26 Ekim 2021 Salı

TÜSİAD raporu, Dar Koridor ve Derviş 4.0 - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.



TÜSİAD 50. Kuruluş Yıldönümü’nü “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa: İnsan, Bilim, Kurumlar” başlıklı bir raporla karşılıyor. Böyle bir inşada geniş halk kesimlerinin, emekçi sınıfların nerede durduğunu, bunun ortak geleceğimiz olup olmadığını tartışmak önem taşıyor.

Öncelikle raporun tanıtıldığı Yüksek İstişare Konseyi’nde TÜSİAD sözcülerinin, Millet İttifakı bileşenlerinin telaffuz bile etmekten kaçındığı, laiklik kavramına sahip çıkması; demokrasi, hukuk devleti, özgürlükler temalarını öne çıkarması yabana atılmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin sahiplenilmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin altının çizilmesi de, göz ardı edilmemelidir. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi adı verilen ucube başkanlık sistemi doğrudan eleştirilmese de, AKP rejimine doğrudan referans verilmese de, iletilen mesajların tınısı TÜSİAD’ın burjuva demokrasisinin temsilcisi rolünü üstlenmeye hazır olduğu mesajını iletiyor.

TÜSİAD KİMİ TEMSİL EDİYOR?

İstanbul sermayesi olarak da bilinen TÜSİAD üyelerinin parlak CV’leri, sükunetli konuşma adapları, durmuş oturmuş hal ve tavırları, gusto sahibi imajları, Türkiye’nin burjuva ideolojisini benimsemiş kozmopolit elitleri ile karşı karşıya durduğumuz izlenimini veriyor. Seküler yaşam biçimleri de laiklik konusunda hassasiyet gösterecekleri beklentisine yol açıyor. Gelgelelim TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, pek de parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.

Elbette siyasi iktidarla sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkiler basit bir indirgemecilikle açıklanamayacak ölçüde kompleks, gelgitlerin yaşandığı, gri alanları barındıran, ilkelerden ziyade pazarlıkların egemen olduğu bir çerçevede yürütülür. Böyle nüanslı bir analiz gereğinden yola çıkmak, AKP döneminde de, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin geçerliliğini sürdürdüğü bir burjuva devleti zemininde bulunduğumuz yalın gerçeğini elbette unutturmamalı.

CHP ve HDP dahil Türkiye siyasetinde iddialı aktörlerin seçimler öncesinde TÜSİAD’da görücüye çıkma gereğini hissetmeleri bile, ülkenin “hakim sınıfı” markasını taşımaya devam ettiklerini bize hatırlatmalı.

ÖRGÜTÜN SİYASETLE BAĞLARI

İlk akla Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gruplarının geldiği TÜSİAD çatısı altında örgütlenmiş büyük sermaye; işe önce ticaretle başlayan, sonra ithal ikameci sanayileşmeye ayak uydurmakta gecikmeyen, 80’li yıllarla birlikte de ihracata yönelik üretime ağırlık veren bir süreçten bugüne uzanmış. Hep devletteki karar alma mekanizmalarını etkileyen başlıca güçler arasında yer almışlar. Siyasete doğrudan müdahale etmekten uzak durdukları iddiasını taşısalar da, toplumsal gelişmenin kendi büyüme ve birikim hedeflerine ayak bağı olduğunu düşündükleri noktada gazete ilanlarıyla askeri darbeye davetiye çıkarmışlar.
Nitekim içlerinden biri, Turgut Özal, 24 Ocak Ekonomik Programı’nın mimarı olmuş, 12 Eylül Darbesi’nin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını üstlenmiş, daha sonra da bilindiği gibi Anavatan Partisi’yle 80’li yıllara damgasını vurmuştu.

Yine aralarından bir diğerinin, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) bir yanıyla kapitalist küreselleşmeye tam entegrasyon, bir yanıyla da ülkedeki etnik ve mezhepsel kimlikleri gören bir vizyonla ortaya çıktı. Ancak yaşadığı acı seçim deneyimi, saf burjuva bir partiyi zorlamak yerine; Anadolu’dan, muhafazakâr kesimlerden kitlesel desteği bulunan bir siyasi özneyle ittifakın daha gerçekçi olacağı gerçeğini net biçimde suratlarına çarptı.

AKP’YE DESTEK DÖNEMİ

Zaten YDH içinde yer alan liberal elitlerin, çok geçmeden çiçeği burnunda AKP iktidarına ideolojik, politik, kültürel cephane sağlamakta kritik rol oynadıkları görülecektir. Aynı isimler 2007’de düğmesine basılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonları meşrulaştırma çabasına girerken, TÜSİAD dâhil sermayenin farklı kesimleri de bu sürece destek verecektir. Bu operasyonların kara propaganda merkezi Taraf gazetesinde, TÜSİAD baş ekonomistinin köşe yazarlığı yapması da (Geleceğe İnşa Raporu’nu da kaleme alan aynı isim) raslantı sayılmamalıdır.

AKP’ye geniş kitle desteğinin, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş liderliğinde uygulanan IMF-DB patentli yapısal uyum politikalarının tetiklediği yaygın işsizlik ve yoksulluğa tepki üzerinden yükseldiğini biliyoruz. AKP sözcülerinin o dönem “IMF programına sadık kalacaklarını” her fırsatta vurgulamaları TÜSİAD’ın desteğini almaya yetmişti.

Erdoğan’ın “çıraklık” dönemini temsil eden 2003-2007 dönemi AKP’nin rüştünü ispat çabaları içerisinde geçer. Daha devletin dokularına tam nüfuz edilememiş, geniş bir koalisyona dayanma gereği ortadan kalkmamıştır. Bu yıllarda TÜSİAD’ın henüz hükümete “ayar verecek” bir ağırlığı bulunmamaktadır. O günlerde çok tartışılan “Zina Yasası”nın geri çekilmesinde, fikir özgürlüğünü önündeki önemli bir engel 301inci maddenin kaldırılmasında TÜSİAD’ın olumlu bir rol oynadığını kabul etmeliyiz.

İlerleyen süreçte zaman zaman, eğitimdeki 4+4+4 projesine karşı çıkışta olduğu gibi TÜSİAD’ın hamleleri görülse de, artık iktidar üzerindeki etkileri azalmış, hegemonya Erdoğan liderliğinde siyasal İslamcıların eline geçmiştir.

Aynı dönemde ekonominin dümeninde küresel sermayenin nabzını iyi tutan Ali Babacan’ın bulunması, “sermayenin genel çıkarlarını gözeten” ekonomik politikalardan sapılmaması da, TÜSİAD’ın muhafazakârlaşma gündemi karşısında sessiz kalmasının nedenleri arasında sayılabilir. Bu sıralar TÜPRAŞ’ın Koç-Shell Ortaklığı’na satılması gibi özelleştirmeler, enerji ihalelerinden birçok TÜSİAD üyesinin pay alması benzeri gelişmeler, çelişkilerin fazla öne çıkarılmaması refleksine yol açıyordu.

2019’DAN BUGÜNE TÜSİAD

Aslında TÜSİAD’ın Erdoğan rejimine karşı ilk net çıkışı 15 Mayıs 2019’daki Yüksek İstişare Kurulu’nda gerçekleşti. Hatırlayalım Tuncay Özilhan’ın söylediklerini; “… rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var: ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü …” TÜSİAD Başkanı Simon Kaslowski de, “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” açıklamasını yaptı.

TÜSİAD sözcülerinin asıl vurguları görüldüğü gibi piyasa ekonomisinin zedelenmesine ilişkin. 19 Ekim 2021’deki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da benzer tonlamalar egemendi. Çünkü büyük burjuvazi rejimin kapitalist akıldan kopup, rasyonalitesini kaybettiğini artık görüyor. Öncelikle kapitalizmin iş bölümüne, yetki devrine dayalı temel ilkesini hiçe sayan, tüm yetkileri başkanda toplayan, bütün kurumları ona bağlayan bir modelin Türkiye kapitalizminin bugünkü beklentilerine cevap veremeyeceğinin haliyle bilincindeler.

Eğitim sisteminin geldiği son durum, müfredatın hurafelerle doldurulması, sarıklı-cüppelilerin sınıflara sokulması, teknolojik dönüşüme ayak uyduran bir işgücüne gereksinim duyan örgütün beklentilerini tabii ki karşılayamaz.

Aynı şekilde liyakatin esamisinin bile okunmadığı, tarikatlar-cemaatler arasında parsellenen bürokrasi de, sorunların çözümü için işinin ehli muhataplar bekleyen büyük sermayeye ayak bağı oluyor. Nitelikli beyin göçü de, “insan kaynağı” gereksinimleri açısından kaygılarını artırıyor.

İşte böyle bir konjonktürde, TÜSİAD raporunda geniş halk kesimlerinin ağzına bir parmak bal çalma çabası da dikkat çekiyor. Ama ayrıntılara girdiğimizde, gelir ve servet adaletsizliği telaffuz edilse de, bu çarpıklığı düzeltecek somut önlemlere yer verilmiyor. Vergi adaletsizliğini sade yurttaş lehine düzenleyici radikal adımlar öngörülmüyor. Kurumlar ve katılımcılık derken, “sendikaların, meslek kuruluşlarının, sosyal hareketlerin” yani halk kesimlerini temsil eden toplumsal muhalefetin rolü öne çıkarılmıyor…

DERVİŞ 4.0 MI?

Gerek TÜSİAD raporunda, gerekse Daron Acemoğlu’nun toplantıdaki sunumunda 2002-2007 dönemi adeta Devr-i Saadet olarak fetişleştiriliyor. Aslında neoliberalizm, piyasa toplumu tasarımı Türkiye ekonomisine o zaman diliminde kök salmıştır. Kurumsallıktan bahsedile dursun, başta Devlet Planlama Teşkilatı, kurumsal yapıların işlevsizleştirilmesi o süreçte hayata geçirilmiştir. Kişi başına gelirin üç katına çıktığı söylenen 5 yıllık dönem; halkın gerçekten zenginleşmesinin, refahın artmasının bir yansıması değil, sermaye girişlerinin TL’yi değerlendirmesinin yarattığı bir muhasebe oyunundan ibaretti. Nitekim bugün, ekonomi o dönemde hız kazanan dış borçlanmanın getirdiği yükler altında eziliyor.

Sözünü ettiğimiz Daron Acemoğlu dünyaca tanınan, Nobel Ekonomi Ödülü’ne aday gösterilen liberal bir iktisatçı. Devlet toplum karşıtlığına dayanan; bu çelişkiyi koalisyonlarla, uzlaşmalarla bağdaştırmaya, dengelemeye dayanan bir paradigmayı savunuyor. Modeli sınıfların, çıkar çatışmalarının bulunmadığı, mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmadığı bir kurguya dayanıyor. Ne devletin, ne de sivil toplumun gücünün fazla ileri gitmediği bir dengeyi, kitabına da adını veren “Dar Koridor” metaforuyla kurmayı öneriyor.

Aacemoğlu’nun CHP ve İyi Parti’den başlamak üzere Millet İttifakı’nın bileşenleriyle dirsek temasında olduğunu, TÜSİAD çevrelerinde her zaman itibar gördüğünü düşünürsek, “büyük sermayeyle - Büyük Koalisyon” arasında bir volan kayışı işlevi gördüğü düşünülebilir. Bir anlamda yeni bir Kemal Derviş rolü üstlenebileceği, Derviş 4.0 sürümü olarak kamuoyuna sunulduğu söylenebilir. O çok övgüler düzülen, ekonomik dönüşüm programının ekonomi bürokrasisindeki neredeyse tüm kilit elemanlarının Hazine Müsteşarları, Merkez Bankası Başkanları, Borsa Başkanları, başta CHP sözcüsü Faik Öztrak gelmek üzere, CHP - İyi Parti - Gelecek Partisi - Deva Partisi saflarında, Millet İttifakı’nda konuşlandığı görülebilir.

DEVRİMCİ DEMOKRATİK CUMHURİYET SEÇENEĞİ

O Devr-i Saadet’i ihya etme projesinin sade yurttaş, işsizler, emekçiler, emekliler, yoksullar açısından iç açıcı bir karşılığının bulunmadığı ortadadır. Merdan Yanardağ’ın yerinde kavramsallaştırmasıyla bu projeyi Cumhuriyetçi Restorasyon olarak nitelendirebiliriz. Kuşkusuz ki, baskıcı başkanlık sisteminin yerine “güçlendirilmiş parlamenter sistem” in monte edilmesi ehven-i şerdir. Ama asla geniş halk kesimlerinin özlemlerini karşılayacak bir atılım değildir. Bir bakıma, Türkiye’yi “100 yıl geri götürme” çabasının karşısına, sadece 20 yıl geri götürme seçeneğinin konulmasıdır.

Ama şunu sorabiliriz, bu “dar koridora” sıkışmak zorunda mıyız? Bence değiliz. Türkiye toplumunun önüne Devrimci Demokratik Cumhuriyet seçeneğini koyma şansımızı kullanabilir ve sorumluluğumuzu hayata geçirebiliriz. Emekten yana, Aydınlanma değerlerine bağlı, laikliğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü, doğadan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir seçeneği...

Önümüzdeki görev Devrimci Demokratik Cumhuriyet’in programının köşe taşlarını belirlemek, örgütlenmesini yaygınlaştırmak olmalı. Bizi dar koridorlar açmaz, bize geniş ufuklar gerek…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

25 Ekim 2021 Pazartesi

Yeşilçam’ın ‘çilekeşleri’, ötekileri, kötü adamları (3-4)-Mesut Kara / Evrensel

 (3)

12 Eylül 1980- 12 Eylül 2021… 

41 yıldır süren kötülüklerden, darbeci olarak üstümüze yağan kötü adamlardan, darbeyi ve tüm kötülükleri hazırlayan, yaptıran, yapan, 41 yıldır uygulayanlardan daha kötü olunamaz…

SİNEMAMIZIN İYİ KALPLİ, FİLM İCABI KÖTÜ ADAMLARI

İsimleri büyük yazılmasa da hatta bir kısmının adı jeneriklere, afişlere giremese de adları ezbere bilinmese de yüzleri, “kötülükleri” unutulmayan, çok iyi tanınan, Yeşilçam severlerin kalplerinde birer yıldız olan sinema emekçileri vardı. 

Onlarca, yüzlerce filmde yer alan bu emekçilerin başrol oynayanı da oldu ikinci, üçüncü rollerde ünleneni de, adı jeneriklere giremeyeni de.


 Yeşilçam’a damgasını vurmuş bu yüzlerce isimden, sinema emekçisinden öne çıkanlar arasında hemen Süheyl Eğriboz, Kudret Karadağ, Sırrı Elitaş, İbrahim Kurt, Hakkı Kıvanç, Coşkun Göğen (Tecavüzcü Coşkun), Kadir Kök, İhsan Gedik, Yadigâr Ejder, Yılmaz Kurt, Oktay Yavuz, Sönmez Yıkılmaz, Çetin Başaran, Mehmet Uğur, Yusuf Çetin’i sayabiliriz. 

Bir kısmı jönden dayak yiyen “kavgacı” olarak tanındı. Kalbi sinemayla, Yeşilçam’la atan bu cefakar, vefakar sinema emekçilerinin yıldızlaşan isimleri de oldu, sokaklarda yaşayanı da.

‘KÖTÜLÜĞÜN’ UNUTULMAZLARI


Kötü adamların yıldızları diyebileceğimiz Ahmet Tarık Tekçe ve Erol Taş kadar ‘film icabı’ kötü olan, onlar kadar ünlenip sevilen, yıldızlaşan oyuncular arasında Kenan Pars, Süha Doğan, Bilal İnci, Senih Orkan, Hüseyin Baradan, Hikmet Taşdemir, Danyal Topatan da perdeden yansıyan ‘kötülüğün’ unutulmazları arasındaydı. Hüseyin Baradan gibi komiklikleriyle tanınan fakat kötü adamlığıyla da ünlenen isimlerden biri de Öztürk Serengil’di.

NURİ ALÇO: BİR GAZOZ İÇER MİSİN YAVRUM? 

’80’lerden günümüze dek kötü adam olarak sinemaya damgasını vuran Nuri Alço, Yeşilçam kuşağının yıldızlaşan kötü adamlarının son önemli halkasıydı, Önder Somer çizgisinin devamıydı. Bir dönem adı duvarlara yazıldı. Bir dönem özel hayatında yaptıklarıyla da gündem olan Nuri Alço tuzağına düşürdüğü kadınlara “sahip olmak” için ilaçlı gazoz ikram ederken söylediği “Bir gazoz içer misin yavrum?” repliğiyle belleklere kazındı. 

HÜSEYİN BARADAN ÇEKİLİN ARADAN


Kötü adam olarak ünlenmiştir Hüseyin Baradan. Fakat birçoğumuzun belleğinde dalgacı, matrak bir adam olarak yer alır yine de. Necdet Tosun’lu Vahi Öz’lü, Ayşecik’li Yumurcak’lı filmlerde ve başka filmlerde de sevimli adam ya da ‘kötü adam’ olarak izledik onu. Eşkıya oldu, mafya oldu, köylü kurnazı oldu. Ufacık bir çocukken başladığı fotoğrafçılıktan, foto muhabirliğine, oradan da sinema oyunculuğuna geçerek Yeşilçam’da iz bırakan, sevilen bir oyuncu, hepimizin tanıdığı kaytan bıyıklı, dalgacı Hüseyin Baradan oldu. Film setlerinde de rollerinde olduğu gibi şakacı, matrak sevilen bir insan olduğunu başka oyunculardan da dinledim. Ayrıca başarılarının arasında bir “ilk” de var; Hüseyin Baradan Çekilin Aradan. Yeşilçam’da ilk kez oyuncu adının, film adına taşındığı filmdir. 

ÖZTÜRK SERENGİL: YEŞŞEE...


Anılar biriktirip acılar biçtiği Yeşilçam Sokağı’nda, “tutunamayan” dönemini atlatıp ‘dikiş tutturduğunda’ kötü adam olarak ünlenir Öztürk Serengil. İlk zamanlar birçok insana “İşte kötü bir adam böyle olur” dedirtse de beni hiçbir zaman korkutan bir kötü adam olmadı. Hep matrak bir adam olarak algıladım onu. En “kötü”yü oynadığında bile... “Yeşşeee”, “temem bilekis”, “kelaj”, “abidik gubidik” gibi eğlenceli “Öztürk Serengil edebiyatı” olan ve komik hareketler yapan gerçekten de “kel”aj, şapkalı, aşağı sarkık bıyıklarıyla ve Feridun Karakaya’nın Osman Seden’e önerisiyle “tatlı serseri rolleri” oynayan komik bir adam.

Acımasız mı acımasız, yaptıkları kötülüklere salondan da anında sert tepkiler alan fakat yine de çok sevdiğim; Ahmet Tarık Tekçe ve Önder Somer dışında kötüyü oynayan bütün oyuncuları sevdim.

Öztürk Serengil ikisinin ortasında bir kötü adamdı; açlıkla, yoksullukla, didinmeyle geçen ilk on yıllık sinema serüveninde “Ne Şeker Şey” ve “Badem Şekeri” filmleriyle başlayıp “Adanalı Tayfur”la doruğa ulaşan tatlı serseri ve komik adam rollerine kadar. Henüz Adanalı Tayfur olmadığı, küçük rol, büyük rol ayrımı yapmadan her teklifi kabul ettiği ve kötü adam olarak nam saldığı günlerde inandırıcılığıyla sevilmişti Öztürk Serengil. “Filmlerde menfi bir tip olmuştum. Gerçekten fena insandım. İlk filmlerimde bu fena adam rolünü o kadar içten, o kadar candan oynadım ki herkes beğendi ve bugünkü şöhretimi kazandım.”

‘KÖYÜN KÖTÜSÜ’ BİLAL İNCİ

Bilal İnci, 1936 yılında Adana’ya bağlı Kozan ilçesinde dünyaya gelir Liseyi İzmit’te okurken yarıda bırakarak trikotaj gibi işlerde çalışır 1960 yılında Almanya’ya gider, 1966 yılına kadar Berlin’de yaşar. Alman bir kadınla evlenir. 

1966’da Türkiye’ye dönüş yaptıktan sonra yönetmen yardımcısı olarak da çalışan oyuncu ağabeyi Kemal İnci’nin setlerini ziyaret eder. İlk filmi 1966 tarihli “Karanlıkta Vuruşanlar”dır. Bu filmdeki oyunuyla kötü adam rollerinin vazgeçilmez yüzlerinden biri olur. Bir süre sonra tekrar Almanya’ya döner. 1987 yılında dönünce yeniden filmlerde oynamaya devam eder.

Genellikle Anadolu’nun kırsal ‘Kötü Ağa’sı rollerinde kötülüğüyle zirve yapar.  Tarihi filmlerin ‘Kötü Bizanslısı’ olarak da iz bırakır. 

KENTSOYLU BİR KÖTÜ: KENAN PARS

Yönetmenlik ve yapımcılık da yapan jönlükten karakter oyunculuğuna, kötü adamlığa geçen Kenan Pars, kentsoylu, mevki sahibi, kötülüğü yaradılışından değil koşullardan gelen karakterlerin oyuncusuydu genelde. Asıl adı Kirkor Cezveciyan’dı. 10 Mart 1920’de Üsküdar’da dünyaya gelir. 5 yaşından ölümüne dek Bakırköy’de yaşar.

Çilingirlik, tuhafiyecilik gibi işlerin ardından 1953’te adım attığı sinemada 250’nin üstünde filmde oynar, 6 film yönetir, 7 filmin de yapımcılığını üstlenir. Bakırköy’de kendi adını taşıyan bir Milli Piyango bayii işleten Kenan Pars, sinema dışında sanatın farklı dallarıyla da ilgilidir. Boncuklarla yaptığı hat sergisi, 2007’de Dolmabahçe Sarayı’nda açılmıştı.                                                     ***

(4)

Geçen hafta 12 Eylül1980 Amerikancı faşist darbesinin 41. Yıl dönümüydü. 41 yılda 12 Eylül’den, 12 Eylülcülerden, darbeyi hazırlayanlardan, yapanlardan, uygulayanlardan hesap sorulmadı. İki generalin rütbelerini sökmek, 12 Eylül’le hesaplaşmak, hesap sormak, yargılamak sayılamaz.

12 Eylül tarihi aynı zamanda “12 Eylül ile yüzleşmek”ten söz ederek oy isteyen AKP iktidarının, AKP’ye, Erdoğan’a inanıp güvenen sağ-sol liberallerden, sol cenahtaki “sağ sapma”dan, “mezardakilere bile ‘evet’ oyu kullandırmak lazım” diyen Gülen ve FETÖ’den aldığı destek oylarıyla gücünü katlayarak kalıcılığını sağlayan, her türlü gücü, vesayeti tek adamda toplayarak bugünlere gelinmesine yol açan, 2010 referandumunun da yıl dönümüydü. Son 41 yılda yaşanan öngörüsüzlüğün, sezgisizliğin de yıl dönümü diyebiliriz.

Türkiye tarihinin en kanlı en acımasız, tüm toplumu yeniden yapılandırma projesi olan yapanlar açısında “başarılmış” olan 12 Eylül 1980 darbesi 41 yıldır yaşadığımız bütün kötülüklerin miladıydı.

Geçen yıl 13 Eylül’de yayımlanan yazımda 12 Eylül darbesinin sinemaya etkilerini ve yansımalarını yazmıştım.

Yeşilçam’ın “kötü adamları”nı yazmayı sürdürdüğüm geçen haftaki yazıya “41 yıldır süren kötülüklerden, darbeci olarak üstümüze yağan kötü adamlardan, darbeyi ve tüm kötülükleri hazırlayan, yaptıran, yapan, 41 yıldır uygulayanlardan daha kötü olunamaz” cümleleriyle başlamıştım. Kaldığımız yerden sürdürelim…

SÜHA DOĞAN

Oynadığı filmlerde ürkütücü kötü adam rolleriyle tanınan Süha Doğan, eski vali ve bakanlardan Avni Doğan’ın oğlu olarak 8 Şubat 1920 yılında Yozgat’ta doğar. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisini bitirir. 1952 yılında yönetmenliğini Vahi Öz’ün yaptığı “Kan Kardeşler” filminde oynayarak sinemaya girer. 1953 tarihli Türk-Yunan ortak yapımı Beyoğlu Güzeli filminde ilk ve son kez jön olarak başrolde oynar. Oyunculuğun yanı sıra yönetmen, yönetmen yardımcısı, senaryo yazarı ve yapımcı olarak da sinemada var olur. 59 yıllık kısa sayılabilecek yaşamında 214 filmde oyuncu olarak yer alır, 21 senaryosu filme çekilir, 2 filmin yapımcılığını üstlenir, 24 filmin de yönetmenliğini yapar.

Sinemaya verdiği bunca emeğe karşın, yüz olarak unutulmayan fakat adı çok fazla anımsanmayan Süha Doğan, 1978’de bir beyin rahatsızlığı dolayısıyla kaldırıldığı Bakırköy Akıl Hastanesinde, 1 yıl sonra hayatını kaybeden Süha Doğan’ın yapayalnız geçen son 1 yılı çok çileli ve acılı geçer. Hayat Süha Doğan’a da acımasız yüzünü gösterir, acılar içinde kıvranarak ayrılır bu hayattan.

1979 tarihli Özgür Dicleli imzalı iç acıtan haberde şunlar yazılıdır: “Türk sinemasından bir yaprak daha koptu. 1978’in son yitiği Diclehan Baban’dı, 1979’un ilk yitiği Süha Doğan oldu. (…) Tanınmış karakter oyuncusu, Akıl Hastanesinin taş duvarları arasında doldurduğu son bir yıllık çileli yaşamını sessiz sedasız sona erdiriverdi. Aslında Süha Doğan bir yıl önce ölmüştü. Yaşıyordu ama, yaşadığının bilincinde değildi. Yaşam koşulları, sinema dünyasının acımasız ortamı, bu yetenekli sanatçıyı sonunda akıl hastanesinin boşluğuna dek sürüklemişti. Bir yıldır sevenlerinin, dostlarının, arkadaşlarının uzağında çile doldurduğu akıl hastanesinde bir deri bir kemik kalmıştı. Ayakta kalabilmesi için serum veriliyordu. Bir deri bir kemik kalmıştı. Beyni giderek ufalıyordu. Ne söyleneni anlayabiliyor ne kendini tanıyor ne de ağzından bilinçli bir söz çıkıyordu. Yemekle içmekten gayrı bir şey yapmıyordu. Görkemli nutuklarla emekçilerin sosyal güvencelerine sahip çıkmaya kalkışan sinema kuruluşları, akıl hastanesi köşelerinde bir mum gibi eriyen bu sanatçının acılı yaşamının farkında bile değildi. Birçok benzeri meslektaşı gibi Süha Doğan da aynı yolu izleyerek beklenen acı sona doğru yuvarlanıp gitmişti.” (Cumhuriyet 4 Şubat 1979)

SENİH ORKAN


Tiyatro, sinema ve dizilerde oynayan, akademi desen bölümü mezunu ressam olan 6 Haziran 1932 İstanbul doğumlu Senih Orkan, oyunculuğa 1954 yılında tiyatro sahnesinde, Gençlik Tiyatrosunda, Avni Dilligil’in öğrencisi olarak başlar. Çeşitli topluluklarda değişik birçok rolde oynamayı sürdürürken 1957’de sinemaya geçen Senih Orkan, 117 sinema filminde yer alır.

Gecelerin Ötesi, Otobüs Yolcuları, Mahalle Arkadaşları, Üç Tekerlekli Bisiklet, Dişi Kurt, Rüzgâr Zehra (Sünger Avcıları), Bitmeyen Yol, Son Kuşlar, Kızılırmak Karakoyun gibi önemli filmlerde de oyuncu olarak yer alan Senih Orkan, oynadığı geniş yelpazedeki filmlerde “kötü adam” rolleriyle adını sinema tarihine yazdırır.

KAZIM KARTAL

İyi kalpli, iyi insan “Yeşilçam’ın film icabı “kötü adam”ı Kazım Kartal.

Simit satar, lokantalarda bulaşıkçılık yapar, bir süre şoförlük, garsonluk, santral memurluğu gibi işlerde çalışır. Fakat hep artist olma isteği vardır içinde. İstanbul’a gelir, Yeşilçam sokaklarında dolaşmaya başlar. Nasıl artist olabileceğini araştırıyordur, film şirketlerini dolaşır. 25-26 yaşlarındadır o sıralar. Sonunda Fer Film ile tanışır. Evrim Fer ve annesi Fahriye Tamkan’ın şirketi Fer Film Hancının Kızı’nı çekecektir.

İlk filminde Eşref Kolçak, Reha Yurdakul, Kadir Savun, Evrim Fer, Diclehan Baban’la oynar. İlk filminde jönün arkadaşını oynayan Kazım Kartal Kemal Film’in çektiği filmlerde kötü adam olarak ünlenir, iz bırakır.

“Kötü”yü oynayanların karşılaştığı tepkilerden Kazım Kartal da nasibini alır. Arkasından “Allah belanı versin senin, niye öldürdün Şirvan’ı?” diye bağıranlar olur, yaşanan film icabı olsa da.

Sinemanın kötü adamları saymakla, yazmakla bitmez. Birkaç haftadır en akılda kalanlardan söz ettik.

Not: 2014’de Yeşilçam’ın iz bırakan yönetmenlerinden Melih Gülgen’in sinemacı oğlu Burak Gülgen’in yönetmenliğinde akışını, metnini benim yazdığım “Yeşilçam’ın Kötü Adamları” adıyla TRT’de yayımlanan bir belgesel çekmiştik. Belgeseli buradan izleyebilirsiniz.

Mesut Kara / Evrensel

 


Kupon vatan - Timur Soykan / BİRGÜN

 Türkiye’den sonra ‘yavru vatan’ da mafya-siyaset-devlet üçgeni bataklığıyla yüzleşiyor. KKTC’yi sarsan, siyasilere ait olduğu iddia edilen videoların kamera arkasında milyarlarca dolarlık yasadışı bahis gerçeği var. Kıbrıs merkezli bahis baronlarının en büyük pazarı ise Türkiye. Yılda 50 milyar TL’lik bu karanlık pazarın kiri daha çok su kaldıracak.


Ersan Saner - Halil Falyalı - Veysel Şahin

Sedat Peker’in videolarında eserlerini sergilediği Mario Puzo’nun kitabından yönetmen Francis Ford Coppola’nın uyarladığı kült film Baba’nın ikincisinde efsanevi bir sahnedir: Devrim öncesi Küba’da Michael Corleone, Havana’daki otelin terasında diktatör Batista’nın ortağı mafya lideri Hyman Roth ile oturur. Roth’un doğum günüdür ve üzerinde Küba haritası olan pasta gelir. Küba haritası parçalanarak mafya liderlerine servis edilir.

Bu sahne; bugün video skandallarıyla çalkalanan KKTC’yi aklıma getiriyor.

YILLARDIR BİRİKEN İRİN PATLIYOR

Devlet kanalı TRT’de mücahitlerin ‘Barış Harekatı’ öncesindeki kahramanlıklarının anlatıldığı ‘Kıbrıs’ isimli dizi yayınlanırken bugünün gerçekleri sosyal medyada KKTC siyasilerinin rezaletleriyle ortaya çıkıyor. Onlarca yıldır ada haritasını paylaşan karanlık güçlerin biriktirdiği irin patlıyor. KKTC’de kumarhane ve bahis siteleri sahibi Halil Falyalı’nın tutuklanmasından bir gün sonra siyasilere ait olduğu iddia edilen videolar Sedat Peker ile bağlantılı ‘Deli Çavuş’ isimli Twitter hesabından paylaşıldı. Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı ve kısa süre önce başbakan olan Ersan Saner’e ait olduğu iddia edilen görüntüleri, iktidar ortağı Demokrat Parti’nin Genel Başkan Yardımcısı Tözün Tunalı’ya ait olduğu iddia edilen kayıtlar izledi.

MAFYANIN ARKA BAHÇESİ

KKTC bu hale nasıl geldi?

- Uluslararası toplum tarafından tanınmadığı için dünyadaki yaptırımlardan azade olan KKTC’yi Türkiye’deki mafya, kontrgerilla arka bahçesine çevirdi.

- Susurluk Çetesi’nin vatansever maskeli uyuşturucu kaçakçıları, mafya tetikçileri adada cirit attı. Derin devlet faaliyetlerini anlatan Kutlu Adalı’yı 1996 yılında katlettiler.

- 1998 yılında Türkiye’de kumarhaneler yasaklanınca KKTC, kumar ve kara para adasına da dönüştürüldü. Mafya adaya kök saldı.

- İnternetten kumarın dünyada yaygınlaşması ise KKTC’deki bazı kumarhane sahiplerine milyarlarca dolarlık bir kapıyı araladı. Türkiye’de 2007’de İddaa dışında yasaklanan çevrim içi kumar adada serbestti. Kumar ve bahis sitelerine lisanslar dağıtıldı.

- Tek adam rejimindeki Türkiye’de devletin yargı, yasama organları yok edilirken mafya devletleşmişti. Kara para ve terörün finansmanında dünyanın gri listesine düşecek hale gelmişti.

- Türkiye’deki tek adam vesayeti, seçimlere açık müdahalelerle yavru vatanın üzerine de çöktü. AKP iktidarının desteklediği KKTC’deki siyasilerin finansörlerinin yasadışı bahisçiler, kumarhane sahipleri, uyuşturucu kaçakçıları olduğu konuşuluyordu.

Şimdi…

Video skandallarıyla bu pislik ortalığa saçılıyor.

İddiaya göre; videoların kamera arkasında milyarca dolarlık yasadışı sanal bahis ve uyuşturucu kaçakçılığı pazarı var.

Elbette…

Halil Falyalı’nın KKTC’de kumarhanesinden 1,7 milyon TL çalan bir çalışanı alıkoyup işkence yaptığı iddiasıyla tutuklanmasından sonra bu görüntülerin ortaya çıkması bir rastlantı değil.

YASADIŞI BAHİS SİSTEMİ

Önce…

Yasadışı bahis sisteminin nasıl işlediğine bakalım:

Bilişim teknolojisindeki gelişmelerle internetten bahis ve kumar oynamak devasa bir pazar haline geldi. Kumarhanelerin yasak olduğu Türkiye’de internetten İddaa tekeli dışında bahis ve kumar oynatılması 2007 yılında yasaklandı. 83 milyon nüfuslu ülkede getirilen yasak, yavru vatan KKTC’de serbest bırakılırsa ortaya çıkacak sonuç malumdu. Kumarhane sahipleri çevrim içi bahis ruhsatı aldı ve oradan yasadışı bahse yöneldiler.

Yasadışı bahiste, spor kulüplerine pay, vergi gibi ödemeler olmadığı için yasal bahislerden çok daha yüksek oranlar veriliyor. İnsanlar daha yüksek oranlı kazanç vaat ettiği için yasadışı bahse yöneliyor.

Kıbrıs’taki yasadışı bahis organizasyonlarının büyük pazar olan Türkiye’ye uzanması da uzun sürmedi. Kendi kullanıcı panellerinin şifrelerini Türkiye’deki elemanlarına veriyorlar ve internet sitesinde yurt içi ve yurt dışı bahisler açabiliyorlar. Bundan sonrası devasa bir örgütlenme modeli. İsimlerine GSM hattı aldıkları binlerce kişiye bir miktar para ödeyerek banka hesapları açtırıyorlar ve bu hesapları sitelere tanımlıyorlar. İnternet bankacılığına açılan bu hesaplarda GSM hatlarına gelen mesajlarla onayladıkları binlerce banka işlemi yapabiliyorlar. Para trafiğini gizlemek için de şirketler kuruyorlar. Ayrıca İddaa bayilerinin kuytularında yasadışı bahis oynanan bölümler oluşturuluyor.

VALİZLER DOLUSU PARA İSTİFLENİYOR

Şebekeler, bu büyük organizasyonda birbirinden haberi olmayan elemanlarına, rezidanslarda yasadışı ofisler kiralıyor. Sık sık adres değiştiren bu ofislerde bahis işlemleri onaylanıyor. Bahis ve çevrim içi kumarda kasanın kazancı çok sayıda hesapta gezdikten sonra şebekenin elemanları tarafından nakit olarak çekiliyor.

Valizlere doldurulan milyonlarca lira Türkiye’nin çeşitli kentlerinde rezidanslarda kiralanmış dairelere istifleniyor. Bu paralar, panel sağlayıcılara, organizatörlere elden ya da döviz bürolarından ulaştırılıyor.

Bugün…

MASAK raporuna göre; Türkiye’de yasadışı bahis oynayanların sayısı en az 5 milyon.

Ve sıkı durun…

Yasadışı bahis oynanan para: en az 50 milyar TL.

Bu; sadece 382 bin nüfuslu Kıbrıs’ı değil, Türkiye’deki dengeleri bile etkileyecek miktarda kara para anlamına geliyor.

Bugün KKTC’yi sarsan videoların kamera arkasında bu paranın gücü duruyor.

FALYALI’NIN İNTİKAMI

Videoların kaynağı olduğu iddia edilen Halil Falyalı’yı mercek altına alalım.

Türkiye onu Sedat Peker’in ifşasından sonra tanıdı. Sedat Peker’in iddiasına göre; yasadışı bahis ve uyuşturucu ticaretinin önemli bir aktörü olan Halil Falyalı, eski Başbakan Binali Yıldırım’ın kumar bağımlısı oğlu Erkam Yıldırım’ı bir şantaj kasetiyle avucunun içine almıştı. Erkam Yıldırım’ın Venezuela’ya gidip yeni kokain rotaları oluşturmasını istemişti. KKTC’yi sarsan videolardan sonra Erkam Yıldırım’ın bir şantaj görüntüsü olduğu iddiasının daha inandırıcı hale geldiğinin altını çizmek gerekiyor.

KKTC’de kendine ait marinası bulunan otel ve kumarhane sahibi Halil Falyalı’nın sosyal medya hesabını, Kıbrıs ve Türkiye’den siyasilerle fotoğrafları dolduruyor. Bazı siyasi partileri ve liderlerini finanse ettiği konuşuluyor. Küçük oğlunun garajındaki onlarca ultra lüks otomobille çektirdiği video da internette son sürat dolaşıyor.

Servetinin boyutu şöyle anlaşılabilir: Halil ve kardeşi Hüsnü Falyalı, İngiliz Premier Lig takımı Fulham’ı satın almak için 100 milyon sterlin teklif etti. Bu satış gerçekleşmedi.

‘GAZETECİLER ŞANTAJ YAPTI’

Halil Falyalı, Türkiye’de 2007 yılında yasadışı bahse yönelik düzenlenen ‘Game Over’ ve 2016 yılındaki ‘Handikap’ operasyonlarında şüpheliydi. Sedat Peker’in iddialarından sonra Halil FalyalıCüneyt Özdemir’in sorularını yanıtladı. İddiaları yalanladıktan sonra Türkiye’den bazı gazetecilerin benzer iddialarla kendisine şantaj yaptığını, para istediğini öne sürdü. Şöyle dedi:

“… ver 10 bin dolar, ver 20 bin dolar, ver 50 bin dolar videonu kaldıralım. Ver 150 bin dolar bir daha seni yazmayalım’ falan. Birçok gazeteci bunları söyledi.”

Halil Falyalı isim vermedi. Arşivlerde yandaş Cem Küçük ve Ersoy Dede’nin 2020 yılında Halil Falyalı hakkında yasadışı bahis ve uyuşturucu suçlamalarını içeren köşe yazıları var. Bir gün arayla yayınlanmış bu yazılarda yeni bir operasyonun kapıda olduğu anlatılmıştı ama nedense böyle bir operasyon yapılmadı. ABD’de ise 2016 yılından beri Halil Falyalı hakkında uyuşturucu suçlamasıyla bir soruşturma yürütülüyor. Bu davada döviz büroları üzerinden uyuşturucu parasının transferini yaptığı iddiası var. Bu soruşturma nedeniyle KKTC dışına çıkamıyor.

BAHİSÇİNİN 780 MİLYON DOLARLIK SERVETİ

Elbette adadaki yasadışı bahis sisteminin tek sahibi Halil Falyalı değildi. Hatta ondan daha büyük olduğu iddia edilen, eski ortağı Veysel Şahin vardı. Türkiye’de onun başında olduğu yasadışı bahis örgütüne 2017’de operasyon yapılmış ve onlarca kişi yakalanmıştı. Hakkında kara para aklama, suç örgütü kurma, kumar oynatma gibi pek çok suçlama olan Veysel Şahin, KKTC’de olduğu için tutuklanmamıştı. Ancak anlaşılamayan bir biçimde 2017 yılında hastalanan babasını ziyaret için özel jet ile Türkiye’ye geldi ve tutuklandı. Veysel Şahin’e bazı emniyet ve yargı mensuplarının rüşvet karşılığı tutuklanmama garantisi verildiği, ancak bu planın tutmadığı öne sürülüyor.

Veysel Şahin’in tespit edilebilen mal varlığı 780 milyon dolardı. Silivri Cezaevi’ne konulduğu ilk iki ayda 103 avukat ziyaretine gelmişti. Daha sonra bunların bazılarının rüşvete aracılık için kendisini ziyaret ettiğini öne sürecekti. Büyükçekmece Adliyesi’ndeki asliye ceza mahkemesinde yargılandı. Tutukluluğuna itirazı inceleyen Bakırköy 10. Ağır Ceza Mahkemesi skandal bir tahliye kararı verdi. İki adamı Metris Cezaevi’nden bırakılan Veysel Şahin, Silivri Cezaevi’ndeki işlemleri uzadığı için kurtulamadı. Saatler sonra aynı mahkeme kendi kararını iptal etmişti. Tahliye kararını veren hâkimler daha sonra yargılanacak ve mahkûm edilerek meslekten ihraç edileceklerdi. Onlarca yıl hapis cezası alan Veysel Şahin ise halen cezaevinde.

Kıbrıs’ta Halil Falyalı ve Veysel Şahin’in yanı sıra Yaşam Ayavefe’nin yasadışı bahis baronu olduğu iddiaları gündeme geldi. Diğer isimler gibi onun hakkında da hayırsever işadamı haberleri internette bolca yer kaplıyor, Halil Falyalı ile bir dönem ortak, Veysel Şahin ile hasım olduğu iddiaları var.

ARKALARINDA RUS OLİGARK MI VAR?

Yaygın bir başka iddiaya göre ise; bu isimlerin tamamı büyük Rus bahis baronlarının ortakları. Sedat Peker ifşalarından sonra Türkiye’de ortaya çıkan oligark bağlantılarının küçük adada da olması elbette şaşırtıcı olmaz.

Peki, Sedat Peker, Kıbrıs’ı sarsan büyük skandala neden dahil oldu? Neden videoları yayınlattı? Sedat Peker bunun nedeninin kendisi hakkında geçen hafta mahkemece kabul edilen iddianame olduğunu söylüyor. Sedat Peker’e yöneltilen suçlamalardan biri KKTC’de yasadışı bahis işi yapan Eray Kenanoğlu’nun bacaklarından vurulmasını azmettirmek. Eray Kenanoğlu, iddianameye detaylı şekilde konulan ifadesinde Sedat Peker’in KKTC’de yasadışı bahis işine dahil olduğu öne sürülüyor. Sedat Peker, Kıbrıs’taki siyasilerin kendisini bu suça bulaştırmaya çalıştığını, kumpas kurduğunu iddia ederek videolarla intikam aldığını savunuyor. Halil Falyalı’nın elinde olduğu iddia edilen videoların Sedat Peker’in eline nasıl geçtiği konusunda ise bir bilgi yok. Videoların KKTC’den Türkiye’deki siyasilere uzanacağını Sedat Peker ima etmişti. Video depremi devam edeceğe benziyor.

***

SEDAT PEKER’DEN İDDİANAME AÇIKLAMASI

Sedat Peker hakkında iddianameyi bu köşede haberleştirmiş ve TV ile YouTube kanallarında anlatmıştım. Avukatları aracılığıyla Sedat Peker’den kendisini zan altında bıraktığıma dair tepkili bir açıklama geldi. Meslek ilkeleri gereği yanıtlarını aktarıyorum:

Cahit Çetin cinayetini azmettirme suçlamasıyla ilgili:

“İddianameye göre ben bu cinayeti işletmişim. Bu cinayeti yaptırma sebebim, daha önce Ergenekon davasında sanık olan Oğuz Bulut’la yan yana hücrelerde kalmışım. Benim sağ kolummuş. Daha sonra genç bir erkek çocukla bir kısım görüntüleri kamuoyunda çıktı diye bu şahsa kızıp iki rekat namaz kıl, sonrasında yakışanı yap demişim (bu bölüm doğru).

Cahit Çetin de benim en yakın adamlarımdanmış. Sonra bir travestiye evlenme teklif etmiş. Ben de Oğuz Bulut olayından sonra bu olay da itibar kaybına yol açar diye ‘bu şahsı öldürün’ demişim. Bu hikâyeye nereden bakarsanız ilkokul bilgi birikimine sahip olanlar bile gülerler.

Birincisi, Oğuz Bulut benim sağ kolum değil, Sivas Ülkü Ocakları Başkanı, Ergenekon davasının sanığı, devlet memuruydu. Benimle beraber hiçbir zaman yargılanmadı. 50 senelik hayatımda hiçbir zaman herhangi bir olayda isimlerimiz yan yana gelmedi.

Cahit Çetin denen şahıs benim yaptığım mitinglere gelen 20-30 bin kişiden bir tanesiydi. Mitinglerde benimle beraber resim çekilmiş. Bunun haricinde HTS kayıtlarına bakıldığında benimle yapmış olduğu hiçbir telefon görüşmesinin olmadığı ya da haricen yan yana gelmediğimiz ortadadır. Yani benim yakın çevremden olan birisi değildir.

Ben bu olayı gazeteden “Sedat Peker hayranı silahlı saldırıya uğradı” diye öğrendim. Başka da bir bilgim yok. Vuranları tanımam. Ne telefon görüşmem ne de yan yana gelmişliğim yok.

Bu cinayet 4 sene önce olmuş. Benim hükümetin ve İçişleri Bakanı’nın aleyhine videolar yayınlamamdan sonra iddianameye dönüşüp benim de ismimin bu dosyaya eklenmesi sizce mantıklı mı? … Diyelim ki böyle bir şahıs var ve Cahit Çetin ona evlenme teklif etmiş, Allah aşkına bu onu ilgilendirir. Ayrıca biz ailece yemeğe gittiğimiz zaman o mekanlarda şarkıcılık yapan transseksüel birey olan şarkıcılarla sohbetimiz, resimlerimiz vardır. Bunlar basına da yansımıştır. Sadece transseksüel bir bireye evlenme teklif etti diye ben neden öldürttüreyim. Siz böyle bir manyaklık duydunuz mu? Bu suçlamayla ilgili dosyada bir tane maddi delil var mı? Yok.

Kıbrıs’ta Eray Kenanoğlu’nun silahla yaralanmasına azmettirdiği iddiası:

Eray Kenanoğlu isimli şahsın kendi anlatımlarının haricinde bir tane maddi delil var mıdır, bu olayı benim yaptırdığıma dair? Olay olduğunda dosyada benim ismim hiç yok. Daha sonraları Halil Falyalı’yla uğraşmaya başlamam üzerine bir türlü ismim üç buçuk sene önce olmuş bu olaya dahil ediliyor… Savcılığın ifadesinde yasadışı bahis yapan kişi olarak tanımlanan Eray Kenanoğlu, ifadesinin ardından yasadışı bahis suçundan neden tutuklanmamıştır? Ayrıca Halil Falyalı’nın kardeşiyle Eray Kenanoğlu’nun birçok konuda ortaklık yaptıklarını bütün Kıbrıs bilmektedir.

Kasap Döner’e çöktüğü iddiası:

Abdullah Süngü diğer iki Sarıtaş ailesinden olan kişiyle bu şirketi kurdular. Abdullah Süngü ailece tanıştığımız bir insandır. Babası Cumhurbaşkanı’mızın ve Erbakan Hoca’nın çevresinden olan bir insandır. Ayriyeten çok zengin bir iş adamıdır.

Kasap Döner battığı zaman babasından kendisine kalan birçok mülkü verip borçlarını temizlemeye çalışan bir kişidir.

İşin enteresan yanı, geriye dönüp çok düşündüm. Ben Abdullah Süngü’nün Altunizade taraflarındaki kendi özel yazıhanesine gittim ancak bahsedilen o beş katlı genel müdürlük binasına ben hiç gitmedim. Siz oraya gittiğime dair bir HTS kaydı gördünüz mü? Bir taraftan televizyonda diyorsunuz ki 30 senedir derin devletin içinde olan Sedat Peker, Türkiye’nin en zenginlerinin çoğunun arkadaşı olan Sedat Peker bir yerlere çökmeye karar verdi, ancak çökecek yerler bulamadı bir köfteciye bir de dönerciye çöktü öyle mi?

Gebze’deki bir iş insanından 1.5 milyon dolar tahsilat yaptığı iddiası:

Şu an tam ismini hatırlayamadığım, soyadını Benli olarak hatırladığım kişiden temlik karşılığı alacağım var. Gebzeli olduğunu öğrenince Gebze’nin eşrafından olan Gebzespor’un başkanına ricada bulundum, ‘bu arkadaşı çay içmeye getirir misiniz’ diye. Kendisine söyledim: ‘Bu benim alacağım, ben paramı alırım’ dedim. Şahsın ifadesinde de söylediği gibi, çay ikram edip yolcu ettim.

‘ÖZEL EKİP KURULDU İDDİASI’

Timur Bey ben çocuk değilim. Türkiye’yi yöneten ve birçok ülkede de söz sahibi olan bir yapıya tek başıma savaş açmaya karar verdiysem, geride hiçbir defom olmadığı için buna cesaret edebildim. Bu dosya için özel olarak başlarına Mardin’den getirilen bir emniyet amiri ve 14 kişilik özel yapı neden oluşturuldu? Bu memurları kim seçti? Tahkikat sonuna kadar bu memurlara her ay 2 bin 500 dolar neden para verildi? Bu paranın devletten resmi bir çıkışı yok. Devlet memuru sadece maaşını alır. Ekstra bir masraf ortaya çıkarsa da müdürlükten bu parayı yazıyla talep eder. Bu çalışma sistemi ancak mafyada olur.

Timur Soykan / BİRGÜN

Türkiye tütün tekellerinin kıskacında + Sarmalık kıyılmış tütünde çözümsüzlük ve sigara şirketleri / MERYEM VİTNİ-SOL

Türkiye tütün tekellerinin kıskacında

Piyasa düzenleme rejimi altında aşırı büyütülen tütün tüketimi şimdi ucuz ikame ürünlerle akıl almaz biçimde daha da kışkırtılıyor. 

Türkiye’nin çok satan bir sigara markasının 100 gramlık poşette sarmalık kıyılmış tütün ürünü türevi piyasada boy göstermeye başladı. Ürün için yapılan gizli reklamlara göre, bir poşetten 6 paket sigaraya denk miktarda tütünü ya kağıda sararak ya da makaronlara (içi boş sigara tüpü) doldurarak tüketmek mümkün. Poşetin fiyatı 40 TL. Bunun anlamı, aynı markaya sahip ikame bir ürün, o sigara markasının 2,4 katı daha ucuza satılıyor. Sigara markasının güncel fiyatı 16 TL, aynı markadan sarmalık kıyılmış muadilinin fiyatı ise 6,67 TL’ye geliyor.

AKP’nin, vergi geliri beklentisi ve ulusötesi sigara şirketlerinin baskısıyla, tamamına yakını ruhsatsız, bandrolsüz olan sarmalık kıyılmış tütün piyasasını yasallaştırma, düşük ÖTV oranı ile cazip hale getirme politikasını ele aldığımız önceki bir yazımızda, dev ulusötesi şirketlerin ne bandrolsüz ikame ürün piyasasına, ne de kendi kontrolleri dışında gelişecek bandrollü ikame ürün piyasasına tahammülü olacağının altını çizmiştik. Bu nedenle en kısa sürede sarmalık kıyılmış tütün üreticilerini, tüccarlarını ve onların kurmaları beklenen kooperatifleri hortumları içine çekeceklerini, çekemediklerine cezai işlem uygulanması için baskı yapacaklarını belirtmiştik.

AKP’nin vergi indirimleri, vergi zamları kadar haber olmuyor. Oysa, son yıllarda tütün ürünü piyasasında ardı ardına oransal ÖTV indirimleri oldu. Bunların büyük kısmı, fiyatları baskılamak ve ulusötesi şirketlerin yurtdışına transfer ettikleri gelirlerindeki kayıpları telafi etmeye yönelik yapıldı. En çarpıcı vergi indirimi ise sarmalık kıyılmış tütün ürünlerinde yaşandı. Bu ürünler için iki yıl önce % 65,25’ten % 63’e düşürülen ÖTV oranı, Mart 2020’de % 40’a indirildi. Bu indirim, sert cezai önlemlere başkaldırarak seslerini duyuran tütün üreticilerinin derdine çare olmaktan ziyade, ulusötesi sigara şirketleri için yeni bir fırsat sundu. Fiyatlandırma, pazarlama avantajlarını kullanarak, sigara markalarıyla rekabet etme potansiyelini yok etmek istedikleri bu ucuz ikame ürün piyasasını ele geçirirken, düşük vergi olanağından kendileri yararlanabilirlerdi.

Esas sorun kanun

Adıyamanlı üreticiler ile tüccarların açmazı, sanıldığının aksine ÖTV’nin yüksek olması değil, oligopol örgütlenmesi içinde olan ulusötesi şirketlerin piyasa hakimiyeti ve bu hakimiyeti garantileyen 4733 sayılı Kanun. Türkiye’nin üzerine deli gömleği gibi geçirilen, AKP’nin şaşmadan uyguladığı bu Kemal Derviş kanunu ile kurulan piyasa düzenleme rejimi içinde ülkede hem tütün tarımı çökertildi, hem de sınırsız ürün arzıyla tüketim sürekli körüklendi. Sarmalık kıyılmış tütün piyasasını güçlendirmek üzere, yaprak sigara kağıdı ile makaronların üretimi ve piyasaya arzı için ayrıca bir dizi düzenleme yapıldı.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre, sarmalık kıyılmış tütün mamulü üretmek üzere izin verilen firma sayısı günümüzde 19’a yükselmiş bulunuyor. Birçoğu yöresel nitelikli bu firmaların arasında BAT, JTI ve Philsa hemen dikkat çekiyor. 2014 öncesinde 37 farklı ürünün piyasaya arzı söz konusuyken, günümüzde 15 firmanın toplam 196 adet sarmalık kıyılmış tütün ürününe piyasaya arz izni verilmiş durumda. Bu sayı daha da artacaktır. Bunların arasında JTI’nin 1, BAT’ın 2 ürünü de var. İşte yukarıda söz ettiğimiz ürün, JTI’nin ünlü markasını taşıyan ürün.

Markete, bakkala gittiğinizde, söz konusu 196 ürünü arayacak olursanız, büyük olasılıkla bulamayacak, sadece JTI’nin markasını özel teşhir kutusunda göreceksiniz. Yakında, BAT ve Philsa’nın sarmalık kıyılmış tütün markaları da onun yanında yer alır. Bu şirketlerin ülke genelinde yıllar içinde oluşturdukları dağıtım ve pazarlama örgütlenmesi, bakkaliye ve market zincirleriyle sözleşme kapasiteleri, diğer firmaların piyasaya erişiminin önünde büyük engel oluşturacaktır. Bunlar ya piyasadan silinip gidecek, ya yine kayıtdışına kayacak, ya da ulusötesi şirketlerin hortumuna kapılacaklardır. Sonuçta, ulusötesi şirketlerin kontrolündeki piyasa biraz daha büyümüş, ucuz alternatif ürünlerle zenginleşmiş olacaktır.

Yüzlerce ürün piyasada

Türkiye’de tütün tüketimi ve kullanım sıklığındaki yükselişe şaşanların, ürün arzının hem kategori çeşitliliği hem de marka ve alt-marka bazında artışına bakması gerekli. 4733 sayılı Kanun’un yürürlük kazandığı süreç içinde, piyasaya yüzlerce ürün pompalandı. Günümüzde, sigarada 216, nargilelik tütün ürününde 1766, yerli puro ve sigarilloda 112, ithal puro ve sigarilloda ise 21 adet farklı marka ve alt-marka bulunuyor. Şimdi bunlara 196 adet sarmalık kıyılmış tütün mamulü katıldı. Toplamı, 2311 ediyor. Ülke tütün ürününe boğulmuş durumda. Bunlar bandrollü, iktidar tarafından piyasaya arz izni verilmiş ürünler. Bandrolsüz piyasada markalı/markasız yüzlerce ürün daha var. Bir de, sarmalık kıyılmış tütün piyasasının yan ürünleri, yine Bakanlık onaylı 140 makaron ve 32 yaprak sigara kağıdı marka ve alt-markası bulunuyor.

Piyasa düzenleme rejimi altında aşırı büyütülen tütün tüketimi şimdi ucuz ikame ürünlerle akıl almaz biçimde daha da kışkırtılıyor. Bununla da yetinmeyen ulusötesi sigara şirketleri, asıl şimdi, yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerini bu rejimden daha da gevşek ve elverişli koşullarla Türkiye pazarına sokacak düzenlemelerin peşinde. İktidar cephesinden bu konuda çelişkili sinyaller geliyor. Bu akıldışı ve tehlikeli gidişatı kesin olarak durdurmak ancak 4733’ün tersine döndürülmesi ile olanaklı. Tüketicilerde davranış değişikliği hedefleyen talebi düşürmeye yönelik önlemlere işlerlik ve etkinlik kazandırabilmek için, tütün ürünü üretiminin ve satışının kamu denetimine geçmesi, tütün ürünü arzının planlı biçimde daraltılması gerekli.

MERYEM VİTNİ-SOL

                                                                     ***

Sarmalık kıyılmış tütünde çözümsüzlük ve sigara şirketleri

Daha üreticiler kooperatif kuramamışken, Bakanlık’ın web sitesinde sarmalık kıyılmış tütün üretimi için yetki belgesi alan 3 şirket ön plana çıkıyor: BAT, JTI ve PHILSA. Çoktan girmişler bu piyasaya.


Temmuz ayının ilk haftasında Adıyaman ve çevre illerde tütün üreticileri ve tüccarları yol kesme eylemleri yaparak seslerini ve taleplerini duyurdular: “Tütünüme dokunma”, “Tırşikçi kapitalistlere hayır”, “Yasa geri çekilinceye kadar eylemlerimize devam edeceğiz”. Siyaset hareketlendi. AKP cenahı, IMF’ye ve yabancı şirketlere teslim olmanın ilk günahına vurgu yaparak, kabahati Ecevit ve Derviş’e attı. Muhalefet ise, AKP’nin 19 yıllık günahlarını saydı durdu. Yerli tütüne güzelleme yapıldı bolca. Bölge halkının oyunu kim kapacak yarışına girildi. Sonuç itibariyle öyle bir hava estirildi ki, sanki pandemi nedeniyle üreticilerin kooperatif kurmaları gecikmiş, sanki ek süreyle nihayet yasallık kazanacaklar, düzen içi çözüme kavuşacaklar.

Geçen yıl soL’da yayınlanan “Açık tütünde yasallaştırma kimin işine yarayacak?” başlıklı yazımızda, AKP’nin sarmalık kıyılmış tütün piyasasında başlattığı yasallaştırma düzenlemelerinin sonuç itibariyle ulusötesi sigara şirketlerinin (UÖSŞ) piyasa hakimiyetini tahkim etmeye yarayacağına dikkat çekmiştik. 

Piyasada bandrollü ve bandrolsüz ikili yapı

Bir yıl sonra durum daha da kristalize oldu. Bir yanda, tütün üretimini ve ticaretini düzenleyen 4733 sayılı Kanun ile sınırları çizili ve UÖSŞ’lerinin hakim olduğu yasal, bandrollü piyasa var. Bu piyasa Türkiye’de büyük oranda sigaradan oluştuğu için, basitleştirmek amacıyla sadece sigara üzerinden değerlendirmek olanaklı. Son on yıldır hacmi ve vergi gelirleri gitgide büyüyen bu piyasada, 2020’de iç piyasa satışları 117,9 milyar adet dal, bürüt satış hasılatı ise 89,2 milyar TL olarak gerçekleşti. Bu hasılatın %82’si KDV ve ÖTV geliri olarak tahsil edildi. Ayrıca söz konusu şirketler, Maliye Bakanlığı’nın gözdesi en büyük kurumlar vergisi yükümlüleri arasında yer aldı. 

Diğer yanda, önceki yazımızda nedenlerini irdelediğimiz 4733 sayılı Kanun’un içten patlaması sonucu gitgide büyüyen bandrolsüz, kayıtsız, yasadışı bir piyasa daha var. Bandrollü piyasa büyük oranda sigaradan oluşurken, 4733 sayılı Kanun’un dışında oluşan bandrolsüz piyasa ise büyük oranda sarmalık kıyılmış tütünden ibaret. Sarmalık kıyılmış tütün, ya yaprak sigara kağıdına sarılarak, ya da daha yaygın olarak, makaron denen boş sigara tüplerine doldurularak tüketiliyor. İkinci tür, piyasada poşetlenmiş 20’li hazır dolgulu makaron halinde satılıyor. Resmi verilere göre, 2020’de bandrollü piyasada 17,9 milyar adet boş makaron ve 1,7 milyar adet yaprak sigara kağıdı satıldı. Toplamı 19,6 milyar adet ediyor. Peki, satışı gerçekleşen bu makaronların/kağıtların içinde hangi tütünler içildi? 2020 bandrollü sarmalık kıyılmış tütün satışına baktığımızda (2,4 bin ton), bu miktar ancak 3,3 milyar adet makaronu/kağıdı dolduruyor. Demek ki, 2020’de en az 16,3 milyar adet makaron/kağıt bandrolsüz sarmalık kıyılmış tütünle doldurularak tüketilmiş. “En az” diyoruz, zira bu hesaba bandrolsüz satılan makaron/kağıt ve bunların içinde içilen tütünler dahil değil. Yıllık perakende hasılatı 7-8 milyar TL olarak hesaplamak mümkün.

AKP’nin cambaz politikası

Bandrolsüz piyasa sorunu karşısında AKP politikasını biçimlendiren 3 dinamik var:

1) UÖSŞ baskısı:

UÖSŞ’lerin, hapis cezası dahil, yasadışı üretim ve ticareti caydırıcı önlem alınması talepleri 2017’de Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nda yapılan bir düzenlemeyle karşılandı. Buna göre, yetki belgesi almadan veya bildirimde bulunmadan tütün ticareti yapanlar ile ticari amaçla makaron veya yaprak sigara kâğıdını, içine kıyılmış tütün, parçalanmış tütün ya da tütün harici herhangi bir madde doldurulmuş olarak satanlara, satışa arz edenlere, bulunduran ve nakledenlere 3 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası getirildi. 2020 Haziran’da, bu hükmün yetki belgesi almadan veya bildirimde bulunmadan tütün ticareti yapanlar bakımından, 1/7/2021 tarihinde yürürlüğe girmesi şeklinde değişiklik yapıldı. İşte, o tarih gelip çattığında, sarmalık kıyılmış tütün ile geçinen ahali isyan etti. Şimdi bu tarihin bir 6 ay daha ötelenmesi gündemde.

2) Yasallaştırma/vergi geliri beklentisi:

  • 2020 sonunda yürürlük kazanan bir Yönetmelik değişikliği ile, tek başına kıyılıp içilebilme vasfına sahip tütünler için en az 250 tütün üreticisinin kuracağı tütün üretim ve pazarlama kooperatiflerine ticaret yetki belgesi verilmesinin önü açıldı. 
  • Türkiye’de üretilen sigaralarda, 4733 sayılı Kanun yürürlüğe girdiğinde yüzde 42 olan ve 2020’de yüzde 11’e kadar düşen yerli tütün kullanım oranına kota getirildi. Tütün ürünü üreticilerinin her bir kategori bazında, 2022’de yüzde 17, 2023’te yüzde 21, 2024’te yüzde 25 ve sonrasında en az yüzde 30 oranında Türkiye’de üretilen tütün kullanmaları zorunluluğu getirildi. 
  • Sigarada halen yüzde 63 olan ÖTV oranı, 2020 Mart’ta sarmalık kıyılmış tütün için yüzde 40’a düşürüldü. 

3) Göz yumma: Sayıları yurt genelinde 6-20 bini bulduğu ifade edilen bandrolsüz tütün satış noktası ile yüzlerce dolgulu makaron imalathanesi faaliyetlerini sürdürdü, internet ve posta hizmetleri yoluyla tütün ve tütün ürünlerinin ticareti ve nakli devam etti. 

Birbiri ile çatışan ve birbirini etkisizleştiren bu politika demetini AKP kah cezai tedbir uygulayarak, kah destek sözleri vererek, kah bandrolsüz tütün simsarlarının çalıştaylarında boy göstererek, kah süre uzatarak devam ettiriyor.

Dev ulusötesi şirketler, 4733 sayılı 'deli gömleği' Kanun ve tütün üreticileri

Dünya ve Türkiye tütün piyasalarında, hem alıcı hem satıcı konumunda aynı 3-5 şirketten oluşan tipik bir oligopolün hakimiyeti söz konusu. Bu oligopol, son 40 yıl içinde estirilen serbestleştirme ve finansallaşma rüzgarlarını arkasına alarak, özelleştirme, satın alma ve birleşmelerle oluştu. Çin ve ulusal tütün şirketlerini korumaya gayret eden birkaç ülke haricinde, tüm dünyaya yayılmış, tarladan perakendeye kadar, üretim ve ticaretin her aşamasında hakimiyet kurmuş durumda. Ucuz emek, ucuz tütün ve bakir pazarlar peşinde biçimlenen bu yayılma sürecinde, tütün tarımı, imalatı ve tüketimi büyük dönüşüm geçirdi, Batı’dan Küresel Güney’e kaydı. 

2000’lerin başında, birçok ülkede eşanlı olarak tütün tarımı destekleri kaldırıldı, yerini UÖSŞ’lerin yoksulluk sınırı altında fiyat dayattığı sözleşmeli üretim aldı. 1970’lerden itibaren yaprak tütün üretimi hızla arttı ve fiyatlarda süreğen düşüş yaşandı. Tütün tarımı geleneksel üretim bölgelerinden, gitgide daha yoksul ülkelere ve bölgelere kaydı. Sözleşmeli üretim, tütün çiftçisini kendi toprağı üzerinde taşeronlaştırdı, işçileştirdi. Endonezya’dan Türkiye’ye, Brezilya’dan Tanzanya’ya kadar, ücretsiz aile işçiliği, çocuk işçiliği ve kırsal yoksulluk üzerine oturan bir düzen kuruldu. 

Bu sürecin Türkiye izdüşümü 2002 yılında yasalaşan ve ülkenin üzerine bir deli gömleği gibi giydirilen 4733 sayılı Kanun oldu. Amaç, tarımda devlet desteğinin kaldırılması, sözleşmeli tarıma geçilmesi, piyasaya giriş engelleri, fiyat belirleme serbestisi, ithalat-ihracat serbestisi yoluyla UÖSŞ’lerine oligopol koşulların ve yüksek kâr hadlerinin garantilenmesi ve TEKEL’in özelleştirilerek ortadan kaldırılmasıydı.

Türkiye’de tütün tarımına en büyük darbeyi UÖSŞ’ler bu Kanun’la vurdu. Sigara üretimi ve tüketiminin arttığı bu dönemde, 4733 sayılı Kanun yürürlüğe girdiğinde, 112,2 bin ton/yıl olan yaprak tütün üretimi ve tütün üreten 319 bin aile işletmesi sayısı, 2020’a gelindiğinde 82,8 bin ton/yıl’a ve 57 bin üreticiye geriledi. 2012 yılında Türkiye net tütün ithalatçısı oldu ve o tarihten sonra ithalat-ihracat makası sürekli açıldı. Tütün Eksperleri Derneği’nin 2020 Tütün Raporu’na göre, günümüzde tütün üreticisinin eline kendi işçilik yevmiyesi dışında bir şey geçmiyor, küçük toprak mülkiyeti ve düşük fiyatlar, üretici gelirinin asgari geçim seviyesinin altında kalmasına neden oluyor. Marmara’da tütün tarımı artık son bulurken, Ege’de ağırlıklı olarak yaşlı ve çocuk nüfus tarafından gerçekleştiriliyor, üretim ülkenin doğu illerine kayıyor. 

Üreticinin önünde, sözleşme ücretlerini kabullenmek, tütünü bırakıp kente göçmek, ya da bandrolsüz piyasaya yönelik kayıtsız üretim ve satış yapmaktan başka bir alternatif yokken, şimdi, üçüncü alternatifin yerine, “Gelin, 4733 sayılı Kanun’a tabi olun, 250 kişilik profesyonel kooperatif kurun, yetki belgesi alın, oradan kayıtlı alım satım yapın, yoksa sopa” deniyor. Kendi toprağı üzerinde işçileşmiş, asgari geçim seviyesinde gelir elde eden üreticiye şimdi dayatılan şey: girişimcilik. Sanki, karşılarında UÖSŞ’ler ve 4733 sayılı Kanun’un onları kayıran hükümleri yokmuş gibi.

Dev ulusötesi şirketlerin hortumu ortalığı silip süpürecek

UÖSŞ’ler, başta nargile tütünü olmak üzere piyasada farklı tütün ürünlerine müsamaha gösterirler, üreticilerini rakip olarak görmezler. Nikotin bağımlılığını pekiştiren bu ürünler, tüketimi en pratik ve nikotin salgısı optimal olan sigarayı ikame edemez ve bu nedenle varlıkları aslında sigara satışlarını olumlu yönde etkiler. Ancak sarmalık kıyılmış tütün ve dolgulu makaronlar gerçek ikame ürünlerdir. Üstelik bugün büyük oranda bandrolsüz olmaları nedeniyle bandrollü sigaraya göre oldukça ucuzdurlar. Sigaraya göre farklılaştırılmış ÖTV oranı, bandrollü sarmalık kıyılmış tütünü hâlâ ucuz kılmaktadır. Ne bandrolsüz ikame ürünlere, ne de kendi kontrolleri dışında yasallaşacak bandrollü ikame ürünlere UÖSŞ’lerin tahammülü olamaz.

Oligopol yapıları nedeniyle, UÖSŞ’ler, fiyat rekabetine, kendi kontrolünde olmayan ikame ürüne izin vermez, piyasada mutlak belirleyici olmak isterler. Sigaranın bağımlılık yapıcı özelliği ve ikame ürün bulunmaması nedenleriyle talebin fiyat esnekliğinin çok düşük olması ve 4733 sayılı Kanun ile tanınan fiyatlama serbestisi, UÖSŞ’lerine süper kâr elde edebildikleri bir fiyatlama politikası izleme olanağı tanımaktadır. Kendileri açısından bunun sürdürülmesi elzemdir. Bu nedenle, olabilecek en kısa sürede, sarmalık kıyılmış tütün üreticilerini, tüccarlarını ve onların kooperatiflerini hortumlarının içine çekeceklerdir, çekemediklerine cezai işlem uygulanması için bastıracaklardır. Nitekim, daha üreticiler kooperatif kuramamışken, Bakanlık’ın web sitesinde sarmalık kıyılmış tütün üretimi için yetki belgesi alan 3 şirket ön plana çıkıyor: BAT, JTI ve PHILSA. Çoktan girmişler bu piyasaya. Bunların hortumundan kurtuluş yok. Bunu en iyi bilenler Adıyamanlı üreticiler ve Türkiye’nin dört bir yanında bandrolsüz tütün ticareti yapanlar. İsyanları bundan. 

UÖSŞ’ler ortalığı silip süpürdüğünde, belki sarmalık kıyılmış tütün piyasası bir ölçüde yasallaşmış olacak, ancak kesin olan, üreticiler kendilerini bugünden daha kötü bir konumda bulacaklar ve ülke biraz daha, gizli reklamı yapılan, gitgide çeşitlenen tütün ürünü arzına boğulacak.

Mevcut durumun ise hiçbir sürdürülebilirliği yok. Süre uzatımları ne kadar devam edebilir? 4733 sayılı Kanun’u çöpe atmak, UÖSŞ’lerini sepetlemek, hem halkın akciğerlerini, hem üreticinin geçimini, sosyal haklarını, çoluğunun çocuğunun eğitimini gözeten bir üretim planlaması yapmaktan başka çare yok. 

MERYEM VİTNİ-SOL(12/07/2021)