Bağlı eşeğimi bile güvenmem + Seçmen gardaşlar - Özdemir İnce / Cumhuriyet

 


Bağlı eşeğimi bile güvenmem 

Bit Pazarı’nda eşinmemiz 26 Mayıs 2002 tarihli Hürriyet Pazar’da yayımlanan yazıyla ama şimdilik sona eriyor. Bundan sonra da Bit Pazarı’na zorunlu olarak gideceğiz. Yazının adı da benim en çok sevdiğim halk deyişi: “Bağlı Eşeğimi Bile Güvenmem”.

                                                      ***

[İster Harvard Üniversitesi ister Harran Üniversitesi tarafından yapılsın, kamuoyu yoklamalarına, anket sonuçlarına dayandırılan yüzdelere bağlı eşeğimi bile güvenmem. Hele demokrasi ile dinler arasında ilişki kuranlarına... Harvard Üniversitesi’ne bağlı John Kennedy School of Government tarafından yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre “Müslümanlar, Hıristiyanlar kadar demokrat”mış amma velakin “farklılık sosyal değerlerde” imiş!

Farklı toplumsal değere sahip iki insanın eşit ve benzer ölçüde demokrat olamayacağını Zürih’teki el Mütenebbi toplantısında gördüm: İslam, Arap için bir kimlik ama Türk için değil!

Bunun böyle olduğunu (olmadığını) başımdan geçen bir olayla anlatacağım. Özal dönemi, 12 Eylül yasaklısı politikacıların politikaya dönüp dönmemesiyle ilgili referandumdan birkaç gün önce. Demokrat Parti ve Adalet Partisi dönemlerinin ileri gelen politikacılarından biriyle konuşuyoruz. Bana, solcuların, yasaklı politikacıların geri dönüşleri lehine oy kullanıp kullanmayacaklarını sordu. Kendisine, solcular eğer demokrasiye inanıyorlarsa politika yasağının kalkması için oy kullanmaları gerektiğini ve lehte oy kullanacaklarını tahmin ettiğimi söyledim. Memnun olup neşelendi. Ben de kendisine sordum:

“Tahminime göre, politikaya dönebileceksiniz ve partiniz seçimi kazanacak. Demokrasi anlayışınızda gelişmeler olduğunu söylüyorsunuz. Peki, iktidara gelirseniz, halkoylamasında sizin lehinize oy verecek olan solcuların düşüncelerini yasaklayan Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerini kaldıracak mısınız?”

“Haklısın” dedi politikacı, “Biz 141 ve 142’nin kaldırılmasından yanayız. Demokratik seçimle iktidara geldiklerinde bu maddeleri kaldırmak için Meclis’e getirirlerse biz karşı çıkmayız”.

Bu cevap üzerine aklım birden açıldı.

“İyi” dedim, “Kendi 141-142’lerini kaldırıp size karşı 141-142’yi getirirler”!

Politikacı şaşırdı.

“Olur mu öyle şey, bu nasıl demokrasi?” dedi.

“Bu böyle demokrasi!” dedim. “Elbette böyle demokrasi olmaz. Bu demokrasi sizin demokrasiniz. Gerçek demokraside çoğunluk azınlığın, güçlü taraf zayıf tarafın haklarına saygı duyar ve o hakları yasayla verir. Sizin döneminizin solcuları da ancak sizin kadar demokrat olur.”

Bu konuşmalar kapı eşiğinde oluyordu. Elimi sıkarken şöyle konuştu politikacı:

“Özdemir, sana samimiyetle bir şey itiraf edeyim: Biz demokrasiyi senin tanımladığın gibi asla düşünmedik.”

Eski Demokrat Partili ve Adalet Partili politikacı kendini gerçekten demokratlaşmış kabul ediyordu. Ancak 12 Eylül öncesi ve sonrası, referandum öncesi ve sonrası dönemlerde inandığı ve savunduğu toplumsal değerler değişmemişti, aynıydı. Toplumsal değerler değişmeden ne bireyin ne de toplumun zihniyet dünyası değişir.

Bir üniversiteye bağlı olarak araştırma yapan, araştırmadan yüzdeler çıkarıp “Farklılık sosyal değerlerde! (Yoksa) Müslümanlar da Hıristiyanlar kadar demokrat” diyebilen bilimadamına ben bağlı eşeğimi bile güvenmem. Üniversitenin adı Harvard da olsa!

Çünkü bu bilimcinin bizim Karaduvar ahalisinden Sevil Berberi Cikcik Osman’dan hiçbir farkı yoktur.

Pippa Norris ve Ronald Inglehart adlı bilimcilerin yaptıkları araştırmaya göre Müslüman toplumların yüzde 87’si demokrasi ideallerini onaylıyormuş, buna karşılık Batı toplumlarının onaylama oranı yüzde 86 imiş. Bu verilere göre Müslüman toplumlar Hıristiyan toplumlara nazaran daha demokratlar. Ama lafta. Çünkü halkı Müslüman olan ülkeler arasında sadece Türkiye demokrasi evinin kapısını çalıyor.

Çalıyor, çünkü Türkiye öteki Müslüman ülkelerden çok daha başka toplumsal değerlere inanıyor. Arap ülkeleri için İslam sadece din değil aynı zamanda bir dil, yazı, kültür ve uygarlık... Yani onların zihin ve ruh dünyalarının yapısal oluşturucusu. Oysa Türkiye için, şükürler olsun, sadece bir din!]

                                                         ****

Demokrasi, dinsel inanç, biat ve itaat topraklarında yaşayamaz, tohum halinde kurur. Demokrasi bir başkaldırı bilimidir. Hiç uyumaz.

                                                        /././

Seçmen gardaşlar

Okur bacılar, okur gardaşlar “Seçmen Gardaşlar” adlı yazım 5.9.2002 tarihli Hürriyet’in Avrupa baskısında yayımlanmış. “Kutsal seçmen”i teşrih (otopsi) masasına yatıran sert ama yansız bir yazı.

                                                    ***

[Pazartesi günkü yazımı “Ama bizim Kasımpaşalı Recep Tayyip Erdoğan, ödeyip ödemeyeceği belli olmayan borçları içine sindirip ‘Birkaç gün daha konuşulur, sonra gerçek gündem başlar’ diyor.” cümlesiyle bitirmiştim.

Böyle bitirdim. Çünkü bu cümleyi “Eski politikacılar çok kirlendi, çok çürüdü. Yiyenler yedirenler, hortumlayanlar hortumlatanlar çoğaldıkça çoğaldı” cümlesiyle “Seçmen çürümeye, kirlenmeye, yemeye yedirmeye isyan ettiği için siyasette yeni yüzler arıyor” cümlesiyle tokuşturmaya karar vermiştim.

[Tayyip Erdoğan’la ilgili “Nereden buldun davaları devam ettiği için” kendisi hakkında söylenenleri, söylenti ve dedikoduları, iddiaları ciddiye almayabiliriz.

Ama 100 bin dolarlık eğitim bursu ya da sponsorluğu ortada, 100 bin doları verenler ad ve sanlarıyla güya belli... Alan “Aldım”, veren de “Verdim” diyor.

Üstelik alan Tayyip Erdoğan göğsünü gere gere sanki “Alan memnun, veren memnun, size ne!” dercesine kasılıyor.

Pes doğrusu!

[Ey siyasette yeni yüzler arayan seçmen! Ey yiyene ve yedirene karşı olan seçmen! Ey hortumlayana ve hortumlatana lanet okuyan seçmen! Ey siyasal çürümeye karşı olan seçmen! Ey siyasal kirlenmeden bıkmış olan seçmen! Ey dürüst ve yeni politikacı arayan seçmen!

Sence Recep Tayyip Erdoğan senin istediğin yeni, dürüst, sağlam ve temiz adam mı? Bu yüzden mi senin yüzde bilmem kaçın bu insanı ve partisini iktidara getirmeye hazırlanıyor? Bu soruma harbi bir cevap veremeyeceğini biliyorum.

Nereden mi biliyorum? Biliyorum, çünkü ben senin ciğerini biliyorum.

Sen aslında yiyene yedirene, çürümeye, kirlenmeye karşı değilsin, siyasetçinin pisliği ve temizliği de senin umurunda değil!

Sen komşuda pişenden sana da düşmesini istiyorsun! Sen de bal tutup parmağını yalamak istiyorsun! Sen de kaçak elektirik kullanıyorsun, senin hırsızlığının bedelini bizler ödüyoruz! Sen de vergi vermeyen yüzsüzlerdensin ama devletten, belediyeden hizmet bekliyorsun!

Verecek durumdaysan rüşvet veriyorsun! Alacak durumdaysan rüşvet alıyorsun! Üstüne üstlük, kendini akıllı sanıp bir de yeni ve genç siyasetçiler arıyorsun. Siyasetçiyi turfanda biber ve domatesle karıştırıyorsun.

Siyasetçiyi sinema yıldızıyla ya da mankenle karıştırma. Siyasetçi ne turfanda biber ne sinema yıldızı ne de mankendir. Siyasetçi, siyaset meydanında ve en azından 15-20 yılda yetişir. 15-20 yıl izlersin onu. Siyasetçinin en yenisi en azından 10 yıldır siyaset piyasasındadır. Ve siyaset vitrinini değiştirmek de senin elindedir. Vitrin değişikliğini başkasından bekleme! Harekete geç! Ve en önemlisi Recep Tayyip Erdoğan’ının çocuklarını el parasıyla okutmasının aradığın politikacıya yakışıp yakışmadığını çok iyi düşün.]

                                                       ***

R.T. Erdoğan’ı “demokrasi kahramanı” ve “ebedi mağdur” unvanlarıyla ödüllendiren “şiir okuma davası”nı bir yana bırakalım. Okuduğunuz yazıda değinilen 100 bin dolar işini birlikte anımsayalım. Şimdi bir zamanlar “gazete” olan 28.8.2002 tarihli Milliyet’in “Erdoğan Family’nin bursları Ramsey’den” başlıklı haberinden aktarıyorum:

“AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’de okuyan üç çocuğunun eğitim masraflarını, aralarında Ramsey’in sahibi Remzi Gür’ün de bulunduğu bazı işadamları karşılıyor... Erdoğan’ın Indiana Üniversitesi’nde öğrenim gören kızı Esra ve bu yıl onunla aynı okulda eğitime başlayacak olan diğer kızı Sümeyye ile Erdoğan’ın küçük oğlu Bilal’in ABD’de sürdürdükleri eğitimleri için yılda yaklaşık 100 bin dolara yakın eğitim masrafı olduğu iddia edilmişti.”

Bir de “AKBİL Skandalı veya AKBİL yolsuzluğu” olarak ünlenen dava da var. R.T. Erdoğan başkanlığındaki İBB’de ortaya çıkan bir skandaldır. Sanıkların çoğunun nedense beraat ettiği davada Tayyip Erdoğan ve üç milletvekilinin dokunulmazlıkları bulunduğu gerekçesiyle dosyaları ayrılmıştı.

5.9.2002 günü, AKP’yi iktidara getiren seçimden 58 gün önce yayımlanan yazı, bu partinin 21 yıllık anayasaya aykırı, sömürgeci yağma düzenini haber vermiyor mu?

Özdemir İnce / Cumhuriyet


Tanrı olabilecek adam - MERT EROĞLU / soL-Kültür

 Ölümünden sadece 55 yıl sonra, ABD hükümeti Oppenheimer'ın sadece bir komünist değil, büyük olasılıkla bir Sovyet casusu olduğunu ilan etti.


J. Robert Oppenheimer, elbette, atom bombasının “babasıdır.” [Ve şimdi büyük bir sinema filminin konusu]. Filme dair yorum yaparken Oppenheimer vakasını da değerlendirmek gerekiyor.

Kısaca Oppenheimer:

Oppenheimer 1904'te New York'ta doğdu, Avrupa'da eğitim gördü ve Bohr, Heisenberg, Schrödinger, Pauli ve Dirac gibi ilk kuşağın "kuantum devlerinin" izinden giderek "ikinci dalga" kuantum fizikçisi oldu (Bird ve Sherwin 2005/2006, s. 78). 

New Mexico, Los Alamos'ta ilk atom bombasının (inisiyeler arasında gadget olarak bilinir) üretilmesi ve test edilmesiyle sonuçlanan Manhattan Projesi'ndeki öncü rolü nedeniyle döneminin en ünlü bilim adamı olarak ikonik bir statüye ulaştı: küresel politikayı derinden değiştiren bir olay. 

Ancak sol bir geçmişi de mevcuttu. Eski sevgilisi, erkek kardeşi ve kardeşinin eşi Amerikan Komünist Partisi üyesiydi (James, 2015). Oppenheimer İspanya’da faşizme karşı direnişe mali katkı sunarak Franko rejimine karşı Cumhuriyetçileri desteklemişti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi'ni yönetti ve bu proje ABD'nin Ağustos 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı ve birkaç yüz bin kişinin ölümüne neden olan “Little Boy ve Fat Man” bombalarını doğurdu. 

Proje içerisindeki deneyler somutlanmaya başlayınca ne kadar yanlış bir alana hizmet ettiğini ve projeden ayrılacağını belirtmiştir. Tabii ki, bu kadar dramatize ve basit bir şekilde olaylar gelişmemektedir. Ancak, fenomolojik olarak tarihe bu şekilde işlemiştir. Sürece dair daha detaylı çalışmalara bakmakta fayda vardır, ama maalesef bu yazının temel hatlarında kısaca bahsetmek daha doğru olacaktır.

ABD, “sonsuz bilgeliğiyle”, nükleer silah programına devam etmekten ve barış uğruna dünyayı kıyametin eşiğine getirmekten ve hidrojen bombasının peşine düşmekten başka çaresi olmadığını belirtiyordu.

Uzun yıllardır dünya devletlerinin yapı taşı olan savaş başlığı, insanlığın yok oluşunun nedeni olacak kadar evrilmişti. Resmi hükümet politikası bu yöndeydi: Ne olmuş yani?

Oppenheimer bu resmi politikaya meydan okudu ve kariyerini paramparça etti. Gerçekten de, yeni geliştirilen bomba 16 Temmuz 1945'te Alamogordo, New Mexico'da test edilirken, Dünya Gezegeninin tehlikede olduğunu hemen gördü.

Projeden ayrılmak isteyen Oppenheimer’a hainlik damgası vuruldu ve birçok soruşturma açıldı. Ancak, bu soruşturmalar, Oppenheimer'ın atom bombasının üretilmesindeki rolünden ziyade, nükleer bilgilerin Sovyetler Birliği'ne sızdırılmasında sorumluluğu olup olmadığı sorusuna odaklanmıştır. 

Dürüstlüğü sorgulanmış ve araştırma verileri olmasa da "uydurmakla" (s. 508) suçlanmıştır. Bu suçlamalar daha ziyade, Komünist Parti üyesi Haakon Chevalier ile 1943 yılında San Francisco'daki Sovyet Konsolosluğu'na gizli bilgilerin aktarılması konusunda yaptığı bir görüşmeyi örtbas etmeye yönelik "uydurma" bir hikâye etrafında dönüyordu (s. 509). 

Sovyet ajanı Oppenheimer

Sovyet ajanı olarak suçlanmaya başlanınca, fizikçilerden oluşan bir ekip onun nihai kırılganlığını ortaya çıkarmıştı ve mantar bulutuna tanıklık ederken Hindu Bhagavad-Gita'dan sözlerin zihnine girdiğini belirtti: "Şimdi ben dünyaların yok edicisi ölüm oldum." dedi. 

Leo Szilard gibi bazı Manhattan Projesi bilim adamlarının yaptığı gibi Hiroşima ve Nagazaki'ye bomba atılmasına karşı çıkmamıştı. Ancak savaş sona erdiğinde, gelecekteki tüm savaş olasılıklarını ortadan kaldırmaya derinden kararlı hale geldi.

Bombalamalardan bir hafta sonra attığı ilk adımlardan biri, Savaş Bakanı Henry Stimson'a bir mektup yazarak nükleer silahların daha da geliştirilmesi konusunda sağduyulu davranmaya çağırmak oldu.

"İnanıyoruz ki" diye yazmıştı,

"Bu ulusun güvenliği - düşman bir güce zarar verme kabiliyetinin aksine - tamamen ya da öncelikle bilimsel ya da teknik becerisinde yatamaz. Sadece gelecekteki savaşları imkânsız hale getirmeye dayanabilir. Bu alandaki teknik imkânların şu anda tam olarak kullanılmamasına rağmen, bu amaca yönelik tüm adımların atılması ve gerekli tüm uluslararası düzenlemelerin yapılması konusunda size oybirliğiyle ve acilen tavsiyede bulunuyoruz."

2 Temmuz 1940: Henry L. Stimson, solda, Senatör Morris Sheppard ile birlikte, Senato Askeri İşler Komitesi'nde savaş bakanı olma niteliklerinin tartışıldığı oturumda. (Kongre Kütüphanesi, Kamuya açık kaynak)

Gelecekteki savaşları imkânsız hale getirmek. Ya Amerikan siyasi güçleri Oppenheimer'ı dinleyecek kadar akıl sağlığına sahip olsalardı? Bu mektubu yazdıktan birkaç ay sonra Başkan Harry Truman'ı ziyaret ederek daha fazla nükleer gelişme üzerinde uluslararası kontrolün yerleştirilmesi konusunu görüşmeye çalıştı.

Başkan buna izin vermedi. Oppenheimer'ı Oval Ofis'ten kovdu. 

Oppenheimer, nükleer silahların kullanımını kontrol etmek için Atom Enerjisi Komisyonu (AEC) ile birlikte çalışarak ve hidrojen bombasının yaratılmasına karşı çıkarak savaşın ötesine geçme konusundaki kararlılığını sürdürdü.

Bombanın geliştirilmesi ilerledikçe ve nükleer denemeler dünyanın "harcanabilir" bölgelerine serpinti yaymaya başladığında bile muhalefetini sürdürdü. Ama sonra McCarthy dönemi ve ona eşlik eden Kızıl Korku geldi.

1954 yılında, 19 gün süren gizli oturumların ardından, AEC Oppenheimer'ın güvenlik iznini iptal etti. The New York Times’da bu başlıkla belirtildi, "kariyerini aşağılayıcı bir sona getirdi. O zamana kadar Amerikan biliminin bir kahramanı olan Oppenheimer, hayatını kırık dökük bir adam olarak geçirdi." 1967'de 62 yaşında öldü.

Times'ın haberine göre, Oppenheimer'a karşı açılan davanın kilit unsurlarından biri şuydu:

"Atom bombasının 1000 katı güçle patlayabilen hidrojen bombası üzerindeki ilk çalışmalara karşı çıkmasından kaynaklanıyordu. Fizikçi Edward Teller uzun süredir böyle bir silahın geliştirilmesine yönelik bir programın hızlandırılmasını savunuyordu ve 1954 yılındaki duruşmada Oppenheimer'ın kararlarına güvenmediğini söylemişti. 'Kamu meseleleri başka ellerde olsaydı kendimi kişisel olarak daha güvende hissederdim' diye ifade verdi."

'Anti-Amerikan'

Albert Einstein ve Oppenheimer görüşürken, 1950 civarı. (ABD Hükümeti Savunma Tehdit Azaltma Ajansı, Kamuya açık kaynak, Wikimedia Commons)

Ancak elbette Oppenheimer'ın hayatının geri kalanında üzerine yapışan "damga" onun bir "komünist" ve belki de bir casus, yani tamamen Amerikan karşıtı olduğuydu.

Bu, Soğuk Savaş'ın ilkelerine meydan okuyanlara karşı kullanılan temel yalandı. Komisyonun gizli oturumları 60 yıl boyunca gizli kaldı.

Tarihçiler, 2014 yılında gizlilikleri kaldırıldıktan sonra, Oppenheimer aleyhinde neredeyse hiçbir delil bulunmamasına ve ona sempati duyan pek çok ifadenin yer almasına hayret ettiklerini dile getirdiler. Buradaki ifşaalar öncelikle hükümetin kendi yalanlarını örtbas etmekle ilgilendiğini ortaya koyuyor gibi görünüyor.

Atom Enerjisi Komisyonu'nun dönüştüğü bakanlığın başkanı olan Enerji Bakanı Jennifer Granholm, 1954'teki duruşmanın "kusurlu bir süreç" olduğunu ilan ederek Oppenheimer'ın güvenlik izninin iptalini geçersiz kıldı.

Hükümetin hatasından dönmesini sağlamak, American Prometheus kitabının yazarları Kai Bird ve Martin J. Sherwin tarafından başlatılan uzun ve zorlu bir süreçti: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer. Bu süreç yaklaşık 16 yıl sürdü. Sonunda onun adını temize çıkarmayı başardılar.

Gösterdikleri muazzam çabayı ve elde ettikleri sonucu alkışlamakla birlikte, daha yapılacak çok şey olduğunu da bilmek gerekiyor. Bu sadece kişisel bir mesele, bir kişiye yapılan bürokratik bir yanlışın düzeltilmesinden daha fazlası. İnsanlığın geleceği kapitalizm ile tehlikede olmaya devam ediyor.

ABD hükümeti yıllar boyunca nükleer silahların geliştirilmesi için trilyonlarca dolar harcadı, binden fazla nükleer test gerçekleştirdi ve şu anda 12.500 civarındaki çılgın küresel toplamın 5.244 nükleer savaş başlığına sahip. 

Belki de Oppenheimer'ın sözlerini dinlemeye ve duymaya başlamanın zamanı gelmiştir.

Oppenheimer’a dair:

Robert Oppenheimer vakası, bilim etiği açısından önemli bir vaka çalışması olmakla birlikte, hayal gücü türleri için de bir ilham kaynağıdır. Alman oyun yazarı Heiner Kipphardt'ın Oppenheimer'a ithaf ettiği, Bertolt Brecht'in “Leben des Galilei'si” tarzında yazılmış ve Oppenheimer'ın 1954'te maruz kaldığı duruşmalara odaklanan bir biyografi olarak sunulan bir kitap yayımlanmıştır ve daha sonra 1964 yılında Heiner Kipphadt’ın da yazarı olduğu filmi de çekilmiştir.

Aslında kitabın adı (In der Sache J. Robert Oppenheimer), duruşma tutanaklarının yayınlanmış versiyonunun birebir çevirisidir. Daha yakın bir tarihte, 2005 yılında, Amerikalı besteci John Adams, Doktor Atomik başlıklı dikkate değer bir operayı bu davaya adamıştır.

Oppenheimer'ın yakın arkadaşı olan Haakon Chevalier tarafından Oppenheimer davasına adanmış bir roman daha mevcuttur. Roman (1948'de San Francisco'da yazılmış ve 1958'de Paris'te tamamlanmıştır) aslında roman “à clef” türündedir. Romanın adı “ The Man Who Would Be God” şeklindedir ve sanıyorum ki Türkçe çevirisi yoktur.

Ana kahraman Oppenheimer, Sebastian Bloch takma adıyla kolayca tanınabilir ve karısı Kitty (Tanya Bloch) de oldukça tanınabilir bir şekilde tasvir edilmiştir. Chevalier, Nürnberg duruşmaları sırasında çevirmen olarak görev yapmış ve özellikle Louis Aragon ve Salvador Dali gibi sürrealist yazarların çeşitli kitaplarını çevirmiş olsa da, en çok Oppenheimer duruşmalarına damgasını vuran Chevalier Olayı olarak adlandırılan olaydaki rolüyle ünlüdür.

MERT EROĞLU / soL-Kültür


Kaynaklar: 

  1. https://consortiumnews.com/2023/07/18/oppenheimers-posthumous-exonerati…
  2. https://www.nytimes.com/2022/12/16/science/j-robert-oppenheimer-energy-…
  3. https://www.nytimes.com/2014/10/12/us/transcripts-kept-secret-for-60-ye…
  4. https://haber.sol.org.tr/haber/savasin-hizmetinde-bilim-manhattan-proje…
  5. https://haber.sol.org.tr/bilim-teknoloji/bir-bilim-muhabiri-dunyayi-nas…
  6. https://link.springer.com/chapter/10.1007/978-3-319-65554-3_4
  7. https://www.imdb.com/title/tt11269084/

Heyecan ve tecessüs*: Suat Derviş’in Sovyetler Birliği gezisi - YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL-Özel

 

Sovyetleri gezerken, anlatırken yaşadığı heyecan; yaşamla kurduğu tutkulu, kararlı ve heyecanlı ilişkinin göstergesidir adeta. Geziden sonra ülkesine bu tutku, kararlılık ve heyecanla döner.

Bugün 23 Temmuz, Suat Derviş’in 51. ölüm yıl dönümü. Türk edebiyatı, basını ve sosyalist hareketi açısından oldukça üretken ve arkasında bıraktığı yaşam örnek alınacak türden biri; Lozan görüşmelerine Türkiye’den katılan tek kadın gazeteci, Türkiye Komünist Partisinin militanlarından ve sayısız kitabıyla, hâlâ, bütün zenginlikleri üretmesine karşın yoksullukla boğuşan sınıfı anlatan bir edebiyatçı Suat Derviş.

Derviş’in bu kadar üretken olmasında, yeni ve ileri olanı arama heyecanıyla dolup taşmasında kuşkusuz hem içine doğduğu tarihsel dönemin hem de ailesinin etkisi var. Babası Jön Türk İsmail Derviş Bey, annesi ise o yıllarda kadınlara Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre’sini öğreten Hesna Hanım. Yani ilerici bir ailenin, onları aşan devrimci bir çocuğuydu Suat.

Suat Derviş’in hayatında yer tutan önemli olaylardan birisi, 1937 yılında, çalıştığı Tan gazetesi tarafından Sovyetler Birliği’ne gözlem yapmak için gönderilmesi oldu. Yeni olan, ileri olan kıyının öbür tarafındaydı. Merak ettiği bu toprakları görmesi, onun hayatında bir dönüm noktası olmadı belki ama pek çok şeyi değiştirdi; Suat Derviş’in devlet ve kültür-sanat sermayesi tarafından “kıpkızıl komünist” olarak damgalanması, Derviş’in “ana akım” diye tabir edilen ancak aslı burjuva olan medyada önünün tam anlamıyla kesilmesi açısından milat olan bu gezi aynı zamanda belki binlerce asılsız iddiaya maruz kalan Sovyetler Birliği’nin Türkiyeli okur tarafından doğru anlaşılması için de bir fırsat doğurdu. Suat Derviş’in Sovyetler Birliği gözlemi, ardından İran’a gittiği ve oraya az da olsa yer ayırdığı için “İstanbul-Moskova-Tahran” başlığıyla Tan gazetesinde yayımlandı.     

***

Suat Derviş; İstanbul’da bindiği vapur Sovyetler Birliği’ne, Odesa’ya vardığında heyecanını şöyle dile getiriyor: “Kalbimde büyük bir tecessüs var. Acaba bu ülkeyi nasıl bulacağım? Şimdiye kadar muhtelif insanlardan onun hakkında lehte ve aleyhte o kadar çok şeyler okudum ki…” 

Vapurdan indikten sonra yaptığı ilk gözlem, “Asık yüzlü, mutsuz Sovyet vatandaşları” iddiasının yanlışlığı oluyor. Saatin geç, havanın yağmurlu olmasına rağmen kimsenin öyle dışarıdan anlatıldığı gibi mutsuz görünmediğini söylüyor. Suat Derviş’in Odesa izlenimleri bununla sınırlı kalıyor çünkü Odesa’da çok duramıyor. Moskova’ya gitmesi gerekir. Asıl durak Moskova’dır. Moskova’ya trenle giderken uçsuz bucaksız ovaların her birinin işlendiğini, her biri üzerinde çalışıldığını söyler. Traktörsüz tarla görmediğini not eder.

Moskova’ya vardığında Suat Derviş’i kültür-sanat alanında faaliyet gösteren Vsok’un bir görevlisi karşılar. Bundan sonraki gezi Vsok görevlisi eşliğinde olur. Suat Derviş, bu sayede aklına takılanların cevabını bulup okura daha net bilgi verir ve daha bilinçli bir gezi gerçekleşir. Mesela Vsok görevlisiyle birlikte yüz-yüz elli kişilik bir insan kalabalığı gördüğünde bu kalabalığın et, süt vb. almak için oluştuğunu düşünüp görevliye sorar. Görevli ise bunun gazete kuyruğu olduğunu, Sovyetlerde bunun olağan bir şey olduğunu söyler. Kuyruğun başına gidince Suat Derviş de bunu bir gazete kuyruğu olduğunu anlayıp şaşırır: “Hakikaten gazete imiş satılan şey. Köşeyi dönünce gördüm. Herkes bir gazete satın alıyor. Ve alır almaz gideceği yere kadar sabretmeden orada açıyor, okuya okuya ilerliyor.” 

Böylece Suat Derviş, Sovyet halkının okumaya olan ilgisini de ilk kez bu kadar “kalabalık” görüyor; Sovyet halkının elini attığı her şeyden bereket çıkardığını ilk gözlemlediği yerdir bu gazete kuyrukları.

***

'Sovyet Rusya’da küçükler için büyük işler başarılıyor'

Suat Derviş’in Sovyetlerde dikkatini çeken bir diğer şey ise çocuk ve kadınların kazandığı haklar oluyor. 1900’lü yıllarda çocuk meselesinde can sıkan konuların başında “gayrimeşru çocuk” “meşru çocuk” ayrımı geliyor. “Hür dünya”da da uzunca süre bu ayrım yapıldı. Ancak “Sovyetlerde evvela gayrimeşru çocuk yok. Bir insanın hayata gelişi haddi zatında onu diğer insanlar gibi meşru yapan bir şey.” diyor Suat Derviş. 

Çocuklar ve anneler için atılan adımları görmek adına yapılan ilk gezi bir sergiye oluyor. Çocuklar için yapılan, Sovyet annelerinin eğitim için getirildiği serginin amacı şu şekilde açıklanıyor görevli tarafından: “Sovyetler Birliği tebaası yüz yetmiş küsur milyonu geçer. Bunların içinde henüz çok iptidaileri vardır. Memleketimizin her tarafından grup grup gelen annelere, en basit kadınlara burası gezdirilir.”

Tren garlarında bebeklerin ve annelerin dinlenmesi, sağlık kontrolünden geçmesi için özel bölümler olduğunu gören Suat Derviş kendisine eşlik eden görevliyle birlikte burayı da gezmeye başlıyor. Görevli doktor, gezdirirken buranın amacını anlatıyor: “Gebe, emzikli veya yetişmiş çocuklu bir kadın için bu müessese daima açıktır. Trenden indi mi, kaç saat için olursa olsun, hemen buraya gelebilir. (…) Çocuk sıhhî bir muayeneden geçer, sâri bir hastalığı olup olmadığı anlaşılır. Eğer çocuk sıhhatli –ekserisi sıhhatlidir- hemen buradan banyo odasına götürülür. Orada tartılır.” Doktor, bütün bunları anlattıktan sonra “Buyurunuz, size oraları göstereyim.” diye ekler ve gezdirmeye devam eder. 

Suat Derviş, gezi bittikten sonra “Bütün bu şeyler için bir ücret var mı?” diye soruyor. Doktor ise “… Bu nevi şeyler için ücret alınmaz. Bizim için hakiki servet çocuklarımızdır. Onlara bakmak için ne kadar çalışsak ne kadar fedakârlık etsek bize az geliyor.” diye cevap veriyor.

Ardından Subnov Çocuklara Artistik Terbiye Vermek Turdu Teşkilatı’nın merkezine gidiyorlar. Burada müdürle görüşüyorlar ve kaç tane çocuklara sanat terbiyesi veren yurt, çocuk tiyatrosu, çocuk sineması, çocuk radyo istasyonu vb. olduğunu öğreniyorlar. Bu merkezin atölyelerini gezdikten sonra, vedalaşma aşamasında müdür Sovyetlerde sanatın sınıf tanımadığını ve geliştiğini şu sözlerle belirtiyor: “Bazı memleketlerde sırf muhitine düşmediği için körleşip kalan birçok istidatların olduğunu düşündükçe memleketimizde sanatın neden bu kadar ilerlemiş olduğunu anlamakta hiçbir müşkülat çekilemez.”

'Sovyetlerde sınıf kalmadı sözünün bir efsane olmadığı muhakkak'

Suat Derviş, Moskova’da bulunduğu sürede “Gündüzleri enstitüleri, içtimai teşekkülleri gezmekle vakit geçiriyorum. Geceleri davet olmadığı zaman tiyatrolara gitmeyi pek seviyorum.” diyor. Sovyetler gezisini tiyatrosuz atlamıyor. Tiyatroda ise dikkatini çeken ilk şeylerden birisi, Sovyet tiyatrolarını dolduran işçiler oluyor. Sovyetler Birliği’nin “sınıf”ını, tiyatroda gördüğü kadınların giyimi üzerinden anlatıyor: “Seyircilerin içinde uzun ipekli gece gece elbiseleri giyen kadınlar da basit bir şömizetle gelmiş olanlar da var. Fakat ipek elbiseli kadın şömizetli kadından daha müreffeh, daha yüksek bir sınıfın kadınını temsil etmiyor. İki kadın da aynı seviyedeler.” Ardından “Sovyetlerde sınıf kalmadı sözünün bir efsane olmadığı muhakkak.” diye ekliyor. 

Sovyetler Birliği’nde mahkemeler ve medeni kanun

Suat Derviş, “Rusya’da Mahkeme” başlıklı yazısına “Moskova mahkemeleri reisi Smirnov yoldaş, bizi Moskova adliye binasında iyi döşenmiş, sakin ve sessiz odasında kabul etti.” diye başlıyor. Sıradaki durak Sovyet mahkemeleridir. 

Smirnov, Sovyetler Birliği’nde hâkim ve azaları halkın seçtiğini söyledikten sonra Sovyet mahkemelerini diğer mahkemelerden ayıran özelliği söylüyor: “Biz kabahatliyi yeniden hayata getirmek, onu terbiye etmek isteriz.” Ardından “topluma yeniden kazandırmayı” birkaç örnekle açıklıyor. 

Mahkemeleri en çok meşgul eden davalardan birinin karı-koca kavgaları olduğunu söyleyen Smirnov, Sovyetler Birliği’nin medeni kanun açısından da kısa zamanda nasıl büyük işler başardığını gösteriyor: “Napolyon koduna göre bir koca karısını dövebilirdi. Şimdi Sovyetlerde kadın şikâyet ederse değil döven, karısına fazla hakaret eden bir erkek bile gayetle ağır surette cezalandırılıyor. Sonra yine o kanuna göre bir kadın gayrimeşru bir çocuk doğurursa bu çocuğun babasından çocuğu için hiçbir hak isteyemezdi. Hâlbuki şimdi bizde bir erkek bir kadınla tanışıp ondan bir çocuğu olursa sonuna kadar sanki meşru evladı imiş gibi bu çocuğa bakmaya mecburdur. Bunu yapmazsa suçlu telakki edilir.” 

Suat Derviş’in hırsızlık yapan çocuklara ne yapıldığı sorusuna aldığı yanıt, Sovyetler Birliği’nin çocuk hakları konusunda henüz 1930’ların sonu ve 1940’ların başındayken bile ne kadar ileri olduğunu gösteriyor. Smirnov, hırsızlık yapan çocuğun ebeveynlerinin mahkemeye sevk edildiğini ve onların çocuk bakımına yeterli özeni göstermediklerinin anlaşılması durumunda çocuğun ellerinden alınıp “pedagoglar tarafından idare edilen terbiye evlerine” verildiğini söylüyor. Diğer bir önemli nokta ise çocuğun hem polisle hem de mahkemeyle herhangi bir münasebetinin olmaması.

***

Suat Derviş çoğunu Moskova’da geçirdiği Sovyet gezisinin ardından İran’a, Tahran’a geçer. Böylece yazı dizisinin Sovyetler Birliği ayağı noktalanır. Yazı dizisi büyük ilgi çeker ancak karşılığı iyi olmayacaktır. Yazının başında belirttiğim gibi bu yazı dizisi, Suat Derviş’in devlet tarafından “kıpkızıl komünist” olarak damgalanmasının miladı olacaktır. Tan gazetesinin ortaklarından Halil Lütfi, bu fişleme yüzünden Suat Derviş’i gazetede istemeyecek ve Suat Derviş gazeteden ayrılacaktır. Gazeteden ayrıldıktan kısa bir süre sonra ise İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından Pera Palas’a çağrılır. Bakan, Suat Derviş’i adeta azarlar; gazetecilik kariyerinin tehlikeye girdiğini, başına daha büyük belalar alabileceğini söyler. 

Ardından Matbuat Müdürü Vedat Nedim Tör aracılığıyla yine Pera Palas’a çağırılır. Bu sefer Mustafa Kemal’le görüşecektir. Ancak buluşma Atatürk’ün hastalığından dolayı ertelenir ve hiç yapılamaz, 10 Kasım gelir. Foto Magazin’in Aralık 1938 tarihli sekizinci sayısında Mustafa Kemal’i kastederek “Dünya Feminizminin Lideri Öldü” başlıklı bir yazı yazar. Suat Derviş devrimcidir, kendi ülkesindeki devrimin ve devrimcilerin bilincindedir.  

Sovyetleri gezerken, anlatırken yaşadığı heyecan; yaşamla kurduğu tutkulu, kararlı ve heyecanlı ilişkinin göstergesidir adeta. Geziden sonra ülkesine bu tutku, kararlılık ve heyecanla döner.

51 yıl önce aramızdan ayrılan Suat Derviş tam da Mihri Belli’nin anlattığı gibi birisiydi: “Öyle biriydi işte Suat Derviş. Şen şakrak bir yönü vardı ama o şen şakraklığın altında çelikten bir irade, tuttuğunu koparır bir duruş hissedilirdi.”

YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL-Özel


*Tecessüs: Bir şeyi ille de görme, anlama merakı.

Kaynak kitaplar:

Liz Behmoaras – Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi
Suat Derviş – Anılar, Paramparça


'Alışılmışın dışında sanat yapan sanatçı': Şenol Yorozlu - FİDE LALE DURAK / soL-Kültür

 Yaşamını da sanatını da inandığı eyleme adadı ve eylemlerinin amacını yine en güzel kendisi anlattı...


Ressam Şenol Yorozlu’nun 1950 yılında Trabzon’da başladığı hayat hikayesi 19 Temmuz’da geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle sona erdi ve bugün toprağa karışacak. Yorozlu, Türk resim sanatının önemli temsilcilerindendi. Ancak bu temsiliyet, onun sadece resimde cesurca denediği yeni tekniklerinden ileri gelmiyor, daha önemlisi, kendisini topluma karşı sorumlu bir sanatçı olarak görmesinden ve sanatı da aynı bakışla kavramasından kaynaklanıyordu. 

Şenol Yorozlu, 1973-78 yılları arasında, şimdi Mimar Sinan Üniversitesi olan, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Neşet Günal atölyesinden mezun olur. Öğrenciliğinden itibaren resimlerinde kendine özgü bir dili yaratabilmiştir. Yorozlu, mezun olduğu atölyedeki figüratif resim geleneğinin aksine, soyut, lekesel, dışavurumculuğa yakın ve belirgin fırça tuşlarıyla resimler yapar. Kendisini zamanın ve tarihin bilincinde bir sanatçı olarak tanımlar. Resimlerinde kullandığı farklı malzemelerin hem sanatını zenginleştirdiğini hem de bunun çağdaş sanatın gereği olduğunu düşünür. Çünkü ona göre, kübizmle başlayan farklı malzeme arayışları, sanatı farklı bir yola sokmuş ve Dada akımıyla sanat yıkıma uğrayarak yepyeni anlatım yolları bulmuştur. Bunun bilincinde olmadan çağdaş olmak mümkün değildir. 

Yine de biçimciliğin büyüsüne kapılmaz Yorozlu, her daim içerikten yola çıkarak içeriğe uygun yeni biçimleri arar. Bu bazen geleneksel pentür (boyama) bazen de hazır nesne kullanımı ile ifadesini bulur. İşeri çoğunlukla politiktir. Politik tavrı ince bir mizah ile iç içedir, bu tavır büyük ihtimalle eski karikatüristliğinden gelir. Ona göre: “bizim gibi kibarca ‘gelişmekte olan’ ya da az gelişmiş ülkelerde dolaylı anlatım yollarından biri mizahtır”. 23 yaşında Akademiye girmeden önce uluslararası ödülleri olan tanınmış bir karikatüristtir. Bu yüzden çalışmalarını mizahla harmanlar ve işleri çoğu zaman iki disiplinin sentezidir. Örneğin 1982 yılında yaptığı “Sayın Sakıp Sabancı” deseninde şu sözler yazar: “Sabancı ailesi galaya geliyor. Son haftaların basında flaş siması S. Sabancı o gece çok neşeliydi”. Yorozlu, toplumda olup bitenlerden, haberlerden, olaylardan yola çıkarak işler üretir. Kendi ifadesiyle: “Beslenmem şöyledir; toplumu sürekli gözlerim. Yürürken, otururken, herhangi bir şeyden konu çıkartırım”.

                                           Şenol Yorozlu, 1982, “Sayın Sakıp Sabancı”

Yorozlu eyleme inanır. Sanatının motivasyonu değiştirmek için eylemektir. Türkiye’de yaşanan darbeleri ve Sivas Katliamı gibi önemli siyasi olayları yakından takip eder, siyasilerin söylemlerine dair dosyalar oluşturur. Örneğin, daha sonra Västerås Konstmuseum’un (çoğunlukla 20 yy. İsveç’li sanatçıların eserlerini sergileyen şehir müzesi) kalıcı sergisine girecek olan “Milyonluk Yemek 2” resmi, İstanbul’da ünlü bir otelde, mafyatik zenginlerden birinin yaptığı bol tantanalı ve tabancalı düğünün eleştirisidir. 

                                                Şenol Yorozlu, 1983, “Milyonluk Yemek 2”

1987 yılında “Yirmibirinci Yüzyıla Girerken Niçin Resim Yapıyorum?” başlığında bir manifesto yayınlayarak kendi sanatı ve dünyaya bakışı hakkında ipucu verir: “Dünyamız çok kritik bir dönemden geçiyor ve de çığırından çıkmıştır (…) Yaşanılan iki Dünya Savaşı ve ardından gelen soğuk savaş yılları, bugün de oluşturulmak istenilen nükleer savaş tehlikesi insanoğlunu korkunç bir yalnızlığa, kararsızlığa ve bilinçsizliğe itti (…) Sanatçı yapıtlarında gerçeği göstermekle yetinmez, onu onaylatma yerine değiştirme yönündeki eylemimizi de sürekli biçimde bize hatırlatır”. Yorozlu manifestosunu şöyle bitirir: “Yaptıklarım hem yerel motifleri, hem de evrensel anlatımları içerir. Bunu gerçekleştirirken sadece sanatı ve izleyiciyi yani toplumu ciddiye alıyorum”.

Ancak darbelerle şekillendirilen bir toplumun sanata ilgisi tartışmalıdır. Yorozlu, 1989’da İsveç’e giderek bir süre burada yaşar. İsveç’te denk geldiği Rodçenko sergisi işlerinde yeni bir döneme vesile olur. 90’lar boyunca yaşanan politik olayları takip eder. Eşi Rahşan Anter’in babası Musa Anter cinayetini araştırmaya başlar, gazete küpürlerinden ilgili haberleri keser, imgeler biriktirir. 2000’lerin başında “Yeşil” adını verdiği bir dizi soyut iş üretir. Bu seride yeşil rengi hem Amerikan dolarını hem de İslam’ı simgeler. Üstelik Musa Anter’in katilinin kod adı da Yeşil’dir. 

                                                      Şenol Yorozlu, 2001, “Yeşil”

Yorozlu kendisini tekrar etmeyi sevmez. Bu yüzden sürekli aynı biçimin etrafında dolandığı işler üretmek yerine, kendine bir dosya konusu açar ve bir seri üretim yaparak o dosyayı kapatır. 2009 yılında yaptığı “VaV” serisi de böyledir.  Bu resimlerinde Türkçe’de olmayan W harfinden yola çıkarak imkansızlıklara vurgu yapar.

                                       Şenol Yorozlu, 2009, “İnsan Gözlü Çifte Vav”, Vav serisinden

2012 yılında yaptığı “Zor Yolu” serisinde ise AKP iktidarıyla geçen zorlu 10 yılı konu edinir. Aynı yıl günlük soL Gazetesi’ne verdiği röportajda, bu sergideki bir işinden şöyle bahseder: “Bu sergide, diğer imgeleri dolaştıktan sonra, 2002/2012 isimli tabloyu yaptım; bu resmin formu yamuktur. Yamuk olan bir resmi ben yine yamuk astım çünkü bana göre, bu on yıllık süreç yamuktur. Tablodaki rakamlar hem bu on yıla hem de bu ülkede tek adam olmak isteyen birilerinin varlığına işaret ediyor”.

                                       
Şenol Yorozlu, 2012, “2002-2012”, Zor Yolu Serisinden

Yorozlu hayatının son anına kadar üretti. “Our Boys Did It (Bizim Çocuklar Yaptı/Başardı)” adındaki son sergisini Ocak 2023’de açmıştı. Serginin adı, 1980 darbesinden sonra Ortadoğu uzmanı Paul Henze’nin (CIA’nin Türkiye şefi) o dönemin Amerika Başkanı’na (Jimmy Carter) söylediği iddia edilen sözden geliyordu. Bu sergide yer alan “Seksek Oyunu” dikkat çekicidir. Yere çizilen seksek oyununu çocuksuzdur çünkü çocuklar tuvalin arkasındadır. Sanatçı, tuvalin arkasına bazı haberlerin küpürlerini yapıştırmıştır. Bu haberlerde savaş uçaklarının görüntülerinin altında seksek ve birdirbir oynayan çocuklar, Cumartesi Anneleri’nin süren mücadelesi ve kod adı Yeşil olan malum katilin hala yaşadığına dair haberler yer alır. Yorozlu, tuvalin önünü ve arkasını resmin bütünü olarak düşünür. 
                               
Şenol Yorozlu, 2023, “Seksek Oyunu”, Our Boys Did It Serisinden

                                                             
Şenol Yorozlu, 2023, Seksek Oyunu arka yüzey

Yorozlu resimlerinde formları sadeleştirir ve düşüncelerinin bir imgesine dönüştürür. Hem renkleri hem de formları minimize ederek en yalın hallerinde kullanır. Daire, üçgen, dikdörtgen gibi geometrik biçimleri yatay ve dikey eksenlerle ilişkilendirir. Böylece klasik kompozisyon öğelerini ve hatta Barok etkileri resmine taşır. Renkleri ise ana renklere yakın tonlarda ve sade kullanır. Yaptıklarıyla halka mesaj verdiğinin bilincindedir ve cevabını da verdiği şu soruyu kendine sorar: “Ama sanat hayatı değiştirir mi? Sanat hayatı değiştirmez, hayata bir not düşer (…) Tıpkı Picasso’nun İkinci Dünya Savaşı’nda faşistlerin bir kasabayı bombalamasını anlattığı Guernica gibi”. 

Yorozlu, ülkesini, halkını seven bir sanatçıydı. Son yıllarını geçirdiği İzmir Özdere’de atölyesinin civarında toplaşan çocuklarla her gün konuşur, onlara sanat üzerine bir şeyler anlatır ve sorular sormasını sağlardı. Yaşamını da sanatını da inandığı eyleme adadı ve eylemlerinin amacını yine en güzel kendisi anlattı: “Bu topraklarda birilerinin ‘Bizimkiler başardı’ dememesi ve bu toprakların insanlarının güzel, aydınlık günlere ulaşma başarısını göstermesi için çaba sarf etmeliyiz”.

İnandıklarının gerçekleşmesi umuduyla anısı mücadelemizde yaşayacak…

FİDE LALE DURAK / soL-Kültür





İstismarcı Hiranur Vakfı'ndan ÇEDES projesine karşı mücadele eden TKP'lilere tehdit + Hiranur Vakfı'nı rahatsız eden 'Çocuklarımızı bekleyen tehlike: ÇEDES' toplantısı yapıldı (soL)

 İstismarcı Hiranur Vakfı'ndan ÇEDES projesine karşı mücadele eden TKP'lilere tehdit

Hiranur Vakfı üyeleri Sarıgazi Semt Evi’nin bugün ÇEDES'e karşı yapacağı toplantıya katılacaklarını söyleyerek tehditler savurdu.

ÇEDES protokolü kapsamında okullarda din görevlisi atanmasına karşı verilen mücadele çocuk istismarıyla gündeme gelen İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur Vakfı'nı "rahatsız etti". 

Hiranur Vakfı üyeleri Sarıgazi Semt Evi’nin bugün saat 19.00'da yapacağı toplantıya "kalabalık' bir şekilde katılacaklarını söyleyerek bir "gözdağı" vermeye kalkıştı.

'Çocuklarımızı karanlığa teslim etmeyeceğiz'

Sarıgazi Semt Evi'nden konuyla ilgili yapılan açıklama şöyle:

"Çedes projesi kapsamında okullara manevi danışman adı altında imamlar atanıyor. Okullar iktidar eliyle tarikatlara ve cemaatlere açılıyor. Hep birlikte bu duruma karşı duvar örmek çocuklarımız için sorumluluğumuz.

Eğitimi tarikatların elinden kurtarmak için verdiğimiz bu mücadele Hiranur Vakfı'nı rahatsız etti. Sarıgazi Semt Evi’nin Çedes projesine karşı yapacağı toplantıya 'kalabalık' bir şekilde katılacaklarını söyleyerek bir “gözdağı” vermeye kalkıştılar. 

TKP'nin tarikatlara karşı verdiği mücadeleye devam edecek. 

Ülkemizi, geleceğimizi, çocuklarımızı karanlığa teslim etmeyeceğiz. 

Tarikatların işlerine çomak sokmaya devam edeceğiz. Saat 19.00’da Sarıgazi Semt Evi’nde yapacağımız toplantıya laiklikten yana olan, tarikatlara, cemaatlere ve karanlığa teslim olmayacak tüm Sarıgazilileri bekliyoruz."


                                                                     /././

Hiranur Vakfı'nı rahatsız eden 'Çocuklarımızı bekleyen tehlike: ÇEDES' toplantısı yapıldı 

Öncesinde Hira Nur Vakfı üyelerinin gözdağı vermeye kalkıştığı 'Çocuklarımızı bekleyen tehlike: ÇEDES' başlıklı toplantı velilerin katılımıyla Sarıgazi Semt Evi'nde yapıldı.

Çocuk istismarıyla gündeme gelen İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur Vakfı üyeleri bugün İstanbul'da Sarıgazi Semt Evi’nin "Çocuklarımızı bekleyen tehlike: ÇEDES" toplantısına "kalabalık' bir şekilde katılacaklarını söyleyerek gözdağı vermeye kalkışmıştı.

Sarıgazi Semt Evi'nden yapılan açıklamada "Tarikatların işlerine çomak sokmaya devam edeceğiz. Saat 19.00’da Sarıgazi Semt Evi’nde yapacağımız toplantıya laiklikten yana olan, tarikatlara, cemaatlere ve karanlığa teslim olmayacak tüm Sarıgazilileri bekliyoruz" denilmişti.

"Çocuklarımızı bekleyen tehlike: ÇEDES" başlıklı toplantı velilerin katılımıyla bu akşam Sarıgazi Semt Evi'nde yapıldı.

Semt Evi'nden yapılan açıklamada "Çocuklarımızın geleceğini gerici tarikatların eline bırakmayacağız. Laik, bilimsel ücretsiz ve kamucu eğitimi ülkemizde hakim kılacağız" denildi.



KISA KISA GÜNDEM (22 TEMMUZ 2023)

 


Erdoğan imzaladı: 5 ülkeye yeni büyükelçi ataması (Birgün)

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla bazı büyükelçilerin atanmasına ilişkin karar Resmi Gazete'de yayımlandı. Resmi Gazete'de yayımlanan karara göre; Paraguay Cumhuriyeti Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine, Konsolosluk İşleri Genel Müdür Yardımcısı Yavuz Kül, Fransa Cumhuriyeti Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine Yunus Demirer, Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Daimi Temsilciliğine Nevzat Uyanık, Mısır Arap Cumhuriyeti Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine Salih Mutlu Şen, İspanya Krallığı Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine Nüket Küçükel Ezberci, Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti Nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Muhammet Mücahit Küçükyılmaz atandı. Atamaların 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin 2, 3 ve 4'üncü maddeleri gereğince yapıldığı belirtildi.

Sicilya açıklarında 5,3 ton kokain ele geçirildi: 'Varış noktası Türkiye'ydi' (Birgün)

Sicilya adasında toplam piyasa değerinin 850 milyon euroyu aştığını belirtilen 5,3 ton kokain ele geçirildi. Konuya ilişkin açıklama yapan polis yetkilileri, Palau bandıralı ticari geminin, yükünü boşalttıktan sonraki varış noktasının Türkiye olduğunun tespit edildiğini söyledi.(https://www.birgun.net/haber/sicilya-aciklarinda-5-3-ton-kokain-ele-gecirildi-varis-noktasi-turkiye-ydi-454793)

Sevgi Evleri’nde dini eğitime sır perdesi: Diyanet personeli sayısı gizleniyor (Mustafa Bildircin-Birgün)

Sevgi Evleri’ne yönelik Diyanet çıkarmasına adeta sır perdesi çekildi. Diyanet’e bu sene CİMER aracılığıyla sorulan, “Sevgi Evleri'nde görevli Diyanet personeli sayısı kaçtır?” sorusu yedi aydır yanıtsız bırakılıyor. (https://www.birgun.net/haber/sevgi-evlerinde-dini-egitime-sir-perdesi-diyanet-personeli-sayisi-gizleniyor-454910)

İktidarın sopası RTÜK, Halk TV’ye bir ceza daha verdi(Cumhuriyet)

İktidarın sopası haline gelen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Halk TV için bir sansür kararına daha imza attı. Kanala, 5 program durdurma ve üst sınırdan para cezası verildi.

Muhalif kanallara ceza yağdıran iktidarın sopası RTÜKHalk TV'ye ceza yağdırdı.RTÜK'ün verdiği cezaya ilişkin Twitter hesabından bir açıklama yayınlayan Halk TV Yönetim Kurulu Başkanı Cafer Mahiroğlu, şunları kaydetti: "HALK TV yine ceza aldı, 5 program durdurma ve üst sınırdan para cezasını yarın sabah uygulayacağız. Üstelik bu ceza yine, yayına konuk olarak katılan, dokunulmazlığı olan bir milletvekilinin açıklamasına dayanıyor. RTÜK’ün yaptığı tartışmasız bir sansürdür. Biz mücadeleden yorulmadık, yorulmayız. Her şeye rağmen yolumuzda yürümeye devam edeceğiz."

Halk TV Haber Yayın Yönetmeni Bengü Şap Babaeker ise karara tepki göstererek şu ifadeleri kullandı: "Haksız cezalara mı öfkelenmeli yoksa uyarılmasına ve ceza geleceğini bilmesine rağmen canlı yayında slogan atanlara mı? İnsan bilemiyor bazen..."

10 bine yakın şirket kepenk indirdi: Art arda iflaslar (Birgün)


Ekonomik kriz şirketleri vurmaya devam ediyor. TOBB’un verilerine göre son 6 ayda yaklaşık 10 bin şirket kapandı. Haziranda kapanan şirket sayısı 2 bine dayanırken kurulanların sayısında da ciddi azalma görüldü. (https://www.birgun.net/haber/10-bine-yakin-sirket-kepenk-indirdi-art-arda-iflaslar-454912)

Erdoğan zam yağmurunu savundu, emekliye zamma kapıyı kapattı! (Birgün)

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Körfez turu sonrası uçakta gazetecilerin sorularını yanıtladı. Akaryakıttaki ÖTV artışı, yetersiz emekli maaşları ve ekonomik sorunlara yönelik sorulara yanıt veren Erdoğan, yapılan zammı 6 Şubat depremlerinin getirdiği 'mali yük'e bağladı, zammın "Bütçenin ihtiyaçları kapsamında" yapıldığını söyledi. Erdoğan, emekli maaşlarındaki düzenleme için ise yıl sonunu işaret etti.

Türkiye ekonomisiyle ilgili çok tartışılan bir konuyu sormak istiyorum. Akaryakıtta ÖTV artışıyla ilgili tartışmalar var. Bu konudaki yaklaşımınız nedir? Vatandaşın ekonomik olarak rahatlaması için süre verebilir misiniz? Bir de memurlara yapılan artış tatmin edici bulunmasına rağmen, emeklilere yapılan artış biraz yetersiz bulundu. Emekli maaşları konusunda yeni bir yaklaşımınız olacak mı? 

Akaryakıtta Hazine ve Maliye Bakanlığımız vergi ile alakalı bir düzenleme yaptı. Özellikle ÖTV’nin maktu olmasından dolayı çok uzun zamandır enflasyon güncellemesi yapılmamıştı. Bu nedenle ÖTV’de böyle bir artışa gidildi. Özellikle 6 Şubat depremlerinin getirdiği yoğun mali yük, bu anlamda bütçenin ihtiyaçları kapsamında böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyduk. Tüm bunlara rağmen akaryakıt fiyatlarında Türkiye, Avrupa’nın en ucuz ülkelerinden biri. Akaryakıtta zaten bir otomatik fiyatlandırma mekanizması var. Dünyadaki fiyatlar çerçevesinde belirleniyor. ÖTV artışıyla yapılan da depremin etkileri, depremle mücadele ile alakalı Türkiye’nin ihtiyaçları kapsamında yapılmış bir vergi düzenlemesidir.

Emekliler noktasında da yıl sonu itibarıyla yeniden bir değerlendirme yapmamız söz konusu.

Memura, işçiye ve emekliye bütçe şartlarını zorlayarak yapabileceğimiz en iyi zammı yaptık. Kimseyi enflasyona ezdirmeyeceğimize dair söz verdik ve şu ana kadar da ezdirmedik. SSK ve BAĞ-KUR emeklilerimize enflasyon zammına ilave refah payı verilerek zam oranını yüzde 25'e yükselttik. Memur emeklilerine de aynı şekilde yüzde 25 oranında zam yapıldı. Enflasyonun üzerinde artışlar yapıldı. Biz memurumuza, çalışanımıza, emeklimize bu zamları yaparken, bazı fırsatçı, açgözlüler de adeta vatandaşın cebine elini uzatıyor. Bu fırsatçılara izin vermeyeceğiz. Ticaret Bakanlığımız, denetimlerini sıklaştırdı, cezai işlemleri artırıyoruz.

Ekosistem bozuldu, hastalıklar arttı (Sibel BAHÇETEPE-Birgün)

Son günlerde keneye bağlı ölüm haberlerinin peş peşe gelmesi endişeleri artırdı. Veteriner hekimler, ekosistemin tahribatıyla hayvanlardan insana bulaşan hastalıkların giderek daha sık görüleceğini söyledi. (https://www.birgun.net/haber/ekosistem-bozuldu-hastaliklar-artti-454907)

İstanbullular dikkat! Taksicilerden zam oyunu (Cumhuriyet)

İstanbul'da indi-bindi diye tabir edilen kısa mesafe ücretinin 75 TL'ye yükseltildiği iddia edildi. Cumhuriyet'e konuşan İstanbul Taksiciler Esnaf Odası Başkanı Eyüp Aksu, “Bu iddialar dedikodu. Zam artışı olmadı” dedi.

Cumhurbaşkanı kararıyla akaryakıta ve Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne (MTV) gelen zamların ardından gözler toplu taşıma ücretlerine yapılacak zamlara çevrildi. İddiaya göre İstanbul’da bazı taksiciler 40 TL olan indi-bindi ücretini zam geldiğini ileri sürerek 75 TL olarak almaya başladı. İddia bir sosyal medya hesabı üzerindeki bir paylaşımla ortaya çıktı. Zam iddialarıyla ilgili Cumhuriyet’e konuşan İstanbul Taksiciler Esnaf Odası Başkanı Eyüp Aksu, “Perşembe günü tarifelerin artışıyla ilgili İBB’de alt komisyon toplantısı oldu. İBB’nin kilometre başı 57.22 oranında zam yapması, indi-bindinin de 70 TL olması konusunda teklifi vardı. Biz de esnaf odası olarak kabul etmedik. Bu iddialar dedikodu. Zam artışı olmadı” dedi. (ANKARA’DA YÜZDE 50) Öte yandan, dün Ankara’da taksi ücretlerinde fiyat düzenlemesine gidildi. İndi bindi, açılış ve kilometre fiyatlarına yüzde 50’ye yakın zam geldi. İndi bindi ücreti 50 lira, açılış ücreti 18 lira, kilometre ücreti ise 15 lira olarak belirlendi.

Erdoğan 'mülakat kalkacak' demişti: Daire başkanı eşini şube müdürü yaptı (Sefa Uyar-Cumhuriyet)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Mülakatı kaldıracağız” sözü vermişti. Çalışma Bakanlığı’nda yüksek puan alan adayların mülakatla elendiği, daire başkanının eşinin müdür yapıldığı ortaya çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/erdogan-mulakat-kalkacak-demisti-daire-baskani-esini-sube-muduru-yapti-2101476)

Marmaris 3. kez kitaplarla buluştu(Cumhuriyet) 

3. Marmaris Kitap Günleri, Saman İskelesi’nde açıldı.

Atatürkçü Düşünce Derneği Marmaris Şubesi halk oyunları ekibinin gösterisinin ardından açılış kurdelesi kesildi.Burada küçük bir konuşma yapan belediye başkanı Mehmet Oktay, üçüncü kez yapılan fuarı gelenekselleştirmek için çaba gösterdiklerini belirterek “Marmaris’te kültür, sanat ve edebiyat anlamında gelenekselleşen etkinliklerimiz maalesef yoktu. Ama bu sene ikincisini yaptığımız Kültür ve Sanat Festivali’nin ardından bugün açılışını yaptığımız üçüncü Kitap Günleri, artık gelenekselleşmeye doğru yol alıyor. Hedefimiz Marmaris’in adının kültürle, sanatla da anılması” diye konuştu. Kitap Günleri 10 Ağustos’a kadar sürecek.(BUGÜNKÜ ETKİNLİKLER)  10 Ağustos’a kadar devam edecek etkinliğe bu yıl 16 yazar, 30 yayınevi katılıyor. Etkinlik kapsamında yerel yazarlar da kitaplarını okuyucuları için imzalayacak. Mustafa Balbay, Işık Kansu  bugün; Şükrü Erbaş 29 Temmuz’da kitaplarını imzalarken, ünlü tarihçi Sinan Meydan da 30 Ağustos’ta bir söyleşi yapacak.

Büyük depremleri 2 saat önce öngörmeye yarayabilecek bir sinyal keşfedildi (soL)
Fransa'da bilim insanları, büyük depremlerden yaklaşık 2 saat önce faylarda hafif kaymalar başladığını gösteren kayıtlara dair bir analiz yayınladı.

Fransa'nın Côte d'Azur üniversitesinden bilim insanları son 20 yıl içinde yapılmış 7'nin üzerindeki şiddette depremlere ait kayıtları bir arada analiz ettiler. Science dergisinin aktardığı sonuçlara göre, bilim insanları, büyük depremlerden yaklaşık 2 saat önce faylarda hafif kaymalar başladığını keşfettiler. Diğer yandan, çalışmayla ilgili Science dergisi muhabirlerine görüş bildiren başka deprem bilimciler, yapılan istatistiksel analizlerde eksikler olabileceği uyarısında bulundular. Haberde, bu bulgunun deprem önlemek için yakın zamanda kullanılmayacağı da belirtildi. Bunun bir sebebinin, sinyalin yer hareketi ölçüm cihazlarının ancak çok yoğun kullanıldığı bölgelerde tespit edilebilir olmasının olduğu aktarıldı. Bununla birlikte, bu yöntemle depremi öncesinde tahmin etmek için fayın ne yönde kırılacağının önceden bilinmesi gerektiğine işaret ediliyor. Buna göre, fayın ancak çok iyi modellenmiş olduğu yerlerde tahmin gerçekleşebilir. Depremleri gerçekleşmeden önce tahmin etmek için bugün halen etkili bir yöntem yok. Günümüzde kullanılan yöntemler en fazla iki dakika öncesinde depremin olacağını öngörebiliyor.

(derleyen: mstfkrc) 


 

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...