28 Aralık 2021 Salı

Şeyh Rengim Gökmen: Bir kamu zararı öyküsü (1) - MELİS GÖNENÇ / SOL

 2007-2014 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürlüğü yapan Rengim Gökmen’in telif hakları konusundaki sorumsuz ve laubali tutumu devlete milyonlarca liraya mal oldu.

Devlet Opera ve Balesi’nin (DOB) içinde bulunduğu sanatsal ve etik çöküntünün temel nedenlerinin başında, cumhuriyet tarihinin son 30 yılının en keskin dönemecinde, 2007-2014 arasında, kuruma bir tarikat/cemaat yapısı ve zihniyeti yerleştirmeye çalışmış olan Rengim Gökmen’in genel müdürlüğü gelir.

Bu yıllar, islamcı iktidarın, FETÖ bileşeniyle birlikte, laik cumhuriyeti törpüleme sürecini Ergenekon adı altında kararlı biçimde başlatıp, tamamladığı zaman dilimine denk düşer.

Aynı dönemde, en korunaklı, en kalın kabuklu kabul edilen DOB ve CSO başta olmak üzere, çoksesli müzik kurumlarına yönelik islamcı saldırının içeriden işbirlikçiler bulmadan başarı kazanma olasılığı ise hiç yoktur.

İlk önemli işbirlikçi, yasal ve etik engellere karşın, başrejisör yapılmasına göz yumdukları Yekta Kara’dır. Öyküsünü İDOB yazı dizimizde anlatacağız. Rengim Gökmen’in birinci sınıf işbirlikçi kumaşa sahip olduğunu islamcılar nezdinde defalarca teyit edip, ona kefil olacaktır. Başka kaynaklardan gelen bilgiler de aynı yönde olunca, islamcılar Gökmen’i gönül rahatlığıyla genel müdür yaparlar. Bu ikiliye 2009’da bir üçüncü eklenecektir: Saray’ın muteber bankacısı, DOB sponsoru Denizbank’ın Genel Müdürü Hakan Ateş’in kız kardeşi Nilgün Çelebi. Hakan Ateş İstanbul Uluslararası Opera Festivali’ne sponsor olmaya karar vermiştir. Mürüvvetini görmek ister. Eh, paranın yüzü sıcak. Nilgün Çelebi apar topar genel müdür yardımcısı yapılır.

İslamcılar Rengim Gökmen’den o kadar memnunlardır, bu kurumları kontrol altına alıp, tahrip edebilmek için ona o kadar bel bağlamışlardır ki, açık çeki çekincesiz imzalarlar; aynı anda hem DOB’un, hem de CSO’nun başına getirirler.

Her iki kurumda da benzer bir yıkım yaşanacaktır.

CSO’da yaşananları ve bugünkü perişan duruma nasıl gelindiğini CSO yazı dizimizde ele alacağız.

DOB’da islamcı iktidar döneminde olup bitenleri, Rengim Gökmen dönemi dahil, daha önceki bir yazı dizisinde kaleme almıştık. (AKP kıskacında bir kurum: DOB, soL Haber, 25 Eylül 2019)

DOB’da şeyhlik rejimi

Çok kısaca birkaç ana noktayı anımsatalım:

1) İslamcılar siyasal kültürleri gereği tek adam rejimine yatarlar. Bunun kurumsal karşılığı merkezileşmedir. Daha önce yönetsel ve sanatsal özerkliğe sahip olan opera müdürlükleri, Şeyh Rengim Gökmen döneminde bu özelliklerini yitirmiş, genel müdürün tek karar verici olduğu bir deli gömleğine sokulmuşlardır. Tam bir şeyhlik, ağalık rejimidir. Bu sürecin TÜSAK ile tamamlanması planlanmış, şeyh ve başrejisörü Yekta Hatun bu işin dinamosu olmuşlardır.

2) Tek adam rejimi her yerde klanik yapılanmaya yol açar; tarikat/cemaat örgütlenmesi modelidir. Neoliberal dönemde bu tip oluşumların kanserli hücreler gibi her yere yayıldığı biliniyor. Şeyh Rengim Gökmen başa gelir gelmez, DOB’da böyle bir süreci başlatmıştır. Gökmeni Tarikatı elemanlarını bütün müdürlüklere yerleştirecek, biat etmeyenleri dışlayacaktır.

İşlerini iyi yaptıktan sonra, sorun ne ki?” denebilir. Oysa sorun tam da burada: Tarikat/cemaat yapılarında ehliyet-liyakat ölçütü belirleyici nitelik sayılmaz; biat ölçütü temel alınır. Karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı bu sistem, içlerinde önemli çoğunluğu vasat ve vasat altı olan birçok Gökmeni Tarikatı üyesinin DOB’un önemli postlarına yerleşmesine, değişik müdürlüklerde yuvalanmalarına, şeyhlerinin de desteğiyle, islamcıların sanat anlayışına uygun yoz siparişlere evet demelerine yol açmış, sanatsal çöküş tetiklenmiştir. Liyakat ölçütünün terk edilmiş olması, keyfi uygulamaların artmasını getirecek, bu ise, kurumsal derinlik ve saygınlığı rendelemekte gecikmeyeceği gibi, yönetsel anlamda yerleşik hale gelen oportünizm, etik bünyeyi hızla kemirecektir.

Beni genel müdür mü yapacaklar?  Harika! Tam transa geçme zamanı. İşte, geçtim bile!






3) Şeyhin tek amacı o koltukta kalabilmektir. Şeflik nitelik ve kariyerinin ortalamanın üzerine çıkamayışı, uluslararası düzlemde var olamayışı, çok belirgin bazı kişisel zaafları, o koltuğun tek varlık nedeni olmasına yol açmış, orada tutunabilmek için dökülmediği kalıp kalmamıştır. Altı sanatçı, üstü bürokrat tuhaf bir yaratığa dönüşmüştür. Tabii, her vasat yetenek gibi, kendinden iyileri yanına oturtmamayı iyi bellemiştir.

İslamcılar için konforlu bir at arabası olacak, taşlı yollar onunla aşılacaktır.

Üç kapıdan geçerek…

Genel müdürlük koltuğunda tutunabilmek için üç kapılı bir tarikat inşa eder; üç köklü bir azı dişi:

a) Ekonomik kapı: İslamcıların zaten gâvur işi saydıkları opera-baleye zorunlu olarak ve kerhen bütçe ayırdıkları biliniyor. O da devede kulak. Laik cumhuriyetin opera-baleyi kamusal etkinlik-kamu yararı şemsiyesi altına almış olması, liberal formasyonları ve laik cumhuriyet düşmanlıkları gereği, bu güruhun sinir uçlarına dokunuyor. O nedenle, bu alanı özelleştirmek, sponsorluk ayağına özel sektöre açmak istiyorlar. Böylece, bir taşla 4 kuş indirecekler: Liberal ve islami tutarlılık,  laik cumhuriyeti Dar’ül harp coğrafyası saymalarına rağmen, yine de günahtan yırtma garantisi, parayı kendilerine daha cazip gelen alanlara kaydırma, opera-baleyi alaturka, arabesk, pop sokuşturarak seyreltme.

Yani?

Bakanlık koridorlarına, “Paramız bitti, ek bütçe verin, bu sanat kamu hizmetidir, kâr güdülmez” gibi eski Türkiye aromalı yakarışlarla musallat olan genel müdürler yerine, “Aman efendim, lütfedip bütçe ayırmış olmanız bile büyük incelik, endişe buyurmayınız, asla ek bütçe talebimiz mevzu-u bahis olmayacak, kıymetli iş dünyamızın cömert, sanatsever şahsiyetleri ne güne duruyor?” diyen bal ağızlı genel müdür arayışındalar.

Şeyhimiz, DOB tarihinde ek bütçe istemeyen ilk genel müdür olacaktır.

Peki, ne pahasına?

Birazdan örnekleyeceğiz.

b) İlahi kapı: İslamcıların göz süzeceği, sanatsal içerik açısından gerici, estetik açıdan düşük yapıtları öne çıkarmak: Mevlit KantatHaremV. Murat vb.

Yani?

Opera sahnesinde alaturka olmaz!” diyen sirke sesli genel müdür yerine, “Yerli ve milli kültürümüzün en saf ve asil zuhuru, ecdat Osmanlı harsının medar-ı iftiharı olan Klasik Türk Musikisi’ni, Batı’nın klasik müziği ile eşit kılmak bizim temel vazifelerimizden olacaktır.” diyen zemzem sesli genel müdür arayışındalar.

Laik cumhuriyetin müzik davasına büyük ihanet anlamının yanı sıra, kallavi bir müzikal kültür görgüsüzlüğü anlamı da taşıyan, çoksesli müziğe alaturka formlar lehimlemek, islamcıların gözüne girmek amacıyla bu dönemde resmi tavır niteliği kazanacaktır.

c) Medyatik kapı: İslamcılar çoksesli müzik ve sahnesinden anlamadıkları ve bu dünya içinde islamcı bulmak da çok zor olduğu için, kişiler ile ilgili değerlendirmelerini onların PR’larına bakarak yaparlar. Medyada ne kadar bol övgülü, cömert şakşaklı isim varsa, onlara yönelirler. Velhasıl, kim popülerse, işlerini onunla görmeyi yeğlerler. İşbirlikçilerin popüler figürler arasından devşirilmesi yüzyılların siyasal deneyimidir.

Damacana Serhan iş üstünde

Şeyh durumu bildiğinden, önünde de sağlam bir Yekta Hatun örneği durduğundan, basın ile bol akçeli, bol davetli, bol çıkarlı ilişkileri adeta kurumsallaştırır. Makro medyada Gökmeni Tarikatı Basın İmamı olarak Hıncal Uluç, mikroda ise, Akil Adam Şefik Kahramankaptan ve Damacana Serhan öne çıkarlar. Tabii, başkaları da vardır. Festivallerde ağırlanan tayfayı yeri geldiğinde tanıtacağız.

Şeyhin damacana ile ilişkisi gerçekten de damacana usulü olacaktır. Etik metik hak getire! Damacana, “Her notanın arkasında bir banknot gizlidir” ilkesini varlık nedeni yapmış ve her tüccar gibi, paranın hemen ve çoğul haliyle avuçlanmasının mutluluk hormonunun tek yakıtı olduğuna iman etmiş bir canlı türünün temsilcisi olduğundan, kültürel genlerine sabır kavramı tanımlanmamıştır. 2009 yılı sonunda, şeyh, damacanadan DOB adına, ücretsiz dağıtılacak bir PR yayını çıkarmasını ister. OPERA BALE GAZETESİ adlı iki aylık ve iki yapraklık bu sıska bülten, sıskalığına epey sıskadır ama, damacanaya ödenen rakam ters orantılı olarak oldukça tombul olacaktır. Sözü edilen PR bülteni DOB’un herhangi bir sekreterinin bir haftada kotarabileceği nitelikte olmasına rağmen, bu yolun şeyhin medyatik köpürtülmesine yeterince elverişli olmayacağı saptaması üzerine, damacana devreye alınmıştır.

PR’cımız doyumsuz bir iştahla DOB banknotlarını istifleyince, hiç bekletmez; bültenin ilk sayısının üzerinden henüz 4 ay geçmiş, ikinci sayının mürekkebi bile kurumamışken gereğini yapar:

Andante Klasik Müzik Ödülleri 2010, Yılın Orkestra Şefi Ödülü: Rengim Gökmen.

Andante Klasik Müzik Ödülleri 2010, Yılın Müzik Kurumu Yöneticisi (DOB) Ödülü: Rengim Gökmen.

Yani, çift kaşarlı…

Herkes yolunu bulur.

Liberal damacana tarifeyi kalın uçla yazar:

“Ne kadar ekmek, o kadar köfte.”

Anladınız, değil mi?

“Yap PR’ı, kap parayı” dönemi kurumsallaşmaya başlamıştır. Malum, neoliberal çağdayız; sanat aşkının nakit aşkına endekslendiği yılları katediyoruz. Bu çürümeye sipariş PR kitapları rezaleti de eklendiğinde, ülkede artık neden müzik yazarlığı diye bir şey kalmadığının önemli nedenlerinden birini kuyruğundan yakalamış oluyorsunuz.

Ne pahasına mı?

Şeyhimiz düşünür:

Repertuara çakarlı bir Osmanlı macunu çektik mi, iş tamam. Medya en kolayı; birkaç kemiğe hepsi tav olur zaten. Cebimizden çıkmıyor ya… Esas mesele bütçe; adamlardan ek 5 kuruş dahi istememek lazım. Vallahi koltuk gider. En iyisi, Nilgün’ü yardımcım yapıp, Denizbank’ı vantuzlamak. Ne yapalım; o ağabeyini de çekeceğiz artık. Herif bankacı postuna bürünmüş Coşkun Sabah, billahi!

Tamam da, ya kalan masraflar? Herkes elimize bakıyor. Bari şu telif belası olmasaydı..!”

Şeyh Hazretleri doluya koyar almaz, boşa koyar dolmaz.

Peki, hiç telif ödemesek, ne olur ki?”

Nasıl yani?

İşte, ilk bölümü 8 yıl, ikinci bölümü 12 yıl, üçüncü bölümü halen sürmekte olan kamu zararı öykümüz bu cümle ile başlıyor.

Bölüm 1: Kepazelik tohumları

Internationale Musikverlage Hans Sikorski 1935 yılında kurulmuş, merkezi Hamburg’da olup, dünyanın birçok ülkesinde temsilciliği bulunan, DOB’dan daha yaşlı, uluslararası bir nota yayımcısıdır. Dolayısıyla, telif haklarını da elinde tutuyor. Neoklasik yapıtların hatırı sayılır bir bölümünün mali hakları bu şirkette. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, onun listesinden bir yapıt seçtiğinizde, ancak telif ve nota ücretini ayrı kalemler olarak içeren bir sözleşme imzaladıktan sonra seslendirme/sahneleme izni alabiliyorsunuz. Gelişmiş ülkelerin hepsinde uygulanan yöntem bu. AB ülkeleri açısından son derece hassas bir konu.

1) 2005 yılında, İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Prokofiev’in Romeo ve Juliet balesini sahneleme kararı alır. Bu sırada İDOB’un başında Suat Arıkan var. DOB Genel Müdürü ise, Remzi Buharalı. DOB üzerinden henüz şeyhin traktörü geçmemiş; sistem merkezileştirilmemiş. Müdürlükler yönetsel ve sanatsal özerkliğe sahip olduğu gibi, mali konularda da baskı görmüyor.

Telif?

Romeo ve Juliet’in repertuara alındığından haberdar olan Sikorski temsilcisi, yapıt sahnelenmeden birkaç ay önce temsil bedeli (telif hakkı) ile nota kirasının ödenmesi gerektiği yönünde Suat Arıkan’ı uyarır. Üstelik, sözleşme metnini de getirmiştir. Arıkan iplemez. Konunun hukuki bir soruna yol açabileceği öngörüsüne sahip olmadığı için, ne kendi hukukçusundan, ne de genel müdürlükten görüş ister.

"Yoksa, tazminat ateşi aşk ateşinden daha mı yakıcı?"


17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik görüşmelerinin 3 Ekim 2005’ten itibaren başlaması kararı alınmıştır. Artık Avrupalı oluyoruz; dünyanın fonu gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Romeo ve Juliet 14, 17 ve 21 Mayıs 2005’te AKM’de, 1 Temmuz’da ise, 12. Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali kapsamında sahneye taşınır.

2) DOB Genel Müdürü Meriç Sümen. Ankara’da parlak fikir: İlkbahar Tangosu adıyla bir bale gösterisi. Üç bölümlü, üç müzikli, üç koreograflı. İlk bölüm, Kazimir’s Colors, Mauro Bigonzetti’nin elinden çıkma. Müzik olarak, Şostakoviç’in 1. Piyano Konçertosu kullanılmış.

Telif?

Manyak mısın? CD’den çalacağız, ne telifi?

Emin misin?

O kadar ince elersen, her işte kusur bulursun. Endişeye mahal yok. Artık AB’ye giriyoruz. Tarama toplantıları bitti sayılır. Fasıllar açılmaya başlıyor; müzakereler gıcır. AB hükümetin arkasında. Ayrıca, İstanbul da 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilecek gibi. Paralar gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

İlkbahar Tangosu Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından 27 Ağustos, 9 ve 14 Ekim ile 28 Aralık 2006 tarihlerinde sahnelenecektir.

3) DOB Genel Müdürü Meriç Sümen. 14. Aspendos Festivali programı hazırlanmakta. Krasnodar Grigorovitch Bale Topluluğu’nu davet edelim. Haçaturyan’ın Spartacus’u iyi gider. Zaten izleyicilerin yüzde 70’i Rus ve Alman ağırlıklı yabancılardan oluşuyor. Topluluk Rus, besteci de Sovyet döneminin dünya çapındaki isimlerinden.

Telif?

Boş ver. AB jürisi 11 Nisan 2006’da İstanbul’u oybirliğiyle 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçti. Kasım’da Konsey nasıl olsa onaylar. Paralar geliyor. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Olur mu?

Olmadı, “Biz dans etmedik, Ruslar etti. Parayı onlar ödesin” deriz.

Tamam da, İDOB orkestrası çaldı.

Armudun sapı, üzümün çöpü! Bırak bu kafayı. İş bitirici ol! Devir değişti.”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Spartacus 30 Haziran 2007’de Aspendos’ta sahnelenir.

4) Antalya Devlet Opera ve Balesi Prokofiev’in Peter ve Kurt’unu sahneye taşıma kararında. Temsillerden biri Remzi Buharalı’nın, 8’i Meriç Sümen’in, 9’u şeyhin genel müdürlüğüne denk geliyor. Remzi Buharalı ve Meriç Sümen dönemlerinde il müdürlükleri özerk olduğu için, olası hukuksal sorunlar konusunda Ankara devrede değil. Şeyhin döneminde ise durum tamamen tersi.

Antalya DOB yapıtı 18 kez afiyetle sahneliyor. Müzik CD’den. Çocuklara yönelik bu yapıtın seçilmiş olması yerinde ve işlevsel. Herkes memnun.

Telif?

AB ile ilişkiler doruk noktasında. 2007’de, 2013’e kadar AB hukukuna uymayı hedeflediğimizi bildiriyoruz. Sonrası kolay. Zaten 2021’de de üyeyiz, bilemedin 2023. Şunun şurasında ne kaldı? Ayrıca, Antalya’nın yarısı Alman. AB’nin lokomotifi de Almanya. Üstüne üstlük 13 Kasım 2006’da AB Komisyonu İstanbul’un 2010 Avrupa Başkenti olmasına onayı da bastı. Almanya hayır dese, hiç olur muydu? Çifte kavrulmuş… Damperliyle para gelecek. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Gerçekten mi?

Elbette. Telif şirketi de Alman değil mi? Görmüyor musun, akılları fikirleri güneş, deniz, kum. Uyanık ol. Saksıyı çalıştır. Olmadı, temsilcisine atarsın bi sakal, işi bağlarsın.”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Peter ve Kurt Antalya DOB’da 24 Nisan 2004, 18 Şubat, 4, 18, 25 Mart, 8, 15, 23 Nisan, 13 Mayıs, 21 Ekim, 25 Kasım, 16 Aralık 2007, 20 Ocak, 10, 18 Şubat, 20 Mart, 6 Nisan ve 18 Mayıs 2008 tarihlerinde toplam 18 kez sahneye taşınır.

5) DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen. Ankara’da Sovyet-Rus besteci Rodion Şedrin’in Carmen Suite’i, Carmen Fantezi adıyla sahneye taşınacak. Şeyh uyanık; Carmen Fantezi adı ilk başta Sarasate’ın 1880’lerdeki keman uyarlamasını anımsattığı için telif şirketinin dikkatinden kaçabilir. Malum, telif hakkı sınırı 70 yıl.

Ya çakozlarlarsa?

Şeyh uyanık; 2007’de Türkiye’de “Rus Kültür Yılı” kutlandı ya, 2008’de de Rusya’da “Türk Kültür Yılı” kutlanacak. Durum gayet resmi, bağlanacak kazık gayet sağlam.

Telif?

Ne telifi be? Koskoca Rusya’da “Türk Kültür Yılı” kutlanıyor. Biz de jest olarak Rus bestecinin eserini seçtik, falan deriz. Üç beş kuruşluk telifin lafı mı olur? Arada kaynar gideriz.

Aksilik olmaz mı? Ya telif hakkı başka bir ülkenin şirketindeyse?

Paranoyaklığı bırak! Bu kadar pimpirikle ancak kurdeşen olursun. Anadolu kaplanları nasıl? Atılgan, girişken, iş bitirici… Sanat kaplanı ol, sanat kaplanı!”

Kurum çağdaş da, zihniyet Osmanlı…

Carmen Suite 23, 28 Şubat, 1, 13, 15, 27 Mart ve 10, 12, 17 Nisan 2008 tarihlerinde olmak üzere toplam 9 kez temsil edilir.

Bölüm 2: Davalar yılı 2008

2007 Kasım’ında şeyh genel müdür koltuğuna oturtulur. Telif haklarını elinde tutan Sikorski firması o ana kadarki uyarılarının şark usulü sabunlama ile geçiştirildiğinin bilincinde olduğundan, yasal süreci başlatmadan önce, yeni patron nezdinde son bir girişimde daha bulunmayı uygun görür. Bu yenisi yurt dışında bulunmuş, usul adap bilir, aklı başında biriymiş ya, sorun kolaylıkla çözülebilirmiş.

Bırakın sorunu çözmeyi, şeyh ortada sorun olduğunu bile kabul etmemektedir. Telif de nedir? Bir kuruş dahi çalışmaz.

Oysa, Alman firma uzlaşmadan yanadır ve bir orta yol bulunabileceğine kanidir. Yıllar sürecek davalar, kırpılacak tutarlar yerine, makul rakamlarda buluşmak ticari açıdan daha elverişlidir.

Elin Almanı şeyhin verdiği hangi sözler karşılığı o koltuğa oturtulduğunu ne bilsin?

Yapacak bir şey kalmamıştır. 2008 yılı içinde yukarıda sözü edilen beş yapıt için de dava açılacaktır.

Dikkat edilirse, telif tartışmasına konu olan yapıtların tamamı 2004-2008 yılları arasında temsil edilmiştir. Bu yılların en önemli özelliği,  AB tarafından şımartılan islamcıların meşruiyet alanının genişletilmesi yönünde atılan adımlara sahne olmasıdır. 2004’te AB üyelik görüşmeleri için tarih verilmesi havucu da, 2006’da İstanbul’u 2010 Avrupa Başkenti yapma helvası da bu yöndeki yol işaretleme girişimleridir. Tabii, aktarılan maddi kaynakların, her zaman olduğu gibi, “festival, konser, bienal, renovasyon” falan gibi ayaklarla yağmalanması, sürecin doğal bileşeni olacaktır. Velhasıl, pembe yıllardır; para vermek değil, para almak mantığı egemendir.

Sanat kurumlarında ve devletin her kademesinde AB sözcüğü ağızlardan döküldüğü anda, “Ne kadar verecekler?” refleksi pavlovyen şekle dönüşmüştür.

Şeyhin cebinde o sırada avantaj gibi duran ama, gerçekte tam bir ayı kapanı olan üç şans kartından söz edilebilir:

1) AB ile canım cicim yılları: İslamcılara, tek kuruşluk ek bütçe talebinde bulunmayacağı sözü vermiş olan şeyhimiz, AB şirketlerine değil telif ücreti ödemek, doğrudan onlardan fonlanabilmenin peşindedir. Tam bir Şark-Garp yaklaşım farkı:

Şeyh, “AB’ye giriyoruz. Artık akraba sayılırız. Onların sanatını yapıyoruz;  biraz da bizi görsünler canım! Telifin falan lafı mı olur?” diyen şark zurnasını üflerken, Alman şirket, “Türkler AB müktesebatına uyacaklarına ve opera-bale de en çağdaş kurumlarının başında geldiğine göre, telifleri falan artık düzgün öderler” şeklindeki garp düdüğünü çalmaktadır.

Siyasal gökteki iyimserlik ve atmosfere yayılmış euro kokusu şeyhimizi fena halde yanıltmaktadır.

2) Rakipsiz Yekta Kara: En büyük destekçisi Yekta Hatun Almanya’da okumuş, Almanlar ile içli dışlıdır ya, gerekirse, Alman büyükelçiyi arayıp, işi bitirebilir. Basın ile de ballı börekli. Hatun şeyhi kanatlandırdıkça kanatlandıracaktır.

3) Bankacızade Nilgün Çelebi: Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş’in ablası Nilgün Çelebi’yi olası kötü senaryolara karşı teminat akçesi olarak DOB Genel Müdür Yardımcısı yapıp, gerektiğinde, pantolon paçalarını ıslatmadan sudan geçebileceğini düşünmektedir. Kapsamlı poliçe. Allah için hoş kadın da; koltuğa yakışır hani…

Dedik ya, bizim şeyh akıllı, kültürlü, görgülü, bilgili, üstelik de kurnaz mı, kurnaz. Hem de şark kurnazı. Yoksa nasıl şeyh olsun ki?

Gel de bunları Sikorski’nin kalın kafalı avukatlarına anlat! Yok 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na aykırı tavırmış, yok AB’nin standart ve uygulamaları varmış, yok ülkenin imajı zedelenirmiş, vır vır vır… Koltuğu bırakıp gidelim yani, öyle mi? O zaman bize kim şeflik yaptırır? Ayrıca, dünya zengini Alman bizden gelecek üç kuruşluk telife mi kaldı?

Yarın: DAVA YAĞMURU BAŞLIYOR (2)

melisgonenc@gmail.com


Roboski Katliamı'nın yıldönümü: Bir tane bile sorumlu yargılanmadı+Roboski katliamı, devlet-yargı-medya işbirliğiyle kapatıldı

 Roboski Katliamı'nın yıldönümü: Bir tane bile sorumlu yargılanmadı (ALİ MERT CANEL/sol-Söyleşi)

Tarihe Roboski Katliamı olarak geçen 34 sivilin hayatını kaybettiği olayın yıldönümünde, bombardımanda yakınlarını da kaybeden HDP İstanbul İl Eş Başkanı Ferhat Encü'yle konuştuk.

Tarihe Roboski Katliamı olarak geçen 28 Aralık 2011 tarihli TSK operasyonunda F-16'ların bombardımanı sonucu 34 sivil hayatını kaybetmişti. 

Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada ölenlerin 'PKK'nın kullandığı yolu' kullandıkları gerekçesiyle operasyon yapıldığı duyurulmuştu.

Operasyon kararının nasıl alındığı uzun süre tartışma konusu oldu.

Birkaç gün sonra dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından yapılan açıklamada herhangi bir resmi özür beklenmesinin yanlış olduğu, öldürülen sivillerin ailelerine tazminat ödeneceği belirtildi. Aileler tazminatları kabul etmedi. 

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, konuyla ilgili hazırladığı raporda olayda kasıt olmadığını öne sürdü. 

Katliamın yıldönümünde, olayda yakınlarını da kaybeden HDP İstanbul İl Eş Başkanı Ferhat Encü'yle konuştuk.

Roboski Katliamı’na ilişkin ailelerin adalet talebine karşın katillerin halen yargılanmadığını dile getiren Ferhat Encü, kendilerinin sanık pozisyonuna oturtulduğunu söyledi.

Aradan geçen 10 yılda neler yaşandı?

‘‘Büyük bir adalet mücadelesi verildi. Bu adalet mücadelesinden dolayı insanların hakkında birçok dava açıldı. Bu davalar halen devam etmektedir. Katillerin yargılanması için aileler bir bütün olarak adalet mücadelesini sürdürmeye çalıştı. Sesini ve çığlıklarını yükseltti. Sadece Türkiye kamuoyuna değil dünya kamuoyuna çığlıklarını yükseltmeye çalıştı. TBMM'deki birçok parti, sivil toplum örgütleri, insan hakları savunucuları, hukukçularla sayısız buluşma ve görüşmeler gerçekleşti. Avrupa Parlamentosu’nda bu adalet mücadelesinin duyurulması bu katliamı gerçekleştiren hem siyasi hem askeri yetkililerin cezalandırılması için yoğun bir hukuk mücadelesi gerçekleştirdik.

‘Katliamı gerçekleştirenlerin bir tanesi yargılanmadı’

‘‘Uludere’den başlayan hukuk mücadelesi sonrasında Diyarbakır yetkili savcısı, ardından askeri mahkeme, AYM ve AİHM’e taşıdık. Tüm bu çabalarımız karşısında bir bütün olarak cezasızlık politikası ile karşı karşıya kaldık. Bu katliamı gerçekleştirenler bir tanesi yargılanmadı. Sanık pozisyonunu bırakın şüpheli pozisyonuna bile getirilmedi.

‘‘Ortada hayatını yitiren 34 insan var. Öldürülmüş, parçalanmış, traktör römorklarının üstünde taşınan, ailelerin kendi elleri ile yakınlarının parçalarını topladığı bir katliam. Maalesef ‘‘Bu katliamı gerçekleştiren kimdir?’’ , ‘‘Emri veren kimdir?’’ sorularımıza karşı kamuoyuna sanki muamma, gizli bir durum varmış gibi bir tavır içine girdiler. Coğrafyada yaşanan diğer katliam gibi bunun da üstünü örtmeye çalışıyorlar. Siyasallaşmış yargı ve bu yönetim biçimine rağmen adalet mücadelemiz devam ediyor.’’

‘Eksik evrak gerekçesiyle başvurumuzu reddettiler’

Daha önce aileler sırasıyla AYM ve AİHM'e başvuru yapmıştı. AİHM'in aldığı kararla "hukuk yolları tükenmişti". Roboski davasında son durum nedir?

AYM’ye bireysel başvuru hakkımızı kullanarak başvurmuştuk. Fakat tamamen siyasi saiklerle başvurumuzu reddettiler, ‘‘eksik evraklar’’ olduğunu söylediler. Fakat eksik evrakların sayısı 4-5 tane idi. Buna rağmen başvuru yapan diğer ailelerin taleplerini görmezden geldiler. AİHM de hukukla bağdaşmayan bir karar aldı. Dosyanın canlanması için tekrar başvuru yaptık. Geçen Şubat ayında tekrar AYM’ye başvurduk. Aynı zamanda BM İnsan Hakları Komisyonu’na başvurduk.

'Sindirmeye çalışıyorlar'

Roboski'den sonra siz de tutuklandınız, milletvekilliğiniz düşürüldü. Ayrıca Roboski Katliamı'nda yaşamını yitirenlerin ailelere de birçok defa soruşturma ve dava açıldı. Son gelinen noktada sizlere açılan davalar ne durumda?

Ben sayısız defa göz altına alındım. Hakkımda birçok soruşturma açıldı. Sadece benim değil hukuk mücadelesi veren, herkes hakkında soruşturma açıldı. Bu durumla birlikte bizler soruşturmanın sanığı haline getirildik. Gerçekleri söylemenin bu coğrafyada bir bedeli var. Bu bedeli biz ödüyoruz. Şu an netleşen bir hapis cezası yok fakat sindirme aracı olarak kullanıyorlar. 

‘Katliamı görmezden geldiler, manipüle ettiler’

Katliamdan sonra ana akım medya olayı ilk başta iddia olarak dile getirmişti. Sonrasında yoksul köylüler için zorunluluk olan "kaçakçılık" meselesini allayıp pullayarak buradan çok para kazanıldığını yazdılar. Siz ana akım medyanın bu tavrı konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bu katliamı gerçekleştirenler egemenler olduğundan, egemenlerin medyası bu katliamı görmezden geldiği gibi manipüle etmeye çalıştı. Bizim açımızdan şaşılacak bir durum yok. Tarih kendini tekerrür etti.

Orada insanlar büyük paralar kazanmıyordu. Hatta çoğu zaman emeklerinin karşılığını almıyorlardı. Kendi açılarından yaşam mücadelesi ve ekonomik bir mücadele veriyorlardı.

Yakalanma ve mallarına el koyma riski vardı. Üzerlerine bomba atılma gibi bir riskleri yoktu. Kendi akrabaları ile ilişkileri maalesef kaçakçılık olarak adlandırıldı.

Katliamı gerçekleştiren anlayış bugün de kendini bu coğrafyada hakim kılmaya çalışıyor. Bu katliam toplumun bir kesiminde infial yarattı. Toplumda çıkacak infiali yok etmek için onlar kaçakçı, PKK’li idi diyerek toplumda çıkacak refleksleri en aza indirmeye çalıştılar.

‘O zaman Fethullahçıları da yargılayın’

Berat Albayrak, katıldığı bir televizyon programında olayda Fethullah Gülen yapılanmasının izleri olduğunu söyleyerek "Uludere konusunun tekrar inceleneceğini düşünüyorum" demişti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu konuşmaya tanık olduk. Konuşmanın ardından biz dosyanın tekrar açılması için bunu delil olarak sunduk.Tekrar dosyanın açılmasını bekliyoruz. Berat Albayrak böyle bir söylem gerçekleştiriyor ise gereğini yapsın. Kendisi bu ülkenin bakanı idi. Bu ülkenin savcıları ve hakimleri görevini yapsın. Kalkıp Fethullahçılar yaptı diyor. O zaman onları da yargılayın diyoruz.

                                                                               ***
Roboski katliamı, devlet-yargı-medya işbirliğiyle kapatıldı (Kemal Göktaş/Cumhuriyet)

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir avukatın dosyaya bazı belgeleri 2 gün geç sunması gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ret kararını geçerli saymasıyla Roboski için adalet umutları tamamen söndü.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir avukatın dosyaya bazı belgeleri 2 gün geç sunması gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ret kararını geçerli saymasıyla Roboski için adalet umutları tamamen söndü. 

Yeniden yargılamayı gerektirecek bilgi ve belgelerin ortaya çıkmaması durumunda katliamın sorumlularının yargılanması hukuken mümkün olmayacak. 

Karardan sonra tepkiler, AİHM ve Anayasa Mahkemesi’ne yöneldi ancak Roboski dosyasının kapatılmasının asıl sorumluluğunun Türk medyası, yargısı ve devletinde olduğunu gösteriyor. 

Ana akım medya ise katliama ilişkin yargısal sürece ilgisiz kaldı. Roboski dosyası ana akımda sadece Eylül 2015’te Cumhuriyet’in verdiği bir dizi haberle gündeme geldi.

Şırnak’ın Uludere ilçesinde (Roboski) 28 Aralık 2011’de TSK’nin F-16 savaş uçaklarıyla PKK’li grubun girdiği bilgisi üzerine yaptığı bombardıman sonucunda çoğunluğu çocuk yaşta 34 yurttaş yaşamını yitirdi. Katliamdan sonra açılan soruşturmada dosyaya giren bilgiler, katliamın gelen grubun PKK’li değil, kaçakçı olduğunun bilindiğini ortaya koyuyordu. AİHM kararıyla kapatılan dosyada ilk göze çarpan kurumların sorumluluğu birbirlerinin üzerine atmasıydı.

MİT raporunun rolü

MİT, Roboski katliamından önce Genelkurmay’a PKK’li Bahoz kod adlı Fehman Hüseyin’in bölgede katliamın gerçekleştiği 28 Aralık 2011 tarihini de kapsayacak şekilde eylem yapacağına ilişkin belge gönderdi. Raporda, istihbaratın doğruluk derecesi “Doğruluğu kuvvetle muhtemel” olarak belirtildi.

Katliamdan sonra açılan soruşturmada MİT’in söz konusu istihbarat raporundan Diyarbakır Başsavcılığı’na bilgi vermemesi krize neden oldu. Başsavcılık gerçeğe aykırı bilgi gönderen ve bilgilerin saklanması talimatını veren MİT görevlilerinin kimlik bilgilerini istedi. MİT ise bu bilgilerin kesinlik arz etmediği gerekçesiyle savcılığa gönderilmediği yanıtını verdi. Buna karşın Genelkurmay Başkanlığı savcılığa gönderdiği yazıda MİT’in Fehman Hüseyin’in eylem hazırlığında olduğuna ilişkin istihbaratın, bombardıman kararında “önemli rol oynadığını” bildirdi.

Herkes ‘kaçakçı’ dedi

Genelkurmay topu MİT’e atarken dava dosyasında neredeyse tüm komutanların sınıra yaklaşan grubun terörist olmadığını bildirdiklerine ilişkin ifadeler yer aldı. Bombardımandan önce ilgili tüm askeri birliklerin kanaati sınıra yaklaşan grubun “terörist değil, kaçakçı olduğu”, yönündeydi. İHA’yı (insansız hava aracı) kullanan yüzbaşı ile İHA Filo Komutanı, Sınır Tümen Komutanı, Jandarma Komanda Tugay Komutanı, 2. Ordu İstihbarat Komutanı’na kadar birçok subay, grubun kaçakçı olduğu yönünde üstlerini uyarmaya çalıştıklarını, ancak bombardımana karar verilince kendilerinin bilmediği önemli bir bilginin Genelkurmay’da olduğunu düşündüklerini belirten ifadeler verdi. Dosyadaki en trajik ifadelerden biri de grubun kaçakçı olduğunu düşünen İHA kullanıcısı subayın, savaş uçakları için hedefi lazerle işaretlemekle görevlendirildiğini anlatması oldu.

Yargı belgeleri yok saydı

Dosyada sorumluların belirlenebilecek olmasına rağmen yargı, olağan bir yargısal süreç işletmeden takipsizlik kararı vererek dosyayı kapattı. Askeri savcılık, takipsizlik kararını, “bombardımanda ‘kaçınılmaz hata’ya düşülmesi” gerekçesine dayandırdı. Kararda, istihbarat raporlarının bölgeye yönelik bir eylem bildirdiği ve sınıra yaklaşan grubun davranışının kaçakçıya benzemediği vurgusu yapıldı. Oysa, Uludere’deki yerel askeri birimler üslerini “Bunlar terörist değil, kaçakçı” diye uyarmıştı. Ancak savcılığın takipsizlik kararında, dosyasında bu ifadeler olmasına rağmen, bu bilgilere hiç değinilmeden karar verildi. Askeri savcılığın, takipsizlik kararına yapılan itiraz, Hava Kuvvetleri Komutanlığı askeri mahkemesi tarafından 1’e karşı 2 oyla reddedildi. Karşı oy kullanan hâkim albay, “kaçınılmaz” hata sonucuna savcılığın değil, mutlaka bir mahkemenin hükmedebileceğini belirtti ve soruşturmanın bu şekilde kapatılmasına karşı çıktı. Karşı oy kullanan hâkim albayın görev yeri değiştirildi.

Saldıracak yer yok

Dava dosyasına giren İçişleri raporunda da terörist sanılan grubun saldırabileceği bir yer olmadığı, ‘acil müdahale gerektiren saldırı tehlikesi bulunmadığı’ vurgulandı. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’nın olayla ilgili takipsizlik kararında bombardıman kararının alınmasında İHA’larla tespit edilen grubun, yapılan top atışlarına rağmen yollarına devam ettiklerine dikkat çekilerek bunun “kaçakçı davranışı” olmadığı ve grubun PKK’li olduğuna dair değerlendirmeyi güçlendirdiği belirtilmişti. İçişleri Bakanlığı raporunda ise top atışlarının grubun uzağına yapıldığı için grubun tepki göstermediği anlatıldı. Takipsizlik kararında, gelen grubun askeri üs bölgelerine saldırı düzenleyebileceği endişesi ile bombardıman kararı verildiği belirtiliyordu. İçişleri Bakanlığı raporunda ise “Bombalamadan önce bölücü terör örgütü mensubu olarak değerlendirilen grubun kısa süre içinde saldırabilecekleri askeri üs bölgesi olmadığı ve sınıra yaklaşan gruba acil müdahale edilmesini gerektirecek bir sebebin bulunmadığı” ifade edildi.

Hayata Dönüş’le benzerlik

Dosyadaki belgelere göre, hava bombardımanının planlanması aşamasında “Sınır çıkışı komuta kontrol uçağına ‘Bora’, sınır girişi ‘Tufan’ kod kelimeleri kullanılarak ikaz edileceği belirtildi. Cezaevlerine 19 Aralık 2000 tarihinde düzenlenen ve 32 kişinin öldürüldüğü Hayata Dönüş katliamında hazırlanan gizli planların adı Bora ve Tufan’dı.

AYM: ‘Hayati’ değil

AYM, Roboskili ailelerin yaptığı bireysel başvuruyu 53 başvurucudan 3’ünün avukatlarının vekâletnamesinin dosyada yer almadığı gerekçesiyle 15 gün içinde eksikliğin tamamlanması için tebligatta bulunduğu avukatın belgeleri 2 gün geç sunması nedeniyle ret kararı verdi. AYM, belgeleri 2 gün geç veren avukatın sunduğu sağlık raporunu “ağır, ameliyat gerektiren veya ölümcül bir hastalık” olmadığı gerekçesiyle kabul etmedi. Karar 1’e karşı 4 oyla alındı. Üye Osman Paksüt, bu kadar önemli bir dosyada avukatın sunduğu raporun kabul edilmesi gerektiği görüşüyle karara karşı çıktı.

Nasıl karar alındı?

Dosyadaki belgelere göre subayların grubun kaçakçı olduğu yönündeki uyarılarına rağmen, bombardıman kararı şöyle alındı:

Dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı Org. Yaşar Güler, Genelkurmay GİM’e (Görüntüleri İzleme Merkezi) giderek görüntüleri izledi. Ardından Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı emrinde görevli Albay Serdar Eren, Hedef Analiz ve Değerlendirme Şube Müdürü Alb. Zorlu Topaloğlu, Tuğa. Ali Rıza Kuğu, Tümg. Satı Bahadır Köse ve Org. Yaşar Güler ne tür bir harekât yapılacağı konusunu görüştü. Toplantıda “zayiat verilmeden PKK’lilerin etkisiz hale getirilebilmesi amacıyla hava harekâtına” karar verildi. Güler, kararı sunmak için dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Hulusi Akar’ın makamına gitti. Akar, hava harekâtı için onay talebini MGK toplantısı nedeniyle karargâhta bulunmayan Genelkurmay Başkanı Özel’e telefonla iletti. 28 Aralık 2011’de yapılan MGK toplantısı saat 13.55’te başlamış ve 5 saat 20 dakika sürmüştü. Dolayısıyla Özel’e MGK’de iken telefonla “hava harekâtı için onay” talebinin MGK toplantısının bitiminden hemen sonra veya son dakikalarına denk geldiği anlaşılıyor. Özel’in MGK toplantısı nedeniyle bir arada bulunduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a konuyu aktarıp aktarmadığına ilişkin herhangi bir bilgi yer almadı. Org. Özel, telefon görüşmesinde, bilgilerin işlendiği haritanın konutundaki çalışma ofisine gönderilmesini istedi. Haritayı çalışma ofisinde inceleyen Özel, hava harekâtının yapılmasına onay verdi. Bunun ardından 21:39’da sınır hattında bekleyen gruba uçaklar ilk bombayı bıraktı. Bombardıman 22.24’e kadar sürdü ve sonunda öldürülen 34 kişinin PKK’li değil, Roboskili, çoğunluğu çocuk kaçakçılar olduğu ortaya çıktı.



TKP Çevre Bürosu: İktidar kendi sorumluluğunu hayvanseverlere, hayvanlara yıkmaya çalışıyor - SOL / Söyleşi

 Erdoğan'ın sorumsuz açıklamaları sonrasında birçok hayvan düşmanı kendini göstermeye başlarken TKP Çevre Bürosu'nun son tartışmalar hakkındaki görüşlerini aldık.


Son günlerde gündeme gelen köpek saldırıları ve son olarak da Gaziantep’te bir çocuğun pitbull cinsi köpeklerce yaralanması sonucu gelişen olaylar endişe verici boyutlara ulaştı. AKP’li Cumhurbaşkanı sahipsiz köpeklerin sokaklardan toplatılıp barınaklara alınması için talimat verdi ve 'beyaz Türkler' söylemiyle kamuoyunu bölmeye çalıştı.

Erdoğan'ın sorumsuz açıklamaları sonrasında birçok hayvan düşmanı kendini sosyal medyada göstermeye başladı. Konuya dair TKP Çevre Bürosu adına Ömür Yaşayan'a sorularımızı ilettik.

TKP Çevre Bürosu olarak Erdoğan'ın açıklamalarını nasıl değerlendirdiniz? 

Öncelikle yaralanan çocuğa acil şifalar diliyor, ailesine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Bu olay tek başına son derece üzücüyken, AKP’li Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları yeni trajedilere zemin hazırlar nitelikte. Anlaşılan o ki AKP hükûmeti sokak hayvanları konusundaki başarısızlığının acısını hayvanlardan ve hayvan hakları savunucularından çıkarma niyetinde. Şunu açık ve net ortaya koyalım: Köpek saldırılarının sorumlusu ne sokaklardaki başıboş köpekler ne de onları hayatta tutmaya çalışan gönüllülerdir, yaşanan bu elim olayların sorumlusu toplumun taleplerine ve bilim insanlarına kulaklarını tıkayıp sadece kâr odaklarını gözeten AKP iktidarının ta kendisidir.

Ömür Yaşayan

Nasıl yani, neden iktidar sorumlu?

Yıllardır konunun uzmanları petshoplarda, merdiven altı mekânlarda veya üretim çiftliklerinde evcil hayvan ticaretinin durdurulması gerektiğini ifade ediyor. Geçtiğimiz sene kanunlaşan 7332 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun beklentileri karşılamaktan çok uzak, içeriği son derece zayıf, göstermelik bir kanun çalışmasıydı. Kanun belediyeleri bir yandan kısırlaştırma ile yükümlendirirken diğer yandan ana akışı durdurmuyor, hayvan ticaretine izin veriyordu. Petshoplarda hayvanların fiziksel olarak bulunması yasaklanıyor, katalogla satışın önü açılıyordu. Üstelik de kanunun gerekçesinde hayvanların mal değil, can olduğuna dair bir ibare var. Yani hayvanlar kanuna göre mal değil ama aynı kanunda alım satım şekilleri düzenleniyor! Oysaki petshoplarda hayvan satışına bu kadar karşı çıkılmasının sebebi sadece hayvanların bulunduruldukları kötü koşullar değil. Sokak hayvanlarının büyük çoğunluğunu bilinçsiz, marka düşkünü insanlar tarafından petshoplardan bir hevesle alınıp sonrasında o heves geçince sokağa terk edilen hayvanlar oluşturuyor. Hayvanlar geometrik hızla çoğaldığı için de belediyeler hayvanları kısırlaştırmakla baş edemiyor ve gün sonunda sokaklarda sürüler halinde dolaşıp insanlara saldıran, trafik kazalarına, zehirlemelere kurban giden, barınaklarda açlıktan veya soğuktan donarak ölen köpeklerle karşılaşıyoruz.

Bir diğer konu, saldırgan hayvanların sorumluluğu kanunen sahiplerine ait olmalı. Kinoloji (köpekleri inceleyen bilim) uzmanlarının açıklamalarından takip ediyoruz, pitbullların dövüş köpeği olarak yetiştirilmelerinin sebebi saldırgan mizaçta olmaları değil, çene yapılarının güçlü, ağrı eşiklerinin yüksek olması. Yani saldırı olaylarında suç pitbullların ya da bir başka köpek ırkının değil, onu yetiştiren insanların. 7332 sayılı Kanun “tehlikeli ırk” olarak addettiği hayvanların dijital olarak kimliklendirilmesini ve ağızlıkla gezdirilmesini emrederken, geçtiğimiz aylarda İçişleri Bakanlığına bağlı Haydi ekipleri uysal ama “tehlikeli ırk” kabul ettikleri köpekleri ailelerinin kucağından koparıp topladı, barınaklara tıktı. AKP hükûmetini anlamak mümkün değil. Parti grubu Meclis'te kanunlar çıkarıyor, sonra ilgili bakanlıkları, Genel Başkanları bu kanunlara aykırı talimatlar veriyor. Tam bir başıbozukluk, tam bir yönetememe krizi.

Peki sorunun çözümü nedir? Sokak hayvanı popülasyonu nasıl kontrol altına alınabilir?

Öncelikle hayvan ticareti yasaklanacak. Vatandaşların barınaklardan ve sokaklardan hayvanları evlat edinmesi için kampanyalar düzenlenebilir, vatandaşlar satın almaya değil, evlat edinmeye teşvik edilebilir.

İkincisi, AKP’li Cumhurbaşkanı’nın söylediğinin aksine sokak hayvanları toplanıp barınaklara sıkış tepiş hapsedilmemeli. 5199 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesine göre bunlar korunmalı. Yani hayvanlar kısırlaştırılıp, aşılanıp alındığı mahalleye geri bırakılabilir. Saldırgan olan sürü liderlerinin tespit edilmesi ve sadece bunların rehabilite edilmek üzere barınaklara alınması çok mu zor? Yine, sokakta yaşayamayacak hâlde olan güçten düşmüş, sakat, yaşlı hayvanlar bakım evlerinde barındırılabilir, tedavileri, bakımları yapılabilir. Sonuçta sürekli sokaklardan köpekleri toplamanın bir çözüm olmadığı da ortada. Köpekler sürüler halinde yaşayan, alan koruma özelliğine sahip hayvanlar, bulunduğu alana başka sürüden köpekleri sokmuyor. Siz bir alandaki köpekleri toplayıp barınağa tıkarsanız çevreden gelen köpekler çok daha rahat beslenme ve üreme olanaklarına kavuştuğu için popülasyon hızla eski hâline döner. Buna “vakum etkisi” denir. Yıllarca bu ülkede köpekler itlaf edildi, neden popülasyon kontrol altına alınamadı? İşte bu vakum etkisi sebebiyle. Dolayısıyla, hayvanları kısırlaştırıp aldığınız bölgeye geri bıraktığınızda orada popülasyon sabit kalır, bir müddet sonra da maalesef ki sokak hayvanlarının ömrü çok uzun olmadığı için oradaki köpek nüfusu sönümlenir. Popülasyonu kontrol altına almanın yegâne yolu biraz önce bahsettiğimiz yaklaşımla bazı tedbirlerin alınması ile ancak mümkün olur. Fakat her şeye ticari meta gözü ile bakan AKP Hükûmeti planlamadan veya toplumun, doğanın yararına hareket etmekten o kadar uzak ki, petshop sahiplerinin, rant odaklarının sözüyle kanun çıkarıyor ve geldiğimiz nokta belli. Ha, daha makul kanuni düzenlemeler olduğunda bir işlevi oluyor mu derseniz, AKP iktidarında kanunların da hükmü olmadığı görülüyor. AKP’li Cumhurbaşkanı’nın hayvanların toplatılması yönündeki talimatı kendi çıkardıkları yürürlükteki kanuna aykırı! Kanun “kısırlaştır, aşıla, yerine geri bırak” diyor. Anlaşılan o ki AKP’’nin kendi çıkardığı kanuna bile saygısı yok. Hukuksuzluğun ve aymazlığın dibine vurmuş durumdayız.

Doğru anladıysak iktidar kendi sorumluluğunu, burada bıraktığı eksiklikleri yurttaşlara, hatta bazı köpek ırklarına yükleme peşinde diyorsunuz... 

Gerçekten AKP’li Cumhurbaşkanı’nın açıklamasının hangi kısmı daha vahim karar veremiyoruz, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Hayvanlara birbirini parçalatan, köpeklere çocukları parçalatan şey, ilk başta bu kirli düzenin hayvanları tüketim metası haline getiren işleyişi ve bu düzeni temsil eden hükûmetlerin çıkarttıkları kanunlar ve icraatları. Çıkardıkları yasalarla hayvanların sömürülmesine çanak tutacaklar, zengin bir azınlık dev otel zincirlerinde işlettikleri yunus parklarında yunusları tutsak edip işkence edecek, hayvan tacirleri hayvanları satarak yüksek kârlar elde edecek, bu düzenin temsilcileri fildişi kulelerinde şatafat, lüks içinde yaşayacaklar, sonra doğasını, hayvanlarını korumaya çalışan yurtsever vatandaşları, doğa korumacıları, hayvan hakları savunucularını beyaz Türk ilan edecekler.

Bizler her fırsatta bu düzenin kötülüklerini deşifre edecek, doğanın talanıyla, hayvanların yaşama hakkının hiçe sayılmasıyla sonuna kadar mücadele edeceğiz. Sosyalist cumhuriyetimizde doğanın bütün unsurları gibi hayvanlar da rant aracı olmaktan çıkarılacak ve insanlarla birlikte sağlıklı bir çevrede, huzur içinde yaşama şansına kavuşacaklar.

SOL / Söyleşi

Kızlı erkekli orman yürüyüşüne soruşturma(SOL)+Öğrenciler ‘yeni müdür aranıyor’ ilanı dağıttı, Müdür ‘Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşiyim diye saldırıyorlar’ dedi.(BİRGÜN)

 Kızlı erkekli orman yürüyüşüne soruşturma(SOL)

Beyoğlu Anadolu Lisesi'nde bir öğretmene, öğrencileri kızlı-erkekli orman yürüyüşüne götürdüğü gerekçesiyle soruşturma başlatıldı.

İstanbul'daki Beyoğlu Anadolu Lisesi’nde görevli Coğrafya öğretmeni Engin Ulus hakkında öğrencileri kızlı-erkekli orman yürüyüşüne götürdüğü gerekçesiyle soruşturma başlatıldı.

Gerçek Gündem’den Fırat Fıstık’ın haberine göre soruşturmayı başlatan lisenin müdürü Gülay Hacısalihoğlu, Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşi.

Açılan soruşturmaya dair öğretmen Engin Ulus, sosyal medya hesabı üzerinden orman yürüyüşündeki fotoğrafı da paylaşarak şu açıklamayı yaptı:

"23 Ekim’de Belgrad Bentler Tabiat parkında organize ettiğim orman yürüyüşüne halihazırda öğrencilerimiz ve üniversite okuyan mezunlarımız katıldı. Bu kalabalığın yarısı öğrenci, yarısı mezun neredeyse ve o mezun öğrenciler içinde sadece bir erkek öğrencimiz var. O kadar öğrenci arasında bir erkek öğrenciyi görüp 17 yaşındaki kız çocuklarını erkeklerle buluşturma suçlaması işte bu fotoğrafın gerçekleştiği etkinlikten çıkmıştır. Okulun mezunları ile öğrencileri arasında bir bağ olmasını, mezunların abilik, ablalık yapmasını, üniversite okuyan mezunlarımızın halihazırdaki öğrencilerimize feyz vermesini, mezunlar ile öğrenciler arasındaki ilişkilerin daha da yaygınlaşmasını, aynı lise sıralarını paylaşan gençlerin ortak anılara sahip olmasını bir idare neden istemez?”

Beyoğlu Anadolu Lisesi, 2002 yılına kadar kız lisesi olarak eğitim verdikten sonra karma eğitime geçmişti. 172 yıllık okul 2016’da yeniden kız lisesi oldu. 2016'da bu karara karşı öğrenciler eylemler yapmıştı.

                                                                      ***

Öğrenciler ‘yeni müdür aranıyor’ ilanı dağıttı, Müdür ‘Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşiyim diye saldırıyorlar’ dedi.(BİRGÜN) 

İstanbul Beyoğlu’nda sokaklara bırakılan “Beyoğlu Anadolu Lisesi yeni müdür arıyor” başlıklı bildiri dikkat çekti. Okul Müdürü Gülay Hacısalihoğlu, bildiride yer verilen iddiaları reddederken “Eşim Yaşar Hacısalihoğlu olduğu için saldırıya uğruyorum” dedi.

İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde sokaklara bırakılan bir ‘ilan’ dikkat çekti. “Beyoğlu Anadolu Lisesi yeni müdür arıyor” başlıklı ilanda, okulun Müdürü Gülay Hacısalihoğlu hakkında birçok iddia yer aldı. 

Müdür Hacısalihoğlu, iddiaları reddederken “Ben Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşiyim. Büyük ihtimalle eşimden dolayı böyle bir saldırıya uğruyorum” dedi.

AKP’ye yakınlığıyla bilinen Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşi Gülay Hacısalihoğlu’nun müdürü olduğu Beyoğlu Anadolu Lisesi hakkında bugün Beyoğlu’nun ara sokaklara bırakılan bir ‘ilan’ dikkat çekti. “Beyoğlu Anadolu Lisesi Yeni Müdür Arıyor” başlıklı ilanda yeni müdür kriterleri sıralanırken Okul Müdür Gülay Hacısalihoğlu’na yönelik iddialara da yer verildi.

İlanda, yeni müdüre ilişkin şu kriterler sıralandı: “Okulun kira gelirini odasını yeniletmek için kullanmayacak, kendi sekreterini yanında getirmek için insanları işten atmayacak, azami derecede insani değerlere sahip, öğretmenlerimiz ve okul personeli hor görüp onları korku kültürü ile yönetmeyen, öğrencileriyle orta payda da buluşabilen…”

“HACISALİOĞLU’NUN EŞİ OLDUĞUM İÇİN”

BirGün’ün ulaştığı Beyoğlu Anadolu Lisesi Müdür Gülay Hacısalihoğlu iddialara dair şunları söyledi: “Bu ilan savcılık tarafından soruşturuluyor. Ben 27 yıldır eğitimciyim. Burada söylenen her şey bir karalamadır. Ben Yaşar Hacısalihoğlu’nun eşiyim. Büyük ihtimalle eşimden dolayı böyle bir saldırıya uğruyorum. Bunlar benim öğrencilerim değil. Odamda tadilat yaptırmadım hatta eski müdür odasını kullanmadım. Daha küçük bir odayı kullanıyorum. Bayan olduğum için kendimi burada daha güvende hissediyorum.”

ÖĞRENCİLER İDDİALARININ ARKASINDA

BirGün’ün iletişime geçtiği bildiriyi dağıtan kişiler ise okulun öğrencisi olduklarını söylerken ‘ilan’da yer alan iddialarını yineleyerek, “Öğretmenlerimize karşı sürekli mobbing var. Eskiden müdürümüzün odasına girebiliyorken artık giremiyoruz. Okul aile birliğinde olan ve devlet bankasında duran bir milyona yakın Türk lirası da özel bir bankaya aktarıldı. Forma zorunluluğu okullarda yok ama bize forma zorunluluğu getirtilmek istendi” gibi yeni iddialarda bulundu.(BİRGÜN-09/03/2021)



12 bine yakın gazeteci işsiz kaldı: 'Kredi kartıyla ay sonunu getirmeye çalışıyorum'+Eylül ayında 45 gazeteci hakim karşısına çıktı+Çalışan Gazeteciler Günü'nde AKP'nin medya karnesinden çarpıcı veriler - SOL

 




12 bine yakın gazeteci işsiz kaldı: 'Kredi kartıyla ay sonunu getirmeye çalışıyorum' (SOL)

TGC Yönetim Kurulu, gazetecilerin ekonomik krizden zarar gördüğüne dikkat çekerek, 12 bine yakın gazetecinin işsiz kaldığını duyurdu.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu, gazetecilerin ekonomik krizden zarar gördüğüne dikkat çekerek, "Siyasi ve ekonomik baskıyla kapatılan yüzlerce yayın organında, 12 bine yakın gazetecinin işsiz kaldığı bir ortamda çalışan gazeteciler de yoksulluk seviyesindeki maaşlarıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır" açıklamasını yaptı.

TGC Yönetim Kurulu'nun yaptığı yazılı açıklamada, halkın haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkı için görev yapan gazetecilerin Basın İş Kanunu kapsamındaki sözleşmeyle çalıştırılmamasının çok ciddi hak kayıplarına yol açtığı belirtildi. TGC Yönetim Kurulu’nun açıklaması şöyle:

'Telif sözleşmesi gazetecinin haklarını korumuyor'

“Uygulamada gazeteci ile işvereni arasında; 1. Belirsiz Süreli İş Sözleşmesi, 2. Belirli Süreli  İş Sözleşmesi, 3. Telif Sözleşmesi olmak üzere üç tip sözleşme imzalanmaktadır.

Telif sözleşmesi adı altında çalışan bir gazeteci ilk olarak Basın İş Kanunu’nun kapsamı dışında kalmaktadır. Esas önemli yanı ise sosyal güvenlik hakları kısıtlanmış ve sigortasız çalışmış olmaktadır. 

Gazetecinin haklarını kısıtlayan diğer uygulama ise gazeteciye maaş + telif adı altında yapılan maaşın bölünmesi uygulamasıdır ki bu da gazetecinin haklarını kısıtlamakta günün sonunda SGK’dan daha az bir emeklilik maaşı almasına yol açmaktadır.

Basın İş Kanunu ile çalıştırılması gereken gazeteciler sıklıkla 4857 sayılı İş Kanunu kapsamında sözleşmeye zorlanmaktadır.  Bu çalışma biçimi de gazetecinin haklarını kısıtlayan bir uygulama biçimidir. Gazetecinin 4857 sayılı İş Kanunu kapsamında çalıştırılmasının en önemli sonucu Basın Kartı alamaması ve 5510 Sayılı Kanun’da tanınan fiili hizmet zammı hakkından mahrum kalmasıdır.

'Aylık ücretin bir kısmı fazla mesai olarak ücret bordrolarına yansıtılıyor'

Gazetecinin aylık ücreti ile ilgili olarak da uygulamada bazı problemler yaşanmaktadır. Bazı medya kuruluşlarında gazetecinin almış olduğu aylık ücretin bir kısmının fazla mesai olarak ücret bordrolarına yansıtıldığı görülmektedir.

Bu kanuna aykırı olduğu gibi, ahlaki bir problem olarak da karşımıza çıkmaktadır. Gazetecinin ileride haklarını almak için açacağı davada ciddi bir sorun yaşanmaktadır. Örneğin fazla mesai ücreti taleplerinde Yargıtay ücret bordrolarında gözüken fazla mesai ücret ödemelerinin, hak edilen fazla mesai ücretinden mahsup edilmesine karar verdiğinden gazeteci gerçek hakkını alamamaktadır. Kıdem ve ihbar tazminatlarının da daha eksik hesaplanmasına sebep olmaktadır.

'Muhabir ve editörler en düşük ücreti alıyor'

Uygulamada en az ücret alan basın çalışanları olarak muhabir, foto muhabiri ve editörler karşımıza çıkmaktadır. Uzun yıllar basın kuruluşlarında çalışan, mesleki kıdemleri 15-20 yılı bulan gazetecilerin çok düşük ücretlerle çalıştırıldıkları da bilinen bir gerçektir. Medya kuruluşlarında çalışan gazetecilerin ücretlerine uzun yıllar zam yapılmamaktadır. Sonrasında yapılan zamlar ise günün ekonomik koşullarının çok altında kalmaktadır. Bu da gazetecinin düşük kıdem tazminatı ve düşük emeklilik maaşı ile çalışma yaşamlarını sonlandırmalarına neden olmaktadır.

'Ücretler kriz nedeniyle erozyona uğradı'

Gazetecilerin Basın İş Sözleşmesi dışında imzalamaya zorlandıkları sözleşmelerin yarattığı hak kayıplarının yanı sıra aldıkları ücretler de ekonomik kriz nedeniyle erozyona uğramıştır.

Kariyer.net 2021 Ocak ayı için medya sektöründe en yüksek muhabir maaşını 8 bin 410 TL en düşüğünü ise 2 bin 820 TL, ortalama ücreti de 4 bin 110 TL olarak saptamıştır. TÜİK Tüketici Fiyatları Endeksi’ne (TÜFE) göre örneğin 2019 yılı ocak ayında 3 bin TL ile işe başladığını varsaydığımız bir muhabirin aynı yaşam düzeyini sağlayabilmesi için 2021 yılının Kasım ayında yaklaşık 4 bin 560 TL maaş alması gerekmektedir. Bu TÜİK enflasyon hesaplamalarına göre yüzde 52 artış anlamına gelmektedir.

Oysa TÜİK tarafından yapılan enflasyon hesaplamalarının gerçek fiyat artışlarını yansıtmadığı ortadadır. Bu nedenle Prof. Veysel Ulusoy’un başkanlığında çalışan bir grup bağımsız ekonomistin kurduğu Enflasyon Araştırmaları Grubu (ENAG) son zamanlarda kendi bulgularını açıklamaya başlamıştır. ENAG verilerine göre 2021 kasım ayı itibarıyla yıllık tüketici fiyatları artışı yüzde 58,65 olmuştur. TÜİK aynı dönem için yüzde 21,31 oranını vermiştir.

Somut örnek vermek gerekirse 2020 Kasım’ında 3 bin TL maaş alan bir muhabirin, aynı yaşam düzeyini tutturmak için TÜİK’e göre 2021 yılı Kasım ayında yaklaşık 3 bin 640 TL ENAG hesaplamasına göre de yaklaşık 4 bin 760 TL aylık almış olması gerekmektedir.

'Gazeteciler her gün biraz daha yoksullaşıyor'

Ancak TÜİK’in tüketici fiyatlarındaki artışları en aza indirerek yansıttığı endekse göre bile yeterli maaş artışı sağlanamamakta, meslektaşlarımız günün koşullarında her gün daha da yoksullaşmaktadırlar.

İşverenler bu ağır sürecin meslektaşlarımızı daha fazla ezmesine izin vermemelidir. Gazetecileri Basın İş Yasası ile çalıştırmalı, hak ettikleri ücretleri almalarını sağlamalıdır.”

Gazeteciler krizden nasıl etkilendiklerini anlattı

TGC'nin yaptığı açıklamada, gazetecilerin ekonomik krizin etkilerine ilişkin değerlendirmelerine de yer verildi. Gazeteciler, kredi kartıyla ay sonunu getiremediğini, aldığı maaşla daha ne kadar dayanabileceğini bilmediğini ve geleceğe dair umutlarının kalmadığını anlattı. Gazeteciler, şunları söyledi:

'Kredi kartıyla ay sonunu getirmeye çalışıyorum'

Erkek (39): Mesleğe ilk başladığımda iki yıllık deneyimime rağmen asgari ücretin dört katını kazanıyordum. 22 yıldır çalışıyorum şimdi asgari ücretin 1,5 katı alıyorum. Eskiden gazeteler arası gazeteciler transfer edilirdi ücretler artardı. Şimdi birçok yayın organı kapandığı için öyle bir şansımız da kalmadı.

Kadın (47): Bekar anneyim. 28 yıldır gazetecilik yapıyorum. Kiram 2 bin 600 TL, aylık sabit giderim 3 bin 800 TL. Kredi borçlarım var. Bunların toplamı da bin 750 TL. Üniversite öğrencisi bir çocuğum var. Emekli maaşım ve çalıştığım kurumdan aldığım maaş ile birlikte elime geçen 8 bin TL. Yüksek kur ve enflasyon nedeniyle geçinme imkânı bulamıyorum. Kredi kartıyla ay sonunu getirmeye çalışıyorum. Enflasyon yüzünden paranın bir değeri kalmıyor.

'Bu maaşla daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum'

Erkek (31): 4,5 yıldır muhabir olarak çalışıyorum. Mesleğe stajyer olarak ücret almadan başladım. Ailemin yanında kaldığım için bir müddet idare edebildim. Sonra dokuz ay İş-Kur ödeneği ile çalıştıktan sonra resmi girişim yapıldı. 2019 yılında 2 bin 300 TL maaş almaya başladım. İş değiştirdim, 5 bin TL maaşım. Ancak yetiyor. Mesleğim için gerekli ekipmanların fiyatları da yüzde 100 arttı.

Kadın (33): 7 yıldır muhabirlik yapıyorum ve aldığım maaş 3 bin 700 TL. Ailemle yaşıyorum ve kazandığım para, kişisel ihtiyaçlarımı karşılamama bile yetmiyor.  Bir de üstün performans bekleniyor. İşimi sevmesem bu parayla kesinlikle çalışmazdım.  Bu maaşla daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. 

'Sadece günü kurtarıyorum'

Erkek (32): Dokuz yıldır gazeteci olarak çalışıyorum ve bekarım. 5 bin 500 TL alıyorum ve aldığım maaş kendime zor yetiyor. Geleceğe dair hiçbir umudum yok. 10 yıldır çalışmamın sebebi işime olan tutkum. Aksi takdirde sadece gazetecilik yaparak bir gelecek hayali kurmak, evlenip çocuk sahibi olmak imkânsıza yakın bir şey.

Erkek (33): 14 yıldır televizyon muhabiri olarak çalışıyorum. 3 yıl önce evlendim. Şu an ki, maaşım 5 bin TL. Aldığım maaş şu anda geçimime zor yetiyor. Eşim de muhabirlik yapıyor ve o da çalışmasaydı Türkiye şartlarında bu parayla geçinemezdik. Sadece günü kurtarıyorum.

Erkek (29): 7 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bundan tam 3 ay öncesine baktığımda bırakın aldığım maaşla geçinmeyi, her ay kredi kartları olmasa ayakta kalamazdım. 3 bin 500 TL alıyorum.  Sevmesem bu maaşla çalışmaya katlanmazdım.

'Aldığım maaş her geçen gün değer kaybediyor'

Kadın (29): 5 yıldır bir gazetede muhabirlik yapıyorum. Evliyim, aldığım maaş 4 bin 400 TL. Yaptığımız iş ve aldığımız maaşı karşılaştırdığımızda çok düşük ücretlere çalışıyoruz. Ekonomi kötüye gidiyor. Aldığım maaş her geçen gün değer kaybediyor. İki kişi çalışıyoruz. Çocuğumuz olsa geçinemezdik.

Kadın (28): 6 yıldır gazete muhabirliği yapıyorum. 1,5 yıl önce evlendim. Şu anki maaşımın neti 3 bin 800 TL. Aldığım maaşın İstanbul şartlarında ve mevcut ekonomik krizde yetmesi mümkün değil. Eşim de çalışmasaydı kesinlikle geçinemezdik.

Kadın (25): Meslekte 5 yılımı bitirdim. Aldığım maaş 3 bin 850 TL ve buna ek olarak 750 ile bin TL arasında mesai alıyorum. Ailemle yaşıyorum. Temel ihtiyaçlarımı karşıladıktan sonra ay sonunda hiçbir şekilde birikim yapamıyorum. İnsanca bir yaşam için maaşımın en az 8 bin TL olması gerekiyor.

                                                                 ***

Eylül ayında 45 gazeteci hakim karşısına çıktı.(SOL)

Eylül ayı basın ihlalleri raporuna göre kanallara para, gazetelere 100 gün ilan kesme cezası kesildi, 45 gazeteci hakim karşısına çıktı. Erişim yasağının haberine bile erişim engeli geldi.

CHP’nin Eylül Ayı Basın Özgürlüğü Raporu açıklandı. En çok erişim engeli kararı çıkartılan haberler, iktidar yöneticilerinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerine ilişkin iddiaları gündeme getiren haberler oldu. Erişim engellemelerini duyuran haberlere dahi erişim engeli getirildi. 

Raporu açıklayan CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, adli yılın başlamasıyla en az 45 gazetecinin hakim karşısına çıktığını, 8 gazetecinin haber takibinin engellendiğini, HalkTV, Tele1 ile Birgün, Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerine idari para ve ilan kesme cezaları verildiğini duyurdu.

Çakırözer’in kamuoyu ile paylaştığı Eylül ayı ifade ve basın özgürlüğü ihlallerinin bir bölümü şöyle:

  • Eylül ayında en az 45 gazeteci hakim karşısına çıkarken, 6 gazeteciye hapis cezası verildi. 
  • A3 Haber Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Gençel, sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alındı. 
  • KRT TV Genel Müdürü Adnan Bulut ve gazeteciler Ferhat Çelik, Mustafa Hoş, Öznur Değer, Faruk Arhan yaptıkları paylaşımlar ve haberler gerekçe gösterilerek açılan soruşturmalarda ifadeye çağrıldı. 
  • Haber takibi sırasında gazetecilere yönelik engellemeler Eylül ayında da devam etti. 3 gazeteci saldırıya uğradı, 8 gazetecinin haber takibi engellendi.
  • Gazeteci Celal Eren Çelik, kafede yumruklu saldırıya uğradığını açıklarken, Aydınpost gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Erman Çetin ve kameramanı Didim’de kurulan Cumartesi pazarında sokak röportajı yaptığı sırada pazarda esnaflık yapan kişiler tarafından tehdit edildi ve saldırıya uğradı.
  • FOX Haber muhabiri Barış Kaya, AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in düzenlediği basın toplantısına alınmadı. 
  • Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ve Basın İlan Kurumu (BİK) Eylül ayında da televizyon kanalları ve gazetelere ceza yağdırdı. 3 televizyon kanalına para cezası ve yaptırım uygulanırken, 3 gazetenin 100 gün resmi ilan cezası kesinleşti. 
  • BİK'in 2019 yılındaki yönetim kurulu toplantısında verdiği ilan kesme cezaları bu ay uygulamaya konuldu. BİK, BirGün’e sadece bu ay tam 22 gün ilan kesme cezası uyguladı. Cumhuriyet gazetesine verilen toplam 74 günlük resmi ilan kesme cezasının 35’i uygulamaya başlanırken, 39 günlük cezanın mahkeme kararının kesinleşmesiyle önümüzdeki aylarda uygulamaya konulacağı bildirildi.
  • BirGün gazetesinde yayımlanan “TÜBİTAK damadın vakfına çalışıyor” başlıklı haber nedeniyle İmtiyaz Sahibi İbrahim Aydın ve muhabir İsmail Arı’ya 100 bin TL’lik dava açıldı.
  • Sağlık Bakanı Yardımcısı Sabahattin Aydın, eşine ait şirketin Sağlık Bakanlığı’ndan ihale aldığına ilişkin haberleri nedeniyle BirGün, Evrensel ve Cumhuriyet gazetelerine 100’er bin liralık tazminat davası açtı.
  • Onlarca haber sitesindeki 12 ayrı haber başlığı erişime engellendi ve dijital ortamdan tamamen silindi. Bunlar arasında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin AKP’li bir üyesine ilişkin, Gercüş Belediye Başkanı’na ilişkin ihale iddiası haberleri, AKP Mersin il başkanına ilişkin kaçakçılık iddiası haberleri, Dilek Doğan’ın polis kurşunuyla öldürüldüğüne ilişkin haberler, Sağlık Bakanlığı eski müsteşarının yakınlarına usulsüz sağlık raporu çıkardığı iddialarına ilişkin haberler, Şerif Zindaşti dava sürecine ilişkin  haberler yer aldı.
  • Erişim engellemelerini kamuoyuna duyaran haberlere de art arda erişim engeli getirildi. En dikkat çekici örnek Cumhurbaşkanının oğlu Bilal Erdoğan’ın arkadaşının aldığı ihalelere ilişkin iddiaları gündeme getiren haberlere getirilen erişim engellerinin haber yapılmasının da engellenmesine ilişkin 4 karar oldu.  
                                                                                ***
Çalışan Gazeteciler Günü'nde AKP'nin medya karnesinden çarpıcı veriler (SOL)


CHP Milletvekili Kılınç, kamu kaynaklarının iktidara yakın medyaya aktarıldığını, bağımsız ve yerel medyanın ise ekonomik kuşatma ile yok edilmeye çalışıldığını söyledi.

CHP İstanbul Milletvekili Yüksel Mansur Kılınç, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle açıklama yaptı.

“10 Ocak 1961’de yürürlüğe giren 212 sayılı yasa ile medya çalışanlarının hakları güvence altına alınmış, ülkemiz dünyanın en ileri basın yasalarından birine sahip olmuştur.” diyen Kılınç, 60 yıl sonra,  2021 yılında ise medyanın “Saray İktidarı”nın kuşatması altında bulunduğunu söyledi. 

'1977’de kazanılan yıpranma payı hakkı 2020'de budandı' 

Medya mensuplarının 1977 yılında elde ettiği “yıpranma payı”nın, 2020’de Saray  İktidarı tarafından basın kartı şartına bağlanarak budandığını hatırlatan Kılınç, “İletişim Başkanlığı tarafından basın kartları yıllardır verilmeyen meslektaşlarımız ile , dijital medyada görev yapan habercilerin yıpranma payı hakları ellerinden alınmıştır” dedi. 

'AKP iktidarı medyanın çöküş yılları oldu'

AKP’nin yarattığı “Yandaş Medya” düzeninin  sistemi değiştiren Anayasa değişikliği ile “Saray Medyası” na, dönüştüğünü ve  “Tek Adam”ın sesi haline geldiğini kaydeden Kılınç,  Tek Adam sistemine geçilmesiyle medyadaki kan kaybının hızlandığını,  2017-2019 yılları arasında yerel ve ulusal düzeyde yayın yapan 137 gazetenin kapandığını ifade etti. Dolara endekslenen Türksat uydu kiralarının ödenemez duruma geldiğini belirten Kılınç,  2018 yılında  Türksat uydu platformunda 890 televizyon kanalı bulunurken günümüzde bu sayınının 354’e düştüğünü açıkladı. 

'Bağımsız medya, Saray'ın ekonomik kuşatması altında'

Kamudan reklam alamayan bağımsız medyanın resmi ilanlarına da haksız hukuksuz şekilde el konulduğunu ifade eden Kılınç şu verileri paylaştı: 

• Turkcell, Türk Telekom, Emlak Konut, TOKİ, Vakıf Katılım Bankası, Çaykur gibi devlet kuruluşları ile TMSF bünyesinde şirketlerden iktidar medyasına 2020 yılı içerisinde 10 milyon saniyeyi aşkın reklam verilirken bağımsız medyaya 1 saniye bile reklam verilmemiştir. 

• Basın İlan Kurumu 2020 yılı içinde Birgün Gazetesi’ne toplam 8 ay ilan kesme cezası vermiştir. 
Basın İlan Kurumu, 2020 yılı içerisinde Cumhuriyet Gazetesi’ne 130 gün ilan kesme cezası vermiştir. 

• Sözcü ve Korkusuz gazetelerine toplam 36 gün ilan kesme cezası verilmiş, 14.5 milyon lira da vergi cezası kesilmiştir. 

• 2020 yılı içinde RTÜK, Tele 1 ve Halk TV’nin ekranlarını  5’er gün karartırken bağımsız televizyon kanallarına toplam 10 milyon liralık para cezası  kesilmiştir.  

'Gazetecilik, işsizliğin ve sendikasızlığın en yüksek olduğu mesleklerden'

İnternet medyasında çalışan binlerce habercinin hâlâ basın iş koluna dahil edilmediğini belirten Kılınç, internet medyasını da kapsayan yasa tekliflerinin aylardır komisyonda bekletildiğini ifade etti. Kılınç, TÜİK verilerine göre medya alanında işsizlik oranının yüzde 24  olduğunu hatırlatarak “Olay TV’nin de kapanmasıyla 2020 yılında 306 gazeteci işsiz kaldı. 97 gazeteci baskı ve sansür nedeniyle istifa etti” dedi. 

Medyada sendikalaşmanın sadece yüzde 6 oranına çıkabildiğini hatırlatan Kılınç, örgütlülüğün en düşük olduğu sektörlerin başında meyanın geldiğini kaydetti. 

'Saray, pandemiyi medyaya baskı kurma aracı olarak kullandı'

Covid-19 pandemisinin halkın doğru bilgiye ve habere ulaşmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyduğunu ifade eden Yüksel Mansur Kılınç, “ Ancak Saray, bir yandan pandemiyi medyaya baskı kurmanın aracı olarak kullanırken öte yandan pandeminin yarattığı olumsuz ekonomik koşullara karşı özellikle yerel-bölgesel medyayı  kaderine terk etmiştir. Pandemi sürecinde reklam kampanlarının geri çekilmesiyle radyo ve televizyonlar asgari giderlerini karşılayamaz duruma gelmiştir” dedi. 

'Şimdi görev, Saray Medya düzenine son vererek 21. Yüzyıl'ın özgür ve bağımsız medya ortamını oluşturmaktır'

AKP’nin 18 yıllık iktidarında yarattığı medya düzeninde ‘Özgür ve Bağımsız Medya’yı tehdit olarak gördüğüne dikkat çeken CHP’li Kılınç,  açıklamasını şöyle sürdürdü: 

“Tek Adam, artık iktidarırının sonuna gelmiştir. İlk seçimlerle birlikkte yaşanacak iktidar değişikliği ile  ülkemiz medyası da yeni bir sürece girecektir. Halkın talepleri ve teknolojik gelişmelerin seyri doğrultusunda sektörün tüm bileşenlerinin katılımıyla medyanın sorunlarının çözümü için adımlar hızla atılacaktır. Şimdi görev; saray medya düzenine son vererek 21. yüzyılın özgür ve bağımsız medya ortamını oluşturmaktır.” 

(SOL)