29 Haziran 2021 Salı

Alper Birdal'la 'Hegemonya Bunalımı ve Çin' kitabı üzerine(SÖYLEŞİ) - SOL

'Tekeller çağında rekabet her zaman bir ölçüde karşılıklı bağımlılığı da ifade eder, bunu yadsımaz. Ama böyle bir rekabetin kızışması, ancak daha büyük kavgalara vesile olabilir.' 

Alper Birdal’ın yeni kitabı Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınları tarafından yayınlandı. Kitapta ABD, Almanya ve Çin’de yerleşik olan sanayi sermayesinin birbirine bağımlılığı ve Çin’in kısmen bu bağımlılık kanalıyla büyük bir ekonomik güç haline gelmesi ile emperyalist sistemde süren hegemonya krizi arasındaki ilişki ele alınıyor. Alper Birdal’la, kitabın kimi ana başlıklarının yanı sıra çağrıştırdığı BAZI soruları da içeren bir sohbet ettik:

Merhaba. 
Yeni kitabınız Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz hafta satışa çıktı. Bu kitabı kaleme alırken temel amacınız neydi?

Aslına bakarsanız ben işe bir kitap yazmak niyetiyle başlamadım. Uzun zamandan beri Çin’in uluslararası ekonomideki artan etkinliğinin emperyalist yapıda köklü bir dizi değişimi beraberinde getirmekte olduğu tartışılıyor. Öte yandan özellikle son 10-15 yılda Çin’in iktisadi alandaki etkinliğinin siyasi alanda da bazı tezahürlerini görmeye başladık. Bazı Marksist entelektüeller bu durumu bir hegemonik değişim süreci olarak okuyorlar; bazılarıysa böyle bir değişimin olmadığı, Çin’in yükselişi gibi görünen sürecin arkasında Batı emperyalizminin son 30-40 yıldaki yönelimlerinin esas belirleyici olduğu görüşünde.

Bu sorular bizleri, örgütlü Marksistleri, elbette yakından ilgilendiriyor. Zira emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgasının ve bunları belirleyen dinamiklerin hem uluslararası hem de ulusal ölçekte sınıflar mücadelesi üzerinde yansımaları var. Örneğin özellikle 2008 krizi sonrasında ivmelenen ve politik bir karakter de kazanan Rusya-Çin yakınlaşması dünya açısından olduğu kadar ülkemiz için de önemli sonuçlar doğurdu. Sadece Suriye ya da Libya savaşı değil; Kanal İstanbul tartışmasından tutun, 5G teknolojisine geçiş sürecinde Türkiye’nin kimden yana pozisyon alacağına kadar, ülkemiz emekçilerini doğrudan ilgilendiren bir dizi başlık sayabiliriz bu bağlamda.

Benim de üyesi olduğum Türkiye Komünist Partisi bu başlıklarda, özelde Çin’in dünyadaki konumu, emperyalizmin son on yıllardaki yönelimleri ve benzeri konularda, bana göre çok önemli yanıtlar üretti. Ama çok dinamik bir süreçten geçiyoruz ve ürettiğimiz yanıtların zamanın gerçeklerini açıklama ve onlara müdahale etme gücünü tekrar tekrar test etmek zorundayız. Aslında ben işe böyle başladım. Aklımdaki temel soru ürettiğimiz yanıtların halen geçerli olup olmadığını test etmek, doğruda durmaktaki ısrarımızı güçlendirmek ve açıkta kalan noktaları belirgin hale getirmekti. Bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum; bu artık okurların vereceği bir karar.

Sorunuzun başlangıcına dönecek olursak, dediğim gibi, aslında ben yola bir kitap yazmak amacıyla çıkmamıştım. Ama sonuçta ortaya kitap hacminde bir çalışma çıktı.

“Uluslararası değer zinciri” kavramını biraz açar mısınız? Nedir bu değer zincirleri?

Bu sorunun hem çok basit hem de çok karmaşık yanıtları var. Basit yanıt şu: elimize aldığımız metaların kabaca yarısı uluslararası değer ya da meta zincirlerinden çıkıyor. Bu daha çok şu anlama geliyor: bir ürünün üretilmesinde gerekli olan girdilerin bazıları bir ülkede, bazıları başka bir ülkede üretildikten sonra nihai hale gelen ürün son tüketiciye ulaşıyor. Örneğin Boeing’in ürünleri 70’e yakın ülkede üretiliyor.

Uluslararası değer zincirlerinin daha farklı biçimleri de var elbette. Örneğin uluslararası tekstil markaları, ürünlerini son tüketiciye daha yakın coğrafyalarda üretme eğilimi gösteriyor. Mesela Zara’nın, Mango’nun vs. birçok ürünü Ortadoğu, Balkanlar vs. pazarlarına satılmak üzere Türkiye’de fason olarak üretilip Zara, Mango vs. markasıyla bu pazarlarda satılıyor.

Bunlar sorunun basit olan yanıtları. Aslında birinci örneği dikey, ikinciyi yatay entegrasyon kavramlarıyla açıklamak mümkün. Uluslararası değer zincirlerine baktığımızda entegrasyonun dikey biçimi daha yaygın. Ama bir değer zincirinin merkezinde duran yapı genellikle bu entegrasyon biçimlerinin her ikisini birden kullanıyor. Dolayısıyla değer zincirlerini sadece dikey ve yatay entegrasyon kavramlarıyla tasnif etmek mümkün değil. Dahası metalar, üretim süreci boyunca kurulan zincirinin halkaları arasında birçok kez gidip geliyor; yani bir meta son halini alana kadar bazı örneklerde yüzlerce kez sınır geçiyor. İşte bu nedenle bir de kavramın daha karmaşık bir tarifi var. Dolayısıyla tek tek metaların izini sürmek yerine değer akışına bakmanın daha anlamlı olduğu görüşündeyim.

Kitapta esasen ABD ve Almanya’nın imalat sanayileri ile Çin imalat sanayisinin karşılıklı bağımlılığını ele alıyorsunuz. Bu konudaki temel bulgularınızı aktarır mısınız?

Çalışmanın merkezinde bu üç ülkenin durmasının sanırım anlaşılır nedenleri var. Kitapta belirli bir sistematik oluşturmaya çalışarak şu sorulara yanıt aradım: Bu üç ülke arasındaki değer akışı zaman içinde nasıl değişti? Ülkeler arasında değer akışının özellikle yoğunlaştığı sektörler hangileri? Başka bir deyişle uluslararası iş bölümünün kritik halkalarını ve zaman içindeki değişimini anlamaya çalıştım. Ardından bu bağlamda ilgili ülke-sektörlerin karşılıklı bağımlılıklarının nasıl değiştiğini göstermeye gayret ettim. Sonra da bu değişimin morfolojisine, ana dinamiklerine, özellikle birim emek üretkenliği ve bir tür kâr oranı göstergesi üzerinden bakmaya çalıştım.

Bütün bu soruları yanıtlayabilmek üzere Gröningen Üniversitesi tarafından hazırlanan World Input-Output Database’in 2016 sürümünden yararlandım. Bu veriler 2000-2014 arasını kapsıyor. Bu hayli kritik bir dönem, çünkü 2000’lerin ilk yarısı Çin’in uluslararası değer zincirlerine eklemlenme sürecinin çok büyük ivme kazandığı yıllarken, bana göre halen içinde olduğumuz 2008-2009 sonrası dönemde Çin’in uluslararası iş bölümüne eklemlenme dinamiklerinde önemli değişiklikler yaşanıyor. Dolayısıyla veri seti bu kırılmanın kendisini görmek için yeterli uzunluğa sahip.

Görebildiğim kadarıyla Çin 2000’lerin ilk yarısında imalat sanayiinin bir dizi sektöründe hızlıca uluslararası değer zincirlerine entegre oluyor. Bu dönemde halen ABD, Almanya ve Japonya merkezli zincirlerin en alt halkalarında üretim yapıyorken, 2008 sonrasında artık zincirlerin daha fazla basamağında ve daha çeşitli bir spektrumda üretim yapıyor. Haliyle bu durum ülkeler arasındaki geriye ve ileriye doğru bağlantılara da yansıyor. Çin, dönemin başında daha büyük oranda ABD ve Almanya menşeli değeri işleyen, dolayısıyla onlara özellikle girdi bağımlılığı yüksek bir konumdayken, 2008 sonrasında bu durum tersine dönüyor.

Bu açıdan ülkeler arasında farklılıklar da olduğunu belirtmek gerekir. Genellikle Almanya-Çin ilişkisinde bu tersine dönüş daha erken başlamış olmasına karşın, ABD-Çin ilişkisinde daha çok 2008-2009 sonrasında yoğunlaşıyor.

Çin kuşkusuz değer üretiminin olağanüstü yoğunlaştığı, çok önemli bir ülke; ama kimi diğer güney ve güneydoğu Asya ülkeleri, örneğin Bangladeş, Endonezya veya sizin kitabınızda değindiğiniz Hindistan da ABD ve Almanya ile benzer ilişkilere sahip değiller mi? Çin’i özel kılan nedir?

Çalışmada ulaştığım sonuçlar, Çin’in uluslararası değer zincirlerinde önemli roller üstlenen ülkeler arasında benzersiz bir konumu olduğunu gösteriyor. Çin’in özgünlüğü yalnızca çok sayıda sektörde ve çok büyük miktarda üretim yapıyor olması değil, giderek artan sayıda sektörde daha büyük çeşitlilikte ve daha üst teknoloji segmentlerinde üretim yapıyor olması. Çin’de emek üretkenliği diğer ülkelere ve Batı’ya göre çok hızlı artıyor, çünkü yatırım oranları çok yüksek. Öte yandan emekgücü maliyeti halen Endonezya, Brezilya, Hindistan gibi başka kritik halkalarla karşılaştırılabilecek ölçülerde düşük. Bu iki dinamik Çin’e değer zincirleri mimarisinde benzersiz bir avantaj yaratıyor.

Ancak elbette bunun da bir çelişkisi var. Çin’de değer zincirlerine en çok entegre olan sektörlerde kâr oranları nispeten düşük. Bu da belirli bir vadede Çin’in sermaye birikim hızını etkileyecek ve bahsettiğimiz avantajı olumsuz yönde değiştirecek gibi görünüyor. Ancak Çin bütün bu süreç boyunca uluslararası değer zincirlerine bağlanırken, onları da kendisine bağımlı hale getirdi. Bu nedenle Çin’in avantajını yitirmesi aynı zamanda emperyalist tekelleri de doğrudan etkilemekte, çünkü Çin bu yapı içerisinde kolaylıkla ikame edilebilecek bir ülke değil.

Uluslararası değer zincirleri çerçevesinde ABD ve Almanya ile Çin arasındaki imalat sanayii bütünleşmesi dünyayı daha barışçıl bir yer haline getirmez mi?

Tam tersine, bana kalırsa bu durum dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor. Dediğim gibi, Batılı tekeller Çin’i kolaylıkla gözden çıkarıp, üretimlerini başka coğrafyalara taşıyamaz. Dahası Çin artık daha önce Batılı tekeller için ürettiği pek çok metayı tek başına üretebilir durumda ve bu da Çin’in doğrudan Batılı tekellerle rekabeti artırma ve kendi değer zincirlerini oluşturma olanağı bulunduğu anlamına geliyor. Tekeller çağında rekabet her zaman bir ölçüde karşılıklı bağımlılığı da ifade eder, bunu yadsımaz. Ama böyle bir rekabetin kızışması, ki hali hazırda kızışıyor, ancak ve ancak daha büyük kavgalara vesile olabilir. Bu nedenle dünya bugün daha büyük bir savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır ve daha fazla belirsizlikle yüklüdür.

ABD ve İngiltere’nin her yıl büyük miktarda cari açık verdiği, buna karşılık Almanya, Çin ve Japonya’nın yaklaşık aynı miktarda cari fazla verdiği bir uluslararası durum sizce uzun erimde sürdürülebilir mi?

Bir süredir IMF, Dünya Bankası, UNCTAD gibi kurumlar uluslararası değer zincirlerinin kısalma olasılığı üzerinde tartışıyor. Bu aslında Donald Trump döneminde Çin’le başlatılan “ticaret savaşları” esnasında yoğunluk kazandı ancak pandemi de bu tartışmaları canlandıran bir işleve sahip. Biden yönetiminin de daha ilk günlerinden itibaren Çin’e yönelik politikaları, daha önceki durumun tek başına “Trump faktörüyle” açıklanamayacağını gösteriyor.

Uluslararası değer zincirlerinin kısalması, emperyalist tekellerin üretimlerini daha çok kendi “doğal” hinterlandlarına taşımaları anlamına geliyor. Bu elbette birçok üretim faaliyetinin de tekrar yurtiçine dönmesi demek. Nesnelerin interneti, yapay zeka, 3 boyutlu yazıcılar gibi gelişmekte olan yeni teknolojilerin de üretimi son tüketiciye yakınlaştırma olanağını artıracağı iddia ediliyor. Eğer bu kısalma, öngördükleri şekilde gerçekleşirse ABD’nin cari açık sorunu bir nebze azalabilir ve Çin de daha çok iç pazara yönelir.


Emperyalist-kapitalist sistemle böylesine güçlü ekonomik bağlara sahip olan Çin’in aynı zamanda sosyalist olduğunu iddia etmesinde bir çelişki yok mu? Sosyalizm ekonomik anlamda emperyalizmden kopmayı gerektirmez mi?

Ancak ben bunun öyle kolay gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Çünkü bu aynı zamanda dolar senyorajının ve uluslararası ticaretin beraberinde getirdiği spekülatif rantların da alanını daraltır. Bunlar emperyalist tekellerin mevcut kompozisyonunda köklü değişiklikleri gerektirir ve her biri büyük kavgalara konu olur.

2021’de dünyada en çok dolar milyarderine sahip kişi sayısı itibarıyla Çin birinci ABD ikinci sırada. Çin’de 1058, ABD’de 696 milyarder var ve Çin’in milyarder sayısı kendisini takip eden üç ülkenin toplamından yüksek. Yanlış bilmiyorsam Çin, milyarder sayısı itibarıyla ilk kez 2019’da ABD’yi geçip dünyada birinciliğe yükseldi ve belli ki aradaki farkı artırıyor. Öte yandan benim hesaplamalarıma göre 2014’te Çin imalat sanayiinde birim emek maliyeti ABD’ninkinin %49,2’sine eşitti. Böyle bir ülkenin sosyalist olduğundan söz edilebilir mi? Sosyalizm en başta eşitliktir, emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasıdır. Çin’de bunların hangisinden söz edilebilir ki?

Çin elbette kapitalist, hatta bana göre artık kapitalist-emperyalist bir ülke. Ancak Çin’de kapitalizmin özgün tarihsel gelişimi, ülkenin büyüklüğü ve kaynakları ve daha birçok faktör nedeniyle Çin kapitalizmi üst yapısal olarak Batılı kapitalist ülkelere tam anlamıyla benzemiyor. Çin de diğer emperyalist ülkeler kadar mevcut emperyalist hegemonyanın bir bileşeni, ancak bu özgünlükleri nedeniyle aynı zamanda mevcut emperyalist hegemonyanın krizini derinleştiren en önemli faktörlerden de bir tanesi 

(SOL)

28 Haziran 2021 Pazartesi

Kodesteki diktatörler böyle kuklaya çevrilir - MEHMET ERDEM / BİRGÜN

 

İktidarını kaybettikleri zaman korunmasız zavallı tiplere dönüşüyor diktatörler. Ama kodese tıkıldıklarında daha bir zavallılaşıyorlar. Ömer el Beşir eskiden emrinde olan askerler tarafından telefonuna el konulan bir diktatör eskisidir.



Haberi okuyunca çok hoşuma gitti. 

Sudan’ın bir halk ayaklanmasıyla (sonradan kendisine benzer askerler iktidarı gasp etti tabii) 

devrilip kodesi boylayan eski diktatörü Ömer el Beşir’in tıkılı bulunduğu cezaevinde 

telefonuna el koymuş yetkililer. Biz sıradanlar için, eğer hapiste olsak, son derece olağan 

karşılanan bir önlem bu elbette ama bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan bir diktatör 

eskisine yapılınca, eline geçireni sapıttıran kudret, güç gibi olguların, zamanı geldiğinde nasıl 

buharlaştığını göstermesi açısından çok çarpıcı oluyor haliyle.

Ülkede her sesi (sadece muhaliflerinkini değil, kendisi gibi düşünenlerinkini de bu arada) bastıran bu el Beşir İslamcıların ideoloğu da sayılırdı. Bizimkiler de (devlet katında da vardır dostu) hayli severler. Bir mahkûmun en temel haklarından biri olan telefon kullandırılmamasının nedeni hala bir işler karıştırıyor olması. Halk ayaklanmasını fırsat bilip yönetime gelen Askeri Konsey’in eski şeflerini kodese tıkmaları halk öfkesini dindirme amaçlıydı, bilirsiniz. “Uyarına gelince Beşir serbest bırakılır” deniyordu uzun zamandır. Ancak iktidarın tadını almış Askeri Konsey Beşir’e yeniden “gel buyur devlet senin” diyecek gibi durmuyor tabii. Kaldı ki, her an patlamaya hazır bir halk var Sudan’da. Beşir’i deviren müthiş bir kadın hareketi var. Konsey biraz da bu nedenle toplumdan “rıza almak” için Beşir karşıtı gibi görünmeyi sürdürecek.

Konu bu değil. Bu diktatör eskilerinin düşüşüne tanık olmaktan keyif alıyorum ben. O nedenle sevindirik oldum haberi okuyunca. Çünkü bunların her anlamda “düştükleri” zaman bile kuyruğu titretmeme gibi gülünç çabaları oluyor. Devrilmeyi kabul etmeyip hala “ben devlet reisiyim” diyerek babalanan, dolayısıyla yargılanıyor da olsa “özel muamele” görmek isteyen çok. Beşir de elinde telefon dilediği gibi muhabbet etmeye hakkı olduğuna inanmış demek ki. Yaramaz bir çocuktan oyuncağını alır gibi almışlar elinden telefonu.

NORİEGA’NIN VESİKALIĞI

Bunların içinde en berbatlarından biri Noriega’ydı, malum. Panama’nın eski diktatörü. Tam bir Amerikan beslemesiydi. Fazla abartınca konumunu, alaşağı ettiler. Ülkesinde uzun zaman hapiste yatarken kral gibiydi denir. Sonra ABD’ye yollandı. ABD’nin cezaevlerinden sorumlu birimi, tüm dünyaya cezaevinde çekilmiş, altında numaralar, kodlar yazılı bir vesikalık bir de yarım boy fotoğrafını yaydı. Ev soymuş hırsız gibiydi görüntüsü (zaten hırsızdı da hani büyük hırsızdı, gariban kapkaççı gibi değil). 

Bir dönem kudretini hem keyif hem baskı aracı olarak kullanan zavallı bir tipti.

Bizde diktatörler şanslı aslında. Biri emekliliğini resim yaparak geçirdi. Rezalet resimlerdi, dönemin egemensever ne kadar güruhu varsa tablolarını satın alırlardı büyük paralarla. Dünyada “hayatın tadını” çıkarmış ender diktatörlerdendi. Pinochet de şansılardan sayılır bakın. Şili’nin bu uğursuz diktatörü de rahat bir yaşam sürdü, hiçbir zaman ülkesinde sorgulanmadı. Yatağında huzur içinde öldü. Ama daha önce de yazmıştım, Londra’ya geldiğinde (Thatcher çok severdi Pinochet’yi) kaldığı otelin yürekli bir garsonu (Şili’li de değildi üstelik, yani kişisel bir derdi yoktu) servis yapmayı reddederek diktatörü itin işkembesine sokmuştu. Bir alçağı itibarsızlaştırmak için küçük bir sorumluluk bile gerektiğinde bir karşı koyuşa yeterli olabilir.

Rahat ölmüş derken, İspanya’nın faşist diktatörü Francisco Franco da atlanmamalı. İyi yaşadı o da. Öldüğünde 82 yaşındaydı. Rahat yaşadı ama o da çok çok itibarsızlaştırılmıştır. Hapse atılsaydı bu kadar incinmezdi maço ruhu. Çünkü her faşist gibi kadın düşmanı olan bu diktatöre ilk meydan okuyan bir kadındı. Çok severiz onu, yani Dolores İbarruri’yi. “Faşizme geçit yok” onun sloganıdır. 1936 Temmuz’unda Madrid’de kalabalıklara yaptığı konuşması meşhurdur. Diktatörü delirtmiştir tabii. İspanya Komünist Partisi’nin kurucularındandır. Bir yıl Sovyetler Birliği’nde yaşadığı yıllar için “iki isim ruhuma ve kafama sindi mutlulukla: Lenin ile Sovyetler Birliği. Artık kendimi yalnız hissetmiyorum” sözleri de sevilmiştir.

“Bunlar diktatör. Bunlarda zaten itibar ne gezer” demekte haklısınız. Katılıyorum. Kendi kendilerini gülünç duruma düşürüp rezil edenler var aralarında tabii. Haiti’nin meşhur diktatörü, (hani şu Papa Doc lakabıyla da bildiğimiz) Francois Duvalier hayli kepaze bir egemendi. Batıl inançlarıyla meşhurdur. Bir ara rakiplerinden birinin siyah bir köpeğe dönüştüğünü söylediler buna, inandı. Memlekette ne kadar siyah köpek varsa hepsini öldürtmeye kalktı adam.

MÜZİK GEREKSİZ DİYEN DİKTATÖR

Ölüp gidiyorlar ama kendilerini “hayırla” yad edeceğimiz bir sürü budalalıklar bırakıyorlar arkalarında. Türkmenistan’ın meşhur Murat Niyazov’u vardı (son yıllarında Türkmenbaşı soyadını kullanmaya başlamıştı, şu kendini beğenmişliğe bakar mısınız?). Derdi neyse sakal düşmanıydı, sakal yasağı koydu ülkede. Tamam ben de sakal sevmem pek ama başkalarına yasaklamak da ne? Operayı, baleyi gereksiz bulurdu, o nedenle televizyonda, radyoda çalınmalarını yasakladı. Sonra tüm vatandaşlarına okuma zorunluluğu getirdiği Ruhname adlı bir kitap yazdı. Bu kitabı okumadan ehliyet bile alamazdı Türkmenler. Burada kalmadı tabii. Kitabı bir rokete bağlayıp kozmosa yolladı Niyazov rejimi. Uzayda falan birileri varsa okusunlar diye. 

Şaka sanıyorsunuz ama değil.

Şimdi Demokratik Kongo dediğimiz eski adıyla Zaire’nin diktatörü Mobutut Sese Seko da tuhaf biriydi. Hakkında fazla bir kelam etmeme gerek yok. Adının anlamını yazayım, anlarsınız neden gerek olmadığını: “Dayanıklılığı, asla kırılmayan kazanma arzusu nedeniyle, fetihten fetihlere koşan, arkasında ateş bırakarak, her şeye gücü yeten savaşçı”.

Hayat sürprizlerle dolu. Hangi yetenekle, hangi bilgiyle hangi kültürle toplumunu yönetmeye kalkar biri. Diploma şart değildir anladık da insan başka açılardan geliştirir kendini. Neyse, sonuçta Ekvador Ginesi’nin eski diktatörü Francisco Macias Nguema ülkesinin başına geçmişti işte. Nasıl bir aşağılık kompleksi vardı bilemezsiniz; ülkede “entelektüel” sözcüğünü yasaklamıştı eğitimli, bilgili olanları kıskandığı için. Aldığı ilaçlarla halüsinasyon görürdü. Karşısında birileri varmış gibi konuştuğuna tanıklık edenler vardır. Kendisine layık gördüğü sıfatı şuydu: “Eğitim, Bilim ve Kültürün Büyük Üstadı”. 150 rakibini öldürdü. Nasıl biliyor musunuz? Askerlerine Noel Baba kılığı giydirerek.

Örnek çok. Bunlar aklıma gelenler. İktidarını kaybettikleri zaman korunmasız zavallı tiplere dönüşüyor hepsi. Ama kodese tıkıldıklarında daha bir zavallılaşıyorlar. Ömer el Beşir eskiden emrinde olan askerler tarafından telefonuna el konulan
bir diktatör eskisidir.

Gerçek demokrasilerde diktatörlerin sadece telefonuna değil, hırsızlıkla edindiği tüm malına mülküne el koyarlar. Hiç bir diktatör kaçınamaz bundan. Bakmayın siz Evren’in, Franco’nun, Pinochet’nin uzun yaşayıp rahat öldüklerine.

İstisnadır onlar. Çoğu hesap vererek gitmiştir nereye gittilerse. 

Ölmeden önce hapishanede olanların elinden telefonu da alırlar. 

Çok sevindim habere gerçekten.

MEHMET ERDEM / BİRGÜN

27 Haziran 2021 Pazar

Yitik bir ülkeden hikâyeler - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Yıllar önce bir ada evine kapanmış, daha sonra yönetmen Ali Özgentürk’ün çekeceği bol ödüllü At filminin senaryosunu yazıyordum. Senaryonun tek bir cümlesi vardı. Oğlunun okuması için büyük kente gelip seyyar satıcılık yapan babanın sık sık tekrarladığı bir cümle: “Oku, benim gibi ırgat olma, adam ol.” Çok değil, otuz yıl önce bu sözcüğü yineleyen pek çok baba vardı. Ama artık yok! 

Çünkü bu otuz yıl içinde ülkede adam olmanın okumakla, dürüstlükle, işini sevmeyle olan ilişkisi tümüyle değişti. Adam olmanın kriterleri altüst edildi. Okumanın, bilginin artık hiçbir işe yaramadığını genç insanlar bizzat yaşayarak öğreniyor. 

Bu salgın günlerinde yepyeni bir işkolu ortaya çıktı. Dağ taş motorlu kurye oldu. İnsanlar diş macununu, tırnak makasını kurye aracılığıyla evlerinin kapısına getirtiyorlar. Hiç içinizden onlarla konuşmak geliyor mu? Vallahi huylu huyundan vazgeçmez, ben kapıma pek kurye gelmediği için onların sipariş bekledikleri bir büyük dükkânın önünde mekân kurdum. İkramları pek bol. Ve korkusuzca konuşuyorlar. Kimya mühendisi bir genç adamın bir yıla yakın kuryelik yaptığını öğrenince canım sıkıldı, “Kimyayı sevmedin mi” diye sormak gafletinde bulundum. Biraz kızgın yanıt verdi: “Yapma be teyzeciğim, ben tam iki yıl iş aradım, İstanbul’da, Konya’da, Yozgat’ta. Yetmedi hastanelere laborant olmak için yok, iş yok. Olsa da asgari ücret. Mesai parası, yemek hak getire. Artık evdekilerden utanmaya başladım. Neyse ki bu pandemi patladı, motor kullananlara gün doğdu. Çok riskli iş ama hiç olmazsa anamın babamın yüzüne bakabiliyorum. Artık hayal filan kurmuyorum, anlamı yok. Evlenmek mi, hangi parayla? Bazen diyorum ki anam babam beni bir yere çırak olarak verselerdi, hiç olmazsa yapacak iyi bir işim olurdu. Eyvah şu enerji içeceğini bile içemedim, beni çağırıyorlar.” Önümden uçarcasına çekip gitti. Kalakaldım. 

Tam o sırada işini bitirmiş yeni bir iş için sıraya giren motordan bir gencecik kadın indi. Kaskını çıkardı, zulasındaki şişeden kana kana su içti, göz göze geldik. Gülümsedi, ben de hemen yanına gittim. Şimdi anlatacaklarıma şaşırıp kalacaksınız. Motorlu kurye kızımız imam hatibi bitirmiş ve ailecek tanıdıkları erkek giyimi satan bir gençle evlenmiş. İlk zamanlar çok mutluymuş, hemen bir çocuk yapmışlar, çocuk şimdi dört yaşında. Ancak pandemi mutluluğu yok etmiş. Kocası işlerini büyütmek için pandemiden önce aldığı krediyi ödeyemez olmuş. Kim bu zamanda takım elbise alır ki, işleri bozulan koca da tefecilerden para almış, onu da ödeyememiş, senet yazmış, bir gün dükkâna iki kişi gelmiş, masanın üstüne silahı koymuşlar ve kocaya bir kâğıt imzalatmışlar ve bu imzayla kocanın babasından kalan dükkân ellerinden gitmiş. Koca başka hiçbir iş yapmadığından öylece kalakalmış, o zaman bizim motorcu kadınımız tamam demiş, ben çalışırım. Ve kurye olmuş. Çocuğa koca bakıyormuş, başörtüsünü de çıkarmış, çünkü hem maske hem kask onu soluksuz bırakıyormuş. Vazgeçmiş başörtüsünden. Daha çok konuşacağız ama işe çağrılıyor, o da fırlayıp gitti... 

Vay canına, onu görünce oldukça şaşırdım; motor kullanmak için oldukça yaşlı, yanına gittim. İşçi emeklisiymiş; hep çalışmış, hep işini sevmiş ama şimdi eline geçenle geçinmeleri mümkün değilmiş. Oğlunu okutmuş, oğlu sosyoloji okumuş ama dört yıldır iş bulamamış, sonunda internetten fal bakıyormuş; evli kızı torunuyla birlikte baba evine dönmüş, çünkü koca hem çocuğu hem kızını dövüyormuş, kız da işsizmiş emekli parası, fal parası aileyi geçindirmeyince o da ehliyeti var, kuryelik yapmaya başlamış. “Keşke bir yerlerde kapıcı olsaydım, ev bedava, su, elektrik bedava. Bizim bölge ev yaptıran, kat çıkan kapıcılarla dolu. Neden işçi olmuşum ki, oğlanı neden okutmuşum ki, fal bakması için mi?

Kuryeleri kendileriyle baş başa bırakıp az ötedeki pazara geçiyorum. Pazarda çok eğlenceli bir tezgâh var, kadın giyimi satıyor, satıcı pantolonunun üstüne çok renkli bir etek giymiş, üst kısmında bir kadın tişörtü, başını da bir güzel bağlamış, bağırıyor: “Hanımlar almamak yok, bana bakın, bana...” Millet başına toplanmış, önündeki tezgâhtan kaliteli parça alıyor. Sık gittiğim için beni tanıyor, bir iltifat, bir iltifat! Bir sır, ben o tezgâhta birkaç parçayı hemen giyip etrafa gösteririm, yani gönüllü yemim. Bunu neden mi yaparım; satıcıyı sevdiğim için, çünkü doğduğundan beri hep artist olmak istemiş. Üç kuruş parasıyla seni artist yaparız diyen birkaç kurs dolaşmış, kısmet işte olamamış, şimdi pazarda acısını çıkarıyor. Kısacası artık bir zamanlar bana bir senaryo yazdıran “oku, adam ol” sözcüğü tarihe karışmış. 

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet                                                      

 

Eyvaahh Latmos! Eyvaahh Menderes! - Özer Akdemir / EVRENSEL


Haziran sıcağının alnında, Didim-Milas yolundan Sarıkemer’e saptığımızda üzerinden geçtiğimiz dar köprünün altından geçen Büyük Menderes’i gördük. Büyük Menderes’ten geriye kalanı demek daha doğru olur! “Can çekişen Menderes” demeye dilim varmıyor bir türlü. Oysa koca nehir yatağında, küçük kum adacıklarının arasına sıkışmış kahverengi-kirli yeşil suyu en iyi anlatan sözcükler bunlar, ne yazık ki!

B. Menderes’i, Sarıkemer’deki köprünün altında öylesine mecalsiz bir şekilde gördüğümüzden iki gün önce, Aydın Umurlu’daki Armutlu Köprüsü’nün üzerinden de izlemiştik. Yine bir öğle vakti, yine cehennem gibi bir sıcak, bir iki tembel bulutu saymazsak masmavi bir gökyüzü vardı. Köprünün korkuluklarına yaslanmış yan yana dizilen 9-10 kişinin ellerindeki dövizlerde, pankartlarda “Menderes’in çığlığını duy!” yazıyordu.

Köprünün üstündeki eyleme katılanlar arasında yüzlerinde, elbiselerinde hâlâ biraz önce bırakıp geldikleri tarlaların tozu olan birkaç köylü de vardı. Bu köylüler dokunsanız ağlayacak bir haldeydiler. Ellerine tutuşturulan pankart ve dövizleri tüm gövdelerine sinmiş dingin bir bezginlik içinde tutuyorlardı. Konuşmalar bittikten sonra köylülerden birisi söz aldı, “Menderes öldü, balıklar öldü, biz öldük!” diye konuştu. Sonra ağlamaklı bakışları birden değişti. Isırıcı bir parıltı belirdi gözlerinde. Kendisine yönelen kameralara doğru suçlayıcı, ayıplayıcı bir ses tonuyla “Siz de öleceksiniz!” dedi...

Bu konuşmadan sonra Aydınlı Tiyatrocu Hüsnü Ertuğ adeta kendisini köprünün ortasına atarak konuşmaya başladı. Ağıt yakar gibi, ilenir gibi, yalvarır gibi çıkıyordu sesi. Aydın ellerinde, topraktaki, havadaki, nehirlerdeki kirliliği, talan edilen kültürü, yok olan değerleri anlattı. Sözlerini bitirmeden önce Menderes’i işaret etti, ileride silueti görünen Latmos Dağlarına doğru elini uzattı, kendi etrafında bir semazen gibi dönüp, kollarını havaya açtı; “Eyvaaahhh” dedi. “Eyvaaah Latmos! Eyvaaah Menderes!”

Sık sazlıkların arasından geçerek köprünün altına, nehir yatağına indik. Nehirden gelen kötü kokunun nedeni hemen önümüzdeydi. Her biri 25-30 cm iriliğinde balık ölüleri! Kokuşmaya yüz tutmuş balıklar nehrin bir avuç kalan suyunun üzerinde cansız yüzüyordu. Günlerdir su içerisinde olduğu anlaşılan balık cesetleri çürümeye başlamış, sarı pullarının çevresi yeşil-kahverengi bir renk almış, gözleri içine kaçmış, kuyrukları ve yüzgeçleri düşme sınırına gelmişti. Nehrin geniş yatağında, suyun çekilmesi sonrası oluşan kum yığınlarına takılarak kalmış balık ölülerinden yükselen ağır koku nedeniyle bir süre sonra burnumuzu tutmadan orada duramaz hale geldik.

***

Bu basın açıklamasından iki gün sonra otomobilimizle, mor çiçekleri açmış hayıtlar, sarı sarı gülen kantaronlar ve koyu yeşil makiler arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden dar yoldan Beşparmak’a, Latmos’a doğru gidiyorduk. Neredeyse her kilometrede bir karşımıza çıkan maden kamyonları nedeniyle yavaş ve bir o kadar da dikkatli ilerliyorduk. Bereket dar da olsa yol düzgün ve kamyonlar da çok süratli değillerdi. Asfalt yolun üzerindeki tabelada yolun Aydın Büyükşehir Belediyesi tarafından yapıldığı yazıyordu. Yaklaşık 1 saatlik yol boyunca damperlerinde maden cevheri yüklü kamyonlar dışında bir ya da iki sivil araçla karşılaştık. Yolu, Latmos’u, Azap Gölü’nü görmeye gelen turistlerden öte maden yüklü kamyonların kullandığı anlaşılıyordu.

Neyse ki, Latmos’un o büyüleyici kayalarının arasında ilerlerken bir sürü güzellikle de karşılaştık. Avşar köyünün leylekleri başlı başına bu güzelliklerden birisiydi. Sarı sıcağın altında cayır cayır tüten kuru otların, el vurulamayacak kadar kavrulmuş kayaların içinden çöl ortasındaki bir vaha gibi karşımıza çıktı Azap Gölü. Dar yolun genişlediği bir alanda, gölün kenarında, ahşap masa ve sıralarla oluşturulmuş, bilgilendirici tabelalarla çevrelenmiş seyir terasından Azap Gölü’nün koyu yeşil sularına, sazlıkların arasında bir kaybolup bir görünen sakar mekelerin, küçük karabatakların, allı turnaların güzelliğine daldık bir süre.

Bu güzellikleri on dakika seyredip yola koyulduktan sonra damperlerinden beyaz tozları döke döke gelen kamyonların yüklerini alıp geldikleri madenlerle karşılaştığımızda bütün keyfimiz kaçtı. Bu korkunç ve iğrenç manzara karşısında gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. İnsanın bir otu koparmaya kıyamayacağı, bir kayayı yerinden yurdundan kaldırmaktan hicap duyacağı bu eşsiz coğrafya, ne yazık ki bu maden ocakları tarafından tam anlamıyla talan ediliyor, yok ediliyordu!

Karakaya köyüne bir kilometre uzaklıkta bulunan, birkaç sene öncesinde geldiğimizde yüzlerce insanın kaynaştığı Latmos Festivalinin yapıldığı geniş düzlük de perişan haldeydi. Alanın ortasına yerleştirilmiş, tarih öncesi resimlerin büyütülmüş hallerinin çizildiği kayalar sıcaktan yanmış, etraflarını sarı otlar, dikenler kaplamıştı. Birkaç tembel inek ve yaşlı bir ağacın altına zincirle bağlanmış, ne zamandır bir insan görmediyse artık, bizi görünce sevincinden deli divane olan bir köpek yavrusundan başka, yaz böceklerinin, yaban arılarının ve belki beş yüz metre kadar yakınımızdan boğuk boğuk sesi gelen maden gürültülerinin dışında inin cinin top oynadığı bir sessizlik hakimdi her yerde.

Taşların arasındaki kaya resimlerinden daha önce bölgeye iki kere gitmiş olmama rağmen sadece bir tanesini bulabildim. Ne bir işaret ne bir tabela...

Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri küçük köpek yavrusuyla paylaşıp, şişeden içtiğimiz suya dillerini bir karış çıkararak bakan susuzluktan kavrulmuş danalara su serpiştirip dönüş yoluna düştük.

Geride, insana hasret kalmış hüzünlü bir köpek yavrusu, iki cılız ahlat ağacı ve bu ağaçların gölgesine sığınıp sıcaktan korunmaya çalışan ineklerin dışında herkesin unuttuğu, kadri kıymeti bilinmemiş eşsiz bir coğrafyanın iç burkan yalnızlığını bıraktık...

“Eyvaahh Latmos, Eyvaaahh Menderes!”

Özer Akdemir / EVRENSEL

26 Haziran 2021 Cumartesi

Kanal İstanbul güzergahındaki köylerde baskı arttı: Temeli korku, hevesi yağma - Meltem AKYOL Özgür GÜLTEKİN / EVRENSEL


 45 milyon metrekare arazinin el değiştirdiği Kanal İstanbul güzergahındaki köylerde baskı her geçen gün artıyor. Köylerde TOMA bekliyor. Jandarma basını adım adım takip ediyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kanal İstanbul’a başlıyoruz ve yapacağız” diyerek ilan ettiği Kuzey Marmara Otoyolu Başakşehir-Bahçeşehir-Nakkaş kesiminin temeli bugün atılıyor. Temel atma töreni öncesi ‘kanal’ güzergahını Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Sekreteri Üyesi Medet Güney ve Çevre Mühendisi Selahattin Beyaz ile dolaştık ve vatandaşlarla konuştuk. Bir yıl önce gezdiğimiz güzergahı tekrar gezdik ve gördük ki kaygılar ve belirsizlik artmış durumda.

2012 yılından bu yana Kanal İstanbul bölgesinde 45 milyon metrekare arazinin el değiştirdiği bölgede yaşayan Yaşar Özcan’ın anlattıkları ise sürecin özeti: “Vatandaş için her şey belirsiz, olmayacak mı, ne zaman olacak, nereden geçecek? Biz, her gün yarın sabah ne olacak diye uyanıyoruz. Ama biz bunları sorarken arsaları alan alana. Bir bakıyorsunuz 3 lira bir bakıyorsunuz 10 lira. Para gücüyle alan alıyor.”

BEYAZ: KANAL DEĞİL, 100 MİLYON AVRO GARANTİ VERİLEN YOL

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 27 Nisan 2011’de “çılgın proje” olarak duyurduğu Kanal İstanbul projesi için henüz ihaleye çıkılmadı. 45 kilometre uzunluğa, 21 metre derinliğe, 275 metre taban genişliğine sahip olacağı söylenen Kanal İstanbul’un çevresine kurulacak yeni şehir projesi için ise imar planları hayata geçirildi ve milyonlarca metrekarelik tarım arazisi imara açıldı.

Kanal İstanbul’un yapımı için kamu-özel işbirliği (KÖİ) modeli planlanıyor. Son resmi raporlara göre Kanal için öngörülen maliyet 21.06 milyar dolar (15 milyar doları Kanal maliyeti, 4,37 milyar dolarlık kısmı ise deplase denilen aktarım ve yer değişikliği işlemleri). Kuzey Marmara Otoyolu’nun devamı olan bir bağlantı köprüsünün temeli bugün atılacak. ‘Kanal için ilk kazmayı vuruyoruz’ denilerek duyurulan Kuzey Marmara Otoyolu 8. kısım Nakkaş-Başakşehir Köprü Projesi 2017-2010 yılları arasında, yani daha Kanal İstanbul gündeme dahi gelmemişken, imar planlarına işlendi.

30 Haziran 2020 çıkılan ihaleyi alan firma tanıdık: Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve pek çok şehir hastanesinin yapım ihalesini alan Rönesans Holding. 3 yılda tamamlanması öngörülen köprü için verilen garanti yıllık 100 milyon avro.

Peki bu gerçekliğe rağmen neden ‘Kanal için kazma vuruyoruz’ deniliyor. Yol boyunca yaptığımız sohbette bu soruyu yanıtlayan Çevre Mühendisi Selahattin Beyaz’a göre deplase işlemleri yapılmaksızın Kanal’a başlanamaz: “Buradan geçen Sazlıbosna-Teskos-İkitelli su sistemindeki su yolu ile çakışan kısımlarının başka yere taşınması gerekiyor. Bu İSKİ’nin sorumluluğundaki bir şey. Bu hatlar çalışan hatlar, eğer bu rasgele yapılırsa kent susuz kalacak. Bunun yapılması için öngörülen süre 2 yıl. Bu yapılmadan Kanal’ı nasıl yapacaklar?”

Beyaz, “Peki o zaman kazma nereye vurulacak?” sorumuzu yanıtlıyor: “Kanal için kazma vuruyoruz algısı oluşturmak isteniyor. Bununla bir yandan yatırımcılara ‘bak başlıyoruz’ deniyor. Bir yandan belirsizlik yaratılıyor, bir yandan da ‘temeli attık, bitti’ mesajı verilerek vatandaşın mücadelesi kırılmak isteniyor.”

BASKILAR DA ARTMIŞ, KAYGILAR DA…

Kanal güzergahındaki ilk durağımız Tayakadın. Yukarıdan bakınca tarım alanlarını ve meralara yayılan -sayıları az kalsa da- hayvanları görebiliyorsunuz. Burası Kanal İstanbul’un güzergahında kalan mahallelerden sadece biri. Parsel parsel ayrılmış alanlardan geçerek Terkos mahallesine gidiyoruz. Zehra Dalmaz ile buluşuyoruz. Dalmaz kuaför, 53 yaşında. Uzun süredir Kanal’la yatıp Kanal’la kalkıyorlar ama kazma vurulacak gün yaklaştıkça hem endişelerinin hem de baskının arttığına dikkat çekiyor: “Geçenlerde bir gazete geldi, hatırlamıyorum adını. Ben görüş verdim, sonra Yeniköy’de bir arkadaşıma yönlendirdim. Görüşüp gittikten sonra kız beni aradı, ‘Onlar gittikten sonra jandarma geldi, onlar terörist falan dedi.’ Zaten korkuyordu insanlar, şimdi bir şey olsun diplerinde jandarma. Ben bu yaşıma geldim burada TOMA görmedim ama aylardır burada bekliyor.”

O sırada kuaförde iki kadın daha var. Biri Leyla, 41 yaşında, 2 çocuk annesi. Eşinin işini kaybedebileceğini düşündüğü için vermiyor soyadını, “Ne olur ne olmaz, çok şeyler oluyor. O yüzden yazma…” diyor.

“Kanal’a dair bildiklerim televizyondan anlatılan kadar” diyor ve ekliyor: “Şunu biliyorum ama Kanal’dan sonra burada köklü bir değişiklik olur, biz burada kalamayız.” Kuaförde bulunan diğer kadın Kanal’a karşı olduğunu söylüyor, biz konuşurken.

Adını da vermek istemiyor, sohbet sırasında adını öğrendiğim için de çıkarken tembihliyor Zahra Dalmaz’ı: “Sakın yazmasın ha, ben 72 yaşındayım, yalnız oturuyorum, bunun gecesi var. Düşman edinmek istemiyorum yine. Çocuğum var, yanımda olmasa da onun için korkuyorum. Belli olmaz. Yazmasın…”

"SUÇ MU DOĞRULARI SÖYLEMEK?"

Zehra Dalmaz’a göre bütün baskılar insanları sindirmek için: “Ben konuşuyorum ya, bana kızıyorlar, ‘seni içeri alacaklar’ diye. Ama konuşacağım, ben havalimanı yapılırken bu kadar tepki göstermedim, pişmanım. Neden, şimdi sonuçlarını görüyorum. İklim değişti, bahçelerimiz değişti, meyvelerimiz eskisi gibi değil. Üstelik gençler işe girecek dendi o da olmadı. Üstüne pisliği, tozu, kiri… Kanal’la bunun beteri olacak, o kadar hafriyat, o kadar kamyon…O yüzden sessiz kalamam. Ben halkım ya. Suç mu doğruları söylemek. İnsanlar konuşmuyor ama yüzde 90’ın istemiyor Kanal. Burası cennet gibi bir yer, nasıl kıyacaklar. Yazık günah değil mi, şu canım Karaburun’un arka tarafını dolduracaklar, görseniz cennet. Bu Allah’tan reva mı?”

Gündemi yakıdan takip ediyor Zehra Dalmaz. Kazma vurulacak alanın Kanal değil yol olduğunu söyleyerek soruyor: “Neden bu ısrar ya, neden? Geçenlerde deprem oldu, depreme hazır mıyız, o kadar bina var hasarlı, çürük çarık. Madem para var, onları yapın. Benim çocuğum 4 yıllık üniversite mezunu, 35 yaşında, hala kendi düzenini kuramadı. İş bulamadı, amcası ile serbest çalışıyor. Madem bütçe var, gençler için bir şey yapsınlar. Çocuklar hayal bile kuramıyor…”

"BENİM VATANDAŞ OLARAK GÖRDÜĞÜMÜ DEVLET GÖRMÜYOR MU?"

Biz konuşurken Zehra Dalmaz’ın çocukluk arkadaşı Hülya geliyor, o da dahil oluyor sohbete. Doğma büyüme buralı. Ama Kanal yapıldıktan burada kalabileceğini düşünmüyor. Kanal’a neden karşı olduğunu anlatıyor bir çırpıda: “Bu yaşıma geldim, bu dengenin, bu güzelliğin bozulmasını istemiyorum. Kanal yapılırsa buralar bize kalmaz. Ben doğup büyüdüğüm toprakları bırakmak istemiyorum, önce onun için karşıyım. Bak Marmara’nın durumuna, kanal ile birlikte ne olacak. Yani benim vatandaş olarak gördüğümü görmüyor mu yetkililer. Çağrımız da budur, olmasın bu Kanal.”

KANAL’IN ÖZETİ: GİDECEK HALK, GELECEK ZENGİNLER

Buradan Karaburun’a geçiyoruz, geçen sefer girdiğimiz kahve yıkılmış. Balıkçılarla sohbet etmek istiyoruz. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, konuşmak istemiyorlar. ‘Neden’ diye soruyorum içlerinden birine, “Söylemezler, söyleyen mimleniyor” diyor.

İnsanlar zaten kaygılı, bir de buna bizi gittiğimiz her yerde takip eden jandarmalar eklenince hiç konuşmak istemiyorlar.

Yeniköy’e geçiyoruz oradan. Bir kahveye gidiyoruz, Kanal İstanbul diyoruz, konuşmak istemediklerini ifade ediyorlar. İçlerinden biri “Bıktık artık, şeker hastasıyım, artık sinirlenmek istemiyorum” diye açıklıyor gerekçesini. Bir diğeri ekliyor: “Dilekçe verdik ama... Burada 300 hane varsa 250’i karşı. Konuşuyoruz konuşuyoruz bir şey olmuyor. Gelip bizi dinlemeleri lazım. Gelen giden var mı peki, yok. Ama Kanal da Kanal…”

Tam ayrılacakken ‘yaz’ diye sesleniyor birisi arkamızdan: “Memlekette adalet mi var, vatandaşın talebi adalet. Peki dinleyen var mı? Biz görmedik.”

Şeker hastası olduğunu söyleyen kişi giriyor tekrar: “Göktürk’te ne oldu kızım? Hah işte burada da o olacak. Göktürk patlıcan tarlasıydı, gitti patlıcanlar, geldi zenginler.  Bu da zenginler için işte. Gelecek zenginler, gidecek vatandaş. Şimdiye kadar hep öyle oldu.

"KUŞ BİLE UÇMAZ OLDU, UÇAK GEÇİYOR ONLARIN YERİNE"

Yeniköy’de başka bir kahveye geçiyoruz. Kanal İstanbul’a dair fikriniz’ diyecek oluyoruz, “Fikrimizin kimin için bir önemi” var diye soruyor içlerinden biri. Bir başkası ekliyor: “Çok konuştuk, tartıştık. Her gelen gazeteciye anlattık, bütün köy imza topladı, dilekçe yazdı. Şimdi ‘kazma vuruyoruz’ diyorlar. Peki bize sonra, gelen anlatan oldu mu, yok. Vatandaş karşı, bir gelip anlatmaz mı ya kimse, ‘şu yüzden lazım’ diye”.

Biz konuşurken tepemizden geçen uçakları gösteriyor bir başkası. Ve ekliyor: “Burası cennet gibiydi. Yıllar önce kömür ocakları diye girdiler, sonra havalimanı. Ne zaman girdiler buralara kuş bile uçmaz oldu, uçak uçuyor tepemizde artık, kuşlar yok. Ağaçları böcek sardı.”

"GELEN-GİDEN OLMADI, TEK BİLDİĞİMİZ BİZİ YERİMİZDEN EDECEKLER"

Sohbet ilerleyince masalardan birine oturuyoruz. ‘İnsanlar korkuyor mu, o nedenle mi kimse konuşmuyor’ diye soruyorum, yan masadan onaylayanlar oluyor. Oturduğumuz masadan ‘yaz’ sesi yükseliyor: “Ben Recai Aydınlık, bu da Rüstem Aybaş. Bir Allah’a hesabımız var bizim.”

Rüstem Aybaş alıyor sonra sözü: “Ben 43 yaşındayım, Recai balıkçılık yapıyordu, bitti o. Şimdi işsiz oturuyor. Ne götürecek evine? Ben burada doğdum, babam burada doğdu. 100 senedir buradayız, temel atacaklar şimdi, ya hele bir gel bilgilendir insanları, bu temel yol mu, Kanal mı? Yolsa neden Kanal deniyor, Kanal ise bize ne olacak?”

"VATANDAŞ ÖLSÜN MÜ, ÖLSÜN MÜ?"

Recai Aydınlık devam ediyor: “2011’den beri ‘Kanal’ deniyor, doğru mu, doğru. Tam 10 senedir, ama bize ne sözlü ne yazılı tek satır laf eden olmadı. Bak bu kahveci 20-30 lira ile günü kapatıyor, yukardaki bakkala sor bakalım ne yaşıyor. Çiftçi traktörüne mazot parası bulamıyor. Ya böyle şey olur mu, adalet mi bu.”.

Rüstem Aybaş, daha önce iktidar partisine oy verdiğini söylüyor söze bir kez daha girerken, “Verdim oy, ama böyle yapılır mı yani? Bak İçişleri Bakanı da bu köylü, ‘Benim de evim gidecek’ diyor. Tamam da bizim başka evimiz yok ki, nereye gidelim biz? Biz zaten havalimanında mağdur oldu, şimdi bir daha. Ama bizi düşünen yok zengin daha da zenginleşsin, fakir daha da fakirleşsin” diyor.

"BİZ YARIN SABAH NE OLACAK DERKEN, ARSALARI ALAN ALANA"

Bu kez adresimiz Baklalı. Bir kahveye girip bir masaya oturuyoruz. Yaşar Özcan ile konuşuyoruz. 30 yıldır burada yaşıyor Özcan, Kanal ile birlikte burada kalamayacağını düşünenlerden. Köydeki herkesin de böyle düşündüğünü söylüyor: “Köylüler bir keşmekeş içerisinde. Kazma vurulacak deniyor, herkesin kafasında bu soru var: Ne olacak? Bizim burada var 200-300 metre yerimiz var. Gariban bir köylüyüm. Bizim gibi köylüyü, fakiri garibanı barındıracak mı, ‘nitelikli’ nüfus deniyor. Bunun faydasını, güzelliğini bilenler buradan rant sağlayanlar…”

Şenol Demirkol ise 43 yaşında, “Son 10 yılım ‘Kanal geliyor, geçecek’le geçti. Biz bir çivi bile çakamıyoruz ne olacak diye. Vatana millete hayırlı olacaksa olsun, devlet projesi bu, devlet uygun gördüyse yapılacak” de başlıyor söze. Peki ya buradaki vatandaş diye soruyorum, “Bana sorarsan ben istemiyorum. Bu yaştan sonra başka bir yerde yaşayamam. Ama…” diyor.

Demirkol Kanal ile ilgili yayımlanan görüntülerden-fotoğraflardan bahsederken Yaşar Özcan giriyor söze: “Güzel güzel gösteriyorlar da, vatandaşı için her şey belirsiz, olmayacak mı, ne zaman olacak, nereden geçecek? Bu soruları soruyor herkes, ama biz bunları sorarken arsaları alan alana. Bir bakıyorsunuz 3 lira bir bakıyorsunuz 10 lira. Para gücüyle alan alıyor.”

Rakamlar da doğruluyor Özcan’ı aslında. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ekrem İmamoğlu’nun açıkladığı rakamlara göre 2012 yılından bu yana Kanal İstanbul bölgesinde 45 milyon metrekare arazinin el değiştirdi.

BEYAZ: BURAYA YERLEŞTİRİLECEK ZENGİNLER İÇİN YOL YAPIYORLAR

Kanal İstanbul projesine dair başından itibaren itirazlarını dile getiren Çevre Mühendisi Selahattin Beyaz, “Bu bir talan projesidir” diyor Kanal projesi için. Ve devam ediyor: “Buradan müteahhitlerin yapması beklenen ciro 1.8 trilyon dolar. Bunun yüzde 50’’si kar olursa 800 milyar dolarlık bir kazançtan bahsediyoruz, bu yaklaşık olarak Türkiye’nin 5-6 yıllık bütçesine denk düşen bir rakam. Bugünden biraz geri dönersek, burada yapılacak şehir, kendilerinin dediği 500 bin kişilik, bizim hesaplarımıza göre 7-7,5 milyon kişilik, kent için havalimanı, 3. Köprü ve yapılması planlanan su yolunun tamamı buradaki ‘nitelikli nüfusun’ konforlu yaşaması ve emlak değerinin çok yüksek olması için planlanmış projeler. Yani buraya yerleştirecekleri zenginler için yol yapıyorlar” diyor.

Projenin maliyetinin hesaplanandan kat be kat yüksek olacağına vurgu yapan Beyaz, “Mesela tüm İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 10’unu karşılayan Sazlıdere Havzası önemli bir havza. DSİ’nin hesaplarına göre 2019’da 2,5 milyar TL’lik bir tesis, yaklaşık olarak 400 bin avroluk yatırımı olan bir tesis. Ve siz bunu kaldıracaksınız, çöpe atacaksınız. Bunun yaratacağı kayıp  hesaplarda yok.”

Beyaz, yok edilmek istenen Sazlıdere havzasının İstanbul’un su ihtiyacı açısından önemine de dikkat çekiyor: “Burasının Terkos-İkitelli-Kağıthane su siteminde hem ince-uzun ve verimli bir havza, aynı zamanda bir su deposu özelliği var. Bunun yok olması 5-6 milyonluk insanın su ihtiyacına önemli bir darbe vuracak. Rant hesabı yapılıyor ve rant tercih ediliyor.”

BAKANA YANIT: HİÇBİR BİLİMSEL VE TEKNİK ALTYAPISI YOK

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun Kanal İstanbul’la ilgili her açıklaması daha fazla tartışma yaratıyor. Önce Bakan Kurum’un “Kanal İstanbul en çevreci şehircilik projesidir” ifadeleri, ardından da Marmara’da yaşanan müsilajın da Kanal ile çözüleceğini iddiası. Bakan Karaismailoğlu’na göre ise Kanal’ın olduğu bölgede verimli tarım arazisi yok. Oysa Kanal İstanbul ÇED raporu bile “Güzergah boyunca geniş tarım alanları mevcuttur. Tarım alanlarında ağırlıklı olarak buğday tarımı yapılmaktadır. Bazı alanlarda meyve bahçelerine de rastlanır’ diyor.

Tüm bu açıklamaları değerlendiren TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şube Sekteri Medet Güney, “Bu açıklamayı yapan yetkililerin hiçbir şekilde bilimsel ve teknik bir altyapısı olmadan yaptıklarını düşünüyoruz. Projenin inşaat alanın yüzde 60’lık bölümü tarım toprağı. Bu İstanbul’daki tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 20’sine tekabül ediyor. Bu çok ciddi bir rakamdır. Ki devam eden süreçte yapılacak inşaatlarla bu kayıp daha yüksek bir seviyeye çıkacak.”

Kanal İstanbul bölgesinin Kuzey kısmında yaşayan insanların tarımın yanı sıra balıkçılık, turizm ve hayvancılık ile uğraştıklarını söyleyen Güney, “Havalimanı nedeniyle hayvancılık bitme noktasında, bu bölgeye özel manda yetiştiriciliği bitmiş durumda. Kanal ile birlikte balıkçılık da komple yok olacak” diyor.

Meltem AKYOL Özgür GÜLTEKİN / EVRENSEL



















Tüm bu açıklamaları değerlendiren TMMOB Çevre Mühendisleri Odaİstanbul 


İbret verici bir dostluk hikâyesi: Raşid Dostum - Erhan Nalçacı / SOL

 Raşid Dostum’a ABD kuklası Afgan hükümeti tarafından geçen yıl Mareşal unvanı verilmesi ABD sonrası yeni rollere hazırlık olarak görülebilir. Türkiye’nin talip olduğu rolle çakışıyor bu durum.

Türkiye sermayesinin ABD’nin Afganistan’da boşalttığı yeri almaya niyetlendiğine geçen hafta değinmiştik.

Geçenlerde ABD’li bir heyet Türkiye’nin Kabil Havalimanının kontrolüne talip olmasından sonra Ankara’ya gelip görüşmeler yaptı. Eğer anlaştılarsa Afganistan bir süre sonra Türkiye için tali bir gündem olmaktan çıkıp üst sıralara yerleşmeye aday gözüküyor.

Öte yandan Afganistan’ı uzaktan kavramak kolay değil, karmaşık bir süreç ve denkleme sahip. Bu süreci ve Türkiye’nin olası rolünü daha iyi kavramak için bugün ibret verici bir kişiliği konu edeceğiz: Afganistan’ın Özbek kökenli siyasi figürü Raşid Dostum.

1953’te Afganistan’ın kuzeyinde doğan Raşid Dostum Sovyetler Birliği’nin Afgan halkıyla dayanıştığı yıllarda kurduğu bir doğalgaz fabrikasında işçi olarak çalışmaya başladı. Lider özellikleri kendisini o yıllarda gösterdi ve fabrikada sendika yöneticisi olarak yükseldi. 

ABD önderliğinde Suudi Arabistan başta olmak üzere gerici ittifak devletleri saldırıya geçtiğinde Dostum askeri bir lider olarak ortaya çıktı, Afgan Demokratik Cumhuriyeti ve Sovyet ordusunun yanında cihatçılara karşı savaştı. Özbek milisler bir süre sonra düzenli ordunun bir parçası oldular ve 53. Piyade Tümeni olarak adlandırıldılar.

İnsanın insanı sömürmesine karşı mücadeleye dayanan sosyalizmin bu sürece katılan insanları temiz tutan, kirlenmekten koruyan bir özelliği vardır. Böyle bir mücadele ilkelere dayanır ve bu ilkeler korunup geliştirilir. Örneğin, uyuşturucu ticareti yapan bir reel sosyalist ülke yoktur tarihte. İlkeler savaşta da geçerlidir. Halka eziyet eden, cinsel suçlara meyilli veya esirlere kötü muamele yapan askerler cezalandırılırlar.

Sosyalizmin geçen yüzyılın sonunda geri çekilişi ilkeleri de ortadan kaldırdı. Raşid Dostum’un yaşamının geri kalanını bu şekilde okumak gerekiyor.

Sovyet Ordusu Afganistan’dan çekildikten sonra Afganistan Demokratik Cumhuriyeti 1992’ye kadar yaşadı. Önce halkçı Cumhuriyeti koruyan Raşid Dostum bir süre sonra taraf değiştirdi ve karşı devrimin saflarına katıldı. Yeri gelince cihatçılarla iş birliğini de içeren son derece kaypak ve ilkesiz bir rol üstlendi. Afganistan Milli İslami Hareketi Partisini kurarak aşağıdaki haritada görülen Mezar-ı Şerif bölgesinde kendi hegemonyasını inşa etmeye başladı. Afganistan’da siyasi mücadele büyük ölçüde eroinden elde edilen gelirin nasıl pay edileceğine dayanıyordu.

Şekil 1

Afganistan haritasında ülkenin kuzeyinde Özbekistan’a komşu Mezar-ı Şerif görülüyor.














Raşid Dostum’un Türkiye burjuva siyaseti ile yakınlığı ve macerası bundan sonra başladı. Ancak 30 yıla yayılan bu dostluğun durağan bir ilişki olduğu sanılmamalıdır. Aksine son derece dinamik bir çürüme sürecine işaret ediyor. İki aktör de sonsuz bir düşme süreci yaşamış, birbirleriyle tokuşa tokuşa ilkesizlik çukurunda tutunacakları bir yer bulamamışlar, giderek daha derine pisliğe batmışladır. Dolayısıyla Raşid Dostum’un hikâyesi Türkiye sermayesinin de hikâyesidir.

Dönekliğinin ta başında 1992’de Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Raşid Dostum’a Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı esnasında Cumhurbaşkanlığına bağlı makam aracı verilmiştir.

Çiller döneminde uyuşturucu parasının nasıl paylaşılacağı müzakere edilmiştir.

Kendi dükalığında zalimliği ile tanınan Raşid Dostum’un insanları ceza olarak tankla ezdirerek öldürmesi veya askerlerinin işlediği cinsel suçlar bu dostluğa engel olmamıştır.

ABD’nin Afganistan’ı işgalinden sonra tahmin edileceği gibi Raşid Dostum ABD müttefikidir. Bu dönemde işlediği suçlar ABD’ye yakışmaktadır doğrusu. 2001’de esir alınan binlerle ifade edilen Taliban yanlıları sevk edilmek için bindirildikleri araçlarda havasızlıktan can çekişe çekişe öldüler ve toplu mezarlara gömüldüler. 

Eğer Raşid Dostum ABD dostu olmasaydı, şimdi çoktan hapisteydi veya dünyanın bir numaralı savaş suçlusu olarak kırmızı bültenle aranıyordu.

Ama başı ne zaman derde girse Türkiye’ye sığındı. ABD hegemonyasındaki Afganistan içi siyasette rakiplerini kaçırdığı, işkence yaptığı ve hatta cinsel olarak aşağıladığı suçlamalarıyla karşılaşan Dostum 2017’de bir kez daha Türkiye’ye gelerek devlet koruması altında yaşadı. Yeri gelince özel uçakla kaçırılıp Türkiye’ye getirildi.

Muhtemelen ABD ve Türkiye Raşid Dostum’u sadece Afganistan denklemi içinde değil, Özbekistan’ın Batı emperyalizmine yakınlaştırılması sürecinde de kullanıyorlar, ama bu konuya girmeyeceğiz bu yazıda.

Aşağıdaki fotoğrafta geçen sene yaptığı ziyarette Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile gözüküyor.

Şekil 2

2020 Ağustos’unda Raşid Dostum’un Türkiye ziyaretinde Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından ağırlanıyor.











Bu fotoğrafta izlenen Raşid Dostum’un madalyalarının bir kısmı Narkotik Şube tarafından takılmış olabilir, ancak diğerlerinin bir kısmını biliyoruz. Aşağıdaki fotoğrafta işgalci ABD birliklerinin komutanı General Scott Millar’in madalya takışı görülüyor.

Şekil 3  

General Scott Millar Raşid Dostum’a hizmet madalyasını takıyor.









Raşid Dostum’a ABD kuklası Afgan hükümeti tarafından geçen yıl Mareşal unvanı verilmesi ABD sonrası yeni rollere hazırlık olarak görülebilir. Türkiye’nin talip olduğu rolle çakışıyor bu durum.

Eğer Sovyetler Birliği ayakta kalsaydı ve Afganistan’da sosyalizmin kuruluşu gelişerek ilerleseydi, Raşid Dostum belki adını bilmediğimiz ama kendi ülkesinde tanınıp sevilen bir emek kahramanı olarak anılacaktı.

Türkiye sermayesi ise tam boy ABD’ci olmasaydı, kamuya ait mülkü çirkin ve doymaz bir iştahla yalayıp yutmasaydı belki bu kadar pisliğe batmayacaktı. 

O zaman iki ülkenin mafyalaşmış, çürümüş siyasetleri tarih içinde böylesine tokuşup durmazlardı.

Erhan Nalçacı / SOL


'Ne bu halk sürü ne İstanbul babanızın çiftliği: İstenmiyorsunuz' - SOL

 Kanal İstanbul birçok alanda eli sıkışan iktidar cephesini rahatlatacak bu proje, halk içinse bir yıkım olacak.


TKP'nin günlük dijital gazetesi Boyun Eğme "Ne bu halk sürü ne İstanbul babanızın çiftliği: İstenmiyorsunuz' manşetiyle çıktı.

Gazetede bugün AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla temeli atılacağı söylenen Kanal İstanbul projesinin halk için bir yıkım olduğu, patronlarınsa mutlu olduğu belirtiliyor.

Gazetenin manşet yazısında şu değerlendirmeye yer veriliyor:

"Bugün Kanal İstanbul Projesi’nin temeli atılıyor. İşe başka bir otoyol projesinin devamıyla başlıyorlar. Hani uçuk geçiş garantilerinin verildiği, patronların bir koyup on aldığı, halkın kullansa da kullanmasa da para ödediği projeler var ya, işte onlardan...

Kanal İstanbul ilk olarak 2011’de gündeme geldi. Ballandıra ballandıra AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığından beri 'rüyası' olduğu anlatıldı durdu. Başkanın en iyi bildiği iş o zaman da kupon arsalardı, ranttı, vesaireydi. İstanbul’un nefes alan ender yerlerinin ranta açılması rüyalarını süslüyordu.

Yıllar geçti. Bu sırada etütler, ön projelendirmeler yapıldı, saha çalışmalarına başlandı. Tabii bir de ÇED raporu gerekiyordu, böylece Çevresel Etki Değerlendirmesi de yapıldı. Sonuç tabii ki olumluydu, AKP’li bir bakanın güncel deyimiyle “bu proje Marmara’ya yarayacak”tı.

Bugün AKP iktidarının şatafatına yakışır bir törenle temeli atılacak Kanal İstanbul’un. Kanal İstanbul’u halk istemiyor ama birileri ölesiye istiyor.

Yağma ekonomisine bağımlı bir iktidar olarak AKP için bu yeni rantlar anlamına geliyor.

Birçok alanda eli sıkışan iktidar cephesini rahatlatacak bu proje, halk içinse bir yıkım olacak.

Milyonlarca nüfusuyla deprem gibi büyük sorunlarla baş başa olan İstanbul’da Kanal İstanbul, yeni sorunlar yumağı demek.

Yani Kanal İstanbul’dan İstanbullular rahatsız, patronlar mutlu!

Su kaynakları tehlikede olan bir şehir için, Kanal İstanbul’un ekolojik etkileri öngörülemiyor bile. Uzmanlar milyonlarca yılda kurulmuş ekolojik dengenin kısa bir süre içerisinde alt üst edileceğini ve Marmara’da bir yıkımın yaşanabileceğini ifade ediyorlar. Patronların ise umurunda değil, onlar yıllar önceden kapattıkları arsalar ve yeni kâr kapılarıyla çok mutlular."

https://www.tkp.org.tr/boyun-egme/sayi317/

(SOL)

                                                                                ***

Erdoğan AKP’li vekillere seslendi: Hepiniz birer çobansınız

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin 57 milletvekiliyle bir araya geldi.

Edinilen bilgiye göre, Erdoğan’ın milletvekilleriyle görüşmesinde, milletvekilleri genellikle illerindeki sorunları anlattı. Ancak bir milletvekilinin, “Eskiden, çocuklar çobanlık yapıyordu. Şimdi eğitim zorunlu olduğu için kimse çobanlık yapmıyor. Liseden sonra ben okudum, ‘Çobanlık mı yapacağım’ diyorlar” sözlerine  Erdoğan’dan dikkat çeken yanıt geldi.

Cumhuriyet’ten Selda Güneysu’nun haberine göre, Erdoğan, “Çobanlık kötü bir meslek mi? Bütün peygamberler çobandı. Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mesulsünüz. Peygamber efendimizin sözü var: Mesleğin iyisi kötüsü olmaz. Hepsi şereflidir” dedi.

SOL