Dayanışma bu kez çocuklar için - EMRE ALIM / SOL-Özel

 

Yaşadıkları yas süreci ve travmalar nedeniyle özel ilgiye muhtaç olan depremzede çocukların psikososyal ihtiyaçları giderilemedi. Devlet sorumluluğu yerine getiremeyince devreye dayanışma girdi.

On bir ili sarsan depremler resmi verilere göre 4 milyon 600 bin çocuğu etkiledi. Enkazlarda binlercesi can verdi, sağ kurtulanların ise hayatı derinden etkilendi. Kimi ailesini, kimi evini kimi de bir uzvunu kaybetti.

Depreme maruz kalan çocuklara psikolojik müdahalenin doğru zamanda ve doğru içerikte yapılması büyük önem taşırken, aradan geçen 2 aya rağmen çocukların beslenme ve barınma gibi yaşamsal ihtiyaçları dahi birçok noktada karşılanamadı.

Okula dönemeyen, psikososyal desteğe ulaşamayan çocuklar yaşadıkları ağır deneyimlerle başa etme konusunda yalnız bırakılmış durumda.

Depremden sonra bölgede bulunan psikiyatri uzmanı Dr. Cem Taylan ErdensoL'a yaptığı açıklamada çocukların 'incinebilir topluluklar' içinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizdi:

"İncinebilirlik kavramı olası afet  durumlarından daha fazla etkilenme ve ihtiyaç duyulan kaynaklara, sağlık hizmetlerine vs. daha az ulaşabilme ihtimalini tanımlar. 

İncinebilirlik, genel anlamda toplumsal eşitsizliklerin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda incinebilir topluluklar ekonomik koşullar, iletişim güçlükleri, engellilik, izolasyon, yaş açısından tanımlanmaktadır. Buna göre düşük sosyoekonomik düzey, resmi dilin kullanılmasındaki güçlükler, fiziksel, mental, tıbbi engellilik, toplumun büyük kısmından izole olarak yaşamayı tercih eden veya dışlanan topluluklar, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar incinebilir toplulukları oluşturur. 

'Çocuklar en büyük incinebilir topluluktur'

İncinebilir toplulukların tanımlanması, halk sağlığı politikalarının geliştirilmesinde ve afet durumlarında sunulacak sağlık hizmetinin planlanmasında önemlidir. Afetler sırasında bu gruba giren kişilere özel bir yaklaşım gereklidir. 

Çocuklar, deprem bölgesindeki en büyük incinebilir topluluktur. Depremden yaklaşık olarak 4.5 milyon çocuğun etkilendiği bildirilmiştir. Neredeyse bütün toplumsal kurumların işlevsiz hale geldiği afet koşullarında çocukların eğitim, sağlık, beslenme, güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması ancak çocuk odaklı politikaların yürütülmesi ile mümkündür. Bu açıdan değerlendirildiğinde son depremde ülkemizdeki afet yönetimi bırakın sınıfta kalmayı tasdikname ile okuldan atılmayı hak etmektedir."

'En can yakıcı zorluk çocukların yalnızlığıydı'

Enkazdan sağ kurtarılan çok sayıda çocuğun resmi kaydının bulunmadığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı aracılığıyla cemaat ve tarikat evlerine yerleştirildiği ortaya çıkmıştı. Kamunun çocuklara karşı sorumluluklarını yerine getiremediğini hatırlatan Erden, dini yapıların bu noktada oluşan boşluklarda kendini gösterdiğini belirtti:

"Deprem bölgesinin tamamında karşılaştığımız en can yakıcı zorluk çocukların yalnızlığıydı. Çocuklara yönelik yapılan her türlü etkinlik hızlıca örgütlenebiliyor ve çok sayıda çocuğun katılımı ile gerçekleşiyordu. Sadece bu veri bile bu alanın ne kadar boş bırakıldığının ispatı olarak görülebilir. Okulların depremden neredeyse 3 ay sonra açılması bile bu soruna çare olmadı. Çünkü depremzede öğretmenler, yeterince hazırlıklı olmayan okullar çocukların ihtiyaçlarını karşılamaya yetmedi. Devlet kurumlarının doldurmak için özel bir çaba sarf etmediği bu boşluk, sivil toplum örgütleri, cemaatler eliyle doldurulmaya çalışılıyordu. Cemaat evlerinden çıkan kayıp çocuklar işte bu yönetememe halinin mantıksal sonucu olarak görülebilir."

Depremzede çocukların psikososyal ihtiyaçlarını yerinde gidermek için harekete geçen Türkiye Komünist Partisi (TKP) Deprem Takip Merkezi, uzmanlar ve gönüllülerin desteğiyle birçok noktada çocuk şenlikleri düzenliyor.

Son olarak Hatay'ın Dikmece, Harbiye ve Çanakoluk mahallelerinde gerçekleştirilen etkinliklere yüzlerce çocuk katıldı. 

'Bazı çocuklar hâla deprem kaygısı taşıyor'

Okulların hâlâ açılmadığı, çok sayıda eğitimcinin ise ayrıldığı bölgede, ailelerin ve çocukların yoğun ilgiyle karşıladığı etkinliklerle hedeflenenler şu sözlerle aktarıldı:

"Bu bölgelerde sayılı okulda eğitime başlandı. Ciddi bir okul eksiği olduğu için çocuklar bu tür etkinliklere hasret durumda. Bazı mahallelerde ara ara çocuk etkinlikleri düzenliyoruz. Birlikte şarkılar söyleniyor, boyama yapılıyor, oyunlar oynanıyor.

Çocuklar çadır önünde toz toprak içinde oyun oynamaktan bunalmış durumda. Bazı çocuklar hala deprem kaygısı yaşıyor. Etkinlikler onlar için önemli bir sosyalleşme aracı. Devletin herhangi bir varlığı olmadığı için kullanılan malzeme ve oyuncaklar yine dayanışma ile buraya getiriliyor. 

Bu tür etkinlikler elbette tek başına bir boşluğu dolduramıyor. Çocukların dünyaları depremden sonra çadırlara hapsolmuş durumda. Etkinlikler en azından bu havanın dağılmasına bir nebze olsun yardımcı oluyor."

TKP'nin depremden hemen sonra depremzedelerin yas sürecine kolaylaştırıcı ve destekçi olma amacıyla başlattığı çalışma, ağırlıklı olarak çocukların ihtiyaçlarına yöneldi. Psikolog Doç. Dr. Nevin Eracar, bu çalışmanın ayrıntılarını soL’a anlattı:

“Özellikle psikologlar, psikiyatristler, öğretmenler ve sanatçılara duyuru yapılarak psikososyal destek çalışmalarına katılacak ekipler oluşturuldu. Bu ekipler belli bir eğitimden sonra depremin ikinci haftasından itibaren ikişer ve üçerli ekipler olarak deprem bölgesine gitmeye başladı.

Bölgeye giden arkadaşlarımız 3 ila 5 gün gibi sürelerle bazen de bir haftalık sürelerde orada tespit ettikleri ihtiyaçlar üzerinden insanlarla, ağırlıklı olarak çocuklarla temas ettiler ve bu çalışmalarımız hız kesmeden devam ediyor. Ekiplerimiz öncelikli olarak oyunların kullanıldığı psikososyal destek çalışmalarını yürütmekteler. Her çalışmanın protokol ve raporları tutularak bir bilgi birikimi oluşmakta. 

'Oyun ve sanat dışavurum aracı oluyor'

Çocuklarla çalışırken oyunlara sanat unsurları katarak travma sonrası yasın kolaylaştırılması yönünde bir formülasyon ile çalışıyoruz. 

Çocukların bu afeti unutmaları hedeflenmiyor. Yaşın işlevsel şekilde yaşanması için sanatla terapi yöntemleri çerçevesinde ilerliyoruz. Bu açıdan bakıldığında çocukları koruyucu ve onarıcı ruh sağlığı desteği ile gelecekteki olası patolojik durumlara karşı korumayı amaçlıyoruz

Çocuklar oyunlar ve sanat unsurları aracılığı ile sesle ritimle hareket ve renklerle kendilerini ifade etme şansı elde etmiş oluyorlar. Oyun ve sanat önemli bir dışavurum aracı olarak işlev görüyor. 

Bir yıl süre ile bölgede çalışmayı hedefliyoruz.

Çalışmaları yürüten ekipler ilimize döndüklerinde gidecek olan ekiple birlikte süpervizyon alıyor. Böylece meslektaşlarımızı da ikincil travmaya karşı korumayı amaçlıyoruz.”


EMRE ALIM / SOL-Özel

Yoksulluk: Kaynağı görmezden gelinen bir sorunun anatomisi - EVİN NAGEHAN / SOL-Görüş

 

Eşitsizlik ve yoksulluk, yolsuzluk veya piyasanın işleyişindeki 'bazı aksaklıklardan' değil sermaye sınıfının emekçi halkımızın ürettiklerine el koymasından kaynaklanıyor.

Uzun bir süredir gaipten gelmiş canavarların ülkesinde olduğumuza inandırmaya çalışıyorlar bizi. 1980’ler ve sonrasında ‘enflasyon canavarı’, 1990’lar ve sonrasında ‘trafik canavarı’ ve sonrasında başkaları. Hepsi sorumlusu, tarafları, özneleri olmayan sorunlarmış gibi anlatıldılar bizlere. Pazarcık Depremi sonrasında kendi suçlarının üstünü örtmeye çalışan AKP iktidarı da hemen ‘asrın felaketi’ diye yeni bir canavar uydurmuştu. Emekçi halkımızın acil gündemi olan, AKP döneminde daha da yaygınlaşan yoksulluk konusunda da hem AKP hem de onun alternatifi olduğunu iddia edenler tarafından benzer bir yaklaşım sergileniyor. Yeni canavarımızın adı ‘derin yoksulluk’. O zaman bu meseleyi derinlemesine incelemek gerekiyor.

Yoksulluğun üretim ilişkilerinden, yani emek ve sermaye arasındaki çelişkiden türemesi ve sınıfsallığı su götürmeyen bir gerçek olmasına rağmen AKP ve düzenin makyajlarla devamından yana olan muhalefet partileri bu meseleyi çok farklı bir şekilde ele alıyor. AKP ve siyasal İslam, yoksulluğu, gelir eşitsizliğini, iş cinayetlerini ‘fıtrat’ ve ‘kader’ gibi kavramlarla ele alarak ve meseleyi inanç düzlemine taşıyarak büyük bir hileye başvuruyor. Bu yaklaşım artık eskisinden çok daha büyük bir çoğunluğumuzu ikna edemiyor. Düzenin sahiplerinin ise yeni ikna kavramlarına ihtiyaçları var. Düzen içi muhalefet ve soldaki uzantıları tarafından toplumumuzda sola kayan kitlelerin sınıfsal bir bakışla beslenmesini ve buradan meselelere bakmasını engelleyen ideolojik bir kuşatmayla karşı karşıyayız. Bu yüzden bu cenahtan yoksullukla ilgili söz söyleyenlerin sorunun nedenleriyle ilgili iddialarını ortaya koyup tartışmamız gerekiyor. 

Yoksulluğun nedeni yolsuzluk mu?

CHP adına yoksulluk meselesi adına konuşan, partisinin Yoksulluk Dayanışma Ofisi Koordinatörü olan Hacer Foggo, bu meselenin ‘sınıfsızlar sınıfı’nın bir meselesi olduğu görüşünü benimsiyor. Sınıfsızlar sınıfı ile kastedilen ise kendisinin deyimiyle “bir sınıfa ait olmayanlar, geçici işlerde çalışanlar, güvencesizler, gelecekleri olmayan bir kesim. Sınıf atlaması zor bir kesim; açlık sınırının da altında, derin yoksulluk yaşayanlar.” Foggo, yoksulluğun temel nedeninin ‘yolsuzluk’ olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşım, iddia sahiplerinin niyetlerinden bağımsız olarak meselenin kazanan tarafını, yani yerlisiyle, millisiyle, yabancısıyla Türkiye’deki sermaye sınıfını görünmez kılıyor. Yazımızda bu iddiaları ele alıp, yoksulluğun esas sebeplerini ve taraflarını ortaya koyacağız.

İlk iddiayla başlayalım. Kimdir bu ‘yoksul’ dedikleri? Evlerinde ziyaret edip, televizyon kanallarında ne kadar kötü durumda olduklarını anlattırdıkları insanlarımız aslında sigortasız, güvencesiz çalışan ya da biraz daha ‘şanslıysa’ kayıtlı fakat asgari ücret civarında bir maaş alarak çalışan, değilse ya hiçbir iş tutturamayan, iş bulamayan ve bir süre sonra işsizlik istatistiklerine bile yansımayan1, hasbelkader emekli olsa da yoksulluğa mahkûm edilen ya da hiçbir şekilde emekli de olamayan emekçi halkımızdan, işçi sınıfımızdan başkası değil. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nun çevirilerinden birine yazmış olduğu önsözde önemli bir hatırlatma yapıyor:

1830’lara gelindiğinde Avrupa’nın ekonomik açıdan gelişmiş bölgelerinin artık sadece basit bir şekilde ‘yoksullar’ın değil, tarihsel olarak benzeri olmayan bir sınıf olan proletaryanın sorunu olan bir toplumsal sorunla karşı karşıya olduğu aklı başında her gözlemci için apaçıktı.”

1830’lardan günümüze kadar geçen iki asra yakın zamanda sadece Avrupa’da değil, ülkemiz Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde kapitalizmin gelişimi, sermaye birikim süreçleri ve toplumların daha geniş kesimlerinin işçileşmesiyle birlikte yoksulluğun sınıfsal karakteri eskisinden çok daha yakıcı bir şekilde kendini gösterdi. Demek ki yoksulluk ‘sınıfsızlar sınıfı’nın değil, ülkemizin ezici bir çoğunluğunu oluşturan, adıyla sanıyla işçi sınıfımızın, emekçi halkımızın tamamının taraf olduğu bir meselesidir.

Yoksulluk meselesinin diğer tarafında sermaye var

Yoksulluk meselesinin bir tarafında işçi sınıfı var ise, demek ki diğer tarafında da başka bir sınıf var demektir. Sömürünün devam etmesi, çarkların hiç durmaması için görünmez kalmayı tercih eden, onu görünmez kılanları siyasi iktidara getirmek veya tutmak isteyen bir sınıf, yani büyük tekellerden, sermaye sınıfından bahsediyoruz. Adları hepimizin malumu olan, Forbes, Capital gibi dergilerin en büyük şirketler listelerinde yayınlanan Koçların, Sabancıların şirketlerinden bahsediyoruz. Orhan Gökdemir’in de altını çizdiği gibi meselemiz Limak Holding, Cengiz Holding, Kolin İnşaat, Kalyon İnşaat ve MNG Holding’den ‘beşli çeteden’ ibaret değil, çünkü ‘…çeteleşme faaliyeti bu beşliden ibaret değil. TÜSİAD bu çetelerin en büyüğü, en örgütlüsü; 600 civarındaki üyesi 4 bin 500’e yakın şirketi temsil ediyor. Bu şirketler ülkedeki kamu dışı milli gelirin yarısını kontrol ediyor. Onlar da iktidarın himayesinden yararlanıyor, korunup kollanıyor. Ara sıra çıkan kayıkçı kavgaları ise işin doğasında var.’ 

Bir önceki yazımızda da değindiğimiz verileri yenilerini de ekleyerek büyük tekellerin, sermaye sınıfının nelere el koyduğunu hatırlatalım. 2021 senesinde Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülkemizde gerçekleşen toplam üretimin, yani elde edilen toplam gelirin yaklaşık yüzde 19’una el koyarken, nüfusun en düşük gelirli yarısına ise bunun yüzde 14’ü düşüyor. Yani, bir sene içerisinde, en zengin yüzde 1’lik dilimdeki ortalama kişi en düşük gelirli yüzde 50’lik dilimdeki ortalama kişinin 66 katına el koyuyor. Bu sadece bir senede ortaya çıkan bir tablo ve kapitalizm sistematik olarak eşitsizlik üreten bir sistem olduğu için dahası var. Aynı yılda toplam servetin, yani şirketlerin, malların, mülklerin, arazilerin, banka mevduatlarının dağılımına baktığımızda daha çarpıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz: En zengin yüzde 1’lik dilimdeki ortalama kişi, en düşük gelirli yüzde 50’lik dilimdeki ortalama kişinin 580 katı servete sahip. TÜİK’in 2021 verilerine göre çeşitli alt limit kriterlerine bağlı olarak hesaplanan yoksulluk oranı ise yüzde 9 ile 29 arasında değişiyor.2

Demek ki eşitsizlik ve yoksulluk, sermaye sınıfının, emekçi halkımızın ürettiklerine el koymasından kaynaklanıyor. Farklı bir şekilde ifade edersek, emekçilerin bir sınıf olarak kendi ürettiklerinin çok büyük bir kısmından piyasa mekanizmaları ve devlet iş birliğiyle mahrum bırakılmaları eşitsizliğin ve yoksulluğun esas sebebi. Piyasa, ne kadar ‘regüle’ edilirse edilsin zaten büyük tekeller ve genel olarak sermaye sınıfı için çalışan bir mekanizma. ‘Tarafsız’ olduğu iddia edilen devlet aygıtı ise özelleştirmeleriyle, emekçilerden alınan dolaylı veya dolaysız vergileriyle, kamu adına borçlanmaları ve sermayeye kaynak aktarımlarıyla, bunları gerçekleştirmek için çıkarılan ‘kanunları, yönetmelikleri ve bütün kararlarıyla’ emekçi halkın karşısında, aynı anlama gelmek üzere sermaye sınıfının yanında yer alıyor. 

Bütün bu meseleye bir de emekçilerin temel ihtiyaçları açısından yaklaşalım. Emekçilerin beslenme, sağlık, barınma, giyinme, ulaşım, haberleşme, eğitim, kültür ve sanat faaliyetlerine katılma, tatil yapma3 gibi geçim araçlarının sermayenin elinde ve denetiminde üzerinden kâr elde etmek amacıyla üretilen metalara dönüşmüş olduğu bir ülke ve dünyada yaşıyoruz. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından beri büyük ölçüde böyleydi, lakin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi hizmetler ulus devletlerin ortaya çıkışıyla kamusal bir niteliğe bürünseler de özellikle kapitalizmin ‘neoliberal’ adı verilen döneminde özelleştirmelerle ve bu alanların aşama aşama piyasaya terkedilmesiyle bu niteliklerini yitirdiler. İstisnai ‘refah devleti’ döneminde bunların önemli bir bölümü ya ücretsiz ya da düşük fiyatlarla emekçilere sunuluyordu. (Sosyalist ülkelerde emekçi halka sunulanları ve bu ülkelerdeki tecrübeyi saymıyoruz bile.) Yoksulluk sorununu kökünden halletmek için gerekli şartlardan biri, bu ihtiyaçları üreten sektörlerin (tekrar) devletleştirilmesi ve patronlara kâr amaçlı değil, emekçilerin ihtiyaçlarının sağlanması temelinde üretildiği bir düzene geçiştir.4 Oysaki bırakın bu adımları atmayı, CHP’nin de içinde yer aldığı Altılı Masa’nın ‘Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde ‘TCDD ve TCDD Taşımacılık A.Ş.’ni çağdaş yönetim sistemlerinin gerektirdiği kâr ve maliyet odaklı şirket yönetim uygulamalarına kavuşturacağız’ denerek AKP döneminde, özellikle de Ali Babacan’ın bakan olduğu dönemlerde yapılan özelleştirmelerin devamının geleceğinin sinyali veriliyor. 

Temiz bir kapitalizm mümkün mü?

Bütün bu tabloyu yok sayarcasına yoksulluğun nedeninin yolsuzluk olduğunu iddia etmek, meseleyi yandaş şirketlere usulsüzce verilen ihalelere ve kıyaklara indirgemek, ‘temiz’ bir kapitalizmin işleyebileceğini iddia etmek mümkün mü? Öncelikle yolsuzluğun kapitalizm için bir istisna değil, kural olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Kapitalizmin ‘neoliberal’ denilen dönemi öncesinde de, bu döneme geçerken de yolsuzluklar sıradandı ve günümüzde de öyle olmaya devam ediyor. Daha erken sanayileşmiş kapitalizmin merkez ülkelerinde sermayedarların kendi aralarında oyunun kurallarını koymak için geçirmiş olduğu yasalar da ne yolsuzlukları ne de yoksulluğu ortadan kaldırdı. İnsan sormadan edemiyor: Yoksulluğu bu temelde alarak ‘çözmeye’ çalışmak iyilik midir? Değildir. ‘İnsanın insanı sömürmesi, haksızlıkların en büyüğüdür. Büyük kötülüktür.’

Emekçi halkımızın yaşadıkları ve onun durumunu ele alanların takındıkları tavır, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü adlı romanında kahramanımız Kara Bayram’ın yaşadıklarını hatırlatıyor. Kara Bayram’a tezgâh kuranlar nasıl ‘Bu ne, bu kim yahu’, ‘Allah Allah, yerde bir adam yatıyor’ diye söylenirlerken nasıl sebebini çok iyi bildikleri ve sorumlularıyla ortak oldukları bir gerçeği bilmezlikten geliyorlarsa, gittikçe daha da yoksullaşan sınıfımıza da düzenin bekasından sorumlu olanların ‘sol’ kanadı da benzer bir şekilde yaklaşıyor. İyi niyetli bile olsalar, tuttukları yol, kapitalist üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerin bir tarafı olarak zenginleşen sermaye sahiplerini görünmez kılma işlevi görüyor. Bu sınıfı teşhir etmeye, tüm emekçi halkımızla birlik, mücadele ve dayanışma içerisinde patronların ensesinde olmaya devam etmek zorundayız. Bunun için şimdiye kadar bir şey yapmadıysak, bu 1 Mayıs’ta sınıfın partisiyle yürümek güzel bir başlangıç olabilir

EVİN NAGEHAN / SOL-Görüş

  • 1.İstatistiklerle ilgili bir not: TÜİK’in de benimsediği Uluslararası Emek Örgütü’nün (ILO) tanımına göre hesaplanan dar tanımlı işsizlik tanımı, yalnızca istihdam edilmeyip son dört hafta içerisinde iş aramak için belli bazı girişimleri yapmış olanları kapsıyor. Bu karikatür tanımın Covid-19 döneminde gerçek, yani geniş tanımlı işsizlik oranını yansıtmadığı eskisinden daha yakıcı bir şekilde kendini gösterince, TÜİK 2021 yılının ilk çeyreğinden itibaren ‘potansiyel işgücü’ adını verdiği bir rakamı yayınlamaya başladı. Yani ‘iş bulma ümidi olmayanlar’, ‘işbaşı yapabilecek olup iş aramayanlar’, ‘zamana bağlı eksik istihdam edilenler’ gibi diğer kategorilere sokulan emekçiler de artık dar tanımlı işsizlere katılarak ‘atıl işgücü oranı’, yani geniş tanımlı bir işsizlik oranı hesaplanmaya başlandı. 2023 Ocak verilerine göre Türkiye’de dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 10 civarındayken, geniş tanımlı oran yüzde 23’ü buluyor.
  • 2.Ahmet Haşim Köse ve Serdar Bahçe hocalarımız Marx’ın Kapital’inin 140. sene-i devriyesinde yazdıkları “Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek başlıklı çalışmalarında, burada değindiğimiz meselelerin bir bölümünü daha derin ve uzun bir şekilde incelemiş, ‘yoksulluk’ yazınının sefaleti anlatmış ve toplumsal sınıflarla düşünmeye çağrı yapmışlardı http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2012/08/19-Kose-Bahce.pdf
  • 3.Evet, bu son saydığımız iki üç madde de temel ihtiyaçlardandır. Sermaye hegemonyası en temel ihtiyaçlarımızı bile gittikçe daralan bir listeye hapsetmiş, bu hapis ne yazık ki zihinlerde de karşılık bulmuştur.
  • 4.Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bu geçim araçlarının üretimi için gerekli olan makine, donanım, yazılım, ara mal, hammadde sağlayan ağır sanayi, bilişim, enerji, madencilik, telekomünikasyon, lojistik gibi ‘üretim araçlarını’ üreten sektörlerle finans kuruluşlarının da devletleştirilmesi gerekir. Bkz.https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/iste-tkpnin-cozumu-ekonomi/

"Bir oldular Bolu Beyi’yle, kapattılar Köy Enstitülerini" - Tarık ÖZYILDIRIM / Evrensel

 

                                                                                                    Fotoğraf: Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği

Günün birinde bir köylü çocuğu okumak için Balkanlardan İstanbul’a gelir. Tanıdığı hiç kimse yok ne yapacağını bilemez. Aklına Koca Ragıp Paşa adlı bir tanıdığı gelir. Hemen İstanbul’da paşanın evine gider. Okumak istediğini, kimsesinin olmadığını söyler. Paşa çocuğun bu isteğine:

“İstanbul’da okumayı kolay mı sandın? Okumak zengin işidir” karşılığını verince çocuk yumruklarını sıkarak “Görürsün sen parası olmayan okur mu okumaz mı? Senin gibiler yüzünden babalarımız cahil kalmışlar, yoksul kalmışlar. Koca Ragıp Paşa, yaşarsan nasıl okuduğumu görürsün!” cevabını vererek oradan uzaklaşır.

Bu çıkışın sahibi köy enstitülerinin mimari olan İsmail Hakkı Tonguç’tu ve kavgasını hayatı boyunca Koca Ragıp Paşa gibi düşünenlere verir.

Okuyabilmek için çok sıkıntı çeker ama mücadeleyi hiç bırakmaz. Bu okuma azmi sayesinde parasız yatılı Kastamonu Muallim Mektebine gönderilir. Daha sonra nakil yoluyla İstanbul Muallim Mektebine gelir. Başarılı bir öğrenci olarak önce Almanya’ya sonra Fransa, İngiltere, İsviçre gibi ülkelere gönderilir. Buradaki okulları ve eğitim anlayışlarını inceler.

BU TOKADIN HESABI

Tonguç, Kurtuluş Savaşı öncesi işgal yıllarında 1919’da Eskişehir’de öğretmenlik yaptığı sırada dersine girdiği sınıfların birinde işgalden bahsederken sınıfa bir İngiliz subayı girer. Subay, bu genç öğretmene bir şeyler sorar. Cevap alamayınca genç öğretmeni kırbaçlar. Öğrenciler müdahale etmek isteyince Tonguç onları engeller ve “Biz bu tokadı hak ediyoruz “der. Bu tokadın hesabının ancak halkın, köylünün kalkınmasıyla verilebileceğini düşünür.

"SOLAN ÇİÇEK BIRAKMAYACAĞIZ"

Kültürel devrimlerin başında millet mektepleri ve halk evleri gelir. Bu devrimlerin tamamlayıcı unsuru köy enstitüleri olur.1930’lu yıllarda ülke nüfusunun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu ve köyde yaşayan nüfusun da yüzde 90’ı okuma yazma bilmiyordu.

1935’lere kadar şehirden köye gönderilen öğretmenler hemen yer değişikliği istedikleri için köyde eğitim-öğretimde büyük aksaklıklar yaşanıyordu. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, Tonguç’u odasına çağırarak İlköğretim Genel Müdürlüğü başına getirir. Böylece köy enstitülerinin yolu açılmış olur.

1938’de Milli Eğitim Bakanlığı görevine Hasan Ali Yücel getirilir. Çocukların Tonguç Babası ile Hasan Ali Yücel, 1939’da düzenlenen “I. Maarif Şûrası”nda çok yönlü öğrenci yetiştirilebilecek köy enstitülerinden bahsederler. Amaç Tonguç’un da belirttiği gibi “…Mesele manalı ve şuurlu bir şekilde köyün içten canlandırılmasıdır.”

Hasan Ali Yücel de “Yurdun ücra köşelerinde kendi kendine açan solan çiçek bırakmayacağız.” diyerek Tonguç’la bu projenin hayata geçirilmesini sağlar.

1936-1937’de Eskişehir ve İzmir’de açılan öğretmen ve eğitmen okullarının faydaları da görülünce köy enstitülerinin önünde herhangi bir engel kalmaz Tonguç’un tek hedefi: “yaparak, yaşayarak, üreterek öğrenme”  

17 Nisan 1940’ta Mecliste, 3803 no’lu Köy Enstitüleri Yasası çıkarılırken Yücel’e yapılan en büyük eleştiri: Bu enstitülerin sınıf farkı yaratacağıydı. Yücel, buna cevap olarak “...Köylüye eğitim vermek sınıf ayırımı yaratmaz, var olan farklılığı ortadan kaldırır” der.

ENSTİTÜLER AÇILIYOR

Köy enstitülerinin açılmasıyla beraber okul yapım çalışması da başlar. Tonguç, köy köy gezerek İnönü’nün en büyük isteği olan kız çocuklarını okula kazandırma düşüncesini gerçekleştirmek ister. Tonguç, kendisi gibi parasız, yoksul olan çocukları, sen okuyamazsın denilen çocukları bulmak için Anadolu’yu karış karış gezer.

Öğrencilerin deyimiyle Tonguç Baba, enstitülerin 5 yıllık çalışma planını, derslerini, programını, her şeyi kafasında oluşturur. 5 yıl 260 hafta / 114 hafta kültür dersleri / 58 hafta tarım dersleri/  58 hafta teknik dersleri / 30 hafta dinlence şeklinde program hazırlanır.

Enstitülerde öğrencilere öğretilecek en önemli madde olarak programa “Sosyal adalet, insanlar için azık kadar gerekliydi” ibaresini ekler. Onun için sosyal adaleti köy enstitüleri getirecekti.  İlk etapta 14 sonra toplamda 21 enstitü açılır. Her enstitü çevresini kapsayacak şekilde sınıflandırılır. Örneğin, Kars Cılavuz Köy Enstitüsü için sadece Kars’tan değil Artvin, Ağrı gibi çevre illerden de öğrenci alınabilecekti.

 SİZİN TARLANIZ KARADENİZ’DİR

Yurdun her yerinde etkin bir şekilde eğitim veren köy enstitüleri, öğretmen-öğrenci iş birliğiyle tarım, hayvancılık ve teknik gibi birçok alanda üretim halindeydi. Kültür dersleri kadar tarım ve hayvancılığa büyük önem veriliyordu. Her bölgenin iklim tipine ve coğrafi koşullarına göre tarım yapılıyordu. Malatya Akçadağ Köy Enstitüsünde 17 bin meyve ağacı dikilir. (9 bin 500 kayısı), Konya İvriz’de buğday, nohut, mercimek elde edilir; Kars Cılavuz’da hayvancılık, Trabzon ve İzmit’te balıkçılık (2 ayda 3 bin ton balık tutuluyor halka dağıtılıyordu). Tonguç, Karadeniz’deki köy enstitülerinde okuyan çocuklara “Sizin tarlanız Karadeniz’dir.” der.

Köy enstitüleri sadece eğitim vermez, aynı zamanda üretim açısından önemli bir noktaya gelir. Bunun dışında, ürünlerin selden zarar görmemesi için sel kanalları yapılır ve ağaç dikimine önem verilir. Kayseri Pazarönü’de on binlerce kavak, binlerce söğüt ağacı dikilir. Ayrıca öğrencilerin doğayı tanıması için doğa gezileri gerçekleştirilir. Öğrencilerle beraber zararlı veya zararsız bitkiler üzerine incelemeler yapılır. Aşık Veysel’in de dediği gibi enstitüler kovan, öğrenciler arıydı.

BAŞKALARINA IRGATLIK YAPMADIK

Enstitülere yapılan en büyük eleştiri çocukların çok çalıştırılması, zor şartlarda eğitim görmesiydi. 2. Dünya Savaşı etkisi ve soğuk kış şartlarıyla beraber bazı çocuklar Talip Apaydın’ın anılarında anlattığı gibi zatürreye yakalanıp ölüyorlardı.

Bu ölümleri tamamen çocukların zorla çalıştırılmasına bağlayanlara (Kemal Tahir “Bozkırdaki Çekirdek” romanında enstitülerde sorgusuz sualsiz çalıştırılan çocuklardan bahseder) bu enstitülerden mezunun olan Yazar Talip Apaydın şöyle cevap verir:” Köy enstitülerinde başkalarına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, yattık, dinlendik. Kendi diktiğimiz fidanların meyvesini yedik. Başkasına köle olmadık.”

Köy enstitüsü mezunu başka bir Yazar Ümit Kaftancıoğlu “Cılavuz Köy Enstitüsü bir cennettir, bir sıcak yuvadır, bir yaşamdır köy çocuklarına…” Şartlar çok zor olsa da onlar alın teriyle toprağı suluyorlardı.

ELLERİNDE CEPLERİNDE KİTAP

Köy enstitülerinde demokratik bir ortam vardı. 15 günde bir bütün öğretmen ve öğrenciler bir araya gelir, bir değerlendirme yapardı. Bu toplantılarda, eleştiri ve değerlendirmeye öğrencilerin de katılması önemsenirdi.

Enstitülerde her gün kitap okuma saati vardı. Bütün herkes, işi gücü bırakır, kitap okurdu. Öğrenciler istedikleri kitabı okuyabilirdi. Yılda en az 24 kitap okunur, daha sonra bu kitaplar üzerine tartışmalar yapılırdı.  1946’ya kadar süren bu demokratik ortam Hasan Ali Yücel’in görevden alınması ile sonlanır. Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet gibi yazarların kitapları kütüphaneden çıkarılır, bazı klasik eserler de yakılıp yok edilir.

Fakir Baykurt, enstitüde öğrenciyken bir arkadaşını ziyarete gider, evde kütüphaneden Nâzım Hikmet’in bazı kitaplarını ödünç alır. (Şeyh Bedrettin Destanı, Gece Gelen Telgraf…)  Bunları gizlice kopya ederek okuyordu. Baykurt “Yüksek köy enstitüsünden gelen öğretmenlerin ellerinde, ceplerinde kitap, otururlar kitap, kalkarlar kitap. Onlardan çok şey öğrendik.”

Montaigne’in dediği gibi “Ezbere bilmek, bilmek değildir.” Köy enstitüleri; okuyan, sorgulayan öğrenciler istiyordu. Osmanlıda olduğu gibi kul-halk ilişkisi kırılmaya çalışılıyordu. Bundan da bazı çevreler rahatsızdı.

YOLUN SONU

1946 Seçimleriyle beraber güç kaybeden CHP’de sağ tutucu kesim partiye egemen olmaya başlar, Yücel görevden alınır, Tonguç merkeze çekilmeye çalışılır. Özellikle Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün komünist yuvası olduğu propagandası yapılır. O dönem tutucu kesim; eğitimin millileştirilmesi, bu komünist eğitim okullarının kapatılması yönünde büyük baskılar yapar İnönü’ye.

Yatılı karma eğitim, kızların üniformaları, okuldaki her alanda yapılan iş birliğinin Sovyet rejimini andırdığını, okuyan sorgulayan köylü çocukların ileride sorun oluşturacağını, öğretmenlere ve köylüye verilecek topraklar… Bütün bunlar belli çevrelerde rahatsızlık uyandırır. Mecliste Hasan Ali Yücel’e “Hasan Ali! Hasan Ali! Bütün köy çocuklarını okutuyorsun, bizim tarlamızı bağımızı kim sürecek?” Aslında her şey bir yana, asıl mesele köylünün, köy çocuklarının bilinçlenmesini engellemekti. Yücel, sataşmaya karşılık “O köy çocukları sizin köleniz değil.”

"TÜRKİYE’NİN İNSANLIĞA EN BÜYÜK ARMAĞANLARINDAN BİRİ"

Tonguç Baba, kız çocukları için köy köy dolaşan, yoksulluktan gelmiş bir eğitimci, bir aydın. Sartre “Aydın, çabası hakim sınıfça suç sayılan kimse” der. İşte Tonguç Baba’nın çabası suç sayılır. Fakir Baykurt’un da dediği gibi “Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç’u düşünüyorum. O büyük adama kan kus­turdular.”

Yücel ve Tonguç’tan sonra 1947’de enstitülerde yavaş yavaş ezberci sisteme dönüş başlar, öğrencilerin yönetimdeki sorumlulukları kaldırılır. Kız-erkek yatılı okulları ayrılır. Kitap okuma saatleri kısılır. Bunları yazınca Nâzım’ın bir mısrası gelir aklıma “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim”.

Sabahattin Eyüboğlu “Toprak ağaları, hacılar- hocalar, gericiler bir de yarı aydınlar karşı geldi köy enstitülerine.” Yarı aydın olarak Kemal Tahir’i ve Attila İlhan’ı alabiliriz. Kemal Tahir çocukların zorla çalıştırılmasını (Bozkırdaki Çekirdek), Attila İlhan (Hangi Sol) köy romantizmi diye etiketler bu okulları. Bu eleştirilerinin en büyük nedeni köy ortamını bilmemeleri, orada yaşamamış olmalarıdır. Onlara en güzel yanıt Yaşar Kemal’den gelir “Türkiye’nin insanlığa en büyük armağanlarından biri köy enstitüleri” der. Uğur Mumcu da “Köy enstitüleri, kansız ve silahsız bir devrimdir”der.

Nihayetinde bütün bu baskılar sonucu 1954’te enstitüler kapatılır. Mehmet Başaran’ın dediği gibi “Bir oldular Bolu Beyi’yle, kapattılar köy enstitülerini.”

KÖY ENSTİTÜLERİ AYDINLAR KUŞAĞI

1954’te köy enstitüleri kapatıldı fakat buradan mezun olan ve burada öğretmenlik yapan birçok aydın ömür boyu takip edilir.Bu enstitülerde müzik öğretmenliği yapan Aşık Veysel’in hayatını anlatan “Karanlık Dünya” filmi halkı yoksul gösterdiği için yasaklanır. Kültür derslerine giren Sabahattin Eyüpoğlu ve yine müzik derslerine giren Ruhi Su da sürgün ve tutuklamalara maruz kalır.

Bu enstitülerden mezun olup öğretmenlik yapan Mahmut Makal’ın “Bir Köy Öğretmeninin Notları” 1950’de “Bizim Köy” adı altında yayımlanınca Makal, 19 yaşında tutuklanır. Suçu halkı yoksul göstermek ve komünist propaganda yapmaktı. Kitap, çok gerçekçi ve etkileyiciydi. Çobanın arkasından kışın ısınabilmek için hayvan tezeklerini toplamak için birbirleriyle mücadele eden kadınlar, hayvanlarıyla beraber ahırlarda kalan insanlar…

Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” kitabının sinemaya aktarımında da büyük olaylar çıkar. Kitap hakkında müstehcenlik ve komünist propaganda yaptığı gerekçesiyle soruşturma açılır.  Bütün bu zorluklara rağmen köy enstitüsü aydınlar kuşağı denen bir kuşak oluşur: Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu…

Bu yazıyı hazırlayan bir eğitimci olarak bu enstitülerin kapatılması ile ülkenin can damarlarının kesildiğini fark ettim. Çok kısa bir sürede 17 bin öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru ve 8 bin 100 eğitmen yetiştirmiş, işleyişi İsviçre Pedagoji Ansiklopedisine girmiş, UNESCO tarafından örnek alınmış bir eğitim sistemini Mehmet Başaran’ın da dediği gibi Bolu Beylerine kurban etmişiz.

Tarık ÖZYILDIRIM / Evrensel


Yüzüncü yılda 23 Nisan (1) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Yüzüncü yılda, üzerinde düşünülmesi kaçınılmaz olan bilgiler nelerdir? Özellikle neler? Öyle ki bakışımızı irdeleyelim. Bildiklerimize yeniden bakalım. Belki ufuk kazanırız.

YÜZYILIN TÜKENİŞİ

1914’te büyük kapitalizmler kapıştı. Büyük “insanlık krizi” yaratarak 19. yüzyıla son verdiler. “Son aşaması”nda kapitalizmin kendine özgü hastalıkları da artarken aradığı çarelerden biri yeni bir coğrafyaya, Ortadoğu’ya el koymaktı. İngiltere ile Fransa, 1915’te gizli anlaşma yaptı: Sykes-Picot. 1920’nin ağustosunda, “Büyük Savaş”ta yenilmişler safındaki Osmanlı Devleti’ne tükenmişliğinin belgesi olarak tebliğ edildi, imzalandı. Adı konuldu: Sevr. İngiliz resmi sözcüleri de “Türklerin Asya’ya geri gönderileceğini” dile getirdiler. Bu İngiltere’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ydi. Elbette işbirlikçileri vardı. Kapitalizmin 20. yüzyılı 1919’da savaş galiplerinin Paris Konferansı’nda başladı. İkinci “büyük insanlık krizi”ne kadar, 20 yıl çeşitli krizlerle sürdü. Kuzey komşumuz ise 1917 “Ekim”inde, devrimle, insanlık için yeni bir dönem açtı.

İLERİ HAREKET

1923’ün 29 Ekim’inde Cumhuriyet, devrim olarak, bağrında bir “ileri hareket” taşıyarak doğdu. Kendine özgü bir diyalektikle. 19 Mayıs 1919’da filizlendi, 23 Nisan 1920’de ilk zeminini buldu: TBMM. İleri hareketi yatağını bulup akmaya başladı. Bu, “Bizim de bir Meclisimiz olsun; hatta ona ‘parlamento’ diyelim!” makamında bir kuruluş değildi. Emperyalizmle mücadele etmek, kazanmak ve Cumhuriyete varmak için ilk  ciddi adımdı. Yani, herhangi bir Meclis değil, içinde mücadele ve kuruluş iradesi ile yaşayan bir “olağanüstü Meclis”ti. Kuruluşunda Cumhuriyetten söz edilmiyordu; hatta bundan ürken üyeleri, “tarafsızlar”ı da az değildi. 

İleri hareketin kurgusu Mustafa Kemal’indi. Bir adımla bir yeni hareket ve ikinci adımla onu perçinleyen ikinci ve sonraki hareketlerin kurgusu. 1920’nin ikinci yarısında Mustafa Kemal’in hazırladığı “Halkçılık Programı”ndan kalkıp 1921 Ocak ayında ilk anayasaya varışı. “Nutuk”ta (1927) vurgulandığı gibi, “Birinci madde: Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Böylece Mustafa Kemal, 1919 sonunda Ankara’ya getirdiği Misakı Milli’yi (Ulusal Ant) 1921 başında kuruluşun özü olan anayasaya yerleştiriyor. Ve ilk kez “millet” irade sahibi olarak sahneye çıkıyor. Bunu, İstanbul’a (Tevfik Paşa’ya) tebliğ ediyor. Siyasal meşruiyetin kaynağını bir devrim süreci içinde yaratıyor. Tarihin “zaman”ı artık buna göre akacaktır.

MUHAREBELER VE SONRA

Milli Mücadele’nin akışını ve sonucunu belirleyen muharebelerin tümü Batı Cephesi’nde oldu. Birinci ve İkinci İnönü, “Milletin makûs talihinin yenilişi” idi. Manevi dönüm noktasıydı: Kazanacağız! Ancak, maddi yokluğun büyüklüğü Eskişehir çatışmalarında ortaya çıktı. İngiltere’nin piyon olarak Anadolu’ya sevk ettiği Yunan işgal kuvvetinin büyük sayı ve donanım üstünlüğü önünde, Eskişehir’de 30 bin 809 er (hemen tamamı silahlarıyla) muharebe alanlarından kaçmışlardı. Ordu Sakarya’ya çekildi.

Dramı Sakarya’dan bakarak daha iyi kavrarız. Mustafa Kemal 1919’da Amasya’dan Erzurum’a hareketinde, yol üzerinde bir tarla kenarında durur. Tarlanın sahibine “Düşmanın işgalini anlatıp mücadeleye katılmasını” önerince köylü “Düşman benim şu tarlamın kenarına gelmedikçe kımıldamam!” der. Eskişehir’de kaçanlar da bu soğuk gerçeğin devamıdır. Fakat, Sakarya’da farklı bir tabloya geliyoruz. Bıçak kemiğe dayanmıştır. Meclis’in Mustafa Kemal’e tam yetki veren “Başkumandanlık” yasası “Tekalifi Milliye”yi (Ulusal Yükümlülüğü) getirmiştir. Ne demek oluyor? Tarihin Anadolu halkına emperyalizmin ne demek olduğunu öğrenme şansı vermesidir, diyelim. Birinci maddesi her hanenin birer kat çamaşır, birer çift çorap, birer çift çarık (evet, “çarık”!) vermesini istiyor! Emperyalizm (Yunan işgal gücü kılığında) “tarlanın kenarına” gelmiştir. Kıt kanaat sahip olduğun her şeyi almak için gelmiştir. Mücadeleye katılacak mısın, katılmayacak mısın? Tekalifi Milliye özetle budur. “Tekalifi Milliye”nin 1. maddesinden bakarsak bunun, anayasanın 1. maddesiyle nasıl özdeşleştiğini ve emperyalizmle mücadelenin ne demek olduğunu Milli Mücadele’nin süreci içinde görebiliriz, öğrenebiliriz. Bıçağın kemiğe dayandığı noktada öğrenmek.

“Nutuk”ta şöyle diyor: “Memleket müdafaasını başka bir tarzda ifade ve bunda ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve tesirli buldum. Dedim ki ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.’” 100 km’lik bir cephede 22 gün ve gece süren Sakarya Savaşı Sykes-Picot’nun (ve Sevr’in) Anadolu’da en ileri noktaya erişerek yaptığı savaştı. Bıçağın kemiğe dayanışıyla büyüyen mücadele gücü, 1921 Eylül’ünde Batı Cephesi komutanının emrine yansıyor: “Kimse emir ve izin almadan geriye gelmeyecektir. İzinsiz ve emirsiz geri gelen kim olursa olsun idam edilecektir!” (Kemal Anadol, “Kulağım Karadeniz”de kitabı). Ve ağır insan kaybıyla kazanılan o savaş sonunda emperyalizmin Sykes-Picot’sunun (Sevr’in) işgal kuvveti 13 Eylül’de bozgunla çekildi, gitti.

TAM BAĞIMSIZLIK

Emperyalizmin öteki kolu olan diplomasisi 1921’in ilk aylarından başlayarak TBMM’de yerleşen kararlılığı zayıflatmaya girişmiştir: “Size bir ‘yumuşak Sevr’ verelim. Bir ‘barış’la rahatlarsınız!” öneri paketleri vardır. Nabız yoklamaları yapılır. Sakarya’dan sonra, 1922 baharında “Biraz daha yumuşak Sevr” paketi görünür. Unutmayalım, İngiltere başta olmak üzere “Büyük Savaş”ın galip devletleri sosyalist Rusya’da “Beyaz Ordular”ı örgütleyerek iç savaşı düzenlemişlerdi. Ancak  önce Kolçak’ın, sonra da öteki “beyaz” generallerin yenilip tasfiye olmasından sonra yeni değerlendirme yaptılar. 1920’de Lloyd George makas değiştirdi; Lenin ve çevresiyle temas aramaya başladı ve buldu. İngiliz diplomasisi 16 Mart 1921’de, Londra’da Sovyet yönetimiyle ilk ticaret anlaşmasını imzaladı. “Raslantı” bu ya, aynı gün Moskova’da Ankara Hükümeti ile Sovyet yönetimi ilk antlaşmayı imzalıyordu! Sovyet yardımı Anadolu’ya akıyordu ve 1922’den itibaren hızlanacaktır. Kısacası, Ankara’ya aralıklarla gösterilen “yumuşak Sevr” çizgisi de askeri işgalin arkasındaki İngiliz desteği gibi başarısızdır. Ankara’nın geniş bakış açısı bunu kolayca izler.

Sakarya’dan sonra şu berraktır: Herhangi bir “barış”a ulaşmak bize yeterli değildir. Mustafa Kemal’e göre, birkaç adım ile Cumhuriyet Devrimi’ne ulaşmanın yolu yaklaşmıştır. Askeri zafer, siyasal ve toplumsal hedefi somutlaştıran dönüm noktasını getirmiştir. Artık TBMM için benimsenen tek hedef “tam bağımsızlık”tır. Somutlaşmıştır. Tam bağımsızlık lafla değil, emperyalizmden söke söke alınabilir. Ve birkaç adım ile devrim noktasına varılabilir. Pratikle öğrenilmiştir. 1922’nin ağustosundaki Başkomutanlık (Afyon ve Dumlupınar) meydan muharebeleri ve İzmir’e giriş Milli Mücadele’nin askeri harekât dönemini kapatıyor. İç ve dış siyaset dönemini açıyor. Şöyle diyelim: “Mustafa Kemal yılı”nı başlatıyor. 9 Eylül 1922’de başlayıp 29 Ekim 1923’te tamamlanacak olan yıl.

MORAL HAKLILIK

Osmanlı Devleti sadece 19. yüzyılı değil, ondan önceki zamanın yaşamsal önemini tarih içinde kavrayamadı. Tükenmişliği o zamanın akışı içinde Osmanlılık hesabına acımazsızca ortaya çıktı. Kapitalizmin kendi içindeki büyük kapışmasında yutulması tarihin hükmü oldu. 20. yüzyılın yeni ufkunu kavrayabilmesi olanaksızdı. Milli Mücadele sayfası 20. yüzyılın devletine ve toplumuna kavuşmak için açıldı. Bu ciddi, ileri görüşün moral haklılığına dayanarak sürdürüldü ve başarıldı. Bunu hamasetle süslemek, esas meseleyi, değerlendirmemeye yol açar. Yüzyıl sonra hamaset gereksizdir, yanlıştır. 20. yüzyıl toplumunu ve devletini gelişme yoluna yerleştirebilmenin esasını, bunun 23 Nisan 1920’nin Meclis’inden başlayan süreçlerini yüzyılın birikimi içinde görebilmek, yeniden ve yeniden buna girişmek; araştırmacılarını bekliyor. 

İlk TBMM, yani “olağanüstü Meclis”in ilk döneminde son görev vakti “muharebeler”in bitişiyle başladı. Zaman şunu gösterdi: Meclis önce, saltanata son verecek (1 Kasım 1922). Sonra, Milli Mücadele’nin son, Cumhuriyetin ilk meydan muharebesi demek olan Lozan için emperyalizmle (ilk kez başa baş) bir masaya oturulacak. Mustafa Kemal Lozan’ın bu özelliğini (birçok şey gibi) çok iyi bilerek  Lozan’a “muharebeler”in tüm yükünü sırtlamış, tecrübesini kazanmış olan Batı Cephesi komutanını gönderecektir. Emperyalizm ile masaya eşitçe oturabilmek üzere sadece ona güvenecektir. 

Peki, ya Sykes-Picot (resmi deyişle, Sevr) ne oldu? Emperyalizm bundan, o günden bugüne geçen adıyla “Büyük Ortadoğu Projesi”nden vaz mı geçti? İşbirlikçilerini yoksulluğa mı terk etti? Koskoca emperyalizme, hele aradan yüz yıl geçtikten sonra haksızlık etmeyelim! Sabır ve dikkatle bakarak düşünelim, konuşalım, yazalım.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

KISA KISA GÜNDEM - 23 NİSAN 2023 -

 


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm yurtta kutlanacak (Cumhuriyet)

TBMM’nin açılışının 103. yılı ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, yurt genelinde yoğun katılımlarla kutlanacak. Bu kapsamda törenlerin ilk adresi TBMM olacak. TBMM’deki Atatürk Anıtı’nda saat 09.00’da ilk tören gerçekleştirilecek.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/23-nisan-ulusal-egemenlik-ve-cocuk-bayrami-tum-yurtta-kutlanacak-2074134)

Yaşasın 23 Nisan: Çağdaşlığa giden yol(Çağdaş Bayraktar-Cumhuriyet)

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 103. yıldönümünü coşkuyla kutluyoruz. Hukukçu ve siyasal iletişimciler bugünün Türk ulusu için önemini anlattı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/yasasin-23-nisan-cagdasliga-giden-yol-2074135)

Diyanet'ten 'Menzil' uyarısı: Sıkıntılı(Sefa Uyar-Cumhuriyet)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kamuda önemli mevkileri ve bazı bakanlıkları “ele geçirdiği” iddia edilen Menzil cemaatinin yapılanması olduğu bilinen Adıyaman’da saldırıya uğradı. Seçimlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceklerini de açıklayan Menzil için Diyanet’in sert uyarıda bulunduğu ortaya çıktı. Cemaatin görüşlerinin “sahih İslam ile bağdaşmadığı” vurgulanan tarikat raporunda, kamudaki örgütlenme iddialarına dikkat çekilerek, “Ülkemizde orta ve uzun vadede sıkıntılara yol açacağı değerlendirilmektedir” denildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/diyanetten-menzil-uyarisi-sikintili-2074161)

Diyanet'teki 'dolarla harcırah' tartışmasında ikinci perde: 'Bize Allah rızası, kendilerine dolar aşkı'(Sefa Uyar-Cumhuriyet)

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a yakınlığıyla bilinen çok sayıda ismin ramazan nedeniyle yurtdışında “vaaz” için görevlendirilmesi ve bu isimlere dolarla harcırah verilmesi nedeniyle kurum içinde, “liyakat” tepkisi olduğu öğrenildi. Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından bölgeye giden imam ve müftülerin, “Cenazeleri bize yıkattılar, kendileri yurtdışına gidiyor. Bize Allah rızası, kendileri için dolar aşkı” eleştirisinde bulunduğu kaydedildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/diyanetteki-dolarla-harcirah-tartismasinda-ikinci-perde-bize-allah-rizasi-kendilerine-dolar-aski-2074165)

Ev sahiplerinden akıl almaz yöntem: 'Çık, evi yıkacağım'(Şehriban Kıraç-Cumhuriyet)

Emlak piyasası uzmanlarına göre esaslı tadilat ve yıkım bir tahliye nedeni ama bunun kiracıya ön hazırlık projesi gibi belgelerle bildirilmesi şart.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/ev-sahiplerinden-akil-almaz-yontem-cik-evi-yikacagim-2074148)

Eğitimde tarikat tehlikesi: Çocuklar nerede?(Cumhuriyet)

Eğitim-İş’in raporuna göre 3 milyon 250 bin öğrenciden 2 milyon 400 bini eğitimden uzaklaştı. Raporda ise kahreden şu soru soruldu: Bu çocuklar nerede?(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/egitimde-tarikat-tehlikesi-cocuklar-nerede-2074162)

Devletin borcu 4.5 trilyon lira!(Cumhuriyet)

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre merkezi yönetim (devlet) borç stoku Mart 2023 itibarıyla Aralık 2022’ye (üç aylık) kıyasla yüzde 11.2, Mart 2022’ye (yıllık) kıyasla yüzde 44.2 artarak 4 trilyon 487 milyar liraya çıktı.Bu kapsamda iç borç stoku üç aylık yüzde 17.2, yıllık yüzde 50.6 artışla 2 trilyon 233 milyar lira, dış borç stoku üç aylık yüzde 5.9, yıllık 38.4 artışla 2 trilyon 254 milyar lira oldu. Son bir yılda iç borç stokunun toplamdaki payı yüzde 47.7’den yüzde 49.8’e çıkarken dış borç stokunun payı yüzde 52.3’ten yüzde 50.2’ye düştü.Öte yandan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne resmi olarak geçilen yıl olan 2018’de devletin toplam borç stoku, 586.1 milyar lirası iç olmak üzere 1.1 trilyon liraydı. Toplam borcun yüzde 59.9’u iç, yüzde 45.1’i dış borç stokundan oluşuyordu.

Yüz binlerce çocuğa bugün bayram yok (Birgün)


Saray rejimi tüm kesimlere olduğu gibi çocuklara da hayatı adeta zindan etti. İstismar, şiddet, çalışmak zorunda kalmak, yoksulluk, tarikatlar… Tüm bunlar çocukların yaşamak zorunda bırakıldığı sıkıntılar. Çocuk Bayramı’na çocuklar bu sıkıntılarla baş başa giriyor. Son yıllarda en çok tartışılan konuların başında ise çocuk istismarı geliyor. Ceza mahkemelerine 2013-2020 arasında 143 bin 335 “Çocukların cinsel istismarı” suçu gerçekleşti. Bazı yıllarda çocukların cinsel istismarı dosyaları şöyle oldu: 2013: 17 bin 948, 2015: 16 bin 957, 2017: 16 bin 348, 2019: 28 bin 360, 2020: 17 bin 948, 2021: 20 bin 459  (https://www.birgun.net/haber/yuz-binlerce-cocuga-bugun-bayram-yok-430979)

Kılıçdaroğlu'ndan tarım ve hayvancılık vaadi: İhracatçı konuma geleceğiz (Birgün)
Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin kısa süre içerisinde tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yetecek hale getirileceğini ve ihracat yapacağını kaydettiği açıklamasında, "Et de süt de bol olacak, ucuz olacak" dedi. (https://www.birgun.net/haber/kilicdaroglu-ndan-tarim-ve-hayvancilik-vaadi-ihracatci-konuma-gelecegiz-430893)

Malatya'da depremzedelerin kaldığı konteynerde yangın(SOL)

Kahramanmaraş merkezli depremden etkilenen Malatya'da, depremzedelerin kaldığı İnönü Üniversitesi karşısındaki konteyner kentin içerisinde bulunan bir konteynerde akşam saatlerinde bilinmeyen nedenle yangın çıktı. DHA'nın aktardığı habere göre yangına müdahale eden ekipler, diğer konteynerlere sıçramadan  yangını kısa sürede kontrol altına aldı. Yangında yaralanan olmazken, kullanılamaz hale gelen konteynerde ise soğutma çalışması yapıldı. Yangının nedeni araştırılıyor.

Fransız polisi Macron'un ziyareti öncesinde tencereleri topladı(SOL)

Emeklilik reformunun ardından 'uzlaşı turlarına' başlayan Macron'un protesto edilmesini önlemek için 'tencere yasağı' getirildi. Fransa'nın güneyindeki Ganges kasabasında polis, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un ziyareti öncesinde göstericilerden tencere topladı. TRT'nin aktardığı habere göre Macron'un bölgedeki bir liseye yaptığı ziyaret öncesinde alınan tencere yasağı kararı, "taşınabilir ses cihazı" ve "eğlence cihazı" yasağı olarak tanımlandı. Tencerelerin yanı sıra tavalar ve kürekler de Macron'un çarşamba günü Muttersholtz kasabasına yaptığı ziyarette protestocular tarafından kullanılmıştı. Emeklilik yaşının yükseltilmesini kapsayan reform planı nedeniyle ülke çapında protestoların hedefi haline gelen Macron, uzlaşma çabasıyla ülkenin birçok bölgesini kapsayan bir tura çıkmıştı. Macron'un emeklilik yasasında reform planı Fransa genelinde protestoları tetiklemiş, milyonlarca emekçi genel grev kararı almış ancak yoğun tepkilere rağmen emeklilik reformu yasalaşmıştı.

Yusufeli'de inşası süren viyadük çevresinde heyelan(Evrensel)

Yusufeli Barajı'nın sularına gömülen eski yerleşim yerinde inşası devam eden viyadüğünün yanındaki yamaçta heyelan meydana geldi. DHA'nın haberine göre, geçen yıl 22 Kasım'da su tutmaya başlayan, Yusufeli Barajı suları altında kalamaya başlayan Yusufeli'nin eski yerleşim yeri Yansıtıcılar- Sakut mevkisinde yeni ilçeye ulaşımın sağlaması için inşa edilen viyadük ayaklarının yanındaki yamaçta akşam saatlerinde heyelan meydana geldi. Heyelan anı, cep telefonu kamerasıyla kaydedildi. Görüntüde; viyadüğün çevresindeki dik yamaçta heyelanla toprak ve kaya kütlerinin hızla baraj sularına kaydığı, çevreyi de toz bulutu kapladığı yer aldı.(YUSUFELİ KAYMAKAMLIĞINDAN AÇIKLAMA: ÇALIŞMALAR SÜRECEK) Yusufeli Kaymakamlığı heyelanla ilgili yaptığı açıklamada yamaçta meydana gelen heyelanın ardından gerekli tedbirlerin alındığı, pazartesi günü imalatın planlanan şekilde devam edeceği bilgisini paylaştı. Yusufeli Kaymakamlığından yapılan açıklamada, ilçede imalatı devam eden Yusufeli Merkez Viyadüğü'nün sol yanındaki yamaçta heyelan meydana geldiği belirtildi.   Konu ile ilgili Karayolları ve firma yetkililerinden alınan bilgiye göre, bahse konu heyelanın beklenen bir durum olduğu aktarılan açıklamada, "Viyadük ayaklarında gerekli tedbirin alındığı, viyadük imalatında herhangi bir aksama meydana gelmeyeceği ve pazartesi günü itibarıyla imalatın planlanan şekilde devam edeceği bilgisi alınmıştır. Konu Kaymakamlığımızca da takip edilmektedir." ifadelerine yer verildi.

(derleyen: mstfkrc)





Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...