20 Temmuz 2021 Salı

Küresel İktisadi Tarihçe - Oğuz Oyan / SOL

Prof. Dr. Oktar Türel, "Küresel Tarihçe, 1945-79" başlıklı yakın dönem iktisat tarihi analizini, son kitabında "Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009" başlığıyla sürdürüyor. 

Prof. Dr. Oktar Türel, 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki "Kapitalizmin Altın Çağı" olarak adlandırılan dönemi merkezine alarak başlattığı "Küresel Tarihçe, 1945-79" başlıklı yakın dönem iktisat tarihi analizini, son kitabında "Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009" başlığıyla sürdürüyor. (Her ikisi de Yordam Kitap'tan 2017 ve 2021 yıllarında yayınlandı). 

İkinci kitapta "iktisadi tarihçe" ifadesinin seçilmesi, anlaşılacağı gibi, çok yüklü siyasal gelişmelerin olduğu bu dönemde "siyasal arka planın" kapsanmasındaki güçlüklerden kaynaklanmış. Her ne kadar Oktar hoca, her zamanki alçakgönüllüğüyle, "1980-2009 döneminde gerçekleşen ve dünya siyasetini derinden etkileyen gelişmeleri yeterince iyi kavrayamamış olmaktan kaygı duydum" (s. 15) gerekçesini ileri sürse de, zaman ve hacim sorunları olmasaydı bu güçlüklerin üstesinden de kolayca gelebileceğinden hiç kuşku duymazdık. "Hacim" sorunları demişken, mevcut haliyle bile büyük boy 477 sayfalık bir kitaptan söz ediyoruz! 

Kaldı ki, " 'siyasal arka plan'ın yokluğuna rağmen, çalışmanın tümüne uluslararası siyasal iktisat yaklaşımının yön verdiğini söyleyebiliriz" (s.24) notunu düşmeyi de ihmal etmiyor Oktar hoca. Biz bir adım daha ileri götürebiliriz: Prof. Türel her iki kitabında da küresel iktisadi gelişmeleri eleştirel siyasal iktisat perspektifinden ele alarak ve inanılmaz genişlikte bir kaynakça kullanarak çok sayıda yaklaşıma, senteze, analize yer vererek irdeliyor. Bu bakımdan da Türkiye iktisat yazınında benzeri olmayan özgün bir çalışmaya karşılık geliyor. Türkiye'nin en seçkin iktisatçılarından olan, "kılı kırk yaran" titizliğiyle ve dile (burada Türkçe'ye) hâkimiyetiyle bilinen Prof. Türel, bu kitaplarıyla ayrıca meslekten iktisatçılar ve iktisat öğrencileri de dâhil olmak üzere geniş bir okur kitlesine kapsamlı bir "traité" sunmuş oluyor. (İki kitabın toplamı 826 sayfayı buluyor).

Aslında Oktar hoca, "bu kitabın okurlarının (...) 'İktisada Giriş' derslerinin kazandırdığı düzeye yakın iktisat bilgisine sahip bulunduklarını varsaydım; aksi takdirde metin, içereceği çok sayıda açıklayıcı eklenti yüzünden daha güç okunur hale gelecekti" (s. 15) uyarısını da ihmal etmiyor. Aslında bu uyarı her iki kitabı için de geçerli sayılabilir, ama bir tane de biz ekleyelim: "Küresel İktisadi Tarihçe"den örnek verirsek, kitabı okumaya girişirken baştaki 6 sayfalık "Kısaltmalar" bölümüne bir ayraç koymayı unutmayın; meslekten iktisatçı olsanız bile sıklıkla işinize yarayacaktır! Bu arada kitabı parça parça okuma avantajı da var: Oktar hoca, "metnin dokuz bölümünden her birinin, ayrı bir deneme olarak okunmaya elverişli olduğunu" anımsatıyor... Bu anımsatma gerçekten yerinde.

***

"Küresel İktisadi Tarihçe", 1980-2009 döneminde geçerli olan neoliberalizmin küresel finansal mimarisini, kurumsal yapısını ("yönetişim" mekanizmasını); yaygın bir sanayisizleşmeyi (ve "erken sanayisizleşmeyi") içeren "sanayi" politikalarını; 1990'larda pekişen "Üçüncü Gıda Rejimi" güdümündeki tarım politikalarını ve "serbest piyasa çevreciliği" bağlamındaki neoliberal çevre politikalarını; Keynesgil Altın Çağ'a göre dönüşüm geçiren ticaret, talep ve bölüşüm politikalarını, kamu maliyesi ve sosyal yardım programlarını; gelir bölüşümü eşitsizliğini ve yeni biçimler alan yoksulluğu; "finansallaşma ve Neoliberal Çağ'ın finansal krizlerini" ve bütün bu yapısal değişmelerin Gelişmiş Ülkeler, Gelişmekte Olan Ülkeler (GOÜ) ve Yükselen Piyasa Ekonomileri ("Azgelişmiş Ülkeler" kategorisi, DB'na koşut olarak buharlaşmış!) gibi ülke grupları (hatta tekil ülkeler) ve bölgeler bakımından zaman içinde farklılaşmasını karşılaştırmalı olarak büyük bir bilgi, sentez ve yetkinlikle betimlemeye ve tahlile yöneliyor. Ele aldığı dönem bakımından elimizde ciddi bir veri ve yaklaşımlar envanteri oluşmasını da sağlıyor; bu da çalışmanın çok temel bir başvuru kitabı olma iddiası taşımasına yol açıyor.

Bu yazının sınırlılığı içinde sadece tek bir alt başlığa değinilecek olursa, sanayileşme-kalkınma politikalarının bu dönem içinde tekil ülke örneklerinde bile önemli dalgalanmalar gösteren seyrini, ABD, AB ve Japonya gibi gelişmiş ülke deneyimlerinde; Hong-Kong, Singapur, Tayvan ve G. Kore gibi Doğu Asya/"Kaplanlar"ın "Birinci Kuşağı" ve Malezya, Tayland, Endonezya ve Filipinler gibi "İkinci Kuşağı" örneklerinde; Hindistan'da ve özellikle de "özgün siyasal ve ekonomik şartları" olan Çin deneyiminde, hızlı bir yaklaşımla topluca izleme ve bir ilk kavrayışa ulaşma olanağı bulabilirsiniz (s. 173-203). Konuya ilişkin şu vurgular da Prof. Türel'e ait: "Ana akım iktisat söylemi, 1980'li ve 1990'lı yıllarda sanayi politikasını itibarsızlaştırmada epey etkili olmuştu. Ancak bu onyıllarda ana akım bilgeliğine meydan okuyarak "heteredoks" politikalar benimseyen GOÜ'nün daha hızlı gelişip sanayileştikleri somut bulgularla doğrulandı. (...) Tartışmanın tarafları kendi analitik çerçevelerinden kopmamakla birlikte, devletin ekonomik gelişme ve sanayileşme sürecinde etkili bir rol oynayabileceği ve sanayi politikalarının yararlı sonuçlar doğurabileceği üzerinde anlaştılar" (s.198). 

Sonuç

Korkut hoca, "Bir Kitap: Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009" yazısını (Sol Gazetesi,  30 Nisan 2021), "benzerine güç rastlanacak bu iki dev yapıt nedeniyle (Oktar Türel'e) teşekkür borçluyuz" cümlesiyle bitiriyordu. Gerçekten de yoğun emek ve bilgelik içeren bu başyapıtları dolayısıyla Oktar hocaya borçlandığımızı düşünmeliyiz. 

Ama onun da okuyucusuna bir borcu kalmış gözüküyor: "Kuzey Atlantik Finansal Krizi (2007-9)'nin (...) sonrasında dünya artık bir başka dünyadır" (s.23) saptamasını yaptığına göre, ondan 2009 sonrasındaki dönemin ayrıntılı bir iktisadi analizini beklemek hakkımızdır. Bu konuda son onyıl içinde yazmış olduğu makaleler ve bildirilerle şimdiden bir hazırlığının olduğunu da biliyoruz. Ama Oktar hocanın efsanevi titizliğinde bunlar yeterli görülmeyecek ve yeni ve yorucu bir okuma-yazma serüveni kapıda bekleyecektir. Umarız kendinde bu gücü bulur ve bu seriyi bir "üçlemeye" dönüştürerek tamamlar. Biz, şimdilik, dört yıl arayla yayınladığı bu başyapıt niteliğindeki çalışmaları için "emeğine sağlık" diyerek bitirelim.

Oğuz Oyan / SOL


19 Temmuz 2021 Pazartesi

Restorasyon için 20 milyon Avro'luk bütçe gerekiyor - BİRGÜN

 


Projeleri hazırlanan Büyükada Rum Yetimhanesi'ne restorasyon için 20 milyon Avro'luk bütçe gerektiği belirtildi.

Restorasyon projeleri hazırlanan Büyükada Rum Yetimhanesi'nin için uzun bir aradan sonra 

ilk kez görüntülendi. Restorasyon için 20 milyon Avro'luk bütçe gerektiği belirtildi.

Fransız Mimar Alexander Vallaury tarafından 1898'de inşa edilen İstanbul Büyükada'daki 'Prinkipo Palas' oteli, ruhsat verilmemesi üzerine 1900'lerin başında bir Rum tarafından satın alınarak, yetimhane olarak kullanılması şartıyla Fener Rum Ortodoks Patrikhanesine bağışlandı. Tarihi yapı, 1964'te kapısına kilit vurulana kadar yaklaşık 6 bin Rum yetime yuva oldu. 57 yıl önce kaderine terk edilen Büyükada Rum Yetimhanesi için ilk adım 2020 yılının ağustos ayında, İBB İştiraklerinden BİMTAŞ tarafından atıldı.

DHA'nın haberine göre, Dijital belgeleme ve rölöve çalışmaları tamamlanan yapının harabeye dönen içi uzun süre sonra ilk kez görüntülendi. Fener Rum Patrikhanesine çalışmaların sonuçlarının teslim edildiğini kaydeden BİMTAŞ Genel Müdür Yardımcısı Nazım Akkoyunlu, "Belgelemenin sonucunda yapının restorasyon sürecinin hızlıca sürdürülmesi gerekiyor. Bu süreçler için büyük bütçeler gerek. Özellikle böyle bir yapı için yaklaşık 20 milyon Avro'dan bahsediliyor. Şu an 5 Numaralı Koruma Kurulu'nun incelemeleri devam ediyor. Çalışmalar kuruldan geçtikten sonra, yapının hızlıca restorasyon projeleri hazırlanılacak" dedi.

Çalışmalar sayesinde, 123 yıllık tarihi yapı aslına ve tarihi dokusuna uygun olarak restore edilebilecek. 70 kişilik ekibin özel ekipmanlarıyla yürüttüğü çalışmada, yapı milim milim yeniden çizildi. Ekipler binden fazla noktaya ekipmanlarını kurarak çalıştı. Yetimhanenin rölövesi ise 4 ayda çıkarıldı.

Çalışmalara bir yıl önce başladıklarını belirten Nazım Akkoyunlu şu bilgileri verdi: "Büyükada Rum Yetimhanesi için bir dijital belgeleme çalışması yürüttük. Belgeleme çalışması için öncelikle alanın mevcut durumunu ortaya koyan bir rölöve çalışması çıkarmamız gerekti. Yapının bugünkü haline baktığımız zaman ciddi hasar almış olduğunu görüyoruz. Bizler de vakit kaybetmemek adına hemen harekete geçtik ve yaklaşık 45 günlük bir çalışmayla yapı için çözünürlüğü yüksek bir veri oluşturduk. Bu veriyi nokta bulutu dediğimiz tarayıcı ile gerçekleştirdik."

Yapının restorasyon süreci için ciddi bir bütçeye ihtiyaç olduğunu belirten Akkoyunlu "Belgelemenin sonucunda yapının restorasyon süreci hızlıca sürdürülmesi gerekiyor. Bu süreçler için büyük bütçeler gerekiyor. Özellikle böyle bir yapı için yaklaşık 20 milyon Avro'dan bahsediliyor. Büyükada Rum Yetimhanesi'nin dijital belgelenme ve rölöve belgeleme çalışmaları tamamlandı ve kurul ile paylaşıldı. Biz bu çalışmayı Fener Rum Patrikhanesi ile birlikte yürüttük. Büyükada Rum Yetimhanesi Fener Rum Patrikhanesi'ne ait. Haziran ayı itibariyle Fener Rum Patrikhanesi'ne çalışmalarımızın sonuçları teslim ettik. Şu an 5 Numaralı Koruma Kurulu'nun incelemeleri devam ediyor. Çalışmalar kuruldan geçtikten sonra yapının hızlıca restorasyon projeleri hazırlanılacak" dedi.


BİRGÜN





Bayram sofrasının neşesi kalmadı - Meral DANYILDIZ / BİRGÜN

 

Gramla peynirin, dilimle karpuzun normalleştiği yeni bir bayramı daha yaşıyoruz. Her geçen yıl bir öncekini aradıklarını söyleyen yurttaşlar, “Her şey çok pahalı. Bayram bize uğramadı, eski bayramlar yok” diyor. Sofralarda neşenin yerini ise ekonomik sıkıntılar aldı.

Nerde o eski bayramlar” sözü klişe olmaktan çıkalı çok oldu. Zira bayramların eski şenlikleri yerini ekonomik sıkıntılara bıraktı. 9 günlük tatil öncesi büyük kentler adeta göç verirken şehir merkezlerinde sokaklar sessizliğe büründü. Kentte kalanlar için ise bayramın tadı tuzu yok. Bayram alışverişi denilince İstanbulluların ilk aklına gelen duraklarda esnafın ve yurttaşın nabzını tuttuk. Eminönü ve çarşı pazarlar bayram öncesi sakinliğe teslim. Çarşı pazara uğrayan da ‘kiloyla’ değil ‘gramla’ alışveriş yapıyor. 10 liralık üründe bile dönen pazarlık serüveni de cabası…

Esnafın tek umudu ise turistler. Halkın parasının olmadığını söyleyen esnaf ancak turistlerin yaptığı alışverişle ayakta kalabildiklerine işaret ediyor. Tahtakale, Mısır Çarşısı ve Fındıkzade Cuma Pazarı’nda konuştuğumuz esnaf ve alıcılar önceki senelere kıyasla durumlarının çok daha kötü olduğunun altını çiziyor.

İlk durağımız olan Tahtakale’de saat satan Adil Fidaye, üniversiteden Kamu Yönetimi mezunu olduğu halde 7 senedir saatçilik yapmak zorunda olduğunu söylüyor. “Burada çalışmak zorundayım” diyen Fidaye, “Kendi işimi yapabilmem için zaten sermaye gerekiyor. O yüzden mecbur çalışmak zorundayım ama buradan o sermaye çıkmaz. İnsanlar gelip bakıp dönüyor. Gelen insanların yüzde 80’i 90’ı pazarlık yapıyor. 20 liralık bir şeye ‘15 olmaz mı?’ gibi diyaloglar yaşıyoruz sürekli” şeklinde konuşuyor.

Tahtahkale’de hediyelik eşya toptancısı Metin Sönmeztekin, pandemi öncesinde daha çok iş yaptıklarını, şu anda ise her şeyin ucu ucuna döndüğünü söylüyor: “İnsanların şu an tek ihtiyacı tatil. Gelip alışveriş yapmayı pek tercih etmiyorlar. Biz de geçmişten kazandıklarımızı yiyoruz.”

10 LİRALIK ÜRÜNE PAZARLIK YAPILIYOR

Yine Tahtakale’de hediyelik eşya dükkânında çalışan Veli Şen, 20 senelik çalışma geçmişini şöyle anlatıyor: “20 sene önceyle şu anı hayatta kıyaslayamayız. İşler çok güzeldi. Son iki yıldır çok kötü. Müşteri eskiden 200 liralık alışveriş yapıyorsa şimdi 10-15 lirayla geçiştiriyor. Üç beş balon alıyor, ‘yeterli’ diyor. Önceden âdet yerini bulsun diye pazarlık yapılırdı, şimdi yokluktan yapıyorlar. Baya diretiyorlar fiyat düşürmemiz için. 5-10 liralık şeyden pazarlık yapmaya çalışıp, ‘bize eşya hediye edin bari’ diyorlar. Bayram şekeriymiş, bayramlarmış… Kalmadı hiçbiri. İnşallah sonumuz iyi olur.”

Ahmet Gündüz de 6 yıldır Eminönü’nde çalışıyor. Öyle ki Gündüz için tüm bu karamsar tablo içinde en umut verici olay turistlerin çarşıya gelmesi. Bu duruma sebep olarak halkta para olmamasını gösteren Gündüz, “Ekonomik kriz, pandemi esnafı perişan etti. Bizi turistlerin gelmesi sevindiriyor. Çünkü halkta alışveriş yapacak para yok. Yarım kilo, 200 gram hatta 100 gram istiyorlar. Emekli insanın girip alışveriş yapamaması acı bir şey. Gelip, ‘bir tane alabilir miyim, canım çekti’ diyenler de oluyor” şeklinde konuşuyor.

Tahtakale’nin ardından Mısır Çarşısı’na uğruyoruz. Çarşının hemen girişinde Malatya Pazarı isimli dükkânda lokum, çerez gibi gıda ürünleri satan Mehmet Engin ile konuşmaya başlıyoruz. Engin de ekonomik krizin etkilediği binlerce esnaftan biri. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor: “Esnafa yardım dediler, bu paralar nereye gitti? Millette para yok. Tüketim harcaması iki misline çıktı. Eskiden bir iki kilo alırlardı, biz kilo kilo çerez hazırlatırdık, insanlar eşine dostuna dağıtırdı, şimdi gelmiyorlar bile. Bayram öncesi hiçbir kıpırdama yok. 30 senedir buradayım, her geçen yıl bir önceki yılı arıyoruz.”

Gelen müşterinin deyim yerindeyse ‘tadımlık’ alıp gittiğini belirten Engin, eskiden kuyruk olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Son yirmi gün kuyruk olurdu, nefes alamazdık. Şimdi eşi dostu bırakın insanlar kendine bile alamıyor.”

Beyazıt’ta tekstil firması işleten Emine Özer de dükkânını açmayıp alışveriş yapmaya gelmiş. Malatya Pazarı’nda karşılaştığımız Özer “Piyasa içler acısı. Dolar, avro yükseldi; bugün 3 liraya aldığımızı yarın üç liraya alamıyoruz. Sürekli zam geliyor. Bizde iş yok, hazırdan yiyoruz. Anca kendi ceplerini dolduruyorlar. Bal tutan parmağını yalıyor, esnafın halini soran yok. Madem para dağıtıyorlar ben niye göremiyorum?” diye soruyor.

250 GRAM NORMAL OLDU

Fındıkzade Cuma Pazarı’nda da durum farklı değil. 46 yıldır pazarlarda zeytin, yaprak satan Ceyhun Tamer “İnsanlar burada yeri geliyor 25 kuruşu arıyor. Alım gücü bitti. 15-20 sene önceki eski işlerin yüzde 10’unu yapamıyoruz. Kırk sene önce yarım kilo, 250 gram alana durumu yok derdim. Şimdi 250 gram bizim için normal oldu” derken, pazarda alışveriş yapan Tuba Göven şunları dile getiriyor: “Geçen haftayla bu hafta arasında en az beş lira fark var. Kendime, eşime ve oğluma bayram için penye aldım, 140 lira harcadım. 200 lira ayırmıştım kalan parayla da seçmece meyve alıp eve gideceğim. Pahalı meyveleri yiyemiyoruz. Nefis köreltmek için birkaç tane alıyorum.”

ÇEYREK KARPUZ ALIYORLAR

Solmaz Ördek de bayram üstü alışverişe çıkıp eli boş dönenlerden. Ördek’le tişört bakarken sohbet ediyoruz: “Pandemiden dolayı kimsenin gücü hiçbir şeye yetmiyor. Geldim tişört bakıyorum, yirmi liralık tişört üstünde bile alayım mı almayayım mı diye düşünüyorum.” Perihan Ortateke ve Nurhayat Ortateke’nin de birçok yurttaş gibi eli boş. Perihan Ortateke durumlarını “Ben emekli eşiyim, ayda bir kere pazara gider geliriz o kadar. Bayram için kıyafet diyorlar, ne kıyafeti. Karpuzu alamıyorum mesela. Bir dilim alıyorum. Çok pahalı. Bizler gibi emekli insanlar sürünüyor. Üzüm 15 lira. Dört kişilik bir aile nasıl alsın?” sözleriyle özetliyor. Nurhayat Ortateke ise, “Zaten çikolata falan alıp yemiyoruz. Eskiden kilolarca alırdık, koli koli hatta. Şimdi bu fakirlikte zenginler kim oluyor? Gayrimeşru yollardan para kazananlar. İki buçuk lirayı verirken bile kaç kere düşünüyorum” şeklinde konuşuyor.

Ortateke ailesinin karpuz fiyatına dikkat çekmesinin ardından pazarda uğradığım karpuzcu da durumu onaylıyor: “Sadece karpuzda değil bütün meyvelerde pahalılık var. İnsanların alım gücü düştüğü zaman bir tam karpuza para veremiyorlar. Artık insanlar yarım veya çeyrek karpuz alıyorlar. Bizde yarım karpuz 15, çeyreği 7 buçuk lira. Pazarlık da bu yüzden ister istemez arttı.”

BAYRAMIN NE TADI VAR NE DE TUZU

2018 yılından itibaren bin TL olarak verilen bayram ikramiyeleri bu yıl yalnızca 100 TL zamla bin 100 lira olarak verilmeye başlandı. Bayram ikramiyesi yalnızca yüzde 10 artırılırken son bir yılda sıvı yağ yüzde 58, yumurta yüzde 46, et yüzde 28, domates yüzde 27, ekmek yüzde 22, pirinç yüzde 19. şeker yüzde 15 oranında zamlandı. Yıllık enflasyon ise yüzde 17,5 düzeyinde. CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, “Emeklilerimiz, bari bu bayramda ailesi ile birlikte gönlünce bir sofra kursun diye emekli ikramiyesinin 2000 TL olması teklifimiz ise AKP-MHP oylarıyla reddedildi” diyerek bir yılda emeklinin alım gücünün ne kadar azaldığını paylaştı.

bayram-sofrasinin-nesesi-kalmadi-900657-1.

EMEKLİLİK YAŞINDA YÜK TAŞIYOR

64 yaşındaki Mehmet Ünlü’nün ne emeklisi var ne de herhangi bir hayat sigortası. Ünlü, yirmi yıldır pazarlarda dolaşıp, ağır poşetleri sırtlıyor, alıcıların evlerine götürüyor. Geçimini bu şekilde sağlayan Ünlü’nün işleri de son yıllarda hayli kötüye gitmiş. Ünlü, “Size bayram nasıl uğradı?” soruma şöyle cevap veriyor: “Ne bayramı? Pazarı görüyorsunuz, var mı kimse? 20 yıldır bu işi yapıyorum, eskiden poşetler dolu olduğu için bize de şimdinin iki katı iş çıkardı. Ama bu pandemiden sonra bir lira bile kazanmıyoruz. Poşetler boş, pazar boş.”

bayram-sofrasinin-nesesi-kalmadi-900658-1.

Meral DANYILDIZ / BİRGÜN

18 Temmuz 2021 Pazar

Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)+Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) / SOL

 


1)Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)

 2)Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) 

                                                                         ***

1)Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)

Piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır.

Türkiye’deki yeni rejime ilişkin tartışmalarda, rejime karakteristiğini veren temel olgulardan birinin “dinselleşme” olduğuna ve laikliğin ortadan kaldırıldığına yönelik tezlere verilen yanıtlardan birini “Türkiye hiç laik olmuş muydu” şeklindeki soru oluşturmaktadır. Bu soruya kanıt olarak sunulan en önemli şey ise tahmin edilebileceği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Buna göre böyle bir kurumun varlığı daha baştan “laiklik” ilkesini geçersiz kılmaktadır. Ülkedeki belli bir dinin belli bir mezhebinin din işlerini devlet üstlenmiş, topladığı vergilerle onun ibadethanelerini yapmış, din adamlarını devlet memuru olarak kabul ederek onları maaşa bağlamıştır. Böyle bir durumda laiklikten söz etmek ise imkânsızdır.

İlk bakışta soru da bakış açısı da mantıklı gibi görünmektedir, ancak meseleye biraz daha yakından bakmak soruyu da, yaklaşımı da tartışmaya açık hale getirecektir. Öncelikle bakılması gereken yer Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’i kuran kadroların saltanat ve hilafete yaklaşımlarıdır, bu ise “egemenlik” meselesi bağlamına yerleştirilmelidir. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılırken kullanılan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü boş yere seçilmiş değildir, bu söz esas olarak saltanat/saray iradesinin yerine “millet” adlı iradeyi koymaktadır. Kaynağını gökyüzünden alan iradenin karşısına seküler bir irade konulmuş durumdadır böylelikle.

Bu sözün gerçekten ne anlama geldiği ise ancak Millî Mücadele’nin sonlarına doğru anlaşılacaktır. Egemenliğin kaynağı da mekânı da değişmiş durumdadır ve dolayısıyla artık padişaha da saraya da gerek yoktur. Egemenliğin kaynağı doğrudan milletin kendisi ve mekânı da Meclis olarak sunulacak ve önce saltanat sonra da hilafet kaldırılacaktır.

Eğer laiklik siyasal kamusal ve toplumsal yaşamın artık din kuralları tarafından belirlenmemesi ve dinin özel alana itilmesi ise hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının laiklik adına atılmış çok radikal iki adım olduğunun kabul edilmesi gerekir. Böylece hem egemenliğinin kaynağı olarak gökyüzünü gösteren bir hanedan hem de dünyadaki bütün Müslümanların temsilciliği iddiasında olan bir kurum tasfiye edilmiştir.

Ancak laikleşme sadece bunlarla sınırlı değildir, bu iki siyasal mekanizmanın tasfiyesiyle yetinilmemiş, başta eğitim ve aile olmak üzere doğrudan toplumsal yaşayışa yönelik bir süreç de başlamıştır. Tevhid-i Tedrisat yani öğretim birliği yasasıyla ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne bağlanması, eğitimin tarikat ve cemaatlerin elinden alınması anlamına gelmektedir. Medeni Kanun ise aile kurumunun işleyiş mekanizmalarının dine dayalı olmaktan çıkarılması ve kadın erkek eşitliği adına atılmış son derece önemli bir adımdır. Kılık kıyafete dair düzenlemelerden tutun da Latin alfabesine geçişe uzanan genişlikteki düzenlemelerin hepsi dinin toplumsal yaşayış üzerindeki etkisini zayıflatmak, minimize atmak adına gerçekleştirilmiştir ve tüm bunların hepsi ancak “laiklik” başlığına yerleştirilerek anlaşılabilir.

Tüm bunların ise elbette ki bir sınırı vardır ve o sınır da Cumhuriyet’in sınıfsal karakteriyle ilgilidir. Gecikmiş ve büyük ölçüde tepeden inme, kitle desteği cılız bir burjuva devriminin ürünü olan Cumhuriyet’in laikliğinin de aydınlanmacılığının da sınırlarını o karakter belirlemiştir. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yani sınıfsızlık iddiası üzerinde yükselen bir sınıf egemenliğinin dine bakışını da bu belirleyecektir. Dolayısıyla homojen bir kitle (ulus) inşası ile din arasında kaçınılmaz bir ilişki ortaya çıkacaktır. Bu homojen kitlenin sadece etnik olarak değil, dini ve mezhepsel olarak da olabildiğince homojen olması hedeflendiğinden, İslam dini ve onun Sünni versiyonu devletin dini olarak kabul edilmiş, anayasal bir düzenlemeyle devletin dini olmaktan çıkarıldığında da toplumun dini olarak kabul edilmeye ve ona uygun bir şekilde davranılmaya devam edilmiştir.

Yani İslam ve Sünnilik çoğunluğun dini olduğundan, yeni kurulan rejim de bunu veri alacak, onu hem toplumsal bir harç olarak görürken hem de Osmanlı’dan kalan “medenileştirme” mirasına uygun bir şekilde onun şehirli, yerleşik bir dinsel inanç olduğunu kabul edecektir.  Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın Sünni mezhebine uygun olarak yapılandırılmasının gerisinde bu “homojen” ulusu yaratma anlayışı vardır, sınıfsızlık iddiası üzerine kurulu sınıf iktidarı bunu gerektirmektedir yani.

Tüm bunlara ek olarak, yeni rejim bu kurum aracılığıyla çoğunluğun mensup olduğu bu din ve mezhebi kontrol altında tutacağını düşünmektedir. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı, yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde, dinin özel alandan dışarı taşmasını da olabildiğince engelleyecek ve onu kontrol edebilecek bir kurum olarak tasarlanmış, ancak bu tasarım yine Cumhuriyet’in sınıfsallığı nedeniyle kısa bir süre sonra geçersiz hale gelmiştir.   

Dinselleşmenin dönüşü

Türkiye’de dinin yeniden siyasete dönüşü ve dinselleşme ile bu sınıfsallık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Türkiye emperyalizme entegrasyonu derinleştikçe dinselleşen bir ülke olmuştur ve bu entegrasyonu ise elbette ki yönetici sınıflar birlikte istemişlerdir. Emperyalizme entegrasyon sürecindeki kırılma noktası ise Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve yönetici sınıfın antikomünist saiklerle hızla batıya yanaşmasıdır. 2. Dünya Savaşı esnasında Nazizm’le işbirliğinde somutlaşmaya başlayan antikomünizm merkezli siyaset, Soğuk Savaş’ta ABD’yle kurulan ilişkilerle birlikte boyutlanacak ve ekonomik, siyasi, sosyal alanların hepsini birden etkileyecektir.

Bu noktada 1945-50 aralığı yaşananlar ülkenin sonraki yıllarını da belirlemesi açısından önem taşır ve bu aralığı Türkiye siyasetinin özel bir uğrağı haline getirir. Laikliğin de, genel olarak Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin de aşındırıldığı yıllar bu yıllardır. Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na NATO’ya üyelik başvurularıyla dinin yeniden siyaset sahnesine dönmesi ya da eğitim alanında geriye doğru atılan adımlar –örneğin din derslerinin müfredata dönüşü veya Köy Enstitüleri’nin başına gelenler-  elbette ki tesadüf değildir. Gericiliğe alan açmak anlamına gelen devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakat da emperyalizmle derinleşen entegrasyonun bir sonucudur.

Bu süreç, Demokrat Parti döneminde daha da ivme kazanacak, 1960’lı yıllarda işçi sınıfı siyaset sahnesinde çıktığında ve toplum sosyalizmle buluşmaya başladığında ise egemen sınıfların elindeki en önemli araçlardan biri haline gelecektir. Irkçı milliyetçilik ve dinci gericilik bu dönemde örgütlü bir şekilde solun karşısına çıkarılmış, sola yönelik ideolojik saldırıyla Cumhuriyet’e yönelik ideolojik saldırı iç içe geçmiş, bu akımlar aynı zamanda birer paramiliter nitelik taşımış ve uluslararası antikomünist merkezlerin yörüngesinde hareket etmişlerdir.

1965-1980 arası “uzun iç savaş”ın 12 Eylül darbesiyle sona ermesinin ardından ırkçı milliyetçilikle dinci gericiliğin sentezi olarak görebileceğimiz Türk-İslam sentezi devlet ideolojisi haline gelecek, ülkücü hareketin “kendisi zindanda fikri iktidarda bir hareketiz” sözü doğrulanacaktır. Yeşil sermayenin palazlandırılması da, din derslerinin anayasal garanti altına alınması da, 12 Eylül’ün antikomünist politikalarının bir ürünüdür. Amaç ise işçi sınıfının ve solun bir daha asla 12 Eylül öncesindeki gibi bir aktör haline gelmemesidir.

Velhasıl, siyasal İslam da AKP de gökten zembille inmemiştir, Cumhuriyet’in sınıfsallığı ve emperyalizmle kurduğu ilişkiler adeta AKP’nin “tarih-öncesini” oluşturmaktadır. Türkiye’de siyasal İslam da AKP de kendisine yükseleceği zemini çok kolayca bulmuştur, çünkü o zemin Türkiye yönetici sınıfı tarafından itinayla inşa edilmiştir.

Yeni rejim ve laiklik

Türkiye’de bugün AKP eliyle yeni bir rejim inşa edildiği genel bir kabul haline gelmişse de, gayet bilinçli bir şekilde, odaklanılan yer rejimin otoriter niteliği olmaktadır. Geriye kalan iki nitelik, yani piyasacılık ve dinselleşme ile belli bir plan program dahilinde göz ardı edilmektedir. Cumhuriyet’i kuran partinin “laiklik” demekten ısrarla kaçınması ya da örneğin bütünüyle neoliberal bir söylem olan “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı”ndan söz etmesi bu göz ardı edişe dair akla gelen ilk örneklerdir.

Oysa, piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır, körleştirir. AKP çok açık ve net bir şekilde “siyasal İslamcı” bir partidir. Siyasi motivasyonunu buradan almakta, yol haritasını buna göre çizmekte icraatlarını buna göre yapmaktadır. Ancak kendisini uluslararası benzerlerinden ayıran önemli bir nokta vardır: AKP, kafasındaki hedeflere onları kısa bir zaman aralığına sıkıştıran bir yöntemle değil, uzun bir zaman aralığına yayan tedrici bir yöntemle varmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken ise dini bir ajandası olduğuna dair ithamları hiçbir zaman kabul etmemekte, tüm icraatlarını “milletin değerleri”, “milli irade”, “demokrasi” vb. kavramların arkasına gizlemektedir. Aynı şekilde dış politikayı da dinsel-mezhepçi bir perspektifle yürütmekte ve “yeni-Osmanlıcılık” olarak adlandırdığımız bu anlayış iç politikayı belirlemenin ve dinselleşmenin bir aracı olarak kullanılmakta, ancak yeni-Osmanlıcılığın dinsel karakteri de reddedilip “milli çıkarlar” söylemine başvurulmaktadır.

AKP’nin rejim inşa sürecinin vardığı noktayı anlamak için örneğin siyasetin diline, örneğin Erbakan anması yapan muhalefete, dini gün ve bayramlarda siyasilerin verdikleri mesajlara, Ayasofya tartışmalarına, laiklik sözcüğünün asla ağza alınmamasına vb. bakılabilir. Ama inşanın dinsel karakterinin görülebileceği en iyi yer toplumsal yaşayışın düzenleniş biçimindeki değişikliktir. Okullardaki derslerin içeriklerinden tutun kampüslerdeki şenliklere, içkili mekânlara yönelik baskıdan tutun pandemi gerekçesiyle içki satışı yasağına, her üniversiteye camii dikilmesinden tutun maç saatlerinin iftar vaktine göre ayarlanmasına kadar uzanan bir genişlikte çok açık bir dinselleştirme basıncı vardır toplum üzerinde.  

Özellikle pandemi süreci rejimin piyasacı dinci ve otoriter karakterinin birbirinden ayrıştırılamazlığını kesin bir şekilde göstermiştir. Çarkların dönmesi adına milyonların işe gittiği ve yine milyonların kısa çalışma ödeneğine ve ücretsiz izne mahkûm edildiği, her türlü toplu etkinlik yasaklanırken camilerin açık olduğu, toplumsal yaşamın anayasaya ve hukuka aykırı bir şekilde genelgelerle ve yasakçı bir zihniyetle düzenlendiği, “içki yasağı” ile temayüz eden bir rejim vardır karşımızda ve bunların hepsi birbirini besleyecek güçlendirecek şekilde bir yönetme teknolojisi olarak kullanılmaktadır.

Dolayısıyla, iktidara ve inşa ettiği rejime karşı verilecek mücadele bu ayrıştırılamazlık üzerine inşa edilmeli ve piyasacılık, dincilik ve otoriterlik topyekûn bir şekilde karşıya alınmalıdır. Bunun yapılmaması halinde AKP’yi devirmek öyle kolay olmayacağı gibi, olası bir iktidar değişikliğinde post-AKP döneminin AKP dönemiyle ciddi benzerlikler taşıyacağı ve düzenin kendini restore ederek yoluna devam edeceği açıktır.

Fatih Yaşlı / SOL

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin çıkarttığı Dayanışma Forumu adlı dergide yayınlanmıştır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

                                                                            ***

2)Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) 

'Müslüman bir ülke olarak,' diye başlanan siyasetçi nutuklarıyla tetiklenen süreç, zaman içinde 'Yüce dinimiz' ifadesinin kullanıldığı Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamalarına kadar ulaşmıştır...

Laiklik kavramının dış politika ile ilişkisini ele alırken kavramın bizim bildiğimiz dünyanın gündemine gelişiyle başlamak uygun olabilir.

Biraz ansiklopedik bilgi verecek olursak, 1648 yılında imzalanan Westphalia Anlaşması Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içinde mezhep ayrılığı sebebiyle baş gösteren ve zaman içinde Fransa, İngiltere, Hollanda, İsveç gibi Avrupa’nın belli başlı devletlerinin de müdahil oldukları otuz yıl savaşlarını bitiren anlaşma olarak biliniyor.

Anlaşmanın birçok alanda bir ilk teşkil ettiği ve bir anlamda modern diplomasinin temellerini attığı kabul ediliyor. Westphalia Anlaşması’nın bu makale bağlamında bizi ilgilendiren bir özelliği ise Avrupa’da din dışı bir nitelik taşıyan ilk çok taraflı uzlaşma olması. O döneme kadar Vatikan yani Papalık birçok devletler arası müzakerenin hakemi ve kimi zaman da hâkimi durumundayken, ilk kez Westphalia’da devre dışı bırakılıyor ve anlaşma sürecinin hiçbir aşamasına Papa veya bir temsilcisi davet edilmiyor.

Henüz ulus devlet kavramından da bugün bildiğimiz Laiklik kavramından da çok uzaktayız ama kimi tarihçiler Westphalia’yı bu yüzden ulusal egemenlik kavramının göksel egemenliğin önüne geçtiği bir aşama olarak görüyorlar. Bu anlayıştan hareketle 1648’i dış politikada din dışı bir yaklaşımın başlangıç noktası olarak yorumlayabiliyoruz.

Laiklik siyasi ve toplumsal bir kavram olarak 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin ürünü. Aristokrasi’nin sömürü düzenine rıza yaratma aygıtı olarak işlev gören Kilise’ye yönelik tepki Devrimin beslendiği kaynaklardan birini oluşturuyor. Bu yüzden de Fransız Devrimi’nin dindışı olmanın ötesinde din ve özellikle de Kilise karşıtı, başka bir deyişle anti-klerikal olma özelliği var. Salt devletin işleyişinde değil, toplumsal alanda da dinin/Kilisenin dışlanması, hayata dinsel inançların değil aklın ve bilimin egemen olması bir zorunluluk olarak görülüyor.

Tarihin gelgitlerini bir yana bırakırsak, evrensel anlamda Laiklik ilkesinin kurucu metni Fransa’da 1905 yılında kabul edilen bir yasa. Kısaca Devlet ve Kiliselerin ayrılması Yasası olarak biliniyor. Özetlersek, Fransa bu yasayla “herkes kendi yoluna” deyip, devlet yönetiminden dinin ayağını kesiyor.

Türkiye’de Laiklik

Cumhuriyeti kuran kadrolarda dinin devlet idaresinde rol oynamasının geri kalmışlığın sebebi olarak görülmesi yaygın bir kanı. Bu kadroların başındaki Mustafa Kemal’in Aydınlanma sürecinin bir çok kavramını olduğu gibi Fransız Laikliğini de incelediği ve Türkiye’ye de getirmek istediği biliniyor.

Elbette Laiklik Kapıkule’den geçtikten sonra “herkes kendi yoluna” anlayışı yerini, “gel bakalım yanı başıma” diye özetleyebileceğimiz bir başka uygulamaya bırakıyor. Türkiye’de devlet, sıkı dini denetimi altına alıp bir miktar evcilleştirip politik bir araç olarak yedeğinde tutmayı tercih ediyor. Bunda elbette Fransa ve Türkiye arasındaki sosyolojik farklar kadar Hristiyanlık ile İslam arasındaki doktrin farklılıklarının da etkili olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin dini veya dinsel faktörleri devlet yönetiminin dışında tutma yaklaşımını en somut olarak dış politikada uyguladığını görebiliyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki dış politikasında Laiklik

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya bulunduğu sayısız dış politik sınama olduğunu görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, anti-emperyalist bir mücadele sonucunda kurulabilmiş, birçok bakımdan kilit önemde sayılan bir toprak parçası üzerinde kısıtlı beşerî ve doğal kaynağa sahip, çağdışı kaldığı için çökmüş ve parçalanmış bir imparatorluğun mirasçısıdır ve dış politik seçimler ülkenin bekası bakımından hayati önem taşımaktadır.

Kurucu kadrolar bu seçimlerin akılcı olması, zamana göre uyarlanabilmesi gibi alanlarda son derece başarılı bir sınav vermişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu dönemde içinde bulunduğu denklemi anımsarsak, yapısı gereği dogmatik olan dinsel ögelerle belirlenen bir dış politika izlemesinin aynı başarıyı getirmeyeceğini bildiklerinden kuşku duyamayız. Kaldı ki, “Laiklik adam olmaktır” diyen Cumhuriyetin kurucusu ve onun tesis ettiği akılcılığa dayanan aydınlanmacı düşünce dizgesi böyle bir sapmaya meydan vermesi beklenemezdi.

Müslüman, Sünni, Hanefi Dış politika

Cumhuriyetin II. Dünya Savaşı sonrasında fabrika ayarlarını terk etmeye başlaması ve çift kutuplu sistemde yerini almasıyla birlikte, ulusal çıkar kavramının yerini ait olmaya çalışılan ittifakın verdiği görev ve sorumluluklar almıştır. Bu dönemde Türkiye’nin laik değil, Müslüman bir ülke olarak Batı emperyalizmine daha anlamlı katkılar verebileceği fikri doğrultusunda hazırlanan plan uygulamaya konulmuştur.

Türkiye’ni laik dış politikayı terk etmesinin ilk somut ve önemli aşaması o zamanki adıyla İslam Konferansı (İKT), şimdiki ismiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) 1969 yılında üye olmasıdır. Türkiye burjuvazisi sınıfsal çıkarları bakımından artık yararlı bulmadığı “Laikliği cami avlusuna bıraktığı” gibi, laik dış politikayı da Fes’in anavatanı Fas’ın başkenti Rabat’ta kendi kaderine terk etmiştir.

Zaman içerisinde Cumhuriyetin içine düşürüldüğü bu çukur daha da derinleşmiş, o dönemden bugüne işbaşına gelen bütün hükümetler Anayasal suç işleme pahasına Laiklik ilkesini dış politikada da bilinçli ve sistematik olarak ihlal etmeye devam etmişlerdir.

Dış politikada dinci, mezhepçi yaklaşımın somut örneklerini ve bunun felaket doğuran bir dizi sonucunu sıralamaya bu makalenin sınırları yeterli gelmeyecektir.

Gerçek şudur ki, “Müslüman bir ülke olarak” diye başlanan siyasetçi nutuklarıyla tetiklenen süreç, zaman içinde “Allah’ın izniyle iktidara gelmek”ten dem vuran düzen içi muhalefete de bulaşmış, oradan “Yüce dinimiz” ifadesinin kullanıldığı Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamalarına kadar ulaşmıştır.

Ülkenin dış politikasına egemen olan bu hastalıklı ve kaybetmeye mahkûm zihniyetin yerleşmesinde önemli rol oynadıktan sonra, itibarlı muhalif konumuna yerleştirilen kimi akademisyen siyasilerin Ortadoğu’daki aşiretlerin hangi mezhebinin, hani kolundan oldukları üzerine lügat paralama “yeteneğine” sahip olmalarının ulusal çıkarlara nasıl onulmaz zararlar verdiğini görmek için dış politika uzmanı olmaya gerek bulunmamaktadır.

Sonsöz yerine

Laiklik, ülke sınırlarından geçerken aldığı garip ve yetersiz şekliyle dahi, Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biri, insanın insanı sömürmesine ülke içinde ve dünyada “dur” demenin yedeği bulunmayan anahtarıdır.

Laiklik kavramı, Yeni Sosyalist Cumhuriyet Anayasası’nda yerini alacak ve özüne uygun içerik ve uygulamalarıyla Yeni Cumhuriyetin dış politikasının temel taşlarından birini oluşturacaktır.

Engin Solakoğlu / SOL

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin çıkarttığı Dayanışma Forumu adlı dergide yayınlanmıştır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.



Çoban ateşleri yakmaya var mısınız? - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 

Hemen herkes mitolojinin en can alıcı hikâyesi; tanrıların insanlara ateşi götürdüğü için cezalandırdıkları Promete’nin hikâyesini bilir. 

Ben hikâyeyi biraz değiştiriyorum; cezalandırılan Promete her gün elinde bir ateş topuyla bir tepeye tırmanır ve tepeye geldiğinde tanrıların görevlendirdiği bir kartal, çığlıklar atarak onun ciğerlerini yer. 

Ertesi gün Promete yeniden ciğerlerine kavuşur ve gene ateş topunu tepeye taşır. O ateş topunu tepeye taşır, kartal onun ciğerlerini yer ve hikâye böyle devam eder. 

Şimdi bu hikâye neden aklıma geldi?

Elbette durup dururken Promete’nin inadını düşünmedim. Bir düş, bir hayal gelip beni buldu. Dünyanın her yerinde her gün Promete’nin dağ başlarında çoban ateşi yaktığını hayal ettim. O kadar çok çoban ateşi yaktı ki, sonunda insanoğlu bu cesaret karşısında artık bir şeyler yapmaları gerektiğini düşündü ve hep birlikte tepelere giderek tanrıların kartalını öldürdüler.

Şöyle bir düşünürsek bu dünyadan ne kadar çok çoban ateşi yakan Promete’ler gelip geçti. Aklıma gelenler, Şeyh Bedrettin müritleri “yârin yanağından gayri her şeyde/her yerde/hep beraber diyebilmek için” hünkâr ordusuna karşı ölümüne yürüdüler. Kurtuluş Savaşı’nda gencecik okul öğrencileri, ülkelerinde yepyeni bir çoban ateşi yakmak için hiç tereddüt etmeden “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek kendilerini feda ettiler. İspanya içsavaşında Cumhuriyetçiler, onlara yardıma gelen dünyanın en erdemli, en cesur sosyalistleriyle, komünistleriyle “Özgürlük!” diye haykırarak savaştılar!

Alman toplama kamplarında özellikle komünist tutsaklar geleceğe belge kalsın diye tıpkı Promete gibi her an öldürülme riskini göze alarak Almanların yakılmasını emrettikleri toplama kamplarındaki zulmü ve vahşeti anlatan fotoğrafların negatiflerini ustaca sakladılar.

Stalin kuşatmasında özellikle kadın Promete’ler çocuklarını yaşatmak için hiç durmadan, hiç durmadan patates ektiler, bu nedenden patates Rusya’da neredeyse kutsal bir sebzedir. Ve İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği en kahraman, en inanmış 23 milyon insanını “yeryüzü aşkın yüzü olsun” diye yitirdi. Her biri bir Promete’ydi. Ve yine Sovyetler Birliği’nde yüzlerce madenci, Çernobil kazasında yurttaşlarını korumak için şarkı söyleyerek radyasyonun yayılmasını önleyecek tüneller kazdılar. Hepsi öldü.

Ülkemize dönelim, yıllardır gençler, bilim adamları, gazeteciler öldürüleceklerini bile bile yazmaya, çizmeye, gerçekleri söylemeye devam ettiler. Her biri bir çoban ateşi yaktı. Ve o çoban ateşi hiç sönmedi. Bugün eğer İslami faşizm bir türlü ülkeyi ele geçiremediyse o çoban ateşleri hiç sönmediği içindir.

Bunları neden söylüyorum; açıkçası herkesi çoban ateşi yakmaya çağırıyorum, her yerde küçük de olsa bir çoban ateşi yakalım. Örneğin Adıyaman’a gidelim. Sigara tekelleri acayip azdı, neden azmasınlar ki, onların her istediğini emir kabul eden bir iktidarımız var. Bir kararnameyle izin verilen tütün kotası neredeyse sıfıra indirildi. Ne oldu, tütün işçileri yürüdü ve gözaltına alındılar. 10 tanesi hâlâ içeride. İnsanın belleği hiç unutmuyor, 68’li yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde yapılan “Tütününe sahip çık!” mitinglerini anımsıyorum. Her biri bir çoban ateşiydi ve ne yazık ki söndü, bu çoban ateşini yeniden harlamamız gerek!

Bir çoban ateşini de şimdilerde Boğaziçili öğrenciler, öğretim üyeleri ve çalışanlar yaktı. Hiçbir şey kül olmadı ama atanan kayyum gitmek zorunda kaldı. Yetmez, üniversitelere tek bir imzayla atanan tüm rektörlerin gitmesi gerek. Her üniversite bir çoban ateşi yakmalı, “Seçilmiş rektör istiyoruz!” diye; kayyumlardan söz etmişken kayyum atanan belediye işçileri de çalışanları da seçilmiş başkanlarını istemeliler. Tamam, çoban ateşlerini çok şiddetli bir biçimde bastırabilirler ama atamaları yapanların da canları çok sıkılır.

Söylediklerim hepinize çok naif gelebilir ama özellikle muhalefet partilerinin ilerleyen İslami faşizme karşı tek bir ateş yakmaya niyetleri olmadığından iş bizlere düşüyor. Bir an düşünüyorum, on bin kişi elektrik faturalarını ödemezse ne olur? Ya da arabalarımıza binmesek, tıpkı Çin’deki gibi, ne olur? 

Hayal bu ya, hepimiz bir Promete olsak! Ateş topunu inatla tepeye taşıyan Promete’nin inadı bizi de bulsa. Ve her kesilen ağaç, her kurutulan su başlarında birer çoban ateşi yaksak! Ülkemizin Promete’leri için her gün çoban ateşini yeniden, yeniden harlasak!

Açıkça dostlarım muhalefet partilerinin sessizliği, hele de 15 Temmuz’u kutlamaları benim canımı çok sıktı. Kendi kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum, ülkemin dağlarında yanan çoban ateşlerini hayal ediyorum. Ne demiştik, “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

17 Temmuz 2021 Cumartesi

'Yağmuru, rüzgarı bahane etmeyin: Sorumlu sizsiniz!' - SOL

 'AKP iktidarı doymak bilmiyor. Dere yataklarına bina yapıyor, deprem demeden sel demeden her yeri imara açıyor. Zaman zaman Katarlı müttefiklerine zaman zaman yerli işbirlikçilerine peşkeş çekiyor.'


Rize'de yağışların ardından gelen heyelan bölgede felakete neden oldu. 6 yurttaşımız yaşamını yitirdi.


Boyun Eğme gazetesinin manşetinde de bugün Rize'deki sel felaketi gündem edildi. Gazetenin manşeti şöyle:

"Rize’de geçtiğimiz gün yaşanan sel felaketinde 6 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Yaşanan felaket ilk değil, hükümetin vaatlerine bakarsanız son gibi de durmuyor. Her yıl benzeri doğa olaylarından dolayı insanlarımız can veriyor.

AKP iktidarı ise doymak bilmiyor. Dere yataklarına bina yapıyor, deprem demeden sel demeden her yeri imara açıyor. Zaman zaman Katarlı müttefiklerine zaman zaman yerli işbirlikçilerine peşkeş çekiyorlar ormanları, dereleri… Kısaca memleketi…

Trabzon Uzungöl’ün durumu ortada. Cennetten arsa satar gibi her yeri beton cennetine çevirdiler. Yaptıkları yetmiyormuş gibi, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum 1000 araçlık yeni bir otopark yapacaklarının 'müjdesini' verdi.

Denizlerimize müsilaj, ormanlarımıza yangın, derelerimize beton reva görenler Rize’deki yurttaşlarımızın ölümlerine de başsağlığı dilemekten başka bir şey yapmıyor. Bahanelere karnımız tok. Yeter artık felaketlerimiz üzerinden prim yapmanız, poz vermeniz. Yağmuru, rüzgârı bahane etmeyin. Sorumlusu sizsiniz! Her yıl yaşanan sel baskınlarında yaşanan kayıplar, bugün Mersin ve Hatay’da yaşanan orman yangınları, denizleri boğan müsilaj ve Tuz Gölü’nde telef olan canlılar iktidarın eseridir."

(Sol-Boyun Eğme)

Erdoğan, Rize'deki sel felaketinin nedenini açıkladı.(SOL)

Erdoğan, 'Eskiden dikey köklü ağaçlarımız vardı. O ağaçlar söküldü ve yerine çaylıklar yapıldı. Kendi dayılarımın evlerinin altındakiler de kaydılar. Ciddi manada zararlar söz konusu' dedi.

Rize ve Almanya'daki sel felaketi

O konuda Almanya'dan böyle bir talep söz konusu değil. Felaketin boyutunun çok çok büyük olduğu aldığımız bilgiler ışığında. Rize'deki sel felaketinde de 2 kaybın dışında, 6 vefatımız var. 3 bakanımız orada. Sürekli kendileriyle irtibat halindeyim ve yoğun bir şekilde AFAD'ın çalışması var. Rizemiz, Doğu Karadenizimiz her zaman bu tür felaketlerle karşı karşıya. Bol yağmur alan bir ilimiz. Bunda da saatte 202 m3 yağmur aldı. Bununla karşı karşıya kaldı. Çay bitkisi gübreleme tekniği sebebiyle aldığı o yağmurla gübrenin bir balçığa dönüştüğü bitki. Balçığa dönüşmesi de dikey bir kök olmadığı için hep birlikte aşağı doğru iniyor. Ağaçlama çay arasında yok. Eskiden dikey köklü ağaçlarımız vardı. O ağaçlar söküldü ve yerine çaylıklar yapıldı. Kendi dayılarımın evlerinin altındakiler de kaydılar. Ciddi manada zararlar söz konusu. Temennimiz cana bir şey gelmesin. 6 kaybımız var, 2 tane aranan hemşerilerimiz var. Tüm ölenlerimizin yakınlarına sabırlar diliyorum. Ölenlerimize rahmet diliyorum. Ne gerekiyorsa yerine getireceğiz." (SOL)

                                                                                ***


Soylu’dan ‘sel’ açıklaması: Allah beterinden korusun

Rize'de meydana gelen heyelan ve sel felaketinde 6 kişi yaşamını yitirdi. 2 kişiyi arama çalışmalarının sürdüğünü, 1 kişininse tedavi altında olduğunu duyuruldu.

Sel ve heyelan felaketi yaşanan Rize’de yaşamını yitirenlerin sayısı 6'ya yükseldi, kaybolan 2 kişiyi arama çalışmaları ise sürüyor.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Rize’deki sel ve heyelana ilişkin, geçmişte aldıkları tedbirlerin ne kadar önleyici olduğunu gördüklerini belirterek, “Aynı tedbirleri artırarak devam ettirmekle mükellefiz” dedi.

Soylu, Güneysu ilçe merkezinde gazetecilere yaptığı açıklamada, selin ve afetin ortaya koyduğu yaraları sarmaya çalıştıklarını söyledi.

Soylu, şunları kaydetti:

“Özellikle bu trafolara su girmesinden dolayı bazen de yüksek gerilimde olan arızaların onarımı sağlanacak. O konuda ciddi bir çalışma söz konusu. Bunların hepsi yerine gelir ama giden canlarımız için Allah’tan rahmet diliyoruz. Burada bütün gücümüz ve anlayışımızla vatandaşımızın yanındayız. Allah beterinden korusun. Almamız gereken tedbirler var. Geçmişte aldığımız tedbirler var ve bunların aslında bu selde ne kadar önleyici olduğunu gördük. Aynı tedbirleri artırarak devam ettirmekle mükellefiz. Coğrafyamız aşırı yağış sonucu oluşan toprağın yumuşamasıyla sele maalesef imkan tanıyor. Bunun için vatandaşlarımızla el birliğiyle, bundan sonra atacağımız adımlarla bir daha felaketlerle karşılaşmamak için bütün birimlerimiz gerekli çalışmaları yapıyor.”

(SOL)

El bloqueo - Orhan Gökdemir / SOL

 Dünyanın dört bir yanındaki diktatörlüklerle iş birliği yapan, destekleyen, arkasında duran bu süper güç küçük bir adayı yeryüzünden silmek için var gücüyle çalışıyor.



Küba'nın ülkeye yönelik ablukanın kaldırılması için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na verdiği karar tasarı önerisi yapılan oylamada kabul edildi. 184 ülkenin “evet” oyu verdiği oylamada abluka dünya ülkelerinin ezici bir çoğunluğuyla bir kez daha mahkûm edildi. Oylamada yalnızca ABD ve İsrail “hayır” oyu verirken, Ukrayna, Kolombiya ve Brezilya “çekimser” kaldı.

Son oylamanın hikayesi böyle. Tavsiye niteliği taşıdığından sembolik öneme sahip olan kararla Küba'ya yönelik abluka BM Genel Kurulu'nda 28. kez mahkûm edilmiş oldu. 

Ama gelin görün ki emperyalizmin ve Siyonizm’in tavsiye ile yola gelecek hali yok. 

O iki “hayır” oyu nedeniyle Küba’ya olağanüstü ve insanlık dışı bir abluka on yıllardır devam ediyor. 

ABD ablukasının Küba’ya 60 yılda verdiği zarar 144,4 milyar Doları buldu. Bu miktar Küba gibi küçük bir ülkenin omzunda çok ağır bir yük. Düşünün, ülkenin bir yıllık toplam üretiminin ederi 100 milyar Dolar civarında. 2018 verilerine göre ihracatı 14,5 milyar Doları, İthalatı 12,6 milyar Doları anca buluyor. 

Bu öylesine alçakça bir kuşatma ki Kovit salgınını bile yeni bir saldırı dalgasını başlatmak için fırsat gördüler. Ablukayı sıkılaştırdılar, salgını fırsata çevirdiler. 

Misal, salgın başlayınca ülkenin sağlık kurumu solunum cihazı almak için IMTMedical AG ve Acutronic adlı şirketlerle anlaşmaya vardı. Anlaşmanın ardından Amerikalı Vyaire Medical Inc. adlı bir şirket, söz konusu iki şirketi satın aldı ve Küba’ya  solunum cihazı sevkiyatını durdurdu. Zaten Küba’nın ABD’li firmalardan ilaç satın alması da engellenmişti. Amerikan emperyalizmi Kübalılara ölümün yolunu gösteriyordu. Nefretleri bu kadar büyüktür. 

O sırada Küba dünyanın pek çok farklı bölgesine sağlıkçılarını göndermiş, salgınla canla başla mücadele ediyordu. Ülkede 28 bin tıp öğrencisi kapı kapı dolaşıyor, salgına engel olmaya çalışıyordu. Böylece hepsinin ellerini kollarını bağlamış oldular. 

Bunlar ABD’nin salgın sırasında Küba’ya yönelik engelleme girişimlerinden sadece birkaçı. Çinli Alibaba şirketi Küba’ya tıbbi teçhizat bağışı yapmak istedi. Bağışların Küba’ya ulaştırılması yine ABD donanması tarafından engellendi. Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez Parilla, BM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada ABD hükümetinin Küba Devrimi'ne karşı açtığı savaşta salgını bir fırsat olarak kullandığını belirtti ve ABD'nin bu dönemde ablukayı sıkılaştırarak Küba'nın yalnızca bir yıl içinde 5 milyar Dolarlık zarara uğramasına yol açtığını hatırlattı. 

Trump döneminde ABD'nin Küba'ya karşı aldığı 240'tan fazla karar hâlâ uygulamadaydı. Kübalı bakan, böyle bir politikanın bir tür “soykırım ve ekonomik savaş” olduğunu açıkladı. ABD’nin Küba politikası tam olarak budur, soykırım ve ekonomik savaştır. 

Trump yönetimi, Amerikalıların Küba’ya seyahatlerine ve bu ülkede iş yapmalarına kısıtlamalar getirmişti. Ek kısıtlamalarla birlikte Amerika’dan bu ülkeye seyahat etmek isteyenlere, eskiden olduğu gibi ABD şirketleri tarafından işletilen tur gruplarının organizasyonuyla gitmeleri ve sponsor olan grubun bir temsilcisinin de onlara eşlik etmesi şartı getiriliyordu. Buna bağlı olarak Marriott oteller zinciri Trump yönetiminin Küba'daki otellerini kapatma talimatı verdiğini açıkladı. Ambargo, Amerikan işletmelerinin, Küba ekonomisine egemen olan şirketlerle iş yapmasını da yasaklıyordu. Bu şirketler arasında, adadaki perakende sektörünün büyük kısmını kontrol eden GAESA ve CIMEX adlı kuruluşlarla, en büyük turizm şirketi Gaviota ve Eski Havana’yı idare eden Habaguanex şirketi de bulunuyordu. Küba’nın imalat ve dağıtım sektöründe yabancı yatırımları çekme çabalarının odağı konumundaki Mariel kenti yakınlarındaki yeni bir kargo limanı ve özel ticaret bölgesi de yasak bölge ilan edildi. Kara listeye alınan devlet idaresindeki oteller arasında, Küba’nın uluslararası beş yıldız standardını karşılayan tek oteli Manzana Kempinski de vardı. Trump düştü, Biden geldi, ambargoyu hiçbir değişiklik yapmadan devam ettirdi. 

Maliye Bakanı Steven Mnuchin bu saldırıları, “Küba politikalarımızı, ekonomik faaliyetleri Küba ordusundan alıp, hükümeti Küba halkının siyasi ve ekonomik özgürlüklerini artırmaya teşvik edecek şekilde güçlendirdik” diye gerekçelendiriyordu. 

Hâlbuki Küba’da ABD’den siyasi ve ekonomik özgürlük bekleyen hiç kimse yoktu. Kübalıların tek isteği “el bloqueo”nun kaldırılmasıydı…

***

Küba'ya karşı ABD ambargosu modern tarihin en kalıcı ticaret ambargosu. ABD ilk ambargoyu Fidel Castro ve Fulgencio Batista rejimi liderliğindeki isyancılar arasındaki 1953-1958 yılları arasındaki silahlı çatışması sırasında uyguladı. Ancak bu ambargo isyancılardan çok Batista rejimini etkiledi. Batista rejimi yıkıldı. İkincisi 19 Ekim 1960'ta Amerikan tekellerinin kamulaştırılmasının ardından geldi. Gıda ve ilaç dışında Küba'ya yapılan ihracat engellenecekti. 7 Şubat 1962'de ambargo neredeyse tüm ihracatı kapsayacak şekilde genişletildi. 

Bunun üzerine Küba Sovyetler Birliği'nden silah satın almaya başladı. ABD buna şeker ithalat kotasını düşürerek yanıt verdi. Ancak bu girişimde etkisiz kaldı, Sovyetler Birliği fazla şekeri almaya hazırdı. Ardından petrol ambargosu geldi. Küba buna da Küba'daki Amerika'ya ait üç petrol rafinerisini kamulaştırarak yanıt verdi. Sonra adadaki tüm Amerikan varlığı kamulaştırıldı. Amerikan ambargosunun sebep-i hikmeti bunlardır. 

Şimdi diyorlar ki özetle, Küba hükümeti “demokratikleşme ve insana daha fazla saygı göstermeyi reddettiği sürece” Küba'ya yönelik yaptırımları sürdürülecek. Yani Küba’nın Sosyalizmden ve devrimden geri adım atmasını istiyorlar. 

*** 

Küba'da bu acımasız ambargoya “el bloqueo” diyorlar. Engelleme, kuşatma, el koyma anlamlarına geliyor kelime. Hatta içinde bir tür olumsuz kamulaştırma da var. Mesela Küba ile ticaret yapan diğer ülkeleri mali yardımı durdurmakla tehdit etti ABD. ABD'nin bu girişimleri, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından, “Devletlerin egemen eşitliğine, içişlerine müdahale edilmemesine ve uluslararası işlerin yürütülmesinde en önemli unsur olan ticaret ve denizcilik özgürlüğüne aykırı bir sınır ötesi önlem” olarak kınandı. Ancak bu kınamaların somut bir karşılığı yok. ABD ambargodan vazgeçmiyor. Çünkü Küba’da sosyalizmin başarılı olmasını istemiyor. Bu başarının başına büyük işler açacağına inanıyor. 

Mesele sadece Küba değil zaten. ABD’nin Latin Amerika’yı dizayn etme girişimlerinin uzun bir tarihi var. Saldırganlıkları 1823 Monroe Doktrini ile başladı. 1845’te Kaliforniya eyaletini zorla Meksika’dan kopardı. 1914’te bu ülkedeki devrimi önlemek için 7 ay süre ile Veracruz bölgesini işgal etti. 1903’te Guantamano Körfezini ele geçirdi. Guantanamo Deniz Üssü halen ABD’nin yabancı bir ülkedeki en eski üssü konumunda.

Küba, 1961 yılında da ABD’nin hedefiydi. Adaya asker çıkararak devrimi alaşağı etmeyi denedi, püskürtüldü. Adaya Sovyet etkisini engellemek için bir ara nükleer savaşı bile göze aldı. Küba dışında,1983 Karayipler Grenada Adasına ve 1994 Haiti’ye de müdahale etti. Yakın çevresinde kendisine uymayan hiçbir yönetimin oluşmasına izin vermiyordu. Arjantin, Paraguay, Guatemala, Brezilya, Dominik Cumhuriyeti, Şili ve Arjantin'de yaşanan askeri darbeler de ABD’nin parmağı vardı.

***

Fakat bu abluka Sovyetler Birliği'nin varlığında Küba'yı sınırlı oranda etkiliyordu. 1989'da Sovyetlerin çöküşüyle Küba, büyük bir ekonomik yıkımla karşı karşıya kaldı.  Gayri Safi Yurt İçi Hasılası yüzde 34 düştü. İhracat ve ithalatı yüzde 70 düzeyinde azaldı. 

O tarihten beri el bloqueo Kübalıların gıdaya, temiz suya, ilaca ulaşmasının önündeki en büyük engel. Bunlar bir dizi sağlık sorunu yanında bulaşıcı hastalıklara da neden oluyor. Sabun ve şırınga gibi en basit maddelere ulaşmayı engelleyen acımasız bir ambargo bu. Ülkeye seyahat kısıtlamaları sadece malların akışını değil bilimsel bilginin akışını da engelliyor. Küba neredeyse bütün ihtiyaçlarını kendi kendine karşılama zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılıyor. 

Dünyanın dört bir yanındaki diktatörlüklerle iş birliği yapan, destekleyen, arkasında duran bu süper güç küçük bir adayı yeryüzünden silmek için var gücüyle çalışıyor. Ama gelin görün ki el bloqueo her açıdan başarısız oldu. Küba’da devrimin seyrini veya doğasını değiştiremedi. Tek bir Küba vatandaşını “özgür” kılamadı ama mutlak bir biçimde tamamını yoksullaştırdı. 

***

Daha düne kadar Amerikan emperyalizminin kumar ve fuhuş adasıydı Küba, insanlarını köleleştirmişler, düşkünleştirmişlerdi. Sonra bir gün bir avuç devrimci çıkageldi. Sosyalizm hülyasının adasına dönüştürdüler bu kuralsız kumarhaneyi. İnsanlarını özgürleştirdiler ayağa kaldırdılar. Ada artık Küba halkının adasıydı. Acımasız el bloqueo işte bunun içindir. 


Küba ayakta, Kübalılar devrimin ve özgürlüğün arkasında. Başka türlü nasıl olabilir ki? Kim ülkesinin kumarhane veya kerhane olmasını ister, bir avuç ahmak liberalden başka!

Orhan Gökdemir / SOL