyle sahilde yer alan yapıların yıkılması gündemde.

Sel riski ise bölge için hep gündemde. Karadeniz Sahil Yolu’nun yapımı sonrası dağdan gelen yer altı suları ve dereler denize ulaşamaz hale geldi. Hopa’da 2013’te yaşanan sel felaketinin görüntüleri henüz hafızalarda. Volkan Bilgin, “Hopa’da dereyi daralttılar daralttılar sonra Hopa suya gömüldü, o derede insan aradık” diyerek hatırlatıyor. Proje ile birlikte bu görüntülere yenilerinin eklenmesi, Hopa’nın suya gömülmesi görüntülerinin yeniden yaşanması işten bile değil.  

KARADENİZ SAHİL YOLU İTİRAFI: KENTİN KIYI İLE BAĞLANTISI KOPTU

7-) Plan hayata geçerse halkın denize erişimi nasıl etkilenecek?

Projede bir de itiraf var. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yayınladığı “Artvin ili Hopa ilçesi kıyı ve sahil düzenlemesi amaçlı nazım imar planı açıklama raporu”nda gerekçe “Karadeniz sahil yolunun şehir merkezinin kuzeyinden geçmesi sonucu kentin kıyıyla bağlantısı büyük ölçüde kopmuştur. Bu sebeple kent halkını kıyıyla buluşturacak sosyal kullanım alanlarına gereksinim duyulmuştur” şeklinde açıklanıyor. 

Bu aslında halk tarafından yapılan “Halkın denize erişiminin engelleneceği” itirazlarının bakanlık eliyle doğrulanması anlamına geliyor. Zira 1987-2007 arasında yapılan 542 kilometrelik Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle 6 Karadeniz şehrinin sahil şeridine, denize doğru yaklaşık 50 ile 75 metre arasında dolgu yapılmıştı.

Bugün gelinen aşamada Karadeniz Sahil Yolu’yla deniz ile bağı kısmen koparılan Hopa, plan hayata geçerse bir sahil kenti özelliğini de büyük ölçüde yitirmiş olacak.

Hopa İskelesi de proje ile yok edilecek. Mevcut belediye yönetimi iskele ile liman arasının doldurulmayacağını iddia etse de sunulan planda iskelenin ortadan kaldırılacağı gözüküyor. 

BİLİRKİŞİ HEYETİ İNCELEME YAPTI

8-) Açılan dava ne aşamada, bundan sonra ne olacak?

     Bilir kişi heyeti incelemesi | Fotoğraf: @HopayaDokunma twitter hesabı

Hopa sahilinin doldurulması projesinin durdurulması talebiyle Rize İdare Mahkemesine yürütmenin durdurulması ve planın iptali talebiyle başvuru yapıldı.

Başvuru dilekçesinde “Planın adı ve kapsamı konusunda belirsizlik olduğu, üst ölçekli planlarla uyuşmadığı, plan hükümlerinde alanın nereden çıkarılacak malzeme ile doldurulacağının belirtilmediği, plan raporlarının Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliği’ne aykırı olduğu, plan yapılış gerekçesinin kamu yararından daha çok özel yarara hizmet ettiği, halkın denize erişiminin engelleneceği, dolguların afet riskleri içerdiği, ulaşım sorunlarına yol açtığı, fuar alanının Kıyı Kanunu Uygulama Yönetmeliği’ne, düzenlenen imar planlarının şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına aykırılık taşıdığı’na vurgu yapıldı. Gelinen aşamada Rize İdare Mahkemesince belirlenen ve Harita Yüksek Mühendisi Dr. Öğretim Üyesi Kemal Çelik, Yüksek Şehir Plancıları Beytullah Sulak ile Doç. Dr. Ersin Türk’ten oluşan bilirkişi heyeti Hopa sahilinde dolgu alanı olarak planlanan yerde 21 Mayıs’ta incelemelerde bulundu. Bilirkişi heyeti yaptıkları incelemeleri rapor haline getirerek mahkemeye iletecek. Rapor mahkeme geldikten sonra hem bakanlığa hem de Hopa halkına iletilecek. Rapora ilişkin yapılan değerlendirmeler sonrası taraflar mahkemeye görüşlerini iletecek.

KİTLE ÖRGÜTLERİ ‘İPTAL EDİLSİN’ DİYOR, CHP ISRARCI

9-) CHP’li belediye bütün bu itirazlara rağmen projede neden ısrarcı davranıyor, ilçede bulunan demokratik kitle örgütleri ne diyor?

AKP döneminde hazırlanan proje, CHP’li belediye döneminde revize edildi. 14 Mayıs 2020 tarihinde plan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından askıya çıkartıldı. Hopa Belediyesi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı iş birliği ile yapılması planlanan Hopa sahili dolgu projesinin tahmini maliyeti olarak 45 milyon TL belirlendi. Şimdiye kadar ne kadarlık bir maliyet çıktığı ve projenin bundan sonrasının maliyetinin ne olduğuna dair bir veri ise bulunmuyor. Hopa belediyesinde son dönem yaşanan ekonomik sıkıntılar ise bir kez daha ‘Neden bu ısrar’ sorusunu daha güçlü şekilde gündeme getiriyor.

“Hopa sahilini yeniden dolduracak, denizimizi bizden kopartacak, iskelemizi elimizden alacak, köylerimizi taş ocağıyla kaplayacak olan dolgu projesine karşıyız” diyen demokratik kitle örgütleri ve parti temsilcileri heyet oluşturarak Belediye Başkanı Taner Ekmekçi ile görüştü. Ekmekçi görüşmede projenin AKP döneminden kaldığını ancak plan onaylanırsa mevcutta bulunan sahil dolgusu üzerindeki tesislerin kendilerine devredilmesini amaçladığını ve projenin belli bir bölümünü üstlendiklerini söyledi. Heyet ise askıda planın bu duruma göre revize edilip yeni bir dolgunun plandan çıkarılmasını talep etti. Ekmekçi ise “Zaman alır” gerekçesi ile reddetti.

Meltem AKYOL/EVRENSEL




 

Hukuk yoksa devleti kim kontrol eder? - Oğuz Oyan / BİRGÜN



Suç çetelerinin, iktidarla kolkolayken, çıkar çatışmasına düşerek iktidardakilerin foyalarını ortaya saçmaları, 17-25 Aralık 2013 türünden bir iç hesaplaşmadır aynı zamanda. İktidarın karanlık yüzünü geniş kitlelere gösteren bu süreci hor görecek değiliz. İtirazımız, bunun iktidarın ilk dönemlerini dışarda bırakmasına, hatta 1990’lara gönderme yapılarak 1990 öncesinde de var olan sistemik yani sermaye düzenine içkin, iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesinedir...

“Yedi Samuray” filmi (1954) ünlü yönetmen Akira Kurosawa’nın başyapıtlarındandır. Halen dünyanın en iyi fimleri arasında ilk sıralardadır. John Sturges’ın yönettiği Yedi Silahşörler (1960 ) filmi aynı temanın western kalıplarına uyarlanmış biçimidir ve o da türünün iyileri arasında yer alır.

“Yedi Samuray”, basitçe bir eşkiya hikâyesidir. Derinliğine bakıldığındaysa, tam da devletin bıraktığı boşluğun nasıl doldurulacağının öyküsüdür. 16. yüzyıl Japonya’sında her yıl eşkiya (nobuşi) samurayların yağmasına maruz kalan bir köy halkı, kendilerini savunmak için efendisiz (ronin) bir samuray ile anlaşırlar; o da benzer durumdaki 6 samurayı yanına alır ve birlikte köyün savunmasını üstlenirler. Köylüler, bunlara verilecek ücret miktarının, eşkiyanın el koyduğu üründen daha düşük maliyetli olacağını hesaplamışlardır. Ancak hesaba katılamayan şey, eşkiya püskürtüldükten sonra koruyucu samurayların bu defa bir tehdit oluşturup oluşturmayacağıdır; veya örneğin onların ücreti konusunda bir anlaşmazlığa düşüldüğünde, kamu gücü ve hukuk ortada olmadığına göre (olsaydı zaten özel koruyucu hizmetleri satın almazlardı), kararı kim verecektir?

Kenan Bulutoğlu hocanın Kamu Ekonomisine Giriş (Temat Yn., 1971, s. 3-5) kitabı bu öyküyle başlar ve yukarıdaki son soruyla sürer. Devlet gibi bir üst örgüt olmadığı zaman, köylüler «başlangıçta sözleşme ile piyasadan tuttukları samurai›lerin hizmetlerini beğenmezlerse onlara yol veremezler”. Samuraylar, “bir piyasa üstü örgüt durumuna geçerler. Kısacası devlet olurlar”...

Peki, ya devlet var ama hukuk yoksa? Veya, hukuk görünürde var ama gerçekte yoksa? Anayasa var ama uygulanmıyorsa? İktidarın kendi yasalarını/ düzenlemelerini işine geldiği gibi uygulaması veya hiç uygulamaması veya fiilen çoklu hukuk sistemine geçmesi, iktidarın atadığı yasama organı ve üst yargı tarafından sorgulanamıyorsa? Yargı yürütmenin hatta tek bir kişinin denetimine girmişse? O zaman devleti veya devlet olmuş yürütmenin başını kim/kimler kontrol edebilecektir?

ASALAKLARIN DEVLETE ÇÖREKLENMESİ

Eğer belirli bir tarihi kesitte belirli bir ülkede iktidara çöreklenen ve/veya iktidarın etrafını saran asalak sınıflar, sorgusuz sualsiz yani hukuksuz/ denetimsiz bir biçimde ülkenin yönetimini ellerine almışlarsa, orada ne demokrasi, ne adalet, ne insan hakları, ne bütçe hakkı, ne özgürlüklerin kırıntısı kalmış olabilir, ne de kaçınılmaz biçimde devlet-toplum ilişkilerini örümcek ağı gibi saracak olan mafyatik ilişkiler engellenebilir. Orada devletin mafyalaşması bütün bu olumsuzlukların bir nedeni değil sonucudur aslında; ama sonuç giderek belirleyicilik kazanır, zamanla devletin her kademesinde çeteleşme uç verir.

Kamu kaynaklarının yağmalanması ne kadar büyük çaplı, ne kadar yaygın olursa ve ne kadar uzun süredir sistemin damarlarına işlemişse, bu yağmadan pay kapmak için üşüşenlerin sayısı da o kadar çok olacaktır. Yağmadan büyük paylar kapanlar, işin yürümesi için, irili ufaklı payların daha geniş çevrelere yayılmasına, işbirlikçi çemberlerinin peydahlanmasına alan açmak zorundadırlar. Çünkü herkes olan biteni görmekte/duymakta/sezmekte ve bunların bir kısmı yağmadan pay istemektedir. Bunlar bazen küçük sus payları biçimindedir, bizlere astronomik görünen çoklu maaşlar bile aslında “devede kulak”tan ibarettir; bazen küçük ihalelerin, nüfuz ticaretlerinin, dava/iş/ihale takipçiliğinin eteklerdekilere bırakılması biçimindedir. Yol ve yöntemleri her gün medyaya yansıyor; bunları sıralamak bile bu yazıya sığmaz. (“İktidar can ve mal derdinde” başlıklı yazımızda 11 Nisan tarihli Birgün Pazar’da buna değinmiştik).

Ama asıl büyük talan/yağma damarları daha az sayıdadır. Bunları (i) özelleştirme uygulamalarında; (ii) özel çıkarlara uyarlanmak üzere sürekli değiştirilen ihale düzeneklerinde (illa ihalesiz alımlar/satışlarda veya İhale Kanunu›nun istisna maddeleri arkasına gizlenen işlemlerde değil, olağan ihale yöntemlerinde bile); (iii) yap-işlet-devret türü döviz garantili talanlarda ve bunlara pandeminin yarattığı mücbir koşullarda bile dokunulmamasında; (iv) kamu mamelekinin bağışlanması, düşük bedelle satışı veya uzun süreli tahsisinde (ve tahsisten yararlananlara öncelikli satın alma hakkı tanınmasında) ve imar rantlarında; (v) son üç yılda TCMB rezervlerinin, döviz kurlarını düşük tutmak adına şaibeli yollarla eritilmesinde; (vi) ve tüm bunlara ilişkin karar süreçlerini belirleyen yüklü komisyon/rüşvet bedellerinde, gizli ortaklıklarda ve içerden öğrenmeyle yapılan bilgi ticaretinde (insider trading) teşhis edebiliriz. Doğanın/çevrenin talanına yol açılmasının, örneğin İstanbul Kanalı gibi potansiyel bir çevre felaketi habercisinin bile umursanmaması, büyük yağma düzeninin icabındandır.

Burada bir tuzağa dikkat edilmeli: Bu yağmacılığın, rejimin hukuk/denetim temelinin iyice zayıfladığı son dönemlerin ürünü olduğunun “sanılması”, hatta suçun münhasıran 2018 sonrasının Başkanlık rejimine yüklenmesi... Bu sadece liberal aymazların kendilerini aklama gayretlerinin ürünü değildir. Bu yorum, şu an Millet İttifakı’nın eteğine tutunan Deva ve Gelecek partilerinin de işine gelen yorumdur; kendi iktidar dönemlerini temize çıkarma çabalarının uzantısındadır. Bu, yağma düzeninin “tarih öncesiyle” (yani 2018 öncesiyle) hesaplaşmak istemeyen veya bu yolda sermaye ile ters düşmeyi göze alamayan tüm muhalefeti de içine alan bir toplu kaçış durumudur.

Gerçekte bu, hem sermaye düzeninin icabıdır, hem Türkiye gibi bir çevre ülkesinde asalak sermayenin öne çıktığı bir düzenin türevidir, hem de onyıllarca iktidarın maddi nimetlerinden uzak kalan dinci siyasetin açgözlülüğünün sonucudur. Bunlar devletin üzerine bir çekirge sürüsü gibi çökmüşler, kendi sermayedarlarını yaratacak düzeye ulaşmışlar, kendi ağlarını kurmuşlardır.

Suç çetelerinin, iktidarla kolkolayken, çıkar çatışmasına düşerek iktidardakilerin foyalarını ortaya saçmaları, 17-25 Aralık 2013 türünden bir iç hesaplaşmadır aynı zamanda. İktidarın karanlık yüzünü geniş kitlelere gösteren bu süreci hor görecek değiliz. İtirazımız, bunun iktidarın ilk dönemlerini dışarda bırakmasına, hatta 1990’lara gönderme yapılarak 1990 öncesinde de var olan sistemik yani sermaye düzenine içkin, iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesinedir... (Sadece Uğur Mumcu›nun siyaset-ticaret-mafya-İslamcı örgütler ilişkilerini anlatan yazıları ve “Rabıta” kitabı yeterli örnek oluşturur).

ÖZELLEŞTİRMELER: BİR YAĞMA ARACI

Aslında herşey gözümüzün önünde oldu. Ama kitlelerin zihnini canlı tutmak ve özel olarak 2003 sonrasını teşhir etmek, bugünkü siyasi mücadelenin ayrılmaz parçası yapılmak zorundadır. Öncelikle, 1986’da başlatılan özelleştirme uygulamalarının yüzde 90’dan fazlasının 2003 sonrasını ilgilendirdiğiyle başlamak gerekir. İkincisi, özelleştirmelerde salt kamu çıkarlarının değil ülke çıkarlarının dahi gözetilmediğini - Telekom örneği yeterlidir- sürekli sergilemek gerekir. Üçüncüsü, birçok örnekte, satılan şirketlerin ürün stok düzeyleri, nakit varlıkları ve beklenen kârlılık durumlarının, belirlenen satış fiyatının büyük bölümünü karşılayabilecek noktada olduğunu ve benzeri uygulamalarla talanın katmerli bir biçime dönüştürüldüğünü kitlelerin bilincine çakmak gerekir. Somut vakalara ait ayrıntıların toplu istatistiklerden her zaman daha etkili olduğundan hareketle bazı örnekler sunalım:

TÜPRAŞ: İlk özelleştirme girişiminde, Tüpraş’ın yüzde 75 hissesi 1,3 milyar dolara adresi bir posta kutusundan ibaret olan bir Rus şirketine “satılmıştı.” Petrol-İş Sendikası’nın açtığı davayla bu şaibeli satış durdurulabildi. Bunu, Tüpraş'ın yüzde 14,76'lık hissesinin “halka arz” aldatmacasıyla bir “gece operasyonuyla” borsada işlem gören değerinin altında Sami Ofer- Mehmet Kutman ortaklığına devredilmesi izledi; Petrol-İş’in açtığı davayla bu sözde halka arz işlemi de iptal edilmesine rağmen “atı alan Üsküdar’ı geçmiş”, hisselerin tekrar el değiştirmesi sağlanmıştı. Bu bile bir iktidarı yerinden edebilecek bir yolsuzluk örneğiydi. Daha sonra Tüpraş’ın yüzde 51 hissesinin Koç Holding’e dört milyar dolara satılması iki şeyi gösteriyordu: Bir, ilk satış olağanüstü bir peşkeş, kamu malını hedefleyen açık bir dolandırıcılıktı; iki, Türkiye’nin en büyük sanayi şirketinin çoğunluk hissesi için biçilen değer hâlâ gerçek değerinin çok altında, birkaç yıllık kârının toplamı düzeyindeydi.

PETKİM: Petkim’i ilk özelleştirme girişimi Uzanların İmar Bankası’na el konulmasından bir ay önce, Uzanların Çukurova-Kepez şirkelterine el konulmasından hemen sonra gerçekleştirilmiş ve bu stratejik petro-kimya tesisinin satış ihalesini kazananlar Uzanlar olmuştu! Hem de “ölmüş eşek fiyatına” yani sadece 600 milyon dolara! Ama Uzanlar, nakit dönüşümü yüksek Çukurova-Kepez ellerinden çıkınca bu bedeli bile sağlayamamıştı. Kamuda kalan Petkim daha sonra kâr oranlarını yükseltti; öz kaynaklarından 400 milyon dolarlık yatırım yaptı. 2005’te ihracat rekoru kırdı; ama Nisan 2005’te şirketin yüzde 30’luk payı halka arz edilerek ÖİB elindeki pay yüzde 58,8’e düşürülüp izleyecek blok satış kolaylaştırılmış oldu. Kasım 2007’deki ikinci özelleştirme girişiminde Azerbaycanlı SOCAR-Turcas Ortak Girişim Grubu’na yüzde 51 hissesi 2,04 milyar dolara satıldı. Bu da, önceki özelleştirme girişiminin çok büyük bir peşkeşe karşılık geldiğini, ancak 2007 özelleştirmesinin de şirketin ikame değerinin yani şirketi yeniden oluşturma maliyetinin çok altında kaldığını açıkça göstermekteydi. (bkz. 13.07.2007 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Dönem, içerde medya patronlarının, büyük sermaye çevrelerinin, dışardan iştahla ihale kovalayan yabancı sermayenin (ve tabii liberallerimizin) mevcut iktidarı yere göğe sığdıramadıkları dönemdi. Bu arada 2010’da Wikileaks belgelerinin ortaya dökeceği gibi, 2004 yılında devlet katından birilerinin gizli İsviçre hesaplarına kabarık meblağların yağdığı bir dönemdi. (ABD›nin bunları her zaman masa altındaki pazarlık unsurları arasında tuttuğuna emin olabilirsiniz).

Başka örnek mi istiyorsunuz? (i) Balıkesir kağıt fabrikası SEKA’nın, ÖİB’nın kendi değer tespitinin ellide birine yani 1,3 milyon dolara satılmasını alın! (Fabrikanın sadece lojmanlarını kümes fiyatına satsanız bu tutardan fazla etmekteydi).

(ii) TEKEL İçki’nin Nurol-Özaltın-Limak-Tütsab ortak girişimine (MEY İçki) 292 milyon dolara satılmasına bakın. Ama dikkat buyurun, şirketin nakit sayılan içki stokları satış sırasında 126 milyon dolar değerindeydi ve işçilerin 32 milyon dolar tutan kıdem tazminatları devlete yükleniyordu; yani gerçekte satıştan devletin eline sadece 128 milyon dolar geçiyordu! Ama sıkı durun, satılan şirketin TEKEL AŞ’ye olan 307 trilyon YTL’lik (219 milyon dolarlık) borcunun, şirketin devrinden 9 gün önce tasfiyesi kararlaştırılıyordu. Üstelik, Yüksek Denetleme Kurulu raporuna göre TEKEL İçki’nin genel müdürü devirden önce şirkete 71 milyon dolarlık hammadde alarak devleti katmerli zarara uğratıyor ve bunun ödülü olarak -ama Kamu Etik Yönetmeliği’ne aykırı olarak- satıştan sonra MEY İçki’ye genel müdür oluyordu. Ama bitmedi: Alıcılar TEKEL İçki’yi 2 yıl ödemesiz banka kredisiyle alıyorlar ve ceplerinden bir kuruş bile çıkmadan iki yıldan kısa sürede 810 milyon dolara Texas Pacific Group’a satıyorlardı. Üstelik satılan sadece yüzde 90’lık hisseydi; yani ellerinde hâlâ 90 milyon dolarlık hisse kalmaktaydı. (bkz. 27.02.2008 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Telekom örneğinin nasıl Türkiye’nin en büyük boyutlu dolandırıcılık hikâyesine dönüştüğü örneği vermeye gerek görmüyoruz; bilmeyen kalmamıştır ve iktidarın bu soygundaki rolü açıktır. Bu kadar büyük ölçekli talanlar yapılırken, “yağma Hasan’ın böreği”nden pay kapmak için her türden mafyanın türemesi, bizzat sermayenin, siyasetçinin ve bürokratın mafyalaşması yadırganacak bir süreç mi olurdu? Yağma düzeni bu kadar açık, bu kadar gözükara biçimde yürütülürken, iktidarın bu erken dönemini başarılı bir ekonomi yönetimi ve demokratik bir iktidar yapılanması olarak görenler ve bu dönemi övmeye devam edenler de bu yağmanın suç ortakları değiller midir?

SONUÇ

Şimdilerde iktidarın açık/örtük ortaklarının birbirlerine düşmeye başlamalarının gerisinde büyük çıkar kavgaları vardır; gerisi de gelecektir. Bugünden yakın geleceğin savaş çadırları kurulmaktadır. İktidar-sonrası dönemin hesapları şimdiden yapılmakta, herkes birbirinin dosyasını tutmaya başlamakta, güç sınamaları ve rakip eksiltme taktikleri şimdiden ortaya saçılmaktadır. Bunlar derde deva olmayacaktır; olmaması sağlanmalıdır.

Sonucun sonucu: Sosyalist sola ne çok iş düşüyor! Yeni ve tertemiz bir düzen kurmak için eski düzenin pisliklerinin tüm yönleriyle açığa çıkarılması ve yenilenmiş bir yargı sistemi önüne taşınması da sosyalistlerin görev alanına girmiş bulunuyor. Bunu yapmadan yeniyi kurmak, bunu yapmadan sosyalist düzenin meşruiyetini geniş kitlelere benimsetmek zordur; demek ki işe buradan başlamak şarttır. Zaten zorluklardan kaçanın bu mücadelede yeri yoktur!..

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Demirören-Mansimov denklemi: Tahterevalli(Berkant GÜLTEKİN)+ Mafya, sistemin önemli ortağı(Nurcan Gökdemir)-BİRGÜN


 Demirören-Mansimov denklemi: Tahterevalli(Berkant GÜLTEKİN)

Geçmişte Mansimov’la yakın olan kritik isimler bugün Demirörenlerin yanında. Bir tahterevalli misali, Mansimov düşerken Demirörenler ve ‘eski dostlar’ yükseliyor. Futbolla başlayan olaylar zinciri, Kuper’in “Futbol asla sadece futbol değildir” sözünü bir kez daha tasdik ediyor.

Türkiye’de iktidarla yakın ilişkiler kuran ve 

AKP-MHP ittifakına oy kazandırmak için 

mitingler düzenleyen suç örgütü elebaşısı 

Sedat Peker, 2 Mayıs’tan bu yana yayımladığı 

videolarla tüm ilgiyi üzerine çekmiş durumda. 


Peker’in sözlerinin ne derece doğru olduğunu ya da bildiklerini ne kadar süsleyerek anlattığını 

kesin olarak saptayabilmek zor elbette. Arthur Schopenhauer, “Hiç kimse duyduğu şeyi 

kendisine saklamaz ve hiç kimse duyduğu kadarını söylemez”* diyor. Yani Peker muhtemelen 

hem bildiğini hem de bildiğinden fazlasını söylüyor.Ancak abartı payı ayıklansa bile bu itiraflar 

ve itirafların muhatabı olan kişilerin verdiği insan aklını tatmin etmeyen yanıtlar, düzenin ne 

denli kirlenmiş olduğunu gözler önüne seriyor.

Peker videolarının yeni aktörü, iktidara yakın iş insanlarından Yıldırım Demirören oldu. Aslında konunun bir yerde ona geleceği belliydi. Çünkü Peker’in ilk videoda Mehmet Ağar’ın mallarına çöktüğünü söylediği Azeri oligark Mübariz Mansimov’la Türkiye’de en yakın ilişki kuran isimlerden biri Yıldırım Demirören.

Yıldırım Demirören ile Mübariz Mansimov’un ilişkisi, Demirören’in Beşiktaş kulübünün başkanı olduğu 2004 yılına kadar gidiyor. Yurtdışında yaşayan en zengin Azeri olarak bilinen ve 2007’de (İddiaya göre Erdoğan’ın isteğiyle) Türk vatandaşı olan Mansimov, Demirören’in başkanlığı döneminde Beşiktaş’la oldukça içli dışlı oluyor. Mansimov, basına verdiği demeçlerde, İngiliz Chelsea kulübünün sahibi Rus milyarder Roman Abramoviç gibi futbol âşığı olmadığını, Azerbaycan’da desteklediği çok sayıda kulüp olmasına rağmen asla bu kulüplerin yönetimlerinde bulunmayı tercih etmediğini ancak Beşiktaş’ı çok sevdiğini, hatta Yıldırım Demirören’le olan yakın dostluğundan olsa gerek, kulübü seve seve satın alabileceğini söylüyor.

2007 yılında medyada, Mansimov’un Beşiktaş başkanı olmak istediği yönünde haberler çıkıyor. Beşiktaş Kongre Üyesi olan Mansimov, aynı yılın temmuz ayında Başkan Yıldırım Demirören’e gönderdiği ve siyah beyazlı kulübün resmi internet sitesinde yayımlanan açıklamasında, başkanlığa aday olacağı yönündeki iddiaları yalanlayarak sadece kendi grup şirketleriyle ilgilendiğini ifade ediyor. Böylece Azeri milyarderin Beşiktaş’a başkan olacağı iddiası ilk ağızdan tekzip ediliyor.

Mansimov, kendisinin de anlattığı gibi ülkesi Azerbaycan’da da futbolun uzağında değil. Kardeşi Mais Mansimov’un (2011’de Türkiye’nin Lenkeran Fahri Konsolosu olarak atanıyor) başkan, kendisinin de onursal başkan olduğu Hazar Lenkeran adlı bir kulüp bulunuyor. Bu kulüp, Mansimov üzerinden Beşiktaş ve Türk futboluyla köprü kuruyor. 2004-2014 yılları arasında Rasim Kara, Şenol Fidan, Cüneyt Biçer ve Mustafa Denizli gibi isimler, Hazar Lenkeran’ı çalıştırıyor. Yine bir dönem Beşiktaş’ın teknik patronu olan Galli John Benjamin Toshack da kulübün başında 27 maça çıkıyor.

Kulüp tarihinin en pahalı transferi de yine tanıdık bir isim: Oktay Derelioğlu. 1993-1999 tarihleri arasında Beşiktaş formasını giyen Derelioğlu, Hazar Lenkeran için oynadığı 17 maçta fileleri 16 kez sarsarak etkileyici bir performansa imza atıyor. Derelioğlu’nun 16 Ağustos 2008’de İnönü Stadı’nda oynanan jübile maçında ise Hazar Lenkeran ile Beşiktaş karşı karşıya geliyor ve tribünde Yıldırım Demirören ile Mübariz Mansimov birlikte oturuyor.

2 yıl sonra, 2010-2011 sezonu için hazırlıklarını Avusturya’da sürdüren Beşiktaş’ta, Başkan Yıldırım Demirören ve Teknik Direktör Bernhard Schuster ortak bir basın toplantısı düzenleyerek basın mensuplarının sorularını yanıtlıyor. Toplantıda konu Mansimov’a geliyor. Gazeteciler Demirören’e, Mansimov’un takıma transfer yapıp yapmayacağını soruyor. “Ben hiçbir yönetici arkadaşımı futbolcu alacak diye yönetime almadım. Mansimov'dan verilmiş bir söz yok. Kendilerine çok teşekkür ediyorum” diyen Demirören, milyarder dostunun Beşiktaş TV için büyük katkıları olduğunu vurguluyor.

FUTBOL PERDESİNİN ARKASI: PETROL

Mansimov’un asıl işi petrol taşımacılığı. Azerbaycan petrolünü yurtdışına taşıyor. Türkiye’de Palmali Gemicilik ve Acentelik Anonim Şirketi’ni resmi kayıtlara göre Ekim 1998’de kuruyor. Hatırlanırsa Mansimov’un 270 civarında gemiyi kontrol eden şirketi -her nedense- ismi Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Ziya İlgen’in baş harflerinden oluşan BMZ Group’un (Yönetiminde Esra Albayrak ve Sümeyye Erdoğan da bulunuyor) filosuna kattığı 5 gemiyi kiralaması ve petrol transferi için kullanmasıyla medyada geniş yer bulmuştu.

Mansimov’un sahibi olduğu Palmali Grup oldukça geniş bir yapılanma. Taşımacılıktan turizme, inşaattan medya sektörüne kadar birçok alanda faaliyet yürütüyor. Şirketin genel müdürü, Mansimov’un yakın çalışma arkadaşlardan Alaattin Aykaç.

Palmali’de toplam 8 yıl görev yapan Alaattin Aykaç, Demirören tarafından hem Beşiktaş’ın hem de Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) yönetim kuruluna alınıyor. Demirören’in federasyon başkanlığı sürerken, 2015-2016 dolaylarında TFF Dış İlişkilerden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi olan Aykaç ile Mansimov’un ilişkisi bozulmaya başlıyor. Mansimov tarafından işine son verilen Aykaç, Palmali Denizcilik’e ait hisse ve gayrimenkulleri devretmediği iddiasıyla gündeme geliyor.

Bu sırada Aykaç'ın yöneticilik dönemi de Mansimov tarafından mercek altına alınıyor. Palmali Grup’un yeni müdürü ve Mansimov’un hem yakın arkadaşı hem de koruması olan Vugar Hüseyin, eski iki numaranın, şirketin parasıyla yüklü miktarda kumar oynadığını ve İstanbul’da bulunan lüks gayrimenkulleri devretmediğini öne sürüyor. Ekim 2016’da Vugar Hüseyin’in basına verdiği bilgilere göre, hisse devirlerinin bir an önce yapılması için noter aracılığıyla ihtarname gönderilmiş olmasına rağmen Aykaç hisse devri yapmaya yanaşmıyor.

İHBARCI DOSTUN HIZLI YÜKSELİŞİ

Fethullahçı yapının Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonraki yıl işler Mansimov için oldukça farklı bir noktaya geliyor. Bir ihbar üzerine Azeri milyardere FETÖ soruşturması açılıyor. 2 yıl süren soruşturma sonunda savcılık, kovuşturmaya gerek olmadığı yönünde karar veriyor ve Mansimov rahat bir nefes alıyor.

Ancak 2019’daki bu karardan 7 ay sonra eski çalışanı olan 4 isim, Mansimov hakkında ihbarda bulunuyor. Bu kişiler, Ali Kemal Çelikten, Mehmet Ercil, Fatih Berber ve Demirören’in her gittiği yere götürdüğü Alaattin Aykaç. Bu 4 ismin ihbarı sonucunda, 20 Aralık 2019’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Mansimov hakkında “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan soruşturma başlatılıyor. 15 Mart 2020’de gözaltına alınan milyarder, bir gün sonra tutuklanarak cezaevine gönderiliyor.

Mansimov’u ihbar ederek cezaevine girmesine zemin hazırlayan 4 isimden biri olan Palmali’nin eski müdürü Aykaç, bir yandan Demirören Holding içinde basamakları tırmanmaya devam ediyor. Mart 2018’de Hürriyet ve CNN Türk gibi yayın organlarının da içinde olduğu Doğan Medya, Demirören Ailesi’ne satılıyor. Satıştan çok kısa bir süre sonra Mayıs 2018’de Demirören Medya’ya bir ‘Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi’nin atandığı Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) bildiriliyor. Bu isim Alaattin Aykaç’tan başkası değil. Bir dönem Palmali’nin 2 numaralı ismi ve Mansimov’un sağ kolu olarak bilinen Aykaç, ihbar ettiği eski patronuna cezaevinin kapılarını açarken, böylece Demirören’in uhdesindeki yükselişine yeni bir başarı halkası daha ekliyor.

GÜVENLİK İŞLERİ KİME EMANET?

Peki Alaattin Aykaç’tan sonra Palmali’nin genel müdürü olan ve 2016’da yaptığı açıklamalarla selefinin şirketin parasıyla kumar oynadığını ve İstanbul’daki lüks gayrimenkulleri devretmediğini öne süren Vugar Hüseyin’e ne oluyor?

Bir ters orantı da burada baş gösteriyor. 2010’da Mansimov’la birlikte Pal Güvenlik Hizmetleri’nin iki kurucusundan biri olan Vugar Hüseyin, Mansimov’un Haziran 2016’da hisselerini kendisine devretmesiyle şirketin tek patronu oluyor. Aynı durum Nisan 2013’te kurulan Palmali Danışmanlık ve Tesis Yönetim Hizmetleri adlı şirkette de yaşanıyor. Tüm bunlardan sonra, basında çıkan kimi haberlerde Mansimov’a açılan davada Vugar Hüseyin’in gizli tanık olduğu iddia ediliyor. İşin daha ilginç yanı, hikâye bir noktada yine Demirören’e bağlanıyor.

Pal Güvenlik şirketinin internet sitesinde yer alan bilgilere göre Vugar Hüseyin’in güvenliğini sağladığı şirketler arasında Demirören Holding bünyesindeki Hürriyet, Milliyet, Kanal D ve İstiklal Caddesi’ndeki Demirören AVM yer alıyor. Yine şirketin internet sitesindeki referanslar bölümünde verilen bilgiye göre Pal Güvenlik; Beşiktaş JK, Azerbaycan devletinin petrol şirketi SOCAR ve Trump Alışveriş Merkezi’nin de güvenlik işlerini yürütüyor. Yani Vugar Hüseyin de tıpkı selefi Aykaç gibi eski patronu Mansimov’la ters düştükten sonra Demirörenlerle olan ilişkilerini geliştiriyor.

FATİH BERBER VE 1 AVROLUK GİZEM

Mansimov aleyhine davada tanık olan Fatih Berber’in adı da Haziran 2018'de Demirörenlerle anılıyor. Hürriyet’in Demirörenlere satılmasından birkaç ay sonra, Haziran 2018’de Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık AŞ’den KAP’a yapılan bildirime göre, şirketin yurtdışı iştiraki Hürriyet Invest B.V. ve Hürriyet Invest B.V'nin pay sahibi olduğu Trader Media East Ltd. ve TME, 1 avro bedelle satılıyor. Tesadüf bu ki 376 milyon 206 bin avro değerindeki şirketin 1 avroya satıldığı kişi, Mansimov’u ihbar eden ve Mansimov aleyhine tanıklık yapan 4 isimden biri olan Fatih Berber. Ancak ne oluyorsa 2 ay sonra Hürriyet, KAP’a yeni bir bildirim yaparak 8 Ağustos 2018 tarihli Yönetim Kurulu kararı ile satış işleminden vazgeçildiğini bildiriyor. Demirörenlerin neden 376 milyon avroluk şirketi 1 avroya sattığı ve daha sonra da bundan vazgeçtiği bilinmiyor.

CNN TÜRK’E KONUK AYARI MI YAPILDI?

Bu denklemin ilginç bir noktası daha var. Bir süre öncesine kadar CNN Türk ekranlarında görmeye alıştığımız hukukçu Prof. Dr. Ersan Şen, aylardır Demirörenlerin sahibi olduğu bu kanalda boy göstermiyor. Şen, son dönemde sıklıkla Habertürk ve Haber Global kanallarında izleyicinin karşısına çıkıyor. Peki anlattığımız hikâyeyle bunun ne ilgisi var? Kesin bir kanıt değil ancak Prof. Dr. Şen’in Ocak 2021’deki duruşma sürecinde Mübariz Mansimov’un avukatlığını üstlendiğinin anlaşılması ve Mansimov’a tuzak kurulduğu yönünde demeçler vermesi, CNN Türk-Şen ayrılığında açıklayıcı bir fonksiyona sahipmiş gibi gözüküyor.

Mübariz Mansimov, geçtiğimiz 5 Mart’ta görülen son duruşmada “FETÖ/PDY silahlı terör örgütü içerisindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme” suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve ev hapsi şeklindeki adli kontrol şartıyla tahliye edildi. Azeri milyarder, Mart 2020’de cezaevinden yazdığı mektupta, 2012’de Petkim’i alan Azerbaycan devletinin petrol şirketi SOCAR grubunun yöneticileri tarafından kendisine komplo kurulduğunu iddia etmişti. Mansimov’a göre kendisi aleyhinde tanıklık yapan eski çalışanları da Azerbaycan istihbaratına çalışıyor. Ne ilginç ki aynı Azerbaycan devletinin milli piyangosu olan Azerlotereya, ülkenin Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in imzasıyla bu yılın başında Demirörenlere devredildi.

İşte 2004’ten 2021 yılına uzanan Demirören-Mansimov hikâyesi böyle gelişti. Geçmişte Mansimov’la yakın kritik isimler bugün Demirörenlerin yanında. Bir tahterevalli misali, Mansimov düşerken Demirörenler ve ‘eski dostlar’ yükseliyor. Futbolla başlayan olaylar zinciri, yaşanan süreçler ve varılan nokta itibarıyla Britanyalı yazar Simon Kuper’in “Futbol asla sadece futbol değildir” sözünü bir kez daha tasdik ediyor. Ve unutulmamalı ki tüm bunlar, Mansimov’la ilgili olan hikâyenin sadece küçük bir bölümüne denk düşüyor.

(Berkant GÜLTEKİN) / BİRGÜN

*Arthur Schopenhauer / Mutlu Olma Sanatı

                                                                                  ***

Mafya, sistemin önemli ortağı(Nurcan Gökdemir)

Ülke, Susurluk’ta yaşanan kazanın ardından ortaya dökülenlerin daha ağırını yaşıyor. “Ortalık yatışınca döneceksin” denilerek gönderilen bir mafyanın itirafları, Türkiye’yi bir kez daha kamyon çarpmış gibi sarstı.

Bugün yaşanan skandallar dizinde boy gösteren aktörler, birkaç isim değişikliğiyle neredeyse Susurluk’la aynı. Siyaset, mafya ve medya işbirliği yine ana gündem. Kavganın göbeğinde paylaşılamayan rant ve uyuşturucudan gelecek kara para var. Ulaşılmak istenilen ekonomik ve siyasi güç… O gün bu ilişkileri bir düğün fotoğrafı gösterirken bugün kamuoyu, Yalıkavak Marina’da poz verenlerin fotoğrafına bakıyor.

1996’da Susurluk Kazası’ndan kısa süre sonra TBMM harekete geçti, bir soruşturma komisyonu kuruldu, “Derin devlet” komisyona ifade vermek zorunda kaldı. Devletin kirli işlere bulaşan resmi ve gayri resmi unsurları, kamu gücünü mafyayla el ele vererek kullananlar, cinayet işleyenler, kaçakçılık yapanlar Meclis koridorlarından tek tek geçti, görüntülendi ve milletvekillerinin sorularına yanıt verdi.

Bugün de başrolde yer alan Mehmet Ağar bu sürecin sonunda yargılandı, hüküm giydi. Daha doğrusu AKP korumasında kısa süre cezaevinde ağırlandı.

KOALİSYON ORTAĞI MAFYA

Meclis’te beş ay süren çalışmalar sonunda 3 Nisan 1997’de TBMM Başkanlığı’na sunulan rapor eksik bulundu, yaşananların gizlenmeye çalışıldığı eleştirileri dillendirildi, tüm bunlar bir ölçüde doğruydu. Ancak gelinen noktada yetersiz, kısıtlı denilen o raporda yer alanların bile gereği yapılmadı. Bu suç ortaklığı ve aktörleri daha da palazlandı, işler devlete sızan ya da devletin önce kullandığı sonra da devleti kullanan karanlık ilişkilerden daha ileriye gitti. Bugün 2002’de başlayan 19 yıllık AKP iktidarı döneminde kurulan yeni rejimin koalisyon ortağı oldukları gün gibi ortaya çıktı.

KÂĞIT ÜSTÜNDE KALDI

Susurluk’ta kaza yapan araçtan bir emniyet müdürü, bir siyasetçi ve 7 TİP’li öğrencinin öldürülmesinin faili olarak aranan sanığı çıktı. Türkiye bu kazayı uzun yıllar konuştu, yaşananlar tüm ortaya dökülenlere karşın açıklığa kavuşmadı. Bu düzenden hesap soracağı iddiasıyla ülkeyi yönetme yetkisini alanların ortaklıktan öte geçip, güç devşirdiği bu yapının bizzat örgütleyicisi olduğu, kamu kaynaklarını fütursuzca emirlerine sunduğu görüldü. Susurluk o günlerde bitmedi, rejimin bağırsakları boşalmadı, aksine daha da doldu.

TBMM’de yazım sürecinde her türlü müdahalenin etkili olduğu o raporun öneri bölümünde yazılanlar bile kâğıt üzerinde kaldı. Bugün hâlâ aynı talepler karşılanmayı bekliyor. AKP yapılmayanlarla iktidarını inşa etti. 14 yıl önce devlet-mafya çeteleşmesine karşı “çare” diye ortaya konulanların hayata geçirilmesini devlet mekanizmasından beklemenin aşırı iyi niyet olduğunu bugün ortaya dökülenler gösteriyor. O gün söylenen ancak hayata geçmeyen bu önerilerin bugün kimin işine yaradığı görüldü.

MECLİS ÇÖZÜM MÜ?

Muhalefetin TBMM’de soruşturma ve araştırma komisyonları kurulması talebinin çözüm olmadığını geçmişte kurulan komisyonlar gösteriyor. Hayali İhracat Komisyonu, ardından Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu ve son olarak da Susurluk Komisyonu, geldiğimiz nokta ortada… Çözüm için yine Meclis’i adres göstermek Susurluk döneminde olduğu gibi bazı olayların açığa kavuşmasını sağlayabilir beklentisi artık bugün için geçerli değil… O gün “reçete” diye ortaya konulanlar bugün bırakın uygulamayı tartışılamaz bile.

NE DENİLDİ, NE OLDU?

Raporda, “Adalet ve yargı reformu, mal beyanı zorunluluğu, devlet yapısının yeniden düzenlenmesi, koruculuk mekanizması, OHAL, yurttaş güvenliğinin öncelenmesi, terör rantı, kara para, gümrüklerin kontrolü, kayıt dışı ekonomi, faili meçhul cinayetler, organize suç örgütleri” başlıkları altında toplanan sorunlar bugün AKP iktidarlarının bilinçli tercihleri ile tüm ülkeyi yakan ateş toplarına dönüştü. Devletin suç örgütleriyle ilişkisini kesmesi için önerilenlerle AKP’nin bunun yerine iktidar muhaliflerini, hak arayan emekçileri hedef alan rejiminde yaşananlar şöyle karşılaştırılabilir:

HUKUKSUZ HUKUK DÜZENİ

•Adalet ve yargı reformu yapılmalıdır. Yargının yeniden yapılandırılması ve yargılamanın hızlandırılması ile olayların üzerine kararlılık ile gidilebilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

► Yargı reformunu dilinden düşürmeyen iktidar, 2010 Anayasa değişikliğinin ardından Adalet Bakanı’nın yönettiği HSYK aracılığıyla yargıda tasfiyeye başladı, üye sayıları arttırılan Yargıtay ve Danıştay’a iktidarın istediği kararları alacak atandı. Bu yolla yargı siyasallaştı. Sulh ceza hâkimlikleri oluşturularak, olağanüstü yetkili savcılar görevlendirilerek iktidarın istemediği isim ya da grupların hızla cezalandırılması sağlandı. Bu hâkimlikler aracılığıyla çocuk yaşlı denilmeden binlerce insan Cumhurbaşkanı’na hakaretle suçlandı, uzun süren tutukluluklar cezalandırma yöntemi oldu, torba davalarla iktidara muhalif isimler cezalandırıldı, her tür suç “terör suçu”na dönüştürülebildi. “Çocuklar ölmesin” diyen öğretmen tutuklanırken Alaattin Çakıcı, hükme bağlanan cezasına karşın serbest bırakıldı.

•Güvenlik güçlerinin yurttaşların güvenliğiyle ilgili bir şekilde oluşturulması yararlı olacaktır.

► Güvenlikçi politikalar tercih edilerek, süper yetkili savcı ve hâkimlerden sonra süper yetkili polisler görev yapmaya başladı. Polisin silah kullanma yetkisi genişletilirken hâkim kararı olmadan dinleme yapmasına, istediğini aramasına ve gözaltına almasına olanak sağlandı. Bunlar için de polise yasal güvenceler tanındı.

Kası süreli eğitimle silah kullanma yetkisi de verilen ve sayıları 30 bine yaklaşan bekçiler göreve başlatıldı.

•Bütün kamu görevlilerinin işledikleri suç iddialarından dolayı haklarında gerekli yasal takibatların ilgili adli mercilerce doğrudan yapılmasını engelleyen düzenlemeler değiştirilerek, ilgili adli mercilere bütün kamu görevlileri hakkında doğrudan takibat yapabilme imkânı sağlanmalıdır.

► Adı yolsuzluğa, hırsızlığa, suiistimale karışan binlerce bürokratın yargılanması için soruşturma izni verilmedi. Özellikle Gezi Direnişi sırasında cinayet işleyen polisler için yargı yolu ya açılmadı ya da geç açıldı. AKP’li belediyelerin bürokratlarının işledikleri suçlar yanlarına kâr kaldı, YHT kazasında ihmali olan kamu görevlileri cezalandırılmadı.

•Geçici Köy Koruculuğunun kaldırılması, bu gerçekleşinceye kadarda sınırlandırılması ve bu sağlanıncaya kadar da sıkı bir kontrol altında tutulması gerekmektedir.

► Köy koruculuğu kaldırılmadı. Sadece sayıları 60 bine yaklaşan köy korucularının ismi güvenlik korucusu olarak değiştirildi.

•Kamu kuruluşlarının Güneydoğu’daki kadrolarına, asaleten, yetenekli, liyakatlı ve deneyimli personelin atanması yapılmalıdır.

► Kamudaki görevlendirmeler bir yana halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları görevden alınarak yerlerine kayyumlar atandı. Kayyumların ismi, israf, peşkeş, suiistimal söylentilerine karıştı.

•Devlet - itirafçı ilişkisine son verilmelidir. Bu bağlamda, İtirafçılık Yasası yeniden ele alınmalıdır.

► İtirafçılık yargı düzenine hakim oldu. Cezalandırılmak istenilen isimler gerçekliği tartışmalı bazı itirafçılarla suçlandı, hapis cezaları ile karşı karşıya kaldı. TBMM’de grubu bulunan üçüncü büyük parti olan HDP’nin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’a yöneltilen suçlamaların bir bölümünde itirafçıların ifadeleri kullanıldı.

•Gümrükler kontrol altına alınmalıdır.

► Suç örgütlerinin en büyük gelir kaynağı olan uyuşturucunun AB ülkelerine geçirilmesinde Türkiye’nin merkez konumunda olduğu uluslararası istatistikler ve raporlarda yer aldı.

•Özelleştirmede kara paranın aklanmasına izin verilmemelidir. Kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması gereklidir.

► İktidar altı kez kara para düzenlemesi yaptı, yurtdışından kayıt dışı parasını getirenlere hesap sorulmadı, paraların sisteme girerek yasallaşmasına olanak sağlandı.

Türkiye, OECD ülkeleri arasında kayıt dışı ekonomisinin büyüklüğü ile ilk sırada yer aldı.

(Nurcan Gökdemir)-BİRGÜN



22 Mayıs 2021 Cumartesi

Peker'in işaret ettiği AKP'li Külünk'ün Almanya'daki çete faaliyetleri - BESİM TOKGÖZ / SOL-Arşiv

 Sedat Peker son açıklamalarında AKP'li Metin Külünk'ü işaret etmişti. Daha önce soL dergisinde çıkan bir yazı, Külünk'ün AKP'nin kirli işlerinde yeni olmadığını gösteriyor.

Ülkücü mafya Sedat Peker'in videoları, bizzat suça ortak olan, bir dönem iktidar tarafından kullanılan birinin itirafları niteliğinde olduğundan iktidar bloğunda biriken suçların ortaya saçılmasına, kirli ilişkilerin dökülmesine neden oldu. Bazı isimler açıktan zikredilirken, Peker kimine işaret etmekle yetiniyor. İşaret edilenlerden birisi de Metin Külünk. Bugün soL'da girilen haberde neden bu ismin Külünk olabileceğine dair gerekçeler sıralandı

3 yıl önce soL Dergi'de yer alan bir yazı, Külünk'ün "bu işlerde" yeni olmadığını hatırlatması açısından çarpıcı bilgiler içeriyor. Besim Tokgöz imzalı yazıyı, soL Portal okurlarına sunuyoruz

AKP'nin Almanya'daki paramiliter örgütü: Almanyalı Osmanlılar

28 Mart 2018'de Stuttgart Eyalet Mahkemesi'nde görülen ceza davasında, yaşları 19 ile 46 arasında değişen 8 sanık yargılandı. Ceza davasındaki dosyalardan biri Celal S.'nin bir zamanlar kendisinin de üye olduğu Almanyalı Osmanlılar Boks Klübü (Osmanen Germania Boxclub) adlı çeteye karşı açılan davadır.

Celal S. 2 Şubat 2017'de Türkiye'den tatilden döner. Çete içindeki iki eski arkadaşı tarafından Baden-Württemberg eyaletinin Herrenberg beldesinde tuzak olarak hazırlanmış eve davet edilir. Üç gün boyunca ağır işkenceden geçirilen Celal S., bir yolunu bulup kaçar. Hayatını zor kurtarır.

Üç gün boyunca Celal S.'nin birkaç dişi kerpetenle sökülür. Kalçasına silahla ateş edilir. Kalçasına saplanan kurşun uyuşturulmadan, işkence edilerek bıçak ve kanca yardımıyla çıkartılır. Kan kaybından ölmesine ramak kala Celal S. kaçmayı başarır. (Spiegel Online, 25 Mart 2018)

Savcılık dosyasında yer alan 80 civarındaki suç dosyasından biridir yalnızca Celal S.'nin başından geçenler.

Bir başka dosyada da 21 Kasım 2016'da Ludwigsburg'un kent merkezinde ''ibreti alem olsun'' diye 18 kişilik Almanyalı Osmanlılar çetesinin üyeleri tarafından Olgun B.'nin beyzbol sopaları ile linç edilmesi var. ''Durmak yok! Durmak yok! Bir daha ayağa kalkmamalı!'' haykırışları arasında dövülmesi akabinde, hayatını kaybetmesi var örneğin.

Olgun B.'nin "suçu", Kürt Rocker grubu olarak adlandırılan "Bahoz" grubundan olmasıydı. Almanyalı Osmanlılar çetesinin "reis"lerinden Levent U. ve Robin O.'nun emir vermesi ile kendi jargonlarında "cezalandırma" adı verilen bir saldırı gerçekleştiriliyor. Gizli saklı değil. Bilinçli olarak açık alanda "infaz" gerçekleştiriliyor. Amaç "diğerlerine de" gözdağı vermek.

Celal S.'nin cezalandırılmak istenmesinin bir gerekçesi de bu olay: Celal S., Bahoz grubundan Olgun B.'nin linç edilmesini onaylamıyor ve çeteden uzaklaşıyor. Güruhun reisleri hem içe hem de dışa dönük korku salmak için Celal S.'yi cezalandırıyorlar...

15 Temmuz darbe girişimiyle Almanyalı Osmanlılar çetesi arasında bağlantı var mı?

Frankfurter Allgeimeine Zeitung'dan Rüdiger Soldt, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile Almanyalı Osmanlılar çetesi arasında bağlantı olduğuna işaret ediyor.

Gazeteci Soldt, 26 Mart 2018'de Frankfurter Allgemeine Zeitung'da yer alan makalesinde, "Yalnızca organize suç değil" başlığını tercih ederken, meselenin siyasi boyutuna dikkat çekmeyi amaç edinmişti. Rüdiger Soldt, "Stuttgart'daki davanın siyasi boyutları var. Rocker grubuna yapılanların bağlantıları Ankara'ya kadar uzanıyor" ifadesini kaydederken de aynı boyutun altını çiziyor.

Soldt, 2015'den beri Stuttgart çevresinde örgütlenmekte olan "Bahoz" adlı Kürt rocker grubunun Almanyalı Osmanlılar grubunun oluşmasında hızlandırıcı etken olduğunu, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra "Ankara'nın buraya ilgisinin güçlendiği"ni ifade ediyor.

Belli ki bu saptama yalnızca Frankfurter Allgeimeine Zeitung'un yazarının özel yargısı değil. Sol Parti Meclis Grubu adına yanıtlanması için verilen önergelerden birinde şu ifadeye yer veriliyor: "Federal Hükümetin değerlendirmesine göre, Türk hükümeti Almanya'daki örgütler, dernekler ve çeşitli gruplarla Almanya'da yaşayan üç milyondan fazla insan üzerinde etkili olmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetteki AKP bu kurumları, özellikle 15 Temmuz'daki darbe girişiminden sonra destekledi." (Kleine Anfrage: 19/154)

Bundan daha açık nasıl ifade edilir?

Almanya'daki Federal Hükümet hem AKP'nin hem de bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bu çete ile bağlantı içinde olduğunu resmen kabul ediyor.

Junge Welt gazetesinden Gitta Düperthal'ın deyimiyle, ''Erdoğan'ın uzun kolu'' bu paramiliter yapılar ile derin ve güçlü bağlantılara sahiptir.

Erdoğan'ın uzun kolu, AKP İstanbul Milletvekili ve Dış İlişkiler Başkan Vekili Metin Külünk ve Başdanışmanı İlnur Çevik üzerinden Almanya'ya uzanıyor.

Diğer bir Başdanışmanı olan Muhammet Taha Gergerlioğlu'nu da Almanya'ya göndermişti. 17 Aralık 2014'te Frankfurt Havalimanı'nda ülkeye ayak basar basmaz gözaltına alınıp, yaklaşık iki yıl hapis yattıktan sonra Alman hükümetiyle yapılan özel anlaşmalar sonrasında sınır dışı edilmişti.

Metin Külünk - İlnur Çevik ikilisinin Almanyalı Osmanlılar çetesiyle olan bağı

12 Aralık 2017'de Alman ikinci kanalı ZDF'de yer alan ''Frontal 21'' programı ile Stuttgarter Nachrichten gazetesindeki habere göre, AKP milletvekili ve Dış İlişkiler Başkan Vekili Metin Külünk'ün Almanya'da faaliyet yürüten ''Almanyalı Osmanlılar'' çetesiyle yakın temas içinde olduğu belirtilmişti.

Sözü geçen programda, Almanyalı Osmanlılar adlı çeteyle yakın temas içinde olduğu belirtilen AKP milletvekili ve Dış İlişkiler Başkan Vekili Metin Külünk'ün, Almanya içinde provokatif eylemler yapılması için çok yönlü örgütlemelerde bulunduğu ifade ediliyor.

İddialar arasında, sözü geçen çeteye Erdoğan'ın bilgisi dahilinde para verildiği de belirtiliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında şiir yazan Alman moderatör Jan Böhmermann'ın "cezalandırılması" için Avrupa Türk Demokratlar Birliği (UTED) Mannheim eski başkanı Yılmaz İlkay Arın üzerinden Almanyalı Osmanlılar adlı çetenin azmettirildiği; bu azmettirmenin de Metin Külünk üzerinden örgütlendiğine dikkat çekiliyor.

Stuttgarter Nachrichten gazetesinden Franz Feyder'in haberindeyse, Erdoğan'ın Başdanışmanı İlnur Çevik'den başlayıp, UTED yöneticisi Yılmaz İlkay Arın'a, oradan MİT elemanı Mehmet D. ile iletişim halindeki çete reisi Mehmet Bağcı'ya kadar giden bir şema veriliyor.

Bu irtibat şemasına göre, Almanyalı Osmanlılar çetesinin reisi Mehmet Bağcı'nın cezaevinde olmasından dolayı işlerin Selçuk Şahin üzerinden yürütüldüğüne değiniliyor.


Çetenin silahlı ekibi Almanyalı Osmanlılar Boks Klübü olarak verilirken, çete reislerinden Levent Uzundal adlı kişinin rolüne de dikkat çekiliyor.

Sözü geçen haberde, Almanya'da Erdoğan karşıtı muhalefetin susturup, baskılanması için MİT'in görevlendirildiği belirtiliyor.

Kim bu Almanyalı Osmanlılar?

Almanyalı Osmanlılar adlı çetenin "resmi tanıtım videosu"nda "Kana kan" en çok kullanılan slogan. Bol bol kas gösterisi yapılırken, kanın yüceltilmesi, işgal ve şiddet övgüsü gırla... Tanıtım videosunda tek bir kadına bile yer verilmemesi, sözü geçen güruhun faşist ideolojiyle olan akrabalığına kanıt olarak da görülmelidir. 

Almanya’nın 22 kentinde örgütlü olduğu belirtilen çetenin, 1500 civarında üyesi olduğu tahmin ediliyor. Sözü geçen çetenin reisi, diğer sıfatıyla "dünya başkanı" Mehmet Bağcı, yardımcısı ise "dünya başkan yardımcısı" Selçuk Şahin’dir. 

"Milli dava", "Osmanlı ecdadımız", "Türklük" gibi kavramların havada uçuşup, Yeniçeri kavuğu-motosiklet-yumruk sembollerinin sürreel bir tarzda iç içe boca edildiği bu yapının asıl varlık zemini hiç de kendilerinin anlattığı gibi değildir. Asıl yaşam kaynakları fuhuş, uyuşturucu, organize suç, tehdit, baskı, silah ticareti ile para karşılığı AKP'nin pis işlerini yapmaktan ibarettir.

Sığınmacılar üzerinden çok para elde ettiler

"Boks kulübü" ve "güvenlik şirketi" adı altında özel güvenlik "hizmeti" de veren bu güruhun, yüksek sayılabilecek bir geliri sığınmacı krizinde elde ettiği Alman medyasında çokça ifade edildi. O dönemde "özel güvenlik hizmeti" adı altında pek çok kentte ihale kapan çetenin, ciddi rakamlar elde ettiğinin altı çiziliyor.

AKP'nin paramiliter gücü Almanyalı Osmanlılar'ın "dünya başkan yardımcısı" Selçuk Şahin, 2016'da internette paylaştığı bir fotoğrafta Erdoğan'ın bir danışmanı (İlnur Çevik) ile poz veriyor. Ayrıca kendilerinin Avrupa Türk Demokratlar Birliği'nin (UTED) "güvenlik ekibi" olduğunu açıklıyor.

Her ne kadar mahkemede her iki taraf da bunu inkâr etse de, Alman istihbaratı yetkilileri UTED ile Almanyalı Osmanlılar çetesi arasındaki ilişkinin varlığından emin olduklarını açıklıyorlar. (FAZ, 26 Mart 2018)

2016 ilkbaharında Erdoğan'a hakaret ettiği iddia edilen ZDF moderatörü Jan Böhmermann'ın, "en azından izlenmesi" için UTED tarafından Almanyalı Osmanlılar adlı güruha "sipariş" verildiği ortalığa saçılmış bilgiler arasında yer alıyor. Yine bu dönemde çetenin Stuttgart reisi olan Levent Uzundal ve Selçuk Şahin'in Erdoğan'dan silah alımı için para istedikleri Alman medyasında yer aldı.

Hessen ve Baden Württemberg Eyalet Kriminal Daireleri, UTED'in "AKP'nin yurtdışı örgütü" olduğuna dair kuşkularının kalmadığını açıkladılar. (FAZ, 26 Mart 2018)

'Sığınmacı anlaşması bozulmasın diye soruşturma sınırlı tutuluyor'

Hür Demokrat Parti (FDP) Baden Württemberg Eyalet Parlamentosu milletvekili Hans-Ulrich Rülke, UTED ile Almanyalı Osmanlılar arasındaki ilişkinin açığa çıkartılması için araştırma önergesi verdi.

Rülke, Eyalet İçişleri Bakanı Thomas Strobl'u Almanyalı Osmanlılar adlı örgütü "yalnızca organize suç örgütü" olarak görmek istemekle suçladı. Çünkü Strobl, Şansölye Angela Merkel'in Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) üyesidir ve Erdoğan-Merkel arasındaki "sığınmacı anlaşması"nın bozulmasını istememektedir! 


BESİM TOKGÖZ / SOL-Arşiv