Soylu-İmamoğlu küfürlü tartışma + ‘Dina kaçarken peşinde 4-5 kişi vardı’ - Timur Soykan / BİRGÜN

 


Soylu-İmamoğlu küfürlü tartışma

Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun son kitabı “SS” raflarda. Süleyman Soylu’nun biyografisini yazsalar “baskı döneminin hırçın sopası” bu kadar net anlaşılmazdı. Karanlık dönemin fotoğrafı ortaya seriliyor.

Türkiye’de AKP iktidarının istibdat dönemi anlatılırken hiç şüphesiz buna direnen gazeteciler Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan için ayrı sayfalar açılacak. İyi habercilikleri, muhakeme yetenekleri, güçlü kalemleri ve cesaretleriyle bu ülke tarihinde onurla anılmayı hak ediyorlar. Sadece gerçekleri yazdıkları için aylarca hapis yattılar, tehdit edildiler, kumpaslara uğradılar ve bir adım geri atmadılar. Silivri Cezaevi’nde hapsedilirken duruşma salonlarındaki beyanları, gerçek gazeteciliğin, hakikate bağlılığın ve bedelleri göze alıp dik duruşun kitabı olur. 

Gazeteciliklerini kitapları ile taçlandırmaları da bu ülke için ne büyük şans. ‘Barış’ların kitaplarında skandallarla, yeni özel haberlerle karanlık dönemin portreleri çıkar ortaya. Ve tüm bunları sarih anlatmayı başarırlar. 

Şimdi Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan son kitabı ‘SS’ raflarda. Süleyman Soylu’nun biyografisini yazsalar ‘baskı döneminin hırçın sopası’ bu kadar net anlaşılmazdı. Her biri haber olan 42 bölümün sonunda sadece Süleyman Soylu değil, karanlık dönemin fotoğrafı ortaya çıkıyor.

O fotoğrafta… 

Demokrat Parti’nin liderliğine oynadığı zamanlarda arkasındaki FETÖ imamı ve AKP’ye geçişinde Pensilvanya’nın rolü var. Aynı dönem Sedat Peker’in kanatlarının altında görünüyor. 

O fotoğrafta… 

Suç örgütleriyle yakın ilişkisi ve onlar için polislerin ipini çekmesi var. 

O fotoğrafta… 

Saray’daki entrikalar ve rakip gördüklerini takip ettirmesi görünüyor. 

O fotoğrafta… 

Devletten maaş ödettiği trol ordusu duruyor. 

O fotoğrafta Adnan Oktar bağlantısı var. Fişlemeler, kumpaslar, cinayet sessizliği, siyaset kürsüsünden yüksek sesli hakaretlerle bir dönemin portresi tarihe kazınıyor.
 
Kitabın en dikkat çekici bölümlerinden biri; ‘İmamoğlu-Soylu görüşmelerinde neler yaşandı?’ başlığını taşıyor. 

AKP’nin İstanbul’u kaybetmesinden sonra iktidarın sopası, Ekrem İmamoğlu’nu hedef alıyor. 

Süleyman Soylu, 28 Aralık 2022’de şöyle konuşmuştu: 

“… İmamoğlu, saygılarını sunarak beni aramıştır. Bana ‘CHP Genel Merkezi beni sevmiyor, bana yardımcı olur musunuz’ diye ricası olmuştur. Biz ‘Kanun ne gerektiriyorsa yaparız’ dedik ve yaptık. İşine geldiğinde alttan almasını bileceksin, diğer taraftan dönüp hakaret edeceksin.”

İmamoğlu ise şöyle yanıt vermişti: 

“Bu kuyruklu bir yalan. İstihbarat sende, telefon takibi sende, tüm bilgilere erişme gücün var. Bu ispat edersen ben, edemezsen sen istifa etmelisin. Hodri meydan.”

Bu tartışma karşılıklı açıklamalarla büyümüştü. Süleyman Soylu, 20 defa telefon görüşmesi yaptıklarını açıkladı. 

‘SS’ kitabında bazı görüşmelerin detayları yer aldı. 

Bir görüşme; pandemi döneminde İBB’nin topladığı bağışlara el konulmasıyla ilgiliydi.
İmamoğlu aramış ve “Sayın Bakan fakir fukaranın paralarına neden dokunuyorsunuz” demişti. 

Yine pandemi döneminde; İçişleri Bakanlığı toplu taşıma araçlarına kapasitelerinin yüzde 50 oranında yolcu alınmasına karar verdi. İBB Sözcüsü Murat Ongun, bu oranın otobüslerde yoğunluk yaratacağını göstermek için video çekip yayınladı. Süleyman Soylu gece yarısı Ekrem İmamoğlu’nu aradı. Çok öfkeliydi ve “Elemanına haddini bildireceğim. O Murat Ongun’un hakkından geleceğim” dedi. İmamoğlu, “Bir yanlış varsa, kendi personelimin haddini ben bildiririm. Sıkıntınız ne, onu söyleyin” diye yanıt verdi. 

19 Temmuz 2020’de ise Soylu, İmamoğlu’nu Ankara’ya davet etti. Yüz yüze 3 saat görüştüler. O görüşmede İmamoğlu’na göre bir mizansen yaşandı. Soylu’nun telefonu çaldı ve arkasında asılı olan Erdoğan fotoğrafını işaret ederek “Yukarısı arıyor” dedi. Soylu odadan çıkıp döndüğünde Adalar’da fayton yerine elektrikli araçlar kullanılmasıyla ilgili Erdoğan’dan izin çıktığını söyledi. İmamoğlu garipsedi ama yine de “Teşekkür ederiz” dedi. Soylu ise yine Erdoğan’ın portresini göstererek “Ona teşekkür edin” yanıtını verdi.
‘SS’ kitabında anlatılan Süleyman Soylu ile İmamoğlu arasındaki son telefon görüşmesi gerilimin geldiği boyutu gözler önüne seriyor. 

Tarih: 11 Haziran 2021. 

Ekrem İmamoğlu, Kocaeli Vali Yardımcısı Suat Yıldız’ı İSKİ genel müdür yardımcısı olarak İBB ekibine katmak istiyordu. İçişleri Bakanlığı bu geçişe onay vermiyordu. İmamoğlu bu nedenle Soylu’yu aradı. Ancak “Hem bakanlara hakaret ediyorsun hem de destek istiyorsun” diye yanıt verdi. 

İmamoğlu çok öfkelendi ve “Sen kime hava atıyorsun şu an? Aç hoparlörü de duysun herkes…” dedi. Ve çok sert zaman zaman küfürleşmelere yakın bir diyalog yaşandı. ‘SS’ kitabında İmamoğlu ve Süleyman Soylu gerilimine ilişkin pek çok yeni haber yer alıyor. 
‘Enkaz altındaki yalnız halkımıza…’ diye başlayan kitabın son sözünde Barış’lar şöyle yazıyor: 
“İstedik ki, zorbalığa karşı mücadele ederken en büyük silahımız hafızamız olsun.”
Kalem ve hafızadan daha güçlü silah yok sanırım.

                                                             /././  

‘Dina kaçarken peşinde 4-5 kişi vardı’ 

Gabonlu öğrenci Dina’nın kaybolduğu akşama dair önemli bir tanık ifadesi var; Dina evde alıkonuluyordu ve çıkmak için kapıyı yumrukluyordu. Bu tanık “Polis çağırdım” diye bağırınca Dina evden çıkabildi. Sokakta yalın ayak koşarken arkasından 4-5 kişi gitti.

                                    Dina çıplak ayakla sokakta koşarken görüntülenmişti.

Dina, Türkiye’ye 5 bin kilometre uzaktaki Orta Afrika ülkesi Gabon Cumhuriyeti’nden 3 ay önce üniversiteye kayıt olmak için Karabük’e geldi. Karabük Üniversitesi Teknoloji Fakültesi Enerji Sistemleri Mühendisliği bölümü hazırlık sınıfı öğrencisiydi. 47 bin öğrencili Karabük Üniversitesi’nde çoğunluğu Afrikalı 12 bin 500 yabancı öğrenci var.

Dina, 25 Mart günü, yani Filyos Çayı’nda cesedinin bulunmasından bir gün önce Gabonlu arkadaşlarının yaşadığı 100. Yıl Mahallesi’ndeki Has Apartmanı’nda misafirdi. Yakın arkadaşı Gabonlu Cedric’in 1. kattaki evinde kalıyordu. Akşam 5. kattaki arkadaşı Emmanuel’in evinde yemek yiyip televizyon seyrettiler. Arkadaşlarının ifadesine göre; cep telefonunun bataryasının bittiğini söyleyip şarj cihazını almak için 1. kattaki Cedric’in dairesine gittiğini söyledi. Ama ortadan kayboldu. Kamera kayıtlarında Dina’nın 25 Mart akşamı apartmandan çıktıktan sonra sokakta yalın ayak koştuğu görünüyordu.

‘KAPIYI YUMRUKLUYORDU’

Tam bu noktada kritik bir tanık olduğu öne sürülüyor. Üstelik Dina’nın arkadaşlarının anlatmadığı bir olaydan bahsediyor. Dina’nın kaldığı Has Apartmanı’nın karşısındaki bir apartmanda oturan bu tanık da Afrikalı bir yabancı öğrenci. İddiaya göre; 25 Mart akşamı Dina’nın evde alıkonulduğunu ve sokağı inleten kavga yaşandığını anlattı. 

Kaynaklardan aldığımız bilgiye göre; bu tanık özetle şunları söyledi: “Olay günü namaz kıldığım sırada bağrışma sesleri geldi. Baktığımda birisinin tekme ve yumruklarla kapıya vurduğunu duydum. Zaten camdan da içeride kimin olduğu anlaşılıyordu. Ağlama sesleri gelince balkondan ‘Polisi arayacağım’ diye bağırdım. Kavga durdu. Bir müddet sonra bağrışlar ve kapıya yumruk sesleri yeniden başladı. Kız kapıyı açmaya çalışıyor arkadan birileri onu engelliyordu. Tekrar ‘Polisi çağırdım, geliyor’ diye bağırınca kızın kapıdan çıkmasına izin verdiler. Kıza da yardım etmek için bağırdım ancak beni dinlemedi ya da anlamadı. Bu sırada hemen polisi aradım, durumu anlattım.”

                               Gözaltına alınan Dursun A. üçüncü kez serbest bırakıldı.

‘POLİSE HABER VERDİM’

Bu ifadeye göre; Dina’nın bağırışlarını arkadaşlarının da duymuş olması gerekiyor. Ancak onlar ifadelerinde genç kızın şarjını almaya gittikten sonra geri gelmediğini söylüyor. Ayrıca tanık, polisi de aradığını söylüyor. Yani Dina’nın ölümünden önce polis olaydan haberdardı.

Tanık, ifadesine şöyle devam etti:

“… (Polisle) konuştuğum sırada kız apartmandan yandaki binaya atlarken yere düştü. Sonraki apartmana atladı. Kızın pantolonu korkuluğa takıldı ve yırtıldı. Arkasından gelen kimse yoktu. Daha sonra da cadde üzerinde koştu. Ben kıza baktığım sırada iki erkeğin etrafı kontrol ettiklerini gördüm. Daha sonra bunlar 4-5 kişi oldular. Bu şahıslar birbirlerine baktıktan sonra el işareti ile kızın gitmiş olabileceği birkaç yoldan da onlar gitti. Zaten kızın gittiği yol ya Mavi Büfe’ye çıkacak ya da Arı Sitesi’ne gidebilir.”

‘BEN DUYMADIM’

Bu tanığın ifadesi, Dina’nın evinde kaldığı arkadaşı Cedric’e soruldu. Dina ile Gabon’dan yakın arkadaş olduklarını anlatan Cedric iddiaya göre şunları söyledi:

“Evde İsaac ile birlikte kalıyoruz. Ben o akşam apartmanın 3. katındaki arkadaşlarımdaydım. Dina şarj aletini almaya eve gelmemiş. İsaac gece 01.00 sıralarında Emmanuel’in evine gitmiş, orada Dina’nın şarj almak için çıktığını söylemişler. Gece 01.00 sıralarında merak ettiğim için mesaj attım ama yanıt vermedi. Dina’nın kaybolduğu akşam ben tartışma ya da bağırma sesi duymadım. Dina, alkol, uyuşturucu ya da sigara kullanmazdı.”

Dina’nın ölümüyle ilgili sorular her geçen gün artıyor.

Tanık mı yoksa Dina’nın arkadaşları mı yalan söylüyor? Tanık doğruyu söylüyorsa Dina’yı alıkoymaya çalışanlar kimlerdi? Neden kaçmaya çalışıyordu? Arkadaşları neden bu konuda yalan söylüyor? O yalın ayak kaçtıktan sonra sokakta toplanıp takip eden 4-5 kişi kim? Bu kişiler kamera kayıtlarında tespit edildi mi? 

Polis, Dina’nın Şirinevler Mahallesi’ndeki evinde birlikte kaldığı arkadaşı Warris’in de ifadesini aldı. Bu evde Warris’in arkadaşı Jabber de kalıyordu. İddiaya göre; Warris, Dina’nın haftada 3 gün 100. yıl Mahallesi’ndeki arkadaşlarının evinde kaldığını söyledi. İfadesinde şu kısım çarpıcıydı:

“Bazı yerlerde Jabber’in kızları seks için pazarlamaya yönelik hareketlerinin olduğu söylenmiş. Bu ifadeler kesinlikle yalandır.”

Jabber de hiç Türk tanıdığı olmadığını, Dina’yı kimseyle tanıştırmadığını söyledi.

Dina’nın arkadaşlarının hepsi PTT’den gönderdiği telefonun kaybolması nedeniyle çok stresli olduğunu ve PTT’deki iki görevli ile görüştüğünü anlattı.

‘BİRİ DAHA İNDİ’

Dina sokakta yalın ayak koştuktan sonra Mavi Büfe önünde lacivert bir otomobili durdururken kameraların açısındaydı. Dursun A.’nın kullandığı lacivert otomobile sol arka kapıdan binmişti.

Aracın sürücüsü 56 yaşındaki Dursun A. ifadesinde Afrikalı öğrencinin eli, yüzünün kan içinde olduğunu anlattı. Genç kızın “Abla dövdü” dediğini söyledi. Dina’nın kendisinden telefonunu istediğini ve zayıf Türkçesiyle “Anneyi arayacağım” dediğini anlattı. Dursun A.’nın ifadesine göre genç kız, kendisini Karabük Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürmesini istemişti. Ancak bir süre sonra kapıyı açarak atlamak istedi. Bunun üzerine aracı durdurdu. Dina koşarak karşı şeride geçti ve uzaklaştı. Dursun A. araçtan inip kapıyı kapattığını ve yoluna devam ettiğini savundu. İfadesine göre; daha sonra Karabük kent merkezine doğru ‘U’ dönüşü yapmış ve kızın koştuğu yöne doğru yavaşlayarak bakmıştı. Arabada başkasının olmadığını ve araçta herhangi bir olay yaşanmadığını söyledi.

Polis, Dursun A.’ya özel bir hastanenin önünden geçmesine karşın Dina’yı neden Karabük Devlet Hastanesi’ne götürdüğünü sordu. Şüpheli, genç kızın özel hastaneye gitmeyi istemediğini savundu.

Neden polisi aramadığı sorulduğunda bir polis arkadaşını aradığını ancak telefonunu açmadığını anlattı. Ertesi gün bu polis aradığında yanında eşi olduğu için konudan bahsetmediğini söyledi. Dina’nın telefonundan 4 arama yaptığını ve araçtayken yabancı dilde konuştuğu için ne söylediğini bilmediğini ifade etti. Bu arama kayıtlarını eşinin görmemesi için sildiğini savundu.

‘UZUN BOYLU BİRİYDİ’

Polis, Dina’nın araçtan çıkıp koştuğunu gören bir tanık buldu. Tanık dikkat çeken ifadesinde şunları söylüyordu:

“Yolun sağ tarafında önünü kırmış vaziyette bir araç duruyordu… Arka sol kapıdan bir bayanın arabadan inerek yola doğru fırladığını gördüm, depar atar vaziyette koşuyordu. Kendisi siyahi, zenci bir bayandı. Saçları örgülüydü, uzun boylu, hafif kilolu bir bayandı. Ben arabayı geçtikten sonra dikiz aynasından baktığımda kızın indiği kapıdan uzun boylu erkek bir şahıs indi, şahsın yüzünü göremedim. Arabadan indi ve kıza baktı. Ben daha sonra olay yerinden ayrıldım.”

Tanık Dina’nın eşkalini çok net anlatmıştı. Ancak Dursun A. kısa boyluydu ve onun tarifine uymuyordu. Ayrıca Dursun A. şoför kapısından indiğini anlatırken tanık Dina’nın çıktığı kapıdan bir adamın indiğini söylüyordu.

‘ÇALILIK ALANA GİRDİ’

Dursun A. iki kez gözaltına alınmıştı. İddiaya göre; polis onun ifadelerinin aksine Dina’nın ardından çalılık alana girdiğini tespit etti ve önceki gün Dursun A. 3’üncü kez gözaltına alındı. Ancak Sulh Ceza Hakimliği yine adli kontrol şartıyla salıverdi.

Dina’nın kaçtığı otomobilde Dursun A. dışında kimse var mıydı? 

Arka kapıdan çıkan uzun boylu olduğu söylenen kişi kimdi? 

İddia edildiği gibi Karabük’te siyahi öğrencileri tuzağa düşüren bir fuhuş çetesi var mı? 

Ve Dina’nın ölümü iki hafta geçmesine karşın neden aydınlatılamıyor?

Timur Soykan / BİRGÜN


 

Depremden sonra - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Yazılara ara vermiştim. Ara uzadı. Şubatla depremin getirdiği felaketi yaşadık. Türkiye’nin Hiroşima’sı oldu. Zaman geçtikçe acı yaşanmaya devam etti. Yavaş yavaş, üzerinde düşünmeyi besledi. Acı kolay dinmeyecek. Düşünceler beslendikçe aklın açacağı yoldan belki yeni ufuk açılacak.

HASAR TESPİTİ

6 Şubat’ın üzerinden bir ay geçmeden “ekonomik yıkım hesabı” çalışmaları başladı. Sermaye kuruluşları (yerli ve diğer) başı çekti: Turkonfed, EBRD, J.P. Morgan, Dünya Bankası... Meslektaşlarımız da çalıştılar. GSYİH’nin yüzde 2.5’i ile 10’u arasında değişen “yıkım hesapları” yapıldı. Büyüme hızı, cari açık, bütçe açığı, vs. ne kadar etkilenir tahminleri yapıldı. Son hesaplar ne gösteriyor? 

Bilmiyoruz. Ama bir şeyin eksikliği var. Bir sorunun yanıtı. O soruyu kim çalışacak?

                                          (Hatay’da depremin yarattığı enkaz.)

NİÇİN CAN VERDİLER?

Resmi sayılarla elli bini aşkın kişi yok yere can verdi. “Güvenli barınma hakkı”ndan yoksun oldukları için. Herhalde biliyoruz, devlet toplumun vekilidir. Varlığı toplumu korumak, geliştirmek içindir. Eğer kapitalizm devleti toplumdan uzaklaştırabiliyorsa toplumsal haklar alanı (güvenli barınma hakkından başlayarak) giderek kaybolur. O alanı kapitalizmin piyasaları doldurur. Son 20 yılda somutlaşmıştır. Toplumsal haklar sağlık, eğitim, çalışma başta olmak üzere, bütünlüğü parçalanıp teker teker piyasaya verildikçe “hak olma” özleri buharlaştı. En başta “güvenli barınma hakkı” piyasalaştıkça yıkılabilir yapılar (yükseklerinden başlayarak) çoğaldıkça çoğaldı. Yapılar sağlam olsa 50 bini aşkın kişi can vermezdi. Bu kadar basit.

BENGAL 1943

İngiltere 1757’den 1947’ye kadar Hindistan’ın resmi sahibiydi (The British Raj). Dünya kapitalizminin de fiili sahibi olduğu uzun dönem. Şunu herkese öğretmiş olmalıdır: Kapitalizm gelişmesini yayılarak perçinler. Yayılma ve perçinleme “kolonizasyon”la olur. Kapitalizmin “olmazsa olmaz”ıdır. Koloniler “merkez”in haklarına sahip değildir. Onlara “yardım” edilir. 1943’te, Hindistan’ın büyük Bengal bölgesinde yaşanan büyük açlık ve bundan türeyen ölümcül hastalıklar çarpıcıdır. Orada üç milyonu aşkın Hint öldü. Niçin? Nobelli (1998), Bengal doğumlu iktisatçı Amartya Sen ve birçok araştırmacı yıllarca bunun üzerinde çalıştı. Özetle şu açığa çıktı: Toprakta nem eksikliğinden, hasadın zayıflığından doğan bir kıtlık olmamıştı. Mahsul yeterliydi. İngiliz yönetimi mahsulün önemli bölümünü Akdeniz başta, İmparatorluk kuvvetlerine fazla, fazla ayırmıştı. Bengal’de kıtlaşan stokların fiyatı artmış, Hintlere gıda yardımı (“entitlement”) devede kulak kalmıştı. Buna, Churchill’in Hintlere ters bakan tutumu da eklenmişti. 1942’deki ifadesiyle, “Sevimsizdirler. Tavşanlar gibi çoğaldıkları için kıtlık yaşıyorlar!” demişti.

KOLONİZASYON

İngiltere orada kolonizasyonu zorla, işgal yönetimiyle yapmıştı. Acaba iş tarihte mi kaldı? 20. yüzyılda kapitalizmin ana yurdu Amerika’ya dikkatle bakalım. Ana model. Ayrıntıya burada giremeyiz. Yönetimindeki insanları İngilizin Hintleri gibi dışlamıyor. Onları piyasaya vererek kendi içinde, denetiminde tutuyor. “Modern kapitalizm” kolonizasyonu önce kendi içinde yapıyor. İşin püf noktası “razı olan insan”ı yaratabilmesidir. Bengalli “yardım alma hakkı”na (kâğıt üzerinde “entitlement”a) gerçekte sahip değildi. 21. yüzyılın Amerika merkezli kapitalizminde “razı olan insan”a ise bir tür “borçlanma hakkı” verilmiştir. Toplumsal haklarından vazgeçtikçe borçlanarak piyasalarda satın alma gücüne sahip olacaktır. Kapitalizme özgü bir tür “sosyal takas”! Yaşamı bununla şekillenmiştir. 

Bu modelin içinde yatan kolonyal bakışın dört dörtlük bir örneğini Amerika’nın ilginç başkanlar koleksiyonunun mümtaz bir siması olan G. W. Bush Jr. vermişti. 2005’te, Katrina kasırgası başta New Orleans, ülkenin güneydoğusunu fena vurdu. Kapitalizmin daima geri bölgeleri vardır, olacaktır. Görece yoksul New Orleans da böyledir. Kasırgada yüzde 80’i sular altında kaldı. İki bin civarında can kaybı oldu. Bush Jr. kasırgadan sonra oraya gitti ama uçaktan inmedi. Uçaktan aşağıya baktı. Tam kolonyal bakış! Bakıp geri döndü. New Orleanslılar Bush’u uçaktan yıkımın ortasına indirecek bir toplumsal hakka sahip değildiler.

“Razı olan insan”ı yaratan, onu piyasalarıyla kapsamında tutan model son 30 yılda dünyaya yayıldı, yerleşti. Biz de son 20 yılda bu “reel kapitalizm”i yaşıyoruz. Başka görüntülerle (dinin kullanılması gibi) perdelenmesi özündeki “cevher”i değiştirmiyor. “Razı olan insan”ın yaratılışını, onun borçlanarak kendisi için yepyeni şeylerle tanışmasını, onlarla özdeşleşmesini yaşadık. Öğrenmiş olmalıyız. Yeniden anlatmak gereksizdir. “Razı olan insan”a konutu, sağlık hizmetini, çocuğunun eğitimini “satın alabilir” olanağını veriyorsunuz. Borçla. Otoyu ve Iphone’u da. Ve Iphone’u aldıktan sonra “Ne güzel! Her şey var. Eskiden bunlar yoktu” diyecektir.

BARINMA

Nüfusumuz yılda ortalama bir milyon artıyor. Ve bir milyon genç de evlenme yaşına giriyor. Bu gençler nerede oturacaklar? Toplum çapında planlamayı şart kılan bu sorunun karşılığı uzun süredir piyasalaştırılan gayrimenkul ve konut inşaatı alanında odaklanıyor. Bu alan sermaye sınıfına yeni yeni katmanlar ekleyen, sermaye ile özdeş siyaset için de en bereketli kaynağı yarattı. Ve 6 Şubat gösterdi ki insanlar için en ağır yıkımı yarattı. Türkiye’nin kapitalizmi devleti toplumdan ayırıp kendine çektikçe insanlar yalnızlaştılar. Yine 6 Şubat gösterdi ki bir konutta oturmaya mecbur olan ve sayıca gitgide artan insanlarımız içine girecekleri yapıları hakkıyla denetleme gücüne sahip değiller. Kendileri için yaşamsal olan bu alana giremezler. “Güvenli barınma hakkı” ellerinde değildir. Sermaye, devleti kendine çekme gücüne sahip olunca, kârları ve siyaseti birleştiren bu en cazip alanda, yapı ve gayrimenkul sektöründe çoğalan bir güç yaratıyor. Bu sermayenindir ve denetim gücü ondadır. “Denetim”ini o örgütler. Bunu durduracak bir toplumsal güç ortada görünmüyor. Soma’da madenden çıkabilen işçiye kuyunun başında TV muhabiri “Yeniden madene inecek misin?” diye sormuştu. İşçi şöyle demişti: “Bankaya borcum var. İneceğim!” Herhalde ailece içine girecekleri mütevazı bir konutu banka borcuyla, yani piyasanın (finans ile inşaatın ortak piyasası) denetimine girerek alabilmişti. Konutun sağlamlığını, piyasanın “güvence”sini sorgulayabilir miydi? Denetleyebilir miydi? “Razı olmama”yı aklına bile getiremezdi. Kapitalizmin kolonizasyonu o işçiden başlıyor.

GENÇLİK, ÜNİVERSİTE, BİLİM

6 Şubat’ta devletin refleksi gecikirken toplumda bir refleks doğdu. Gençlerin refleksi. Felaketin büyüklüğünü hemen anında hissederek adeta antik bir trajedide yıkıma çaresizce, ama olabildiğince karşı koyabilmek için gençliğe özgü bir kolektif güç toplama çabası. Volkan Demirel’in ağlayarak haykıran sesi belki bunun simgesidir. Gençler, üniversiteden başlayarak büyük bir olgunlukla, ama sessizce ama içinde bir öfkeyi taşıyan sessizlikle kendiliklerinden örgütlendiler. Belki birbirilerini tanımıyorlardı. Gündüzü geceyi ayırmadan uzun, kopmayan kuyruklarla daha önce görülmemiş bir yardım “toplumu” kurdular. Deprem bölgesine gittiler. Okullular, okulsuzlar hepsi vardı. Bunun kurmaylığını üniversiteli gençler yaptı. Bu felaket tablosundan gelecek için çıkarabileceğimiz tek ışık oldu.

Siyasal iktidar tabloyu farklı yorumladı. Gençlerin üniversiteden başlayan bu yaratıcı kapasitesinden ürktü. Üniversitelerde öğrenimi durdurdu. Gençleri oradan (sınırlı sayıda zorunlu dallar dışında) çıkardı; “ekrandan öğrenim”e havale etti. Üniversite yönetimleri buna bir şey diyemedi.


(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, deprem felaketinde yaşamını yitiren 35 akademik, 23 idari, 32 işçi/sözleşmeli personel ve 105 öğrenci için üniversiteye “hafıza anıtı”  yapacak.)

Dikkat çekicidir, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi depremde büyük kayıp verdi. Öğretim kadrosu, öğrencileri, idari personeli ve çalışanlarıyla. Kayıplarını adlarıyla teker teker yazarak, bilim dünyamız için bir “acı anıt” dikmeyi düşündüklerini tahmin ediyorum. Gecikmeden. Türkiye’nin 200’ü aşkın üniversitesi içinde Hatay Üniversitesi’ne “bilim eli”ni uzatmış olanlar hangileridir? Bunu merak etmeliyiz. Ellerini uzatmayanlar varsa, “kuzuların sessizliği”ni mi yaşıyorlar?

Yaşananların bir başka boyutu düşündürücüdür. Üniversiteler, sadece yönetim katlarıyla değil, akademik kadrolarıyla da bir büyük felaket zamanında bilim dünyasına özgü bir yardım “toplumu” kurmayı, bunun zorunluluğunu hissediyorlar mı? Maddi yardım değil, bilim dünyasına özgü bir eylem.

Çünkü, üniversite bilim dünyasının ortak çatısıdır. Toplum belleğinin geçmiş ve gelecek sorumlusudur. Bir bilim çatısının yıkılmasından, oradaki insanların kaybından doğan hasarı ekonomik hasar terazisinde tartamayız. Bu belki iktisatçılarımız için de (Amartya Sen gibi) yeni, zorunlu bir ufuk istiyor.

YÜZLEŞMEK

Ağır travmalardan sonra yüzleşmek insanlığın, uygarlığın şartıdır. Günümüz siyaset ortamında, yaşadığımız modelin labirentlerinden çıkarak toplumu gelecek için düşündürecek bir yüzleşme yapılabilir mi? Düşünelim. Belki bir ilk adım toplumda acıyı en yakından yaşayanlarla başlar. Şöyle diyelim: İnsan kaybını en ağı yaşayan Hatay’dan başlayıp, can kaybı belgelenmiş elli bin kişinin adlarını taşıyan birer “acı anıt” tüm öteki il merkezlerine dikilmelidir. Öncülüğü kimler yapar? Yüzleşme hakkı, bilelim ki canlarını kaybedenlerindir. Şimdi, onları kucaklamayı bilecek insan çevresinindir. Ve ağır travmalarla yüzleşmeyi bilmek, anıtlaştırarak kayda geçirmek, unutmamak geleceğe bakabilmek için ilk sınavların başında geliyor. 

Doğru mu?

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

Abidin Dino ve dayanışmanın elleri + George Grosz ve Toplumun Temel Direkleri (FİDE LALE DURAK - SOL-Kültür)

 


Abidin Dino ve dayanışmanın elleri 

'Ellerin taşıdığı imgesellik zengindir. İlk ayağa kalkışımızla özgürleşen ve beceri kazanan ellerimiz ve ellerimizin yarattıkları, yani emek insanlaşmamızı sağlayan en büyük unsurdur.'

Kapak görseli: Abidin Dino, 1984, 'El Dizisi-Parmaklar'


Abidin Dino hayatının büyük bir kısmında el çizdi. Ona göre eller başlı başına bir portre ya da çoğu zaman otoportreydi. İnsanların yüzleri güzel, çirkin, sevimli ya da bir sürü şey olabilirdi ama elleri her zaman güzel olurdu. Abidin Dino da elleri çizmeyi kendine iş edindi. El resimleri çizdiği bir gün, koca elli yaratıklardan, kendi kendini çizen ellere vardığında çizim yaptığı eli bile kendine yabancılaştı ve çizdiklerinden korkuya kapıldı. Dino, elbette korkusunu yenebildi ama elin tamamını çizmeye her zaman cüret etmedi, bazen sadece parmakları çalıştı. Ona göre resim yapmak ve hele ki elleri çizmek, Engels’e1 de atıfta bulunarak söylediği şu cümlede özetleniyordu: “İz bırakmak bundan başka ne ki, resim yapma dürtüsü? Her şey elle başladı, ellerle bitecek”.

Dino’nun “El Dizisi” içinde yaptığı büyük elli figürlerde eller, figürden bağımsız ayrı bir karaktere sahip gibidir. Sanki el bedenin bir unsuru değil de ona yön veren, ayrı bir düşüncesi ve bilinci olan bir varlıktır. Karikatüre yaklaşan bu desenlerde Dino, çizgileri kesintiye uğratmadan, sürekli ya da akışkan bir şekilde kullanır. Desenlerinde çizgiler, resme üç boyut kazandırmak ya da gölge oluşturmak için değil; bazen duru ve sakin biçimleriyle bazen de abartılı detaylarıyla ifade yaratmak için kullanılır. Desenlerinde kullandığı abartı, olduğundan büyük ifade edilmesi anlamında figürün ellerinde göze çarpsa da aslında anatominin tamamında içeriği güçlendirmek için vardır. 

Ellerin taşıdığı imgesellik zengindir. İlk ayağa kalkışımızla özgürleşen ve beceri kazanan ellerimiz ve ellerimizin yarattıkları, yani emek insanlaşmamızı sağlayan en büyük unsurdur. Şüphesiz Dino için de böyledir: “Benim parmak istifleri yaşamsal gerçeklerden bir kopma mı, yoksa o geçekleri derinlemesine yakalama çabası mı?” Dino, elleri çizerken sadece anatomik bir unsuru çizmez, elin insanlık için olan anlamını bildiği için bu tarihin izlerini de aynı zamanda ellerde arar: “Oldum olası alt-üstlerden hoşlanmam, özellikle parmaklar söz konusu olunca, başparmak örneğin. Onu başparmak seçen kim? Ya da kendini beğenmiş şahadet parmağına bakın, ne kadar bağnaz, ne kadar dogmacı, aforozcu bağnaz.”


                                    Abidin Dino, 1984, 'El Dizisi-Anadolu Köylüleri' ve 'El Dizisi-İsimsiz'

Yalın ve abartılı çizgilerle yaptığı otoportresinde ifadeyi sadece yüzü ile değil, yine eklemeyi ihmal etmediği kocaman ellerini de en az yüzü kadar önemli bir etken olarak kullanarak oluşturur. Sanat tarihinde de portrenin önemli bir unsuru olarak her zaman önemsenmiş olan eller, Dino’da vazgeçilmezdir.

                                          Abidin Dino, 1984, 'Otoportre'

Abidin Dino, ellerde hayatı bulur. Onun için hayat, Asaf Güven Aksel’in üç yıl önce Dino’nun ölüm yıldönümü sebebi ile kaleme aldığı o güzel yazısında söylediği gibi “imecedir”.  Dino, ülkenin kurtuluşunu imecede yani komünde görmektedir. Hayatına sığdırdığı onca şeyden süzülen komünistliği ve sanatçılığı şöyle özetlenebilir: 1913’te İstanbul’da doğar, henüz 17 yaşındayken çizimleri gazete ve dergilerde yayımlanır, 20 yaşında memleketin ilk çağdaş sanat inisiyatiflerinden olan D Grubu kurucuları arasında yer alır. 21 yaşında sinema öğrenmek üzere üç yıl kalacağı Sovyetler Birliği’ne gider, Eisenstein ve Yutkeviç ile çalışır. Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra Londra ve Paris’e gider, 24 yaşında Paris’e yerleşir.  Gertrude Stein, Tristan Tzara ve Pablo Picasso gibi önemli isimlerle dostluk kurar. 26 yaşında yurda döner, çoğunlukla emekçileri resmeder, Türkiye Komünist Partisi üyesi olur. 28 yaşında Yeniler Grubunun kuruluşunda yer alır, ses getirecek olan Liman Sergisi’ni açılışına liman işçileri resimleri ile katılır, aynı yıl siyasi nedenlerle önce Çorum, sonra Adana’ya sürgüne gönderilir. Oyun yazar, toplatılır; senaryo yazar, yasaklanır. 39 yaşında, hakkındaki yurt dışı yasağı kalkınca, ölene kadar yaşayacağı Paris’e yerleşir; Paris’te TKP’nin Dış Büro faaliyetlerinde yer alır. Hayatı boyunca önemli ödüller alır. 80 yaşında Paris’te yaşamını yitirir. 

Abidin Dino’nun ömrünün sonundaki sanatsal uğraşısı yine ellerdi. Ölmeden altı ay önce açılışına da gelebildiği, Dino’nun el desenlerinden yola çıkarak Metin Deniz’in tasarladığı ve Yunus Tonkuş’un bronz dökümünü yaptığı “Dayanışma Anıtı”, Dino’nun gençliğini yaşadığı Maçka’ya dikilir. Ölümünden bir yıl sonra ise Metin Yurdanur’un yaptığı Abidin Dino heykeli Kadıköy Özgürlük Parkı’na dikilir. Heykelde Dino’nun elleri, onun ellerde bulduğu hayatın imgeselliğini yansıtacak kadar anlamlı ve ifadelidir. 

Abidin Dino’nun elleri emeğin ve dayanışmanın simgesi, partisi ise emeğin ve dayanışmanın partisi olmaya devam ediyor. Dino’nun yakın zamanda geçen (23 Mart) 100. Doğum günü anısına bu iki heykel, İstanbul’da bulunanlar ve yolu İstanbul’a düşecekler tarafından ziyaret edilebilir. 

                                          Metin Deniz, 1993, 'Dayanışma Heykeli', Maçka Şişli - İstanbul

                                 Metin Yurdaner, 1995, 'Abidin Dino Heykeli', Özgürlük Parkı, Kadıköy – İstanbul

(1)Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü makalesi

                                                                            /././

George Grosz ve Toplumun Temel Direkleri


'Bu dönemde ortaya çıkardıkları güçlü ifadeleri ve sanatları, yıkmak istedikleri yoz düzene duydukları öfkeyi yansıtsa da yıkmak istedikleri yıkıldıktan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlardı.'

                            George Grosz, 1926, “Toplumun Temel Direkleri”, Berlin-Almanya

George Grosz’un “Toplumun Temel Direkleri” resmi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Weimar Almanyası’nın hicivli bir anlatımı ve “Yeni Nesnellik” akımının önemli bir örneğidir.

Yeni Nesnellik akımı, Birinci Dünya Savaş sonrasında ortaya çıkmış ve her avangard akım gibi kendisinden bir öncekine, yani dışavurumculuğa karşı olmuştur. Yeni Nesnellik akımı içindeki sanatçılar, gerçekliğe objektif bakma iddiasındadır ve bu nedenle gerçeğin detaylarını gözden kaçırmaya sebep olabileceğini düşündükleri soyutlamalardan da uzak dururlar. Yine de, bu akımın içerisinde yer alan sanatçıların birçoğunda hem dışavurumculuğun hem de soyut sanatın etkileri büyüktür. George Grosz ile birlikte Max Beckmann, Oskar Kokoschka ve Otto Dix bu akımın başlıca temsilcilerini oluşturur. 

Ele alınan resmin sanatçısı Grosz, 1914 yılında gönüllü katıldığı ordudan sağlık sebepleriyle terhis edilir. 1918 yılında, sonradan adı Almanya Komünist Partisi (KPD) dönüşecek olan, Spartakistler Birliğine katılır. 1922 yılında Sovyetler Birliği’ne gider. Burada Lenin başta olmak üzere birçok Bolşevik ile tanışır; Lunaçarskiy ile sanat üzerine tartışır, Tatlin ve diğer konstrüktivistleri tanıma fırsatı bulur. Ancak döndüğünde Alman Komünist Partisi’nden istifa eder. Grosz faşizme düşmandır ancak gelişkin bir sosyalist değildir; Bolşevikleri totaliter olarak görmüş, Lunaçarskiy ile tartışmalarında sanatçıların ilham perilerinin lütfu ile sanat yaptıklarını savunarak “proleter kültürü” saçma bulmuştur.

Grosz’un “Toplumun Temel Direkleri”ni yapması bundan sonraki dönemine denk gelir. Resimde faşizmi destekleyen Alman seçkinlerinin portrelerini; kendine özgü grotesk bir biçimle resmeder. Resmin adı Henrik Ibsen’in aynı adlı oyunundan alınmıştır. Resimde dört ana karakter görünür; önde sol yanağında bir düello yarası ve kravatında gamalı haç bulunan, bira içen, tek gözü kör ve açık kafatasından savaş atları yükselen bir aristokrat; arka solunda düşüncelerinin çirkinliğine işaret edecek şekilde kafasına yerleştirilmiş lazımlık ile elinde bir gazete tutan, gazeteci Alfred Hugenberg; arka sağda kafatasında dumanı tüten bir gübre yığını bulunan, elinde tuttuğu broşürde “sosyalizm (bir) iştir” yazan bir sosyal demokrat ve bu üç karakterin arkasında alevler içinde yanan şehre ve kargaşaya sırtını dönmüş, barış vaazı veren, şişko bir din adamı vardır. Dört portrenin arkasında ise, bunları destekleyecek şekilde konumlandırılmış faşist bir kolluk kuvveti görünür. 

Resimde figürlerin perspektif gözetilmeden üst üste yerleştirilmesinde, geometrik şekillere indirgenerek sadeleştirilmelerinde ve unsurların kolaj gibi kurgulanmasında kübizm etkisi hissedilir. Resimde, kullanılan renklerin de etkisiyle karamsar bir atmosfer oluşturulur. Belli ki Grosz için savaş sonrası Almanya, yozlaşmış yönetimi ile kötücül ve yanan bir binanın imgesinde yıkılmış bir şehirdir. Ancak artık bu kötücüllüğe sosyal demokrat bir politikacı da eklenmiştir.

Grosz, 1932 yılında New York’ta bir okuldan gelen öğretmenlik teklifini kabul ederek, 1933 yılında ailesiyle birlikte tamamen ABD’ye göç eder. 1938’de ABD vatandaşı olur. Amerika’da bulunduğu yıllarda akademisyen olarak çalışır ve tarzını tamamen değiştirerek manzara resimleri yapmaya başlar. 1959 yılında tekrar Berlin’e döndüğünde, içkili bir akşamdan sonra merdivenlerden düşerek ölür. 

Grosz’un bu hazin sayılabilecek hikayesi o dönem Alman sanatçıları düşünüldüğünde istisna değildir. Almanya’da Birinci Dünya Savaşı’na katılan sanatçılar, savaştan döndüklerinde savaşın trajedilerini ve o dönemki iktidarı eleştiren resimler yapmalarından doğal bir şey yoktu. Ele aldıkları konuların eleştirel dozu, daha keskin, belki saldırgan, bazen alaycı ve avangard biçimleri çağırıyordu ve buna uygun biçimler buldular. Dışavurumculuk, Dada, Yeni Nesnellik bu ifade biçimlerinin akımları oldu. Bu akımlara mensup Alman sanatçıları, faşizm ve savaş karşıtlıkları konusunda tartışmasızdılar. Ancak bu dönemde ortaya çıkardıkları güçlü ifadeleri ve sanatları, yıkmak istedikleri yoz düzene duydukları öfkeyi yansıtsa da yıkmak istedikleri yıkıldıktan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden birçoğunun hayat hikayesi Grosz’unkini andırıyor. Sadece faşizme ya da savaşa karşı olmak hiç yetmedi, hala yetmiyor…

FİDE LALE DURAK - SOL-Kültür





Halktan betonlaşma tepkisi: 'Akdeniz fokları için de yaşam alanı' + Phaselis'teki inşaatta halk denetim yaptı: Firma izin belgesini gösteremedi (Yusuf Yavuz/SOL)

 


Halktan betonlaşma tepkisi: 'Akdeniz fokları için de yaşam alanı'

Gazipaşa Selinus sahilinde yapılması planlanan 2508 yataklı dev otel projesine tepki gösteren ilçe halkı, Attalos Meydanı'nda basın açıklaması yaparak sahilin betonlaşmasına tepki gösterdi. 

Antalya'nın Gazipaşa ilçesindeki Selinus (Kızılin) sahilinde yapılması planlanan 2508 yataklı dev otel projesine ilçe halkı tepki gösterdi. Antalya Attalos Meydanı'nda basın açıklaması yapan yurttaşlar sahilin betonlaşmasına karşı olduklarını duyurdu.

Gazipaşa Hepimizin Platformu'nun basın açıklamasında, “Modası geçmiş, yıllar öncesinin yanlış turizm anlayışı, her şey dâhil devasa otel sıraları, ilçe halkına hiç kıyılarına ulaşma hakkı tanınmadan uygulanmaya çalışılıyor şimdi. Oysa biz biliyoruz ki kendi kaynaklarınızı, kendi kıyı alanlarınızı kullanamadığınız zaman esaret başlar. Karşı olduğumuz sadece deniz kıyılarına ulaşamamak değil, bir ilçe halkını, oradaki doğal yaşamı, arkadaki tarım alanlarını yok sayan bu anlayıştır. Gazipaşa Halkı geçmişte nasıl yağmaya boyun eğmemiş ve bizzat Atamızın eliyle Atamızdan adını almışsa, aynı duruşla şimdi de yağmaya boyun eğmeyecektir” denildi.

Gazipaşa Hepimizin Platformu adına basın açıklamasını okuyan Ziraat Mühendisi Yavuz Çetin, Gazipaşa’nın son yıllara kadar ulaşımın da biraz zor olması nedeniyle tüm doğallığını ve yerel yaşam kültürünü koruduğuna dikkat çekerek, “Gazipaşa’nın denize dik inen yamaçlarının arasında, küçük üç kumsal kıyısı var ve bu kıyılar ender bulunan doğal güzellikleri nedeni ile sit alanı. Tüm dağ köyleri ile merkez mahalleleri ile bu küçük üç kıyımız hem insanlarımız, hem yetiştirdiğimiz ürünlerimiz, hem de buralarda süren doğal yaşam için nefes alma noktası. Şu anda öyle bir planlama yapıldığını görüyoruz ki bu kıyılarda ne sit alanı olduğu dikkate alınmış ne kıyı doğal yaşam alanları ne de ilçe halkı” dedi.

'Gazipaşa halkı yağmaya boyun eğmeyecek'

Modası geçmiş olan yıllar öncesinin yanlış turizm anlayışı ile her şey dâhil devasa otellerin sıralandığı bir planın ilçe halkına hiç kıyılarına ulaşma hakkı tanınmadan uygulanmaya çalışıldığını dile getiren Çetin, “Oysa biz biliyoruz ki kendi kaynaklarınızı, kendi kıyı alanlarınızı kullanamadığınız zaman esaret başlar. Karşı olduğumuz sadece deniz kıyılarına ulaşamamak değil, bir ilçe halkını, oradaki doğal yaşamı, arkadaki tarım alanlarını yok sayan bu anlayıştır. Gazipaşa halkı geçmişte nasıl yağmaya boyun eğmemiş ve bizzat Atamızın eliyle Atamızdan adını almışsa, aynı duruşla şimdi de yağmaya boyun eğmeyecektir” diye konuştu.

'Halkla hiç paylaşılmadan uygulanmaya çalışılan bu planlamayı reddediyoruz'

Selinus sahilinde yapılmak istenen otel projesi için depremin üçüncü günü ÇED toplantısı yapıldığını da anımsatan Ziraat Mühendisi Yavuz Çetin, “Biz bilimsel raporların, bilirkişi raporlarının, kamu yararına çalışan meslek odalarının, baronun karşı olduğu, askı süreçleri de dâhil olmak üzere halkla hiç paylaşılmadan uygulanmaya çalışılan bu planlamayı reddediyoruz. İlçemizin en önemli bölgesinden, tüm kıyı alanlarımızdan söz ediyoruz. Oysa olması gereken halkla birlikte, halkı bilgilendirerek, tüm ilçeyi düşünerek, doğayı koruyarak, sevgiyle, mutlulukla, huzurla yaşanacak alanlar yaratmak olmalıydı. Planlamalar insanların doğa ve çevresiyle barışık yaşamalarını sağlamak üzere, kamu yararı için yapılmalıdır” ifadelerini kullandı.

'Akdeniz fokları, kıyı bitkileri ve diğer canlılar için de yaşam alanı'

Ranta yönelik planlama anlayışına karşı olduklarını ifade eden Çetin, açıklamasında şunları söyledi:

“Bir kıyı planlaması sadece denize nazır kentsel arsa üretimine dönük önünde ilçe halkını istemeyen bir anlayışla yapılırsa, spekülatörlerin iştahını kabartır ve o toprakların gerçek sahipleri ve gerçek ihtiyacı olan insanlar asla bu alanların sahibi olamazlar ve bu alanlardan yararlanamazlar. Küçücük kıyılarda devasa otel adaları, bu adaların içindeki devasa parsellerde tarımımız için gerekli deniz havasının arkalara girebilmesine olanak tanıyacak parçalı yapılanmanın istenmemesi, yol ve otopark düzenlemelerinde, bu büyük turizm adaları arasındaki açıklıklarda ilçe halkının kıyılarına ulaşımının yok sayılması. Bu, devasa kitlelerin arkadaki tarım alanlarına yapacağı baskı, vereceği zarar. Minimum parsel büyüklüğünün 5 dönüm olarak belirlendiği planlamada hala halkın elindeki 5 dönümün altındaki parsellerin toplanıyor oluşu. Son revizyonla iki katına çıkartılan inşaat alanı oranları, sit alanı bu kıyılar için çok yüksektir. Kıyı kumul, kıyı kayalık, kıyı mağara, kıyı orman, kıyı sulak alan ekosistemlerini barındıran bu kıyılar insandan önce buraları yurt edinen deniz kaplumbağaları, Akdeniz fokları, kıyı bitkileri ve diğer canlılar için de yaşam alanıdır.”

'Kamu yararına uygun değil'

Sahille ilgili plan notlarında, halka ait olması gereken günübirlik alanlarda ‘kamunun kullanımına açık olma’ ibaresinin kaldırıldığının altını çizen Çetin, otellerle günübirlik alanlar arasındaki yaya yollarının da kaldırılarak günübirlik alanların otel alanlarına eklendiğini belirterek, “Oysa günübirlik alanlar uluslararası sözleşmelerle de koruyacağımıza söz verdiğimiz deniz kaplumbağalarının yuvalama alanları için tampon bölge ve etki alanı içinde kalıyor. Son revizyonlarda üç kıyımızda da bu alanlar boydan boya otel alanlarının ön bahçesi ve otellerin tamamlayıcısı tesislerin yapılabileceği alanlar olarak tanımlanıyor. Bunun gibi tüm nedenlerle bu planlar Antalya’da görülen ve oybirliği ile kazandığımız bir davanın konusunda uzman bilirkişi raporunda yine oybirliği ile imar mevzuatına, planlama ilkelerine, kamu yararına uygun bulunmadığı belirtilmektedir” diye konuştu.

'Bu ne yaman çelişki?'

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı turizm stratejisi planında, yerel düzeyde turizm potansiyeli bulunan alanlarda sorun odaklı planlama anlayışı yerine, planlama çalışmalarının bütüncül olarak ele alınacağının kaydedildiğine dikkati çeken Çetin, “Parçacı ve parsel bazında gelişen planlama pratiği sona erdirilerek dünya çapında yarışabilir turizm kentleri oluşturulacaktır. Türkiye’de kitle turizmine yönelik, parçacı yaklaşımlar sonucunda Akdeniz ve Ege kıyı kesiminde aşırı yığılma, kıyı gerisi ve çevresi alanlarda çarpık kentleşme, yapılaşma, altyapı yetersizliği ve çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Bizzat Bakanlığın kendisi tarafından, parsel bazında otel odaklı turizm gelişmesinden daha çok tarih, kültür, sanat vb. gibi değerler odaklı turizm öneriliyor. Bu planlar da yine yetkililer tarafından onaylanıyor. Bu ne yaman çelişkidir?” dedi.

'Tarım alanları beton kaplanarak yok olacak'

Gazipaşa’nın aynı zamanda güçlü bir tarım ilçesi olduğuna da değinen Ziraat Mühendisi Yavuz Çetin, kıyıda oteller için yapılan planların tarım açısından yaratacağı risklere de değindiği açıklamasında, şöyle dedi:

“Gazipaşa’da son yıllarda muzdan sonra avokado, passiflora, mango, pitaya (ejder meyvesi), papaya, longan ve litchi gibi tropikal meyve yetiştiriciliği hızla artmaktadır. Tropik ve subtropik iklim kuşağında yer alan bu bölge, mikroklima özelliklere sahiptir. Akdeniz’deki bu kuşağın dışında tropikal meyvelerin üretimi çok güçtür. Ülkemiz coğrafyasında son derece kısıtlı ve özel olan bu alanların bir daha geri dönüşü mümkün olmayacak bir şekilde kaybı, telafisi mümkün olmayan bir kayıp olacaktır. Katma değeri yüksek olan bu meyveler bölge halkına ciddi anlamda ekonomik katkı sağlamaktadır ve yakın gelecekte ülke ekonomisine de ciddi katkı sağlayacak bir potansiyele sahiptir. Bu derece değerli tarım topraklarına sahip, sahillerinde açık alanda muz, mango gibi tropikal meyvelerin yetiştirildiği bu eşi bulunmaz tüm Gazipaşa sahilleri şimdi devasa otellerle adı turizm olan bir sisteme verilmek istenmektedir. Yüzyıllar boyunca oluşmuş bu tarım alanlarının beton kaplanarak yok olmasına karşıyız.”

Su ve katı atık sorunu

Basın açıklamasında, Gazipaşa sahilinde yapılması planlanan otellerin getireceği olumsuzluklar ve ilçe halkının talepleri özetle şöyle sıraladı:

  • Şu an yapımı planlanan otelin işletmeye alındığındaki su kullanımı, otelin yapıldığı mahallede yaşayan insanların kullandığı suyun iki katından fazladır. Bu otelin girdisi kadar kirli sıvı atık çıktısı olacağı varsayıldığında ve bu atığın yine ÇED raporuna göre Gazipaşa’nın arıtmasına verileceği belirtilmekte olup bu durumda mevcut arıtmanın yeterli olmayacağı açıktır çünkü halen ilçeye bile yetmeyen sıkıntılı bir arıtma tesisi vardır. Bir otelin bile katı atık miktarı günde yaklaşık 5 ton kadardır. Bu atığın bertaraf edilmesi Gazipaşa ölçeğinde oldukça zor olacaktır.
  • ÇED toplantısı yapılan bu devasa otelin açık ve kapalı havuz alanları yaklaşık 11.000 m2’dir. Bu çok fazla bir su yüküdür ve şehir şebekesinden karşılanacağı raporda belirtilmektedir. Gazipaşa’nın su kaynağının bu yükü kaldırması bir otel için bile mümkün değilken, diğer otellerin gelmesi ile içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
  • Bu büyük oteller Gazipaşa’nın mikroklimasını değiştirecektir. Plan notlarında devasa parsellere parçalı yapılanma istenmemesi ilçe tarımımız için büyük yanlışlıktır. Örneğin 50.000 m2’lik bir parselde, yüzde seksen emsal tek bir yapı kütlesinde kullanılabilecektir. İlçede mikroklimanın değişmesi, ısınmanın artması ile açık alan ve seralarda fungal, bakteriyel, viral ve zararlı vektörel artmasına neden olacaktır.
  • Tarım alanlarında su kullanımı gereksinimi artacak, bu da kuyulardan daha fazla su çekilmesine ve kullanılmasına neden olacak, dolayısıyla su kullanım masrafları artacak bundan da tehlikeli olarak şimdiden 200 – 280 metre derinlikten çekilen tarımsal su yeterli olmayacak ve daha derinlerden su çekilmesine neden olacaktır. Bu da çok tehlikeli olan yer üstü çölleşmesinden bile önemli yer altı çölleşmesine neden olacaktır.
  • Bu yanlış planlamalar insan eliyle ve yetkililerin imzalarıyla yapıldığına göre ve henüz uygulanmaya başlanmadığına göre istenirse yeniden düzenlenebilir. Yapılması gereken, önce kapalı kapılar ardında kotarılan bu planların iptal edilmesi ve ilçemizde bir çalıştay düzenlenmesidir. Tüm ilçe halkının kazanacağı, bilimin rehberliğinde bir planlama ortaya çıkarılmalıdır.
  • Gazipaşalıların günübirlik alan olarak kullandığı sahilin otellere açılması endişeyle karşılanıyor
                                                                                  /././

Phaselis'teki inşaatta halk denetim yaptı: Firma izin belgesini gösteremedi

Kemer’deki Phaselis antik kentinin koruma alanı içerisinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sürdürülen halk plajı inşaatında halk denetim yaptı, yüklenici firma izin belgesini gösteremedi.


Antalya Kemer’deki Phaselis’teki tartışmalı projede dün 1. Derece arkeolojik sit alanı olan Bostanlık Koyu'nda çalışma yapmak isteyen ilgili firma çalışanlarının izin belgesi gösterememesi üzerine jandarmaya haber veren Phaselis’e Dokunma Hareketi gönüllüleri sit alanında usulsüz inşaat çalışması yapıldığı için sorumlulardan şikayetçi oldu. 

Phaselis Bostanlık Koyu’nda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca başlatılan halk plajı projesi için çalışma yapılacağını haber alan Phaselis'e Dokunma Hareketi gönüllüleri projenin uygulanmak istendiği alana gittiler. 

İzin belgesi gösterilemedi, jandarma çağrıldı

Beydağları Sahil Milli Parkı sınırları içerisinde bulunan 1. Derece Arkeolojik SİT Alanı niteliğindeki koyun gerisindeki ormanlık alanda ağır iş makinası, kepçe ve ağır tonajlı bir kamyonun çalıştığını gören gönüllüler, etrafta ihale yapılacak olan inşaat işinin ihale tabelası bulunmadığını fark ettiler. Bunun üzerine çalışanların izin belgelerinin olup olmadığını soran gönüllülere firma çalışanlarının herhangi bir izin belgesi gösterememesi üzerine olay yerine jandarma çağrıldı. 

SİT alanında usulsüz çalışma

İnşaat çalışmasına ilişkin izin belgesini isteyen Jandarmanın talebi üzerine firma çalışanları telefon konuşması yaptı. Telefon konuşmasının ardından Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun projeyle ilgili bir kararının çalışanlardan birinin telefonuna mesaj ile gönderildiğine dikkati çeken Phaselis’e Dokunma Hareketi gönüllüleri, olayın ardından yaşananları şöyle anlattı: “Bölge Kurulunun kararına göre 1. Derece Arkeolojik SİT alanı olan bu bölgede yapılacak herhangi bir çalışmada müze müdürlüğünden ve kazı başkanlığından yetkili kişilerin gözetimi olması gerekirken çalışanların yanında hiçbir yetkili bulunmamaktaydı. Ayrıca projeye dair ihalenin tarafları bedeli, tarihi ve ihalenin sayı numarasını da bildiren tabelanın da çalışma alanında bulunmadığı tespit edilmiş oldu. Bunun üzerine SİT alanında usulsüz çalışma yapıldığına dair suç duyurusunda bulunuldu. 

Fakat buna rağmen bir süre sonra çok sayıdaki inşaat işçisi Phaselis Bostanlık Koyuna gelip kazı yapmaya başladı. Kurul kararına göre hem müze hem kazı başkanlığından birer tane arkeolog nezaretinde çalışma yapılması gerekirken yanlarında sadece müzeden bir görevli bulunmaktaydı. Projenin revize edilmiş planını görmek istesek de bu plan gösterilmedi.”

Doğal peyzaja zarar verilerek kazı çalışmaları sürdü

Yüklenici firma çalışanlarının alanın doğal peyzajına zarar vererek kazı çalışmalarını sürdürdüğünü belirten gönüllüler, “Bu esnada oldukça yaşlı olduğu görülen bir ağacın köküne zarar verecek şekilde çalışma yapılması dikkat çekti. Ayrıca temelini kazmakta oldukları bir binanın yapım aşamasında asırlık bazı ağaçların kesilmesi gerektiği ortaya çıktı. Bu durumu kayıt altına alarak yapılanları protesto edildi. Kıyıda bunlar olurken yine Phaselis Bostanlık Koyu’nun arkasındaki ormanlık alanda sabah gelen iş makinaları yine başlarında arkeolog yokken doğal örtüye zarar verecek şekilde çalışma yaptılar” bilgisini aktardı. 

Alanın çok hassas ve değerli olması nedeniyle inşaat çalışması sırasında daha büyük zararlara neden olunabileceğine dikkati çeken gönüllüler, inşaat çalışmasını yakından izleyeceklerini kaydediyor. 


Yusuf Yavuz / SOL

AKP’li belediye yine cami satacak - İsmail Arı / BİRGÜN

 

AKP’li Çekmeköy Belediyesi, cami, aile sağlığı ile diş sağlığı merkezlerini Hazine’ye satacak, karşılığında boş araziler alacak. CHP’li Sami Yayla, satış kararına “Bu yapılan sistematik bir yağma” sözleriyle tepki gösterdi.

Deprem toplanma alanı da olan park alanını yapılaşmaya açmasıyla hafızalara kazınan İstanbul’daki AKP’li Çekmeköy Belediyesi, üzerinde okul, cami ve sağlık tesislerinin yer aldığı arazilerini satacak. Muhalefetin yönettiği belediyelere, hayata geçirmek istedikleri projelere ve kredi taleplerine engel üstüne engel çıkaran iktidar “Ali Cengiz oyunlarıyla” kendi belediyelerine kaynak yaratıyor.


Belediyenin sattığı 11 No’lu Aile Sağlığı Merkezi ile Şerafettin Öztürk Camii. Fotoğraf: Çekmeköy Belediyesi
Çekmeköy Belediye Meclisi’nin nisan ayı oturumunda, Emlak ve İstimlak Müdürlüğü’nün teklifi görüşüldü. Teklifte belediyeye ait olan, üzerinde cami, ağız ve diş sağlığı merkezi ile aile sağlığı merkezlerinin bulunduğu beş arazinin yaklaşık 21 milyon TL bedel ile Hazine’ye devredileceği belirtildi. Belediye, devrettiği taşınmazların karşılığında da Hazine’den Ömerli Mahallesi’ndeki yaklaşık 7 bin metrekare ile 7 bin 400 metrekarelik arazileri alacak. Bu iki arazinin toplam bedeli ise yaklaşık 21 milyon TL olarak belirlendi.

Bu karar Belediye Meclisi’nde CHP’li ve İYİ Partili meclis üyelerinin tüm itirazlarına ve tepkisine rağmen AKP’li ve MHP’li meclis üyelerinin oylarıyla kabul edildi. Söz konusu taşınmazların satış gerekçesi de “Salgının belediyemize ekonomik etkilerinin an alt düzeyde tutulması ve yatırımlara kaynak sağlanması” olarak açıklandı.

SİSTEMATİK BİR YAĞMA

CHP’li Meclis Üyesi Sami Yayla, Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “Kaynak yaratma adına, kamuya ait yerleri kamuya satıyorsunuz. Bunu sistematik bir yağma olarak görüyoruz. Önce okul yerlerini sattınız, şimdi de üzerinde cami, aile sağlığı merkezi ile ağız ve diş sağlığı merkezi olan yerleri Ömerli’de bulunan ve Hazine’ye ait olan arsalarla takas edeceksiniz. Sonrasında da bu yerleri arsa lobilerinin önüne koyacaksınız. Biz bunu çok iyi biliyoruz” ifadelerini kullandı.

AKP’li Çekmeköy Belediyesi’nin Hazine’ye satacağı iki cami ile üç sağlık tesisi şu şekilde:

•Mehmet Akif Mahallesi’ndeki İskilipli Atıf Efendi Camii

•Mimar Sinan Mahallesi’ndeki 11 Nolu Aile Sağlığı Merkezi

•Mimar Sinan Mahallesi’ndeki Şerafettin Öztürk Camii

•Soğukpınar Mahallesi’ndeki Çekmeköy Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi

•Sultançiftliği Mahallesi’ndeki 9 Nolu Aile Sağlığı Merkezi

OKULLARI DA SATMIŞLAR

AKP’li Çekmeköy Belediyesi 2021 yılının Ocak ayında da üzerinde ilkokul, ortaokul ve meslek lisesinin bulunduğu tam altı ayrı taşınmazı Hazine’ye sattı. Çekmeköy Belediyesi’nin 6 Ocak 2021 tarihli toplantısından Sultançiftliği, Taşdelen, Kirazlıdere ve Aydınlar Mahallesinde bulunan altı okul alanının Hazine’ye satılmasına karar verildi. Belediye bu işlemle de hem vergi borcunu sildirdi hem de Hazine’den ranta uygun araziler aldı. Bu karar AKP’li ve MHP’li belediye meclis üyelerinin oyçokluğuyla alınmıştı.
                                  Belediyenin okulları satmasını da BirGün manşetine taşımıştı.

İsmail Arı / BİRGÜN

 

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...