Yalnız değilsin Stephen King - SERAP EMİR / SOL-Özel

"Sermayenin borusunun öttüğü bu dünyada sefilleşmeden 'ünlü aydın' olunmuyor."

Geçtiğimiz hafta çok satan korku romanlarının yazarı Stephen King, Rus komedyenler tarafından işletildiği bir telefon görüşmesinde faşist Bandera’ya övgüler düzmesiyle gündeme geldi. Stephen King işletildiğini anladığında twitter hesabından hakkında söylenenlerin doğru olmadığını, bunun bir troll saçmalığı olduğunu duyurdu. Ancak daha önce de pek çok ünlü ismi işleten komedyenler, görüşmenin video kaydını alacak kadar deneyimlilerdi. Yayınlanan videoda kendisini Zelensky olarak tanıtan komedyen, Ukrayna’daki Yahudi soykırımının mimarlarından faşist Bandera’yı övüyor; toplumda Yahudilere karşı bazı suçlar işlemiş olsa da Bandera’nın 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını ve bir halk kahramanı olduğunu söylüyordu. Buna Amerikan başkanları Washington ve Jeffferson’un da köle sahipleri olduğu örneğiyle yanıt veren Stephen King, bunun ABD için iyi şeyler yapmadıkları anlamına gelmeyeceğini, herkeste hata bulunabileceğini, genel olarak Bandera’nın harika bir insan olduğunu düşündüğünü söylüyor ve Zelensky'ye hitaben ekliyordu: “Ve sen de harika bir insansın. Çok yaşa Ukrayna!" 

Yıllardır isminin göçmenlere ve siyahlara yönelik ırkçı söylemleriyle tanınan Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi Steve King ile karıştırılmasından muzdarip olan ünlü yazar, böylece kamuoyu önünde ilk kez kendisini onunla aynı yerde buldu. Pek çok insanın kitaplarını ve filmlerini yakından takip ettiği, dünyanın en çok satanlar listesinde uzun yıllardır adı geçen Stephen King bir faşisti aklamaya çalışırken aklından neler geçiyordu bilemiyoruz. Ama video kaydının ortaya çıkması üzerine attığı tivitten içine düştüğü durumdan utandığını anlıyoruz. Teselliyi de kendisi buluyor King: “Neyse ki yalnız değilim. Bu adamlar tarafından işletilen diğer kurbanlar arasında J.K. Rowling, Prince Harry, and Justin Trudeau var.”

Belli ki King bu zor günlerde kendisini yalnız hissetmek istemiyor, birileriyle duygudaşlık kurmak istiyor. Biz de bu ihtiyacını gidermek için bir liste çıkardık. Merak etmeyin Rus komedyenlerin işlettiği ünlüler listesi değil; dünyadaki sefil aydınların bir kısmını listeledik. Bu liste King’in yalnızlığını ne derece giderir bilinmez ama soL okurlarının safları sıklaştırmasına güç vermesini umuyoruz.

Halkının affetmediği yazar: Knut Hamsun

Stephen King’in bıraktığı yerden, İkinci Dünya Savaşı yıllarından devam edelim. Dönemin aydınlarının büyük bir kısmı insanlığı karanlığa sürükleyen faşizme karşı mücadele etti, onurlarıyla savaştı. Ancak sayıca az olsalar da yükselen otoriterliğe boyun eğenler, faşizmin parçası olmayı seçenler de oldu. Bunlardan biri de 1920 yılında Nobel edebiyat ödülü alan Norveçli yazar Knut Hamsun’du. İkinci Dünya Savaşı sırasında koyu bir Nazi destekçisine dönüşen Hamsun, aldığı Nobel’i Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’e hediye etmeyi önerecek kadar ileri gitti. Hitler Norveç’i işgal ettiğinde gazetelerden halkına “direnmeyin, silah bırakın” çağrısı yapacak kadar alçaldı. Bu çağrı nedeniyle savaş sonrası yargılansa da para cezasıyla paçayı kurtardı. Ancak Norveç halkı Hamsun’un ihanetini hiç unutmadı. Diğer bir deyişle Stephen King gibi ‘hümanist’ yaklaşıp ürettiği edebi değer hatrına ırkçılığa bulaşmış birini yazar olarak yeniden bağırlarına basamadılar. Zülfü Livaneli’nin buna dair anlattığı çok güzel bir söylence var: 

“Norveç kurtulunca, halk kendilerine ihanet eden bu yazara hiçbir şey söylemedi. Ne bir protesto, ne bir yazı, ne saldırı... Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip Hamsun’un kitaplarını bıraktı, biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı. Derken insanlar ellerindeki Knut Hamsun kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar. Hamsun bütün bunları penceresinden izliyordu. Halk çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki vermeden sakince kitapları bırakıyordu. Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık. Ertesi gün aynı durum devam etti. Kitap yığını büyüdükçe, halkına ihanet etmiş olan yazar küçüldü ve ölümü böyle oldu.”

Nazi İdeoloğu Heidegger

Sıradaki isim Nazi ideolojisinin destekçisi olmaktan da öte, onun yaratıcısı, ideoloğu: Varoluşçu filozof Heidegger’den söz ediyoruz. Freiburg Üniversitesi’nde Katolik ve Hıristiyan felsefesi öğrenimi gören Heidegger, 1923 yılında Marsburg Üniversitesi’nde profesör olur. 1927 yılında da en önemli eseri olan “Varlık ve Zaman” yayınlanır. Bu eser sonradan Sartre ve Camus gibi varoluşçulara ve devamında yapısalcılara kapı aralayacaktır.

Nazilerle bağı çok daha öncesinde başlasa da iktidara geldikleri 1933’te resmi olarak üye olur. Bunun mükafatını tam 3 hafta sonra alır: İşte gamalı haçlar altında, askeri kıyafetiyle, mezun olduğu Freiburg Üniversitesi’nde rektörlük konuşmasını yapmaktadır. Rektör olarak ilk işi Aryan ırkına mensup olmayan öğretim üyelerinin uzaklaştırılması için Baden Kararnamesi'ni çıkarmak olur. Heidegger filozof olduğu kadar muhbirdir de. Rektörlüğü döneminde Nazi ideolojisine uzak duran herkesi Gestapo'ya mektuplar yazarak ihbar eder. Kendisini en parlak öğrencisi olarak gören hocası Yahudi Husserl’ı, yıllarca hizmet verdiği üniversitenin kütüphanesine sokmaz.

Heidegger Batı felsefesini teknolojinin ağına düşmekle ve Tanrı’dan arınmakla eleştirir. Bu eleştirinin arkasında moderniteye, kentliliğe ve aydınlanma düşüncesine düşmanlığı bulmak mümkündür. Heidegger, insanın varoluşun ortasına öylece fırlatıldığını, yaşamını kendi tercih ve seçimleriyle belirleyerek Varolan’dan Varlık’a ulaşacağını ileri sürer. Böylece Almanya’nın Nasyonal Sosyalizm sayesinde Varolan’a atılmışlıktan kurtulup tekrar Varlık alanına geçeceğini ileri sürmüş olur. 

1947-1948 yılları arasında ABD’de yaşayan öğrencisi Herbert Marcuse ile mektuplaşmalarında, kendisinin nasıl olup da Nazi ideolojisinin ideoloğu haline geldiğini anlayamayan Marcuse’e yanıtı şöyledir: 

“Ben Nasyonel Sosyalizm'in ruhani bir uyanışa sebep olacağına ve Batı medeniyetini komünizm felaketinden koruyacağına inanmıştım. Bugün, o günkü konuşmalarımdan yalnızca birkaç satırın yanlış olduğu kanaatindeyim. 1934'de rektörlükten istifa ettim ama, doğru, Nazi rejimini eleştiren hiçbir şey söylemedim. Söylesem, bu benim ve ailemin sonu olurdu. 1945'den sonra da sessiz kaldım çünkü eski Nazi destekçileri saf değiştirmişlerdi ve onların yanında yer almak istemedim. Nazilerin Musevilere karşı işlediğini söylediğiniz insanlık suçlarının benzerlerini müttefik askerler savaş sonunda Almanlara karşı işledi. Aradaki fark, Alman halkının Nazi'lerin yaptıklarından habersiz tutulmaları ama sizin müttefiklerin suçlarını biliyor olmanız.”

CIA Aparatı Bir Dönek: Koestler

Gelelim 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesine… Dünyayı faşizmden kurtaran Sovyetler Birliği savaştan büyük bir prestijle çıkar, yüzünü sosyalizme dönen insanların sayısı ve komünist partilere ilgi muazzam ölçüde artar. Şimdi kapitalist dünyaya düşen, bu prestiji sarsmak için Sovyetler Birliği’ne karşı bir Soğuk Savaş başlatmak; dünyada kapitalizmin sosyalizme üstün olduğu yanılsaması yaratmaktır. İlk adımı atanlardan biri, ‘güneşini batırmaya’ hiç de niyeti olmayan İngiltere’dir. Dönemin Başbakanı Clement Attlee, 1948’de Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Enformasyon Araştırma Dairesi’ni (Information Research Department-IRD) kurdurur. İngiliz casuslarının da parçası olduğu bu daire, Sovyetlere dair kaynağı belli olmayan olgusal raporlar üretir, bu raporları İngiliz aydınlarına ulaştırır; onlar da bu kaynakları kendi çalışmalarında dolaşıma sokarlar. Dairenin başına getirilen genç diplomat Adam Watson sonraları yaptığı bir açıklamada bu olgusallığın önemini şöyle vurgular: “Yaptığınız iş olgulara dayanıyorsa, olguları çürütmek dümdüz propagandayı çürütmekten çok daha güçtür.”

IRD’nin ilk danışmanlarından biri, Almanya Komünist Partisi eski üyesi, Macar doğumlu yazar Arthur Koestler olur. 1930’lu yıllarda partiyle tanıştığında Marx ve Engels’in kendisine baş döndürücü bir özgürleşme yarattığını belirten Koestler’in özgürlüğü, casusluk yapmak için gittiği İspanya’da 1936’da tutuklanmasıyla sekteye uğrar. İngiliz Hükümetinin araya girmesiyle salıverilen Koestler, kendisine ‘özgürlüğü’ yeniden tattıran bu emperyalist devleti hiç unutmaz.1938’de Komünist Parti’den istifa ederek İngiltere’ye göç eder. Artık geri kalan yaşamı boyunca, istihbarat ajanlarına ve Dışişleri’ne bağlı, yılmaz bir anti-komünist olacaktır. 

Moskova yargılamalarını anlattığı ‘Gün Ortasında Karanlık’ romanı, komünist kimliğinden günah çıkararak kapitalizme teslimiyetini sunduğu ilk eseridir. Bu roman, sosyalizmi karalamakta George Orwell’ın ‘1984’’üyle yarışır övgülere mazhar olur.  Kitabın sponsorluğunu üstlenen İngiltere Dışişleri Bakanlığı, kitaptan tam 50 bin adet satın alarak dağıtır. 

Kapitalizmin güneş batmayan imparatorluğuna sunduğu hizmet Koestler’e yeni dünya düzeninin parlayan yıldızı ABD’nin kapılarını açar. 1948’te çıktığı ABD konferans turunda, çiçeği burnunda Amerikan İstihbarat Servisi’nin (CIA) mimarlarından General Donovan’la tanışır. Donovan Koestler’in anti-komünistliğinden, Rusya’da geçen yılları sayesinde içeriden edindiği bilgilerden etkilenmiş olsa gerek, onu hemen ekibe alır. Koestler yabancılık çekmez; ekipte kendisi gibi ‘eski’ ve ‘eleştirel’ solcu pek çok isim vardır. Böylece Koestler; ABD’li diplomat Chip Bohlen ve George Kennan gibi isimlerin öncülüğünde Arthur Sclesinger, Nicolas Nabukov ve benzerleriyle beraber CIA’in Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği “komünist olmayan sol” projesinin parçası olur. Sosyalizmi eski bir komünist olarak içeriden eleştiren, soldan konuşan bu ekip öncülüğünde Sovyetlerin yarattığı ideolojik üstünlüğün altını oymak için onlarca edebiyat dergisi çıkarılır, Marshall bütçesi ve Amerikan sermaye devlerinin desteğiyle Avrupa’dan Latin Amerika’ya yüzlerce kültür sanat sempozyumları, kongreler düzenlenir. Bu projeyle bir araya gelen isimler 1949’da ‘Başarısızlığa Uğrayan Tanrı’ isminde derleme bir kitap yayınlarlar. Louis Fischer, André Gide, Arthur Koestler, Ignazio Silone, Stephen Spender ve Richard Wright tarafından yazılan makalelerin ortak teması yazarların komünizme duyduğu hayal kırıklığı ve komünizmden vazgeçtiklerinin ilanıdır.  

Mccarthy Döneminde Bir Muhbir: Elia Kazan

Aynı dönemde ABD yalnızca soldan devşirdiği aydınları reel sosyalizmin yaydığı albeniye karşı fonlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumda öne çıkan komünistlere dönük bir cadı avı da başlatır. 1947’de ABD’li Cumhuriyetçi parti senatörü Raymond Mccarthy öncülüğünde kurulan Amerikan Karşıtı faaliyetleri İzleme Komitesi, kendisine yapılan ihbarlar doğrultusunda komünizmden yana olan ünlü oyuncuların, senaristlerin, yazarların olduğu yüzlerce insanı sorgular. Arkadaşlarını ihbar eden muhbirlerden biri de ‘1984’ ve ‘Hayvan Çiftliği’ romanlarıyla tanınan George Orwell’dir. 50’ler boyunca süren cadı avı, sosyalizmi yurttaşların sürekli izlendiği ve özgür düşüncenin olmadığı bir korku toplumu olarak karalamaya çalışan Orwell’ın yazdığı distopyanın kapitalizmin en gelişmiş ülkesinde vücut bulmuş halidir aslında. Binlerce insan sırf komünizme sempati duydukları veya komünist oldukları için, siyasi görüşlerinden dolayı yargılanır; hedef gösterilir.

1952’de komitede ifade veren ihbarcılardan biri de Ermeni asıllı ABD’li yönetmen Elia Kazan’dır. Kendisinin de parçası olduğu Group Theatre’daki oyuncuları ihbar eden Kazan, bu insanların Komünist Parti’nin emirleri doğrultusunda hareket ettiklerini sayıp döker. “Komünist felsefeden, komünist yöntemlerden tiksiniyorum. Düşünce özgürlüğünden, çalışma özgürlüğünden, birey haklarından yanayım.” diyen Kazan’ın 1934 yılında bir yıllık Amerikan Komünist Partisi geçmişi de vardır. 

Kazan’ın komünistlere dönük nefretini dindirmeye mahkemede yaptığı tanıklık yetmez; New York Times’a Amerikan Komünist Partisi’nin Kremlin’den emir aldığını, özgürlükleri baskıladıklarını, yaşamının geri kalanında anti komünist filmler yapmayı amaçladığını anlattığı bir yazı yazar. Aralarında ünlü senarist yazar Dalton Trumbo’nun da bulunduğu “Hollywood Onlusu” diye bilinen ekip tüm baskılara karşın fikirlerinden ödün vermez. 

Emperyalist dünya Kazan’ın ihaneti karşılıksız kalmaz: Muhbirliğiyle başlayan on yıllık süreçte Oscar dahil pek çok ödüle boğulur. 1999’da Sinema Sanatları Akademisi’nin yaşam boyu başarı ödülünü Elia Kazan’a verme kararı ABD’de büyük protestolara neden olur. Ödülün vereceği gece kalabalık bir grup pankartlarla protesto gösterisi gerçekleştirir. Törene katılan ünlüler ödül verilirken Elia’yı alkışlamaz, ayağa kalkmaz. Böylece Elia Kazan da tarihe sefil bir aydın olarak geçer.

Kadro’nun ihaneti

Buna benzer bir ihanet de TKP geçmişinde vardır. Dönemin Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ve Merkez Komite üyesi Şevket Süreyya Aydemir, 1927 Tevfikatı’nda partiyle ilgili belgeleri polise teslim ederek örgütü çökertirler. Yükselen güç Kemalizm’dir, ve belli ki entelektüel enerjilerini burjuvazinin hizmetine sunmak kendilerine daha zahmetsiz ve konforlu gelmiştir. Bugünden bakıldığında bu ihanete varan sürecin nüveleri izlenebiliyor. Ancak parti önderliğinin yurtdışında olduğu, Siyasi Büro'ya müdahalenin nesnel olarak imkansız olduğu yıllar... Vedat Nedim’in aşırı temkinliliği, partiyi rölantiye alma eğilimi ve siyasi konularda partiyi geri çekmesi; Şevket Süreyya’nın burjuvazinin emperyalizm ve gericilik karşısında diğer sınıfları temsil ettiği tezi, dolayısıyla Kemalizmle çatışmaya girmeme pratiği, ekonomik mücadeleyi önceleme iddiası hep bu sürece dair belirtilerdir. Bu duvarlara karşı Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki Harici Büro, sınıf karşıtlıklarının arttığına ve zeminin TKP için daha da elverişli hale geldiğine dikkat çeker, kitleleri partiden haberdar etmek için derhal işçi sınıfına hitap eden bir bildiri yayınlanmasını önerir. Bunu kendisine dönük güvensizlik olarak algılayan Nedim ve Şevket, Harici Büro’ya karşı harekete geçer, Harici Büro da onlara karşı. Bu süreç sonunda Nedim’in polise verdiği eşgal yüzünden partiyi ayağa kaldırmak için ülkeye gelen Şefik Hüsnü ve partinin ülkedeki kadrolarının çoğu tutuklanır. Bu saf değiştirmeden sonra Şevket Süreyya ve Vedat Nedim, Yakup Kadri ile birlikte çıkardıkları “Kadro” dergisiyle sosyalizm ve kapitalizmden ayrı bir üçüncü kalkınma yolu geliştirmeye çalışırlar; yani genç burjuvazinin tarafını seçerler.

Nerede ‘savaş’, orada ‘Levy’

Daha yakın geçmişe gelelim. 2012 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali'ne yönetmenliğini üstlendiği ve başrolünde yer aldığı "The Oath of Tobruk" (Tobruk Andı) isimli belgesel filmiyle katılan Bernard-Henri Lévy, festival öncesi düzenlediği basın toplantısında Suriye'ye yönelik askeri müdahale çağrısı yapar. Filmini 'Suriyeli devrimciler' dediği cihatçı çetelere adayan Levy, yüzlerini Suriye bayrağıyla kaplayan ve patlamaların yaşandığı Suriye’den bir kaç saat önce geldiklerini belirten ÖSO’cularla basının karşısına çıkar. Levy’nin Kaddafi karşıtı isyancılar ve Ulusal Geçiş Konseyi ile yaptığı görüşmeleri, Nicolas Sarkozy’den Libya için “destek” istemesini konu alan filmde Türkiye’nin Libyalı isyancılar için nasıl bir mühimmat üssü olduğuna da değinilmektedir. Üstelik bu Levy’nin emperyalizme müdahale çağrısı yaptığı ilk film değildir. Yugoslavya İç Savaşı sırasında da ‘Bosna’ isimli bir film çeken Levy o zaman da yine NATO’ya müdahale çağrısı yapmaktadır. 2008 yılındaki Rusya-Gürcistan savaşında da yine kameramanı ve fotoğrafçısıyla, sahada Fransız emperyalizmini temsilen Levy vardır.

Pamuk’un Levy’den neyi eksik?

Levy’nin emperyalist dünyaya yönelik yaptığı Suriye’ye müdahale çağrısı onun yolundan giden diğer aydınlar arasında da karşılık bulur. Aralarında Orhan Pamuk, Umberto Eco, David Grossman, Salman Rüşdi, Amos Oz gibi isimlerin bulunduğu ‘aydınlar’, birkaç ay sonra BM’ye Esad’a karşı harekete geçme çağrısı yapar. Ancak bununla da kalmazlar; Esad’ı sonunun Kaddafi gibi olacağıyla tehdit ederler. Kaddafi’nin linç edilerek öldürüldüğü, ve hatta kazığa oturtulduğu söylentilerinin de olduğunu soL okurlarına yeniden hatırlatıyoruz. Orhan Pamuk’un da imzacısı olduğu metnin tehdit kısmı ise şöyledir:

““Her şey senin elinde…İstifanı duyur ve BM himayesi altında serbest seçimlerin düzenlenmesi için partilere müzakere çağrısında bulun. İstifa dışında sizi aileniz için üzücü olan tek bir yol bekliyor: Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi ölmek. Ya da Lahey’de dezenfekte edilmiş bir hücrede ömür boyu hapis."

Son Sefil Örnek 'Yeni Türkiye’den: Alev Alatlı

Şimdi günümüze gelelim. TRT2’deki filmleri pek çok sinemasever takip ediyor, belki siz de denk geliyorsunuzdur. Hatta muhtemelen arada kesilen/sansürlenen sahnelerden ziyade, AKP’nin arpalığına dönüşen bir devlet kanalında böylesine güzel filmlerin nasıl yayınlandığına şaşırıyorsunuzdur. İşte bu devlet kanalını arada 'filme denk gelirim' umuduyla açtığınızda muhtemeldir ki sıkça karşılaştığınız ak saçlı bir kadın var: yazar Alev Alatlı, nam-ı diğer AKP Türkiyesi aydını. Üstelik bu sıfatı tescilli de, 2018'den bu yana Cumhurbaşkanı'nın kültür danışmanı.

Ben kendisini Yalçın Küçükle katıldığı bir programdan ve Latife Tekin üzerine yaptıkları tartışmadan hatırlıyorum. Programda Alatlı Küçük’ün çizdiği ütopyası olan, yorumlamakla yetinmeyip eyleme geçen, dönüştüren aydın tipine karşı çıkıyor. Daha sonra aynı 'Aydın Despotizmi' adlı eserinde bunu ‘paçoz’luk olarak adlandırıyor. Alatlı 80 öncesi aydınlarının yarattığı sınıfsal baskıya ve her tür -izm’e karşı çıktığı kitabında aydını şu sıfatlarla tanımlıyor: En az bir iki dil bilen, ötekileştirmeyen, ahlakı adabı koruyan, muhafazakarlığın yükselişini gören, her şeye duyarlı kimse…

Aynı Alatlı katıldığı başka bir TV programında okumanın önemini bilen bir ‘aydın’ olarak şu incileri döküyor: “Eğer okumuş olsaydık kargadan başka kuş Shakespeare’den başka yazar tanımamış olurduk. İyi ki de okumadık. 500-550 yıldır aynı yazarı okuyan bir Anglo Sakson toplum var.” Ve Alatlı iktidardan aldığı güçle, gördüğü kıymetle, TV programlarından kazandığı paralardan aldığı motivasyonla yükselen İslamcılığı görüyor ve ona oynuyor. Gezi Direnişi’nde “Bir kalem darbesiyle atarlı ergenleri sokağa döken yazarın yaptığı helal değildir.” buyuran Alatlı, bugün Erdoğan’a düzdüğü övgüler ve onun elinden aldığı ödüllerle sefil yaşamına devam ediyor. Onlardan en hatırda kalanı şu: “Dünya 5'ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı.” Ama hangi Orwell; sosyalizmi milyonların zihninde diktatörlükle eşitlediği için piyasa tarafından yerlere göklere sığdırılamayan Orwell mı, CIA’e komünistleri ihbar eden sefil Orwell mı? Her ikisi birden... 

Sermayenin borusunun öttüğü bu dünyada sefilleşmeden 'ünlü aydın' olunmuyor. 

 SERAP EMİR / SOL-Özel




TARİHTE BUGÜN (28 TEMMUZ)

 

   OLAYLAR:

  • 1299 - Marco PoloVenedik'e döndü.
  • 1402 - Osmanlı Padişahı Yıldırım BayezidAnkara Savaşı'nda Timur'a yenilerek esir düştü; Osmanlı Devletinde "Fetret Devri" başladı.
  • 1808 - Osmanlı Padişahı III. Selim, İstanbul'da IV. Mustafa'nın emriyle boğularak öldürüldü.
  • 1821 - Arjantinli general Jose de San Martin, Lima'ya girerek Peru'nun İspanya'dan bağımsızlığını ilan etti..
  • 1920 - Meksikalı isyancı Panço Villa teslim oldu.
  • 1921 - Kütahya'da toplanan Yunan Savaş Meclisi, Ankara'ya yürüme kararı aldı.
  • 1929 - Savaş esirlerine ilişkin Cenevre Konvansiyonu, 48 ülke tarafından imzalandı.
  • 1939 - Demiryolu Aşkale'ye ulaştı.
  • 1941- Benzin sıkıntısı nedeniyle bir süreden beri taksilerde tek-çift plaka uygulaması kaldırıldı.
  • 1942- İstanbul’un iaşesi (beslenmesi) Belediye’ye devredildi. Piyasayı ve bütün eşya fiyatlarını belediye tanzim edecek.
  • 1945 - New York'ta Empire State Binası'nın 78. katına, bir B-25 Mitchell bombardıman uçağı çarptı ve 24 kişi öldü.
  • 1950- Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Kore savaşına girilmemesi için TBMM’ne gönderdiği mektup için Başbakan Menderes: “Komünist tahriki”dedi. Cemiyet’in Kore’ye asker gönderilmesine karşı dağıttığı bildiri toplatıldı, Cemiyet Başkanı Behice Boran ve 3 kişi gözaltına alındı.
  • 1962- Adapazarı’nda 8 bin esnaf belediyeyi protesto etti.
  • 1962 - Yönetmen Elia KazanAmerica America filminin çekimlerine İstanbul'da başladı.
  • 1963- Kar nedeniyle, 10 aydır kapalı Beytüşşebap yolu açıldı.
  • 1965 - Adalet Bakanı ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi G.İ.K.üyesi İ.Baran: “Türkeş, partimizi Nazi usulleriyle ele geçirmek istiyor”.
  • 1965 - Vietnam Savaşı: ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Güney Vietnam'daki Amerikan güçlerinin sayısının 75.000'den 125.000'e çıkarılmasını istedi.
  • 1967- İş Kanunu TBMM’de kabul edildi.
  • 1969- Samsun Cezaevi’nde 800’e yakın mahkum ayaklandı. Jandarma ateş açtı: 1 ölü, 9 yaralı.
  • 1970- 15/16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden 1.5 ay sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı basın toplantısında açıklama yaptı: “Şu anda grev ve lokavt yasaktır. Bu haklar ancak sıkıyönetim sonrasında kullanılabilir.”
  • 1976- Adana Ceyhan’da bir genci döverek öldüren iki polis tutuklandı.
  • 1976 - Çin'in Tangshan şehrinde meydana gelen 8,2 şiddetindeki depremde; 242.769 kişi öldü, 164.851 kişi de yaralandı.
  • 1976 - Ankara’da belediye ile fırıncılar arasındaki anlaşmazlık kentin ekmeksiz kalmasına yol açtı.
  • 1977- DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Ulusal Demokratik Cephe çağrısını yayınladı. Türkler yayınladığı çağrı mesajında şu görüşleri dile getirdi: “Milliyetçi Cephe, işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulasal Demokratik Cephe (UDC), içinde biraraya gelmeli ve UDC’yi güçlendirmeleri acil bir görev ve zorunluluktur.”
  • 1978- Tarım alanlarının topraksız ve az topraklı köylülere kiralanacağı açıklandı.
  • 1978 -  IMF, Türkiye’ye acı reçetesini açıkladı: Memur kadrosu dondurulsun, maaşlar artırılmasın, benzine zam yapılsın, KİT açıkları kapatılsın.  
  • 1979- Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) yöneticileri silahlı çete kurma iddiasıyla tutuklandı.
  • 1980- 1 yıl önce Sandinist gerillalar Managua’ya dayandığında Miami’ye kaçan devrik Nikaragua diktatörü Somoza Paraguay’daki lüks villasında görüntülendi.
  • 1980 - İzmir’de Savcılık, Kemal Türkler’in öldürülmesinin ardından iş bırakan Maden-İş’li 70 bin işçi için 1.000’er TL ağır para cezası isteneceğini, işçileri eyleme zorlayan sendika yöneticileri için de 1 aydan az olmamak kaydıyla hapis cezası öngörüldüğünü bildirdi.
  • 1983- Cumhuriyet Başsavcılığı Türkiye Huzur Partisi ve Fazilet Partisi’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
  • 1987- Muzır Kurulu’nca “müstehcen” bulunup toplatılan “Asılacak Kadın”ın yazarı Pınar Kür’ün yargılanmasına devam edildi. 
  • 1988- 38.güne giren Darphane ve Damga Matbaası’ndaki greve, “Basklı Demokratlar” ve Yeşil Barış Dergisi çalışanları destek verdi.
  • 1988- Tutuklu TBKP liderleri H.Kutlu ve N.Sargın’a özgürlük dilekçesiyle Başbakanlık önünde bildiri okumak isteyen 4 yabancı parlamenter polislerce uzaklaştırıldı.
  • 1991- Erdal İnönü, yeniden Sosyal Demokrat Halkçı Parti, SHP genel başkan seçildi.
  • 1992- Barcelona’da düzenlenen 25. Olimpiyat Oyunları’nda halterci Naim Süleymanoğlu 60 kiloda altın madalya kazandı.
  • 1993- DİSK 4.Ören toplantısı 23-28 Temmuz’da yapıldı.
  • 1993 -  Demokrasi Partisi (DEP) Bitlis İl Başkanı’nın oğlu, Özgür Gündem Gazetesi’nin Bitlis muhabiri Ferhat Tepe (18) sabah evinden çıkarken telsizli sivillerce kaçırıldı.
  • 1994- Garanti Bankası’nda DİSK/ Bank-Sen’de örgütlenen çalışanların işten çıkarılmalarına karşı işçilerin Çalışma Bölge Müdürlüğü ve İş Teftiş Grup Başkanlığı’na yaptığı başvurulara işçilerin lehine yanıtlar alındı. 
  • 1995- Kamu çalışanları, Tüm Haber-Sen’in İstanbul, Ordu, Artvin şubelerinin kapatılmasına karşı İstanbul Büyük Postane önündeydi.
  • 1996- Emperyal gazinolarının sahibi Ömer Lütfi Topal, aracıyla evine giderken açılan çapraz ateş sonucunda öldürüldü.
  • 1996 - Ölüm oruçlarının son gününde hayatını kaybeden Yemliha Kaya (DHKP-C) ve Osman Akgün’ün (TİKB) cenazeleri İstanbul’da defnedildi. Ölüm oruçları 12 tutuklu-hükümlünün hayatını kaybetmesiyle sona erdi, ancak hastaneye kaldırılan 175 mahpustan 7’si hala ölüm sınırında.
  • 1996 -  Muğla, Aydın ve Antalya’da çıkan yangınlarda 1300 hektar yeşil alan yandı.
  • 1996 - Meksika’da Zapatistalar ”İnsanlık İçin Neoliberalizme Karşı Kıtalararası Karşılaşma” adlı 41 ülkeden 2.200 kişinin katıldığı 1 haftalık bir Forum düzenledi. Forum, Zapatistalar’ın kontrolündeki ormanlık San Cristobal de Las Casas civarında ahşap kulübelerde yapıldı.
  • 1997- Metin Göktepe’nin ölümünden haklarında gıyabi tutuklama kararı bulunan 1 emniyet amiri ve 5 polis memuru Afyon Cumhuriyet Savcılığı’na teslim oldu.
  • 1997 -  Sefaköy Reslan Matbaa’da sendikal çalışmalardan dolayı atılan 56 işçinin işyeri önündeki direnişi 17.gününde. 
  • 1997 -  8 yıllık kesintisiz eğitime karşı Beyazıt’taki gerici gösteride konuşma yapan Akit yazarları Dilipak ve Karahasanoğlu ifade verdi. 
  • 2000- İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı yeni “fuhuş tüzüğü tasarısı”na göre seks işçilerinin sigortalı çalıştırılması zorunlu hale getiriliyor.
  • 2000 -  ÖDP’liler, Adalet Bakanı Türk tarafından açıklanan “F tipi cezaevlerine geçiş süreci”ni Tünel’de protesto etti. 
  • 2000 -  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kapatılan Refah Partisi’nin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın, hakkındaki hapis cezasının durdurulması için yaptığı başvuruyu reddetti.
  • 2001- Partileşmesine az bir süre kalan “Yeni Oluşum”un lideri R.Tayyip Erdoğan’ın 13 Temmuz’da İsrail’in yeni Ankara Büyükelçisi David Sultan ile gizli bir görüşme yaptığı öğrenildi. Erdoğan daha önce de ABD’de Musevi Cemaati’nin lideri Abraham Fuksman’la görüşmüştü.
  • 2001 -  Uşak E Tipi Cezaevi’nde, 220 gündür ölüm orucunu sürdüren altı hükümlü sağlık durumlarının kötüye gitmesi nedeniyle tahliye edildi.  
  • 2001 -  Çeşitli illerden Ankara’ya gelen 2 bine yakın TMMOB’lu, Kasım krizinden beri işini kaybeden yaklaşık 55 bin mimar ve mühendis için Toros Sokak’tan hükümet ve IMF karşıtı sloganlarla Abdi İpekçi Parkı’na yürüdü.
  • 2002- TÜPRAŞ yakınındaki Akçagaz Dolum Tesisleri’nde yangın çıktı. 2.5 saatte kontrol altına alınabilen yangın, 3 trilyon lira zarara yol açtı.
  • 2003- ABD’de yatırımcı ve spekülatör George Soros gazetelere ilan verip, Bush yönetimini Irak Savaşı konusunda halka yalan söylemekle suçladı. “Ülke savaşa gidiyorsa, gerçekleri bilmek halkın hakkıdır.”  
  • 2003 -  Çeşitli illerden Ankara’ya gelerek Abdi İpekçi Parkı’nda toplanan TAYAD’lıların Meclis’e yürümesine polis izin vermedi. F tipi cezaevlerinin kapatılması talebiyle toplanan 60 bin imzalı dilekçe, temsilciler aracılığıyla Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı’na iletildi.
  • 2003-  Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNC) Fransa ile yedi aydır süren ateşkesi sona erdirdi. 
  • 2004- İran’da 1997-2000 arasında reformcu Cumhurbaşkanı Hatemi’nin kültür bakanı olan Ataullah Mohacerani gözaltına alındı. Gerekçe: ikinci eşini resmen kayıtlara geçirmemesi. İran’da kayıt yaptırmak şartıyla erkeklere dört eşe kadar izin var. 
  • 2005- Bingöl’ün Yayladere ilçesi Belediye Başkanı AKP’li Haşim Akyürek PKK’lılarca kaçırıldı. İHD Bingöl Şube Başkanı Rıdvan Kızgın, “Akyürek’in derhal serbest bırakılmasını istiyoruz, kınıyoruz” dedi. 
  • 2005 -  Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesine ilişkin 2000 yılında gerçekleştirilen “Umut Operasyonu” davasında, Ferhan Özmen ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Davada iki sanık 6’şar yıl 3’er ay, dört sanık 3’er yıl 1’er ay, bir sanık da 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkum edildi.
  • 2005 -  Kuzey İrlanda’da Britanya ile 30 yıldır çatışan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) silahlı mücadeleyi terk ettiğini, mücadelelerini siyasi ve demokratik yoldan sürdürüceğini açıkladı.
  • 2006- Genelkurmay Başkanlığı emekli Korgeneral Altay Tokat hakkında soruşturma açtı. Korgeneral Altay Tokat Yeni Aktüel dergisine yaptığı açıklamada Güneydoğu’da görev yaparken bölgeye yeni atanan hakim ve memurları “hizaya getirmek” için evlerinin yakınlarına “bir iki bomba attırdığını” söylemişti.
  • 2007- Rusya’da muhalefet hareketi üyesi kadın gazeteci Larisa Arap ‘zorunlu’ psikiyatrik tedavi altına alınınca açlık grevine başladı.
  • 2008 – Türkiye’de iktidar partisi AKP’ye kapatma istemi ile açılan dava görüşülmeye başlandı.
  • 2009- Genç-Sen üyesi öğrenciler YÖK Başkan Vekili ile görüşerek harç zammının geri çekilmesini istedi.
  • 2010- İspanya’nın özerk bölgesi Katalonya, ülkede yüzyıllarca süren bir gelenek olan ve senede 30 binin üzerinde boğanın ölmesine sebep olan boğa güreşlerini yasakladı.
  • 2011- Kıbrıs Rum kesiminde deniz üssündeki patlama sonrası ortaya çıkan kriz nedeniyle hükümet istifa etti.
  • 2011 -  Ankara 15. İş Mahkemesi, 20 Ocak 2011’de kurulan ve Ankara Valiliği’nin başvurusu üzerine 15 Mart’ta dava açılan Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın (Yargı-Sen) kapatılmasına karar verdi.
  • 2011 -  Hopa’da gözaltı ve tutuklamalara karşı ÖDP, ESP ve Halkevleri üyesi yaklaşık 200 kişi AKP İlçe Binası’na yürüdü.
  • 2012- Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde sahurda evinin önünde ramazan davulu çalınmasını istemeyen Alevi bir ailenin evi taşlandı ve ahırı ateşe verildi.
  • 2013- Alevi Kültür Merkezi Londra’da yürüyüş ve Trafalgar’da miting düzenledi, Aleviliğin Türkiye’de anayasal güvencelere kavuşturulması talebini içeren 7 bin imza topladı.
  • 2013 - Halkların Demokratik Kongresi’nin Gezi Parkı’nda yapmayı planladığı iftara izin verilmedi, Park boşaltıldı.
  • 2013 - Gezi Direnişi’ne destek için Antalya’dan İstanbul’a “Adalet Yürüyüşü” başlatan 4 genç Eskişehir’e ulaştı. 
  • 2015- Şemdinli’de sivil kıyafetlerle çarşıya çıkan uzman çavuş Ziya Sarpkaya silahlı saldırıda hayatını kaybetti.
  • 2017- Aile üyelerinden bazılarının Panama belgeleriyle ortaya çıkan yolsuzluk iddialarına karıştığı gerekçesiyle Başbakan Navaz Şerif Pakistan Anayasa Mahkemesi tarafından görevden uzaklaştırıldı ve siyasetten ömür boyu men edildi.
     

      DOĞUMLAR:
  • 1635 - Robert Hooke, (d. 18 Temmuz 1635 – ö. 3 Mart 1703). Hem teorik hem de pratik açıdan yaptığı çalışmalarla bilimsel rönesansta büyük rol oynamış bir İngiliz hezarfenidir; doğa felsefecisi, mimarmühendisfilozof ve bilim adamıdır.
  • 1691 - Edward Cave, (d. 27 Şubat 1691 – ö. 10 Ocak 1754) İngiliz matbaacı, editör ve yayıncı. Kurduğu The Gentleman's Magazine adlı dergi ile modern anlamda ilk genel ilgiye yönelik dergiyi çıkaran kişi olmuştur.
  • 1750-Philippe-François-Nazaire Fabre ya da bilinen adıyla Fabre d’Églantine (29 Temmuz 1750, Carcassonne - 5 Nisan 1794, Paris), Fransız şair, oyuncu, dramaturg ve devrimci.Fabre Fransız Devrimi boyunca Georges Danton ile Jean-Paul Marat'un taraftarı ve Club des Cordeliers üyesi olmuştur. Révolutions de Paris adlı haftalık gazete için yazmıştır. Ağustos 1792 yılında Compte rendu au peuple souverain adlı Paris'teki hapishanelerde Eylül Katliamı'na neden olan bir beyanname yazmıştır.   17 Ocak 1793'te Milli Konvent'in milletvekili olarak XVI. Louis'in İdamı'na oy vermiştir. Fabre, Fransız Devrim Takvimi'nin tatbik edilmesi için oluşturulmuş bir komitenin üyesi olup en çok şairane günlük adlarını takvime eklemek istemiştir. 5 Nisan 1794 yılında Danton taraftarı olarak giyotinle idam edilmiştir. Fabre'in mezarı Paris'teki Cimetière des Errancis adlı mezarlıkta bulunur.
  • 1887 - Marcel Duchamp, Fransız sürrealist ressam (ö. 1968)
  • 1904 - Elyesa Bazna (Çiçero), Arnavut asıllı Türk casus (ö. 1970)
  • 1909 - Aenne Burda, Alman girişimci (moda ve dikiş dergisi Burda'nın yaratıcısı) (ö. 2005)
  • 1922 - Jacques Piccard (28 Temmuz 1922 - 1 Kasım 2008), Okyanus akıntılarını temel alarak sualtı araçları geliştiren İsviçreli mühendis. Birleşik Devletler Donanması'nda yüzbaşı olarak görev yapan Don Walsh'la birlikte dünyanın kara ve denizdeki en derin noktalarına ulaşan ilk kişidir. Piccard 1972'de Howard N. Potts Madalyası'na değer görülmüştür.
  • 1925 - Ali Bozer, Türk hukukçu ve siyasetçi (ö. 2020)
  • 1929 - Jacqueline Kennedy Onassis, ABD başkanlarından John F. Kennedy'nin eşi (ö. 1994)
  • 1938 - Luis Aragonés, İspanyol eski millî futbolcu ve teknik direktör (ö. 2014)
  • 1943 - Rick Wright, İngiliz müzisyen, söz yazarı ve Pink Floyd grubunun klavyecisi (ö. 2008)
  • 1944 - Atilla Olgaç, Türk sinema ve tiyatro oyuncusu
  • 1945 - Faruk Süren, Türk iş adamı ve Galatasaray eski Başkanı
  • 1951 - Santiago Calatrava, İspanyol mimar
  • 1954 - Hugo Chávez, Venezuela Devlet Başkanı (ö. 2013)
  • 1974 - Aleksis Çipras, Yunan inşaat mühendisi ve siyasetçi
  • 1986 - Semih Erden, Türk basketbolcu
  • 1993 - Harry Kane, İngiliz millî futbolcu


       
 ÖLÜMLER
  • 450 - II. TheodosiusDoğu Roma İmparatoru (Konstantinopolis'in surlarını yaptıran) (d. 401)
  • 1540 - Thomas Cromwell, Kral VIII. Henry döneminde İngiltere Parlamento Şansölyesi (d. 1485)
  • 1655 - Cyrano de Bergerac, Fransız şair (d. 1619)
  • 1741 - Antonio Vivaldi, İtalyan besteci (d. 1678)
  • 1750 - Johann Sebastian Bach, Alman besteci (d. 1685)
  • 1794 – Fransız devrimci lider Maximilien Robespierre, giyotinle başı kesilerek idam edildi.
  • 1794 - Louis de Saint-Just, Fransız siyasetçi ve Fransız İhtilali'nin liderlerinden (d. 1767)
  • 1836 -Nathan Mayer Rothschild (16 Eylül 1777 - 28 Temmuz 1836), Yahudi kökenli İngiliz–Alman bankacı, iş adamı ve finansördü. Frankfurt am Mainin Almanya'da doğdu, Gutle (Schnapper) ve Mayer Amschel Rothschild'in beş oğlundan üçüncüsü ve Rothschildbanking hanedanının ikinci neslindeydi. Dört kardeşi gibi, 1822'den, Avusturyalı Baron Baron Nathan Mayer, Freiherr von Rothschild'di; ancak unvanı hiç kullanmadı. Bir zamanlar dünyadaki en zengin adam, Rothschildler arasındaki en zengin adamdı. İsimsiz bir çağdaş Londra Menkul Kıymetler Borsası'nda Nathan Rothschild'i
    'Rothschild Sütunu'na yaslandı.. ağır ellerini ceplerine astı ve sessiz, hareketsiz, gizil kurnaz kurnazlığı serbest bırakmaya başladı"
    şeklinde tanımladı: Gözlere genellikle ruhun pencereleri denir. Ancak Rothschild'in durumunda, pencerelerin yanlış olduğu veya onlardan dışarı bakacak hiçbir ruh olmadığı sonucuna varacaksınız. İçeriden bir ışık kalemi gelmez, ne de herhangi bir yöne yansıtılmadan gelen bir parıltı yoktur. Bütün sizi boş bir cildin aklına getiriyor ve içinde en azından bir şey olmadan neden dik durduğunu merak ediyorsunuz. Arada başka bir figür ortaya çıkıyor. Daha sonra iki adım atıyor ve gördüğünüz ve düşündüğünüzden daha meraklı olan en meraklı bakış, sanki bir kılıç kınından bir kılıç çekiyormuş gibi, bu sabit ve sızan gözlerden çıkarılıyor. Tasarımla değil tesadüfen geliyormuş gibi görünen ziyaret figürü sadece bir ya da iki saniye durur, bu sırada görünümler değiş tokuş edilir, ancak tercüme edemeseniz de en önemli anlamı hissetmeniz gerekir. Bundan sonra gözler tekrar kılıflanır ve şekil taşlı duruşuna devam eder. Sabahları, hepsi benzer bir resepsiyonla buluşan ve benzer şekilde kaybolan ziyaretçi sayısı gelir. Son olarak, figürün kendisi kaybolur ve sizi tamamen kaybolur.Enfekte bir apse 1836'da ölümüne neden olduğunda, kişisel serveti İngiliz milli gelirinin % 0.62'sine ulaştı. Ayrıca Rothschildler'in İngiltere ve Avrupa'da önde gelen yatırım bankacıları olarak yerini sağlamıştı. Oğlu Lionel Nathan Rothschild (1808-1879) İngiltere'deki aile işini sürdürdü. Nathan Mayer Rothschild ve eşi Hannah, Whitechapel'deki Brady Street Ashkenazi Mezarlığı'na gömüldü.
  • 1989 - Nimet Arzık, Türk gazeteci ve yazar (d. 1923)
  • 2006 - Ayşen Tekin, Türk oyuncu ve seslendirme sanatçısı (d. 1953)
  • 2006 - Baykal Saran, Türk oyuncu ve yönetmen (d. 1937)
  • .2013 - Eileen Brennan, Amerikalı sinema ve tiyatro oyuncusu (d. 1932)
  • 2014 - Margot Adler, Amerikalı yazar, gazeteci, radyocu ve yayıncı (d. 1946)
  • 2019 - Ferruh Bozbeyli, Türk siyasetçi (d. 1927)
  • 2020 - Junrey Balawing, Dünya'nın en kısa erkeği unvanını taşıyan Filipinli rekortmen (d. 1993)

Arkeolog Mesut Alp: IŞİD'ın yarattığı yıkımın geri dönüşü yok - ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Söyleşi

 Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanlarda yaşanan yıkım konusuna bu hafta IŞİD'in Suriye'deki saldırıları ve Palmira Antik Kenti ile devam ediyoruz.

Arkeolog Mesut Alp ile "Arkeolojik alanlarda yıkımın tarihi" başlıklı röportaj serimize bu hafta IŞİD'in sebep olduğu barbarlık ve tarihi eser kaçakçıların etkisi üzerine devam ediyoruz. Alp, IŞİD'in yarattığı yıkımın geçmişte benzer örnekleri olsa da günümüz açısından ciddi bir tahribat yarattığını ve insanlık tarihinin kara lekelerinden birisi olarak hafızalara kazındığını ifade ediyor. 

IŞİD ve benzeri gerici örgütlenmelerin aynı zamanda perde arkasından arkeolojik eser ticareti yaptıklarını ifade eden Alp, "Satamayacakları ve götüremeyecekleri büyüklükte olan eserleri tahrip ettiler. Taşınabilir ve küçük eserlerin tamamını ise satarak ticari kalanlar oluşturdular. Çünkü bunlar barbar oldukları kadar da paragöz bir yapılanmadır" diyerek arkeolojik alanların yaşadığı tahribatı gözler önüne seriyor. 

Arkeolojik eserlerin ve yerlerin tahrip edilmemesi konusunda uluslararası sözleşmeler ne diyor?

Uluslararası sözleşmelerde aslında bu konuyu kapsayan bir sürü kanun var. Somut ve somut olmayan kültürel değerleri korumak adına kağıt üzerinde de olsa bazı maddelerinin varlığından söz edebiliyoruz. Mesela UNESCO 1972 yılında "Dünya kültürel ve doğal mirasın korunması sözleşmesi"ni imzaladı. Sonra sözleşmeden önce 1954 yılında "silahlı çatışmalar halinde kültür varlıklarının korunmasına dair sözleşme ve ekleri" diye yayınlanan bir deklarasyon da var. 1970'de de "kültür varlıklarının kanunsuz ithal, ihraç ve mülkiyet transferinin yasaklanması" için alınacak tedbirlerle ilgili sözleşme de mevcut. Yani 1954'ten 70-72'ye kadar silahlı çatışmaların vuku bulacağı alanlarda kültürel eserlerin korunmasına dair bir girişimin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu girişim caydırıcı mı? İşe yarıyor mu?

Eğer caydırıcı olsaydı Birleşmiş Milletler'e, NATO'ya, UNESCO'ya üye olan ve korunması gereken kültür, tabiat varlıkları listesinde olan Diyarbakır'da Sur içinin de korunması gerekirdi. Sadece bu örneğe bakarak dahi bu kanunların ya da girişimlerin bir caydırıcı gücü olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye bu maddelerin altına imza atmış bir NATO ülkesi iken bir çok kültürel alanın tahrip edildiği örnekte bir yaptırıma maruz kalması beklenirdi. Herhangi bir yaptırım duydunuz mu? Hadi yaptırımı geçtim herhangi bir açıklama ya da kınama? Hayır. Hiç bir şey duymadık.  

Avukat Tahir Elçi, Sur'da yaşanan yıkıma dikkat çekmek ve tarihi eserlere sahip çıkmak için gerçekleştirdiği basın açıklaması sırasında, Diyarbakır'da Dört Ayaklı Minare önünde suikaste kurban gitmiş ve yaşamını yitirmişti.

Suriye'den Türkiye'ye bir sürü tarihi eser gelmişti

Peki Suriye'de 10 yılı aşkın süredir devam eden savaşta cihatçı çetelerin yarattığı yıkım? Buralarda arkeolojik eserlerin basına neler geldi? 

Önce şuradan başlayalım. Bir savaşta o ülkenin arkeolojik eserleri önce nereye gider? Cevabı komşu ülkeler. 8 yıllık müze geçmişi olan birisi olarak söyleyebilirim ki Rojava ya da Kuzey Suriye denilen bölgede savaş patladığında bize akın akın envanter numaraları olan eserler gelmeye başladı.

O dönem emniyetin Kaçakçılık Şube birimlerinin sürekli yaptığı operasyonlarında ele geçirilen eserlerde, Suriye'den Türkiye'ye getirilen eserlere denk geliyordu. Sınırda olduğumuz için de bu eserlerin çoğu Mardin Müzesi'ne getiriliyordu. Ben de orada görev yapıyordum. O dönem bir tarihi eser akışı başladı.

Gelen eserlere ne yaptınız? Nasıl ilgilenildi?

Bu sözleşmelere uygun olarak müzenin deposunda Suriye'den gelen eserler için ayrı bir yer açtık. Bakın tüm kaçakçılık eserleri bir yere konulurken, Suriye'den gelen eserler başka bir yere konuluyordu. O kadar fazlaydı. Uluslararası sözleşmeler ve kanunlar diyor ki silah zoruyla bir çatışma ortamından çalınan eserler komşu ya da başka bir ülkede yakalanırsa, savaş bitiminde o ülkenin milli serveti olduğu için iade edilmesi gerekir. Normalde bu sözleşmelere üye olan tüm ülkelerin de bunu yapması lazım.

Ama biz tabii yakalanmış eserler için bunu söyleyebiliyoruz. Bizim elimize geçen eserlerin belki de beş mislisi koleksiyonerlerin eline geçti. Müzayede evlerinin listesine girdi. Bu koleksiyonerler ya da müzayede evlerine ulaşan eserler kaç kişinin elinden geçerek nerelere ulaştırıldı bilmiyoruz. 

Peki kırılan veya tahrip edilen eserler?

Arşivlerde IŞİD denilen barbarların müzelere ve tarihi yerlere saldırdıkları, bazı büyük eserleri kırdıklarını görürüsünüz. Ama IŞİD'in iki yüzlülüğü de burada başlıyor. Göze görünen şey büyük eserleri kırdığı, yıktığı. Ama bu barbarlar aynı zamanda bunu bir kazanç kapısı haline getirip, kameraların kayıt altına almadığı binlerce taşınabilir küçük eseri alıp tüccarlara peşkeş çekip satmışlardı.

Satışa çıkarılan eserlerden ele geçirilenler oldu mu hiç?

Bunların bir kısmı yakalandı. Ama kırılan, satılan, müzayede evlerinin ve koleksiyonerlerin depolarına taşınan daha bilmediğimiz bir sürü eser var. Ve eserlerin bir kısmı ilelebet kayboldu. Kırıldı. Artık geriye döndüremeyeceğimiz bir sürü örnek var bugün.

'IŞİD taşıyabildiği eserleri satarken taşıyamayacağı eserleri de ortadan kaldırdı'

Tahrip edilen eserlerin hepsi orijinal miydi?

Bir kısmının orijinal eserler olmadığını biliyoruz. Ama bazıları da orijinal eserlerdi. Kırılan orijinal eserlerde görüntüleri gözlerinizin önüne getirin, taş kırma makineleri ile 2 bin 3 bin yıllık eserlerin kafalarına, gövdelerine delikler açarak tahrip ettiler. Sadece arkeolojik alanları da değil üstelik: türbeleri de yatırları da ziyaret alanlarını da tahrip ettiler. Çünkü bu barbarların temel derdi bellek yıkımıdır.

Ama bunlar aynı zamanda bilinçli ve amacı para kazanmak olan barbarlar oldukları için ne yaptılar? Eserlerin taşınabilir olanlarını taşıyıp sattılar. Taşınamaz olanlarını, büyük ebatta olan eserleri ve yerleşim alanlarını, büyük heykelleri, rölyefleri ise parçalayarak yok ettiler. Evet bir kısmı eserlerin replikalarıydı ama maalesef önemli bir çoğunluğu da geri dönüşü olmayacak, tekrarı üretilmeyecek olan orijinal eserlerdi. Bu da 21.Yüzyılın ayıplarından, insanlığın ortak hatalarından birisi olarak tarihe geçti. 

Gerici terör örgütü IŞİD, bir çok arkeolojik esere geri dönüşü olmayan zararlar vermiş ve bunları da video propagandalar ile kamuoyuyla paylaşmıştı.

Yalnız burada ilginç bir şey var. IŞİD iki örnekte vahşet videoları üretti. İlki insanları katlettiği videolar iken ikincisi de tarihi ve kültürel eserlerin tahribatı oldu. Bu tür video propagandalar için neler söylersiniz?

Sosyal medya, telefonun bir kamera ya da kayıt cihazı olarak binlerce, milyarlarca insanın elinde olması, vuku bulan zararın ve yıkımın daha görünür olmasını sağladı. Aslında perde arkasında o telefon ve kameraların ulaşamadığı, defineciler ile temsil edilen buz dağının görünmeyen yüzü de var. Bunlar tarafından da yok edilen ciddi tahrip edilen arkeolojik alanlar var. IŞİD ise insana ve ona dair ne varsa yok etmek isteyen, belleği ortadan kaldırmak isteyen bir örgüt. Bu videolar tesadüf değil.

Peki gelelim Palmira'ya. Palmira neden bu kadar önemliydi?

Palmira'nın bu kadar popüler olmasının nedeni biraz geç dönem yerleşim yeri olmasıdır. Bu nedenle çok fazla "ben buradayım" diyen esere sahip olan bir yerden söz ediyoruz. Mesela Göbeklitepe'deki dikili taşları çıkarırsanız oraya giden bir çok insan için bir şey ifade ettiği şeyler azalacaktır.

Bir arkeolojik alanda görünür eserlerin çokluğu oranın daha fazla ilgi görmesine neden oluyor maalesef. Çünkü bunun tersi örneklere de çok fazla sahip çıkılmıyor. Mesela Batman'daki Hallan Çemi denilen yer sular altında kaldı ve kimsenin gıkı çıkmadı. Burası dünyanın en önemli neolitik yerleşim yerlerinden bir tanesiydi. "Kimse" görmedi burayı ve bugün yok olup gitti. Göbeklitepe'nin "ağabeyi" ya da "ablası" olarak tarif edilebilecek olan Nevala Çori Atatürk Barajı suları altında yok olup gitti. Göbeklitepe'nin aynısıdır burası da. Çok görünür olmayan ya da görünmesi istenmeyen örneklere maalesef sahip çıkılmıyor. 

Bugün Atatürk Barajı'nın suları altında kalan Nevali Çori alanı için yapılan kurtarma kazılarında ele geçirilen eserler bazıları Şanlıurfa Arkeoloji müzesinde sergileniyor. 

'Palmira antik kenti, insanlığın çölü ehlileştirme örneğidir'

Bir de Palmira'nın çölde inşa edilmiş olması onu önemli kılıyor sanırım

Palmira'nın bu kadar popüler olmasının temel nedeni dediğim gibi çok fazla görünen eserinin olması. Geç dönem yerleşim yerlerindendir. Ama en önemlisi dediğin gibi çöldeki bir vaha üzerinden kurulmasıdır. Yani 2 bin yıllık bu yerleşim yeri çöl ticaretine olanak sağlamıştır. Ki o dönemler çöl aşılması gereken büyük bir engeldir. Siz oradaki vaha üzerine güçlü bir şehir kuruyorsanız, çölü bir engel olarak görmez, ticaretin hızlı ve güvenli aktığı bir alana dönüştürürsünüz.

Çünkü Palmira'nın varlığı beraberinde onun güvenliğini sağlayacak onlarca uydu yerleşim ve kalenin de olması manasına gelir. Bundan dolayı Palmira kuzey-güney ve doğu-batı arasında, çölün ortasında güçlü bir yapı inşa etti. Kendi başına bir krallıkla olmasının yanı sıra Ortadoğu ve Yakındoğu arkeolojisi açısından oldukça önemli bir yerdi. Palmira çok eskilerde bir iletişim, buluşma yeriydi. Çölün yarattığı kopukluğu ortadan kaldıran, çölü ticaretin ve belki de askerlerin geçişine olanak sağlayan, çölü ehlileştiren bir tarafı vardı diyebilirim. Bundan dolayı da çok konuşulan bir yer oldu. Ayrıca bunca ilgiyi ve değeri de hak ediyor. İnanılmaz bir yerden söz ediyoruz. IŞİD'in kültürel eserlere yaptığı saldırılarda buraya öncelik vermesi de tesadüf değil bu nedenle.

ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Söyleşi


Kaçak kazıdan tarih fışkırdı! Bilim dünyasına ışık tutacak - Yeniçağ

 Van'ın Tuşba ilçesinde kaçak kazı sırasında yerin 6-7 metre altında bulunan Urartu dönemine ait yapı grubunun, bilim dünyasına kazandırılması için çalışma başlatıldı. 

Kent merkezine 30 kilometre, 33 yıldır kazı çalışmalarının yürütüldüğü Ayanis Kalesi'ne ise 3 kilometre mesafedeki Garibin Tepe'de definecilerin kaçak kazı yaptığı belirlenen bölge, ilk etapta İl Jandarma Komutanlığına bağlı ekiplerce koruma altına alındı.
Kültür ve Turizm İl Müdürü Erol Uslu, Van Müze Müdürü Fatih Arap, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Işıklı ile Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Bölge Laboratuvarından 6 kişilik uzman ekip, bölgede inceleme yaptı. 

Kaçak kazı sırasında açılan küçük girişten içeri giren uzmanlar, yerin 6-7 metre derinliğinde uzunlukları 10-15 metre arasında değişen koridorlarla birbirine bağlanmış, birçok odadan oluşan büyük bir anıtsal yapı grubuyla karşılaştı.

Bir buçuk metre genişliğinde ve bir metre yükseklikte labirent şeklindeki duvarların bir kısmında üç sıra şeklinde insan ve hayvan figürleri ile çeşitli bezemeler olduğu tespit edildi. 


Urartular dönemine ait olduğu belirlenen tarihi yapı ve üzerindeki bezemeler yeraltı görüntüleme cihazları ve termal kameralarla kayıt altına alındı, bölgede Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle Van Müzesi başkanlığında ve Prof. Dr. Mehmet Işıklı'nın bilimsel danışmanlığında kurtarma kazısına başlandı. Başkent ilan ettikleri Van'da yıllarca hüküm süren Urartulara ait yeni bilgilerin elde edilmesini sağlaması beklenen yapı grubu, AA ekibince ilk kez görüntülendi.

"TAMAMEN KORUMA ALTINA ALINDI"

Kültür ve Turizm İl Müdürü Erol Uslu, AA muhabirine, bölgede 1994'te tescil ve belgeleme çalışmalarının yapıldığını söyledi. Kaçak kazıyla gündeme gelen alanın koruma altına alındığı bilgisini veren Uslu, şunları kaydetti:

"Burada bilimsel olarak çalışmalar yürütülecek. Bir yol haritası çıkarılacak. Bu alanı bilimsel anlamda gün yüzüne çıkarmak ve dünya literatürüne kazandırmak için buradayız. Kent için çok önemli bir destinasyon noktası olacak. Yapılacak kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılacak bulgularla turizme kazandırarak dünyanın ilgisini buraya çekebiliriz. Kültürel anlamda çok değerli bir mekan. Burada tamamen kültürel ve tarihi mekanlar var. Toprağın mirası konumundaki tarihi bulguları toplumun mirası haline getirmek istiyoruz. Bu yıl bilimsel bir arkeolojik kazıyı imkanlar dahilinde yapmayı planlıyoruz. Şu an için kurtarma kazısına başladık."

"URARTU KÜLTÜR VE ARKEOLOJİK DÜNYASINDA ÇOK AZ ÖRNEĞİ BULUNUYOR"

Prof. Dr. Mehmet Işıklı da yaptıkları ilk incelemelerde Urartu dönemine ait önemli bir anıtsal yapı grubuyla karşılaştıklarını belirtti. Alanın Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün çalışmalarıyla koruma altına alındığını ve bilimsel çalışmalar için gerekli yasal zeminin hazırlandığını anlatan Işıklı, "Duvarlarda kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan resimler var. Bunlar gerçekten özel ve ünik resimler, çünkü Urartu kültür ve arkeolojik dünyasında çok az örneği bulunuyor. Buradaki örnekler çok iyi korunmuş ve anıtsal bir mimarinin örnekleri olarak karşımızda duruyor. Bu nedenle biz arkeologlar heyecan içindeyiz." diye konuştu.

Kazılar tamamlandığında bölgenin Urartu arkeolojisi ve kentin turizmi açısından önemli destinasyon noktalarından biri olacağını ifade eden Işıklı, şöyle devam etti: "1994'te buraya yakın bir yerde parçalar halinde büyük bir aslan heykeli bulunmuştu. O zaman burada bir yapı grubunun olması gerektiğini söylemiştik. Şimdi ise kaçak kazılarla mimari eser parçaları ortaya çıkmış. Çok görkemli bir anıtsal yapı grubu var. Bu yapı grubunun nasıl bir mimariye sahip olduğunu ancak kazılarla anlayabileceğiz. Ortaya çıkan aslan heykeli parçaları, yüzeyde bulduğumuz mimari blok parçaları ve kaçak kazıyla tespit edilen duvar resimleri burada olağanüstü güzellikte bir Urartu mimarisinin olduğunu gösteriyor."

"BEZEMELERDE ÜÇ RENK KULLANIMINI TESPİT ETTİK"

İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Bölge Laboratuvarında görevli Yüksek Konservatör-Restoratör Özlem Toprak Cihan, birbiriyle bağlantılı uzun tüneller şeklindeki yapıda titizlikle incelemelerde bulunduklarını aktardı.

Definecilerin kaçak kazıda bazı duvarlara zarar verildiğini anlatan Cihan, "Duvar resimleri ve buluntular üzerindeki bağıl nem ve sıcaklık ölçümlerini yaptık. İlk olarak dışardan ölçüm aldık. İçerdeki bağıl nemle karşılaştırmalar yaptık. Bunun için anlık nem ölçer, gece ve gündüz arasındaki sıcaklığı ölçen cihazlar, termal kamera ve duvarın içindeki nemi ölçen cihaz kullandık. Duvarların nem haritasını belirledik." dedi.

Kazıya başlamadan önceki tüm tespitleri ve belgeleme çalışmalarını yaptıklarını belirten Cihan, şu bilgileri verdi:

"Kazı ekibiyle eşzamanlı bir çalışma yürütüyoruz. Uzun koridorlar var. Çok dar mekanlar var. Küçük bölümde resimler var. Korunması gereken en önemli bölüm resimler ve kerpiç duvarlar. Resimler üç bölümden oluşuyor. Her bölümde farklı bezemeler var. Ortasında desen içinde bir insan figürü var. Yanında da mitolojik olabileceği düşünülen bezemeler yer alıyor. Bezemelerde üç renk kullanımını tespit ettik. Buradan örnekler alıp, laboratuvar ortamında gerekli incelemelerini yapacağız." 

Van Müze Müdürü Fatih Arap, "Alanda günlerce kaçak kazı yapılmış ama artık İl Jandarma Komutanlığı ekipleri gece gündüz burada nöbet tutuyor. Yakında uzun soluklu bir kazı süreci başlayacak. Birkaç yıl içinde turizme kazandırılan önemli mekanlardan biri olacağını düşünüyoruz." ifadesini kullandı.

(YENİÇAĞ)





Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı+Gündem" -23 Temmuz 2025-

“Aynı yanlışı yapıp farklı sonuç beklemek çılgınlıktır”-Ahmet Çelik Kurtoğlu- Yol yapmak, köprü yapmak, konut yapmak elbette iyi şeylerdir; ...