Suna Pekuysal: “Lüküs Hayat”la ölümsüzleşen tiyatro ve sinemanın “huysuz”, komik kadını (I+II)- Mesut Kara/EVRENSEL

 

(I)  Yeşilçam yıldız sistemine dayanıyordu, seyirciyi etkileyen, filme iş yaptıran, yeni film siparişi sağlayan güzel yüzlü, güzel fizikli kadınlar ve güzel yüzlü erkeklerden oluşan, yıldızlaşan başrol oyuncuları bu sistemin olmazsa olmazıydı. Bölge dağıtımcıları yapımcılara iş yapan, para kazandıran yıldızların oynadığı yeni filmlerin siparişlerini veriyorlardı. Konu, senaryo hatta yönetmen önemli değildi, başrolünde dağıtımcının istediği, salonları dolduran, para kazandıran yıldızın, yıldızların oynaması yeterliydi. Örneğin dağıtımcı yapımcıyı arayıp “Bana Türkan Şoray’lı ya da Ediz Hun’lu bir film yap konu önemli değil” diyebiliyordu.

Bu “starstandartları”na uymayan oyunculuk yeteneği yüksek, başarılı birçok oyuncunun payına da ikinci, üçüncü rollerde, yardımcı oyuncu, “karakter oyuncusu” olmak düşüyordu. Yıldız sisteminin yıldızı olamayan, ikinci, üçüncü kadın ya da erkek rollerinde izlediğimiz bu oyuncuların birçoğu, sistemin yıldızı olmasalar da seyircinin gönlünde yıldızlaşıyor, çok seviliyordu. Hulusi Kentmen, Vahi Öz, kötü adamı oynasalar da Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş, Önder Somer, kadınlardan Aliye Rona, Suzan Avcı, Ayfer Feray ya da başrol oynayan Sevda Ferdağ, Nilüfer Aydan ve adlarını ekleyebileceğimiz çok sayıda oyuncu sistemin değilse de halkın, izleyicinin yıldızları olarak sinema tarihimizde iz bıraktılar.

“Ben sahnede öleceğim” diyen ve sağlık sorunlarına rağmen son yıllarına kadar sahnede, perdede, ekranda izlediğimiz unutulmaz Oyuncu Suna Pekuysal da seyircinin gözünde, gönlünde yıldızlaşan oyunculardandı.

Kimlik adıyla Adile Suna Bulaner olan, soyadı kanunu çıktıktan sonra annesinin soyadını alarak Suna Pekuysal olan Suna Pekuysal’ın yaşam öyküsü 24 Ekim 1933 tarihinde, İstanbul’da başlar. Harbiye’de okuyan babası İlhami Bey, attan düşerek kalçasını kırar fakat ihmaller ve o günlerin koşulları, tıbbi olanakları nedeniyle kırık yanlış kaynadığından yaşamını koltuk değnekleriyle sürdürmek zorunda kalır. Hayata küsen ve yatalak durumdayken komşu kızı Hadiye Hanım’la evlenen İlhami Bey, Adile Suna doğduktan yedi ay sonra henüz 27 yaşındayken hayatını kaybeder.

SUNA SAHNEDE BÜYÜR

Annesi Cağaloğlu Halkevinde amatör olarak tiyatro yapıyordur. Okul dışındaki zamanlarını burada annesiyle beraber geçiren Suna da bir anlamda burada büyür. Suna, İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan ve Bale Bölümünde öğrenim görüyordur. “Halkevi oyunlarının dekorunu hazırlayan Reşat Bulaner de Suna’nın ikinci babası olur. Babası dekoru yapıyor, annesi o dekorda oynayan oyunculardan biri oluyordu.(1)

Suna Pekuysal ilk kez 1949’da İstanbul Şehir Tiyatrosunun çocuk bölümünde, Kadri Ögelman’ın “Artist Aranıyor” adlı oyununda sahneye çıkar ve Suna Pekuysal’ın hayatının sonuna kadar sürdüreceği sahne/tiyatro serüveni başlar. 3 yıl sonra da Suna’yı, dram bölümüne alırlar.

Darülbedayi kurulmuştur; fakat annesi Hadiye Hanım, ikinci evliliğinden olan iki kızından dolayı oraya geçemez. Annesi bu olanaktan yararlanamasa da Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu kurucularından Ferih Egemen, halkevine geldiğinde küçük Suna’yı alır, götürür ve henüz 13 yaşında “Efe Ali” adlı oyunda masal anlatan inci abla rolünde oynamasını sağlar. Böylece Suna Pekuysal darülbedayiye ilk adımını atmış olur. Çok yeteneklidir, oyunlar arka arkaya gelir.

Ankara konservatuvarının başvuru tarihini kaçırınca yeni dönemi beklemek yerine Dram Tiyatrosundan gelen rolleri değerlendirir, burada sahneye çıkmayı sürdürür “Gelin” adlı oyundaki bulaşıkçı kız rolü, Suna’nın ilk önemli rolü olur.

O yıllarda da çok muziptir Suna Pekuysal. Birgün Tepebaşı Dram Tiyatrosunda sonradan aynı sahneyi paylaşabileceği dönemin önemli ve ünlü oyuncuları Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Şükriye Atay ve Şaziye Moral sohbet ederken Suna Pekuysal yanlarına giderek “Ne zaman öleceksiniz de bir rol oynayabileceğiz?” der. “O nasıl laf” deseler de çok gülerler Suna’nın söylediklerine.

Gözü tiyatrodan başka bir şey görmeyen Suna Pekuysal sahnede yıldızlaşmaya başladığı günlerde aynı oyunda oynadıkları ve Suna’ya aşık olan Ergun Köknar, oyunun ortasında Suna Pekuysal’a aşkını ilan eder. 1964 yılında evlenirler, 1973 yılında oğulları Sait Ali dünyaya gelir.

Suna geç evlenmiş, 39 yaşında hamile kalmıştır. O günlerde oynadığı bir filmin çekimleri sırasında düşer ve omurgası zarar görür. Bu durumda 9 aylık hamilelik süreci ve doğum yapması çok risklidir. Eşinin ve doktorlarının tüm uyarılarına, itirazlarına rağmen oğlunu doğurur. Ancak doğumda omurgası daha da zedelenir, doğum sonrası iki büklüm kalır. Çok sayıda ameliyat geçirse de düzelmez, eski sağlığına kavuşamaz.

Tiyatro aşkı, sahneye çıkma yolculuğu sürerken sinema oyunculuğu da başlar. Kamera karşısına ilk kez 1951 yılında “Evli mi Bekar mı” adlı kısa filmle geçer. 1952 yılında da Talat Artemel’in yönettiği “Can Yoldaşı” filmiyle ilk kez bir sinema filminde Suna Bulaner olarak yer alır.

SİZE SAYGIMDAN EFENDİM

1953 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği, sinema tarihimizin ilk renkli sinema filmi olan ve sponsor desteğiyle çekilmiş ilk film “Halıcı Kız”da Heyecan Başaran, Agah Hün, Asuman Korad, Altan Karındaş, Müfit Kiper, Kadri Ögelman, Münir Özkul, Kamuran Yüce, Şükran Güngör, Sadri Alışık gibi birçok önemli oyuncuyla birlikte Hacer rolüyle Suna Pekuysal da yer alır.

Suna Pekuysal’ın yaşam öyküsünü, tiyatro, sinema yolculuğunu bir sonraki yazımızda tamamlayacağız. Bu haftaki yazıyı Haldun Dormen’in aktardığı bir anekdotla bitirelim:

“Bir gün büyük bir markette alışveriş ederken güler yüzlü bir hanım yanına yaklaşmış ve ‘Suna Hanım, sizi Lüküs Hayat’ta seyrettim ve bayıldım. Zaten eskiden beri size hayranım’ demiş. Arkasından da en münasebetsiz bir biçimde, ‘Niye hep böyle eğik duruyorsunuz?’ diye abuk sabuk bir soru sormuş. Suna Pekuysal hiç düşünmeden: ‘Size olan sonsuz saygımdan efendim’ diye yapıştırmış yanıtını.”

Yararlandığım kaynak:
(1) Önemli İnsanlar: https://www.youtube.com/watch?v=pCFGP5L1OxI&t=12s

                                                                            /././

(II) 250’den fazla oyunda, 300’e yakın sinema filminde, televizyon filmlerinde ve dizilerde başrol ya da yan rollerde oynayan Suna Pekuysal, hayal ettiği tüm oyunlarda oynadığını söyler. Bir açıklamasında, “Kadınlar”, “Çatıdaki Çatlak”, “Haydi Öldürsene Canikom”, “Lüküs Hayat”, “Ahududu”, “Keşanlı Ali”, ve ‘Tırpan”daki rollerini çok sevdiğini söyleyerek “Aslında iyi oyun çıkarabilmek için üstlendiğin kimliği sevmen, benimsemen şart. Aksi halde vasatın üzerine çıkamıyorsun” der.

 Suna Pekuysal eşiyle kurdukları Üsküdar Oyuncuları Topluluğunun oyunlarında 1970-1973 ‘te rol aldı, Fakir Baykurt uyarlaması “Tırpan”daki rolüyle 1980 Avni Dilligil ve Ulvi Uraz ödüllerine değer görülür.

Ekrem Reşit Rey’in 1933’te kaleme aldığı, Cemal Reşit Rey’in bestelerini yaptığı, İstanbul Şehir Tiyatrolarında 1984’te sahnelenen ve Haldun Dormen’in sahneye koyduğu “Lüküs Hayat” operetinde uzun yıllar Zihni Göktay ile aynı sahneyi paylaşan Suna Pekuysal, bu oyundaki rolüyle 1986 Sanat Kurumu ve 1987 İsmail Dümbüllü Ödüllerini kazanır.

1997’de 16. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü verilen sanatçı 2003’de 25. SİYAD Türk Sineması Ödüllerinde “İnşaat” filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın oyuncu Ödülü’nü alır.

Ayrıca,1998 Afife Tiyatro Ödülleri-Nisa Serezli Aşkıner “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”, 2000 “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”, 2001 38. Antalya Altın Portakal Film Festivali “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve 2003 “Muhsin Ertuğrul Tiyatro Emek Ödülü”ne değer görülür.

Suna Pekuysal, oyunculuğun yanında seslendirmeler de yapar. En unutulmazı ’70’li yılların efsanelerinden “Arkası Yarın” adlı radyo tiyatrosunda yaptığı seslendirmelerdir. Radyo tiyatroları için şöyle der: “Bak şunun altını çizerek söylüyorum, radyodaki o temsiller vardı ya bir ömürdü onlar benim için. Bugün çağırsalar, ‘Haydi gel Suna Pekuysal’ deseler, koşarım yine. Koşmak ne kelime, uçarım, uçarım.”

"SANATÇININ EMEKLİSİ OLMAZ"

Suna Pekuysal, 54 yıl Şehir Tiyatrolarında görev yaptıktan sonra, 24 Ekim 1998 yılında Şehir Tiyatrolarından emekli edilir. “Sanatçının emeklisi olmaz, sahnede ölmek istiyorum” diyerek emekliliği kabullenmek istemez ve bir köşeye çekilmez. Emekli olduktan sonra Şehir Tiyatrolarında Joseph Kesselring’in yazdığı ve Çetin İpekkaya’nın yönettiği “Ahududu” adlı oyunda konuk sanatçı olarak rol alır. Tiyatrodan emekli olsa da tiyatroya, oyunculuğa olan tutkusu, aşkı sürer, sinemada irili ufaklı rollerde kamera karşısına geçer. Çoğu rolleri küçük olsa da oyunculuğuyla sempatisiyle beyazperde de devleşir, seyircinin gönlünde, gözünde yıldızlaşır.

İşine olan tutkusu, iş disiplini, sempatik tavırları, açık sözlülüğü ve muzipliğiyle sinemada da sevilen Suna Pekuysal’a arka arkaya film teklifleri gelir, o da teklifleri değerlendirip rolünün hakkını vererek oynar. Seyircinin salonlardan çekilip evine kapandığı, her eve televizyon girdiği yıllarda dizi sektörü de gelişmeye başlar.

BEYAZ CAMDA DA GÖSTERİR OYUNCULUĞUNU

Suna Pekuysal ilk kez 1979 yılında “Tatlı Çarşamba” adlı diziyle ekranlarda yerini alır. Senaryosunu Ali Atik’in yazdığı, yönetmenliğini Aydoğan Ergezen’in yaptığı “Tatlı Çarşamba”da Yavuz Şeker, Hale Akınlı, Ayşegül Atik, Oya Aydonat, Ajlan Aktuğ, Ali Atik, Ekrem Dümer, Handan Adalı, Ayten Erman, Hüseyin Baradan, Renan Fosforoğlu gibi tanıdık, bildik önemli oyuncularla birlikte oynar. Sonrasında oynadığı dizi sayısı da çoğalır. Televizyon ekranlarında sırasıyla “Annem Annem” (1980), “Kuruntu Ailesi (1983), “Uğurlugiller” (1988), “Ah Şu Komşularımız” (1990), “Yaz Evi” (1993), döneminin efsane dizisi “Süper Baba” (1993), “Bizim Takım” (1993), “Evlere Şenlik” (1993), “Üçüzler” (1993), “Boşgezen ve Kalfası” (1995), “Yasemince” (1997), “Evimiz Olacak mı?” (1999), “İstanbul’da Bir Malatyalı” (2000), “Yeter Anne” (2002), “Ekmek Teknesi” (2002), “Hayat Bilgisi” (2003) “Avrupa Yakası” (2004), “Geçmiş Zaman Olur ki” (2006), “Yalancı Yarim (2006)

Tiyatroda, sinemada olduğu gibi yoğun bir televizyon dizileri süreci (neredeyse her yıl ya da iki yılda bir) yaşar Suna Pekuysal. Özkan Uğur’la başrollerinde oynadıkları ve muhteşem performansıyla izleyenleri kahkahaya boğdukları büyük beğeniyle izlenen “Yeter Anne” dizisi sergiledikleri oyunculuklarıyla unutulmazlar arasına girer.

Dizideki rolü için şunları söyler Suna Pekuysal: “Yeter Anne’deki rol sanki benim için yazılmış, ben oynamıyorum ki, öyleyim sağım solum belli olmaz. Birden parlarım ama bak insan olarak uysalımdır, her şeye uyarım. Parlasam da saman alevi gibi hemen sönerim, hiç kin tutmam.”

14 yıl aralıksız oynadığı “Lüküs Hayat”la tiyatroda ölümsüzleşen Suna Pekuysal oynadığı 250’nin üstündeki sinema filmindeki oyunculuğuyla, sempatisiyle, ‘huysuz fakat tatlı ve komik kadın’ rolleriyle sinema tarihine de adını yazdırırken, 1979-2006 yılları arasında yer aldığı televizyon filmleriyle, dizilerdeki oyunculuğuyla da milyonların sevgisini kazanarak unutulmaz sanatçılar arasındaki yerini alır.

2007 yılında “Avrupa Yakası”nın 4. sezonunda izlediğimiz Suna Pekuysal, 17 Temmuz 2008’de evinde düşer, kalça kemiği kırılır. İstanbul Tıp Fakültesinde tedavi altına alınarak, ameliyat edilir fakat sonrasında yoğun bakıma alınır. Burada solunum cihazına bağlanan Suna Pekuysal, 22 Temmuz 2008 günü hayatını kaybeder.

Mesut Kara/EVRENSEL

İsrail nasıl kuruldu? Bilinmeyen yönleriyle İsrail’in kuruluş öyküsü(1) + 6 Gün Savaşı: İsrail'in fiili işgalinin başlangıcı (2) (OGÜN ERATALAY-soL/Özel)

 

İsrail nasıl kuruldu? Bilinmeyen yönleriyle İsrail’in kuruluş öyküsü(1)

İngiliz emperyalizmi, Osmanlı’dan devraldığı toprağa nifak tohumlarını ekti. Halkları birbirine düşürmek, kendi hakimiyetini sağlıyordu. Çok sayıda katliam, nihai bölünmeye yol açtı.

Resmî tarih yazımına göre İsrail 1948 yılında Birleşik Krallık birliklerinin çekilmesinin ardından Filistin Mandasına son verecek şekilde bağımsızlığını ilan etmesiyle kuruldu. Sonrasında çıkan Arap-İsrail Savaşı döneminde saldırıya uğrayan İsrail devleti, karşısındaki Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak birliklerini mağlup ederek Filistin topraklarında denetimi altına aldı.

Durumun bundan daha karmaşık olduğu tahmin edilebilir. Ancak burada tarih kitaplarında yazılmak istenmeyen ayrıntılara ve emperyalizmin bölgeye dair uygulamaya koyduğu planlara odaklanacağız.  

Araplar Osmanlıyı arkasından vurdu masalı

Günümüzde ülkemizde bulunan göçmenlere yönelik ırkçılığın da kaynaklarından olan bu söylem doğru değil. Osmanlı İmparatorluğu köhnemiş ve halktan kopuk bir meşruti monarşi rejimiydi. Ömrünü doldurmuş olan rejim patlak veren dünya savaşında Almanya imparatorluğundan yana olmuş, ordularının komutasını Alman komutanlara vermekten çekinmemişti. 

Alman imparatorluğunun çıkarlarını düşünen Almanlar Osmanlı ordusundaki askerlere kötü muamele etmiş, kendi çıkarları için cepheye sürmekten geri durmamıştır. Zaten Osmanlı ekonomisinin içinde bulunduğu iflas hali nedeniyle mühimmatsız, erzaksız, donanımsız savaşmak zorunda kalan erat buna rağmen oldukça başarıyla savaşmıştır. Bunlara her ulus ve milletten askerler ve Araplar da dahildir. 

İngiliz emperyalizminin feodal aşiret ilişkilerini kullanarak çıkardığı ayaklanmalar sebebiyle Arapların toptan ihanet içinde olduğunu söylemek yanlıştır. Hele de Filistin cephesinde Osmanlı’yı esas yenen “Arabistanlı Lawrence” değil tam tekmil hazırlıklı, donanımlı, levazım hizmetleri güçlü, modern silahlara sahip ve mühimmat sıkıntısı çekmeyen İngiliz ordusudur.

Öte yandan, “Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdu” lafı, biraz üzerinde düşünülünce anlamsızlaşır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı’yı arkadan vurarak kurulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı’dan aldığı emirlerine aksine Anadolu’da direniş örgütlemiş, Kurtuluş Savaşı boyunca Osmanlı hanedanı direnişçilere karşı gerici isyanlar çıkarmaktan geri durmamıştır.

Sykes-Picot Anlaşması

Bölgeye dair emperyalist ülkelerin niyetleri en iyi Sykes-Picot anlaşmasında görülür. İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız mevkidaşı François Georges-Picot tarafından Osmanlının bölgedeki topraklarının pay edilmesini içeren anlaşma, Arap aşiretlerinin Osmanlı egemenliğine karşı ayaklanması karşılığında bağımsızlık vaadini içeriyordu. Vladimir İlyiç Lenin önderliğinde Bolşevikler Rusya’da Ekim Devrimini gerçekleştirmiş olmasaydı, dünya kamuoyu bu bilgilere sahip olmayacaktı. Çarlık Rusyası'nın kimi taleplerini de içeren anlaşma 23 Kasım 1917’de Moskova’da ifşa edildikten sonra 26 Kasım 1917’de İngiliz The Manchester Guardian (günümüzdeki The Guardian gazetesinin öncülü) gazetesinde yayımlanmasıyla emperyalizmin oyunları açığa çıkmıştır.

Milletler Cemiyeti, Fransa-Suriye Savaşı ve 'kral' ilan edilenler

O zamanki adlandırılmasıyla Büyük Savaş’ın 1918 yılında sona ermesiyle beraber emperyalist ülkeler eski Osmanlı topraklarında planladıklarını yapmaya girişirler. Bugünkü Suriye bölgesinde hak iddia eden Fransa, bölgede ayaklanan aşiretlerin üzerine yürümüş ve askeri olarak yenilgiye uğratmıştır. Tamamen kişisel asalet iddiaları ve aşiretlerde cisimleşen iktidarlarını genişletmek isteyen yerel Arap “krallar” Suriye’den kovulmuştur. O dönemde kurulan veya temelleri atılan, sınırları emperyalistlerin masalarında çizilen yapay devletler, başlarına atanan aşiret liderleriyle “bağımsız” olarak yola koyulacaktır. Mısır’dan Suriye’ye, Irak’tan Ürdün’e bu ülkelerin pek çoğunda emekçi halklar zamanla başlarındaki iktidarı sorgulayacak ve kimi örneklerde başarılı şekilde alaşağı edebileceklerdir.

Nisan 1920 Nebi Musa olayları

İngiltere’nin yapılan emperyalist paylaşımda kendi yönetim bölgesine düşen alanlardan birisi de Filistin topraklarıdır. Manda yönetimi olarak tariflenen bölgede Müslüman ve Hıristiyan Araplar ve Yahudiler bir arada yaşar. Ancak küresel ölçekte arkasında önemli bir sermaye desteği bulunan Siyonist hareket artık bölgeye yoğun şekilde göç etmeye başlamıştır. 

Bulundukları her ortamda emperyalistlerin desteğini alarak örgütlenen Siyonistler bu dönemde Haganah adlı milis kuvvetini oluşturmuştur. İleriki dönemde İsrail Ordusunun bel kemiğini oluşturacak olan bu örgüt Araplara karşı düzenlenen saldırılarda başı çekmiştir. Burada bahis konusu olaylar 4 Nisan 1920 tarihindeki Nebi Musa şenlikleri sırasında Yahudi yerleşimlerinin protestosuyla başlamış ve İngiliz birliklerinin adeta çatışmaya çanak tutmasıyla tırmanmıştır. Dört gün süren olaylarda 5 Yahudi ve 4 Arap öldürülmüş, iki toplumun arasına ayrılık tohumları İngilizler eliyle ekilmeye başlanmıştır.

1 Mayıs 1921 Yafa olayları

Bir dikkat çekici nokta da 1 Mayıs 1921 günü düzenlenen işçi eylemleri sırasında yaşanmıştır. Kuzeyde, Rusya’da kuruluşunu artık büyük ölçüde tamamlamış olan işçi iktidarının yaydığı umut bölgeye de sirayet etmiştir. İşçi Bayramı eylemleri sırasında bugünkü İsrail Komünist Partisi’nin öncüllerinden Yahudi Komünist Partisi (Filistin) tarafından dağıtılan Arapça ve Yidiş bildirilerde bölgede İngiliz egemenliğine karşı çıkılır. Parti tarafından taşınan pankartta ise Filistin’de sovyet yönetimi kurulması çağrısı yapılmaktadır. 

Komünistlerin gösterisini siyonist Yahudiler ve İngiliz kolluk güçleri engellemeye çalışınca Tel Aviv-Yafa bölgesinde iki farklı taraftaki Yahudiler arasında kavgalar başlar ve kargaşa yayılarak devam eder. Polis tarafından havaya ateş açılır. İngiliz istihbaratı bölgedeki Arapları galeyana getirmek amacıyla Arapların saldırıya uğradığı yönünde söylenti çıkarınca Araplar Yahudilere karşı saldırıya geçer. Bu sırada Yahudiler el altından İngiliz silahlarıyla desteklenmiş ve katliamın önü açılmıştır. 

Her iki toplum da emperyalizmin müdahalesiyle birbirine karşı katliam gerçekleştirmiş ve iki toplum arasında artık düzelmesi olanaksız uçurumlar oluşmuştur. Emperyalizmin bölgedeki varlığı ise sorgulanmaz hale gelmiştir.

1929 Ağlama Duvarı Ayaklanması

Emperyalizm ve küresel Yahudi sermayesinin desteğiyle Filistin bölgesine gelişleri giderek artan Yahudi göçmenler ve kurdukları yerleşimler dönemsel olarak protestolara ve olaylara yol açmaktadır. Müslümanlar ve Yahudiler için ortak kutsal alanların kullanımındaki anlaşmazlıklar nedeniyle olaylar patlak verir. İlk bakışta olaylar El-Aksa Camii’nin önündeki Ağlama Duvarının mülkiyetinden kaynaklansa da iki toplum da birbirine karşı katliama girişmiş, yüzlerce kişi katledilmiştir. 

1936-39 Arap Ayaklanması

Bölgedeki toplumsal sorunlar giderek artmaktadır. Her yıl yaklaşık 60 bin Yahudinin bölgeye gelmesi ve Yahudi sermayesi eliyle toprak alımlarının yanı sıra Filistinli Araplara yönelik zorla kentlerden atılma ve dışlanmalar toplumsal bir tepki biriktirmiştir. Yahudilerin kurmaya çalıştıkları devlete karşı yoksul Arapların bağımsızlığını savunan hareketler bu dönemde güçlenmiştir. 

1936 yılı Nisan ayında İzzettin el-Kassam’a bağlı gruplarla Yahudiler arasında çıkan çatışmalarda ölümlerin yaşanması üzerine Kudüs müftüsü tarafından 16 Nisan tarihi Filistin Günü olarak tanımlanmış ve genel grev ilan edilmiştir. Üç yıla yayılan ve ayaklanma halini alan eylemler Yahudi sermayesi tarafından desteklenen İngiliz yönetimi ve bölgedeki Yahudi milisleri tarafından dönemsel taktiklerle yavaş yavaş bölünerek parçalanmış, etkisiz hale gelince de vahşice bir şiddetle ezilmiştir.

İlk başlarda Filistinli aydınlarla temas eden manda yönetimi kimi yasal güvenceler vaat etmekten geri kalmayarak Filistin saflarını bölmeye başlamış, çevre ülkelerdeki Arap liderlikleri eliyle gözdağı vermiştir. Sonraki safhada eylemler kırsala hapsedilmiş ve sürmesine göz yumulmuştur. Bu süre zarfında eylemcilerin yerel bağları kopartılmaya çalışılmıştır. Son aşamada ise başta Yahudi milis örgütleri olmak üzere İngiliz ordu birlikleri tarafından gerçekleştirilen harekâtta yalıtık durumdaki direnişçiler katledilmiştir. Ayaklanma sonrasında yaklaşık 5 bin Filistinli, 500 Yahudi de hayatını kaybetmiştir.

1948 Savaşı

İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler ve Fransa, Ukrayna, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Slovakya, Polonya, Baltık ülkeleri gibi işgal altındaki topraklarda onlarla müttefik yerel güçler tarafından gerçekleştirilen katliamlarda direnişçilerin ve komünistlerin yanı sıra Yahudilerin öldürülmeleri, sistematik olarak imha kamplarında katledilmeleri dünya kamuoyunda Yahudilerin lehine bir hava estirmiştir. Ayrıca Nazilere karşı çeşitli ülke orduları altında savaşmış olan Yahudiler savaşın ardından memleketlerine döndüklerinde önemli bir silahlı güç haline gelmiştir. 

Savaşın ardından kurulan Birleşmiş Milletler’in gündemine gelen Filistin Mandası, Birleşmiş Milletler’in 29 Kasım 1947’de aldığı 181 numaralı kararla iç savaşa sürüklenir. Plana göre İngiliz manda bölgesi İsrail ve Arap devletlerine ayrılacak, Kudüs kentinde özel bir rejim tesis edilecek, İngiliz birlikleri de bölgeden çekilecektir. Plan Yahudiler tarafından kabul edilse de nüfusun üçte ikisini oluşturan Arap nüfusa toprakların %38’inin verilmesinin planlanması sebebiyle Araplar tarafından kabul edilmemiştir. Arapların hiçbir şekilde haklarından vazgeçmeyeceklerini ilan etmeleriyle beraber 30 Kasım itibariyle iç savaş patlak vermiştir. 

Bölgedeki Arap ülkelerinden de destek alan Arap orduları ilk başlarda önemli kazanımlar elde etse de bölgede hala varlığını sürdüren İngilizlerden ve emperyalist ülkelerden destek alan Yahudiler cephede başarı kazanmaya başlar. 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiltere’nin bölgeden resmen çekilmesinin hemen ardından İsrail devleti ilan edilir. Bu ilan üzerine başta Mısır olmak üzere Ürdün ve Irak orduları yeni ilan edilen devlete karşı saldırıya girişir. Bu saldırıları durduran ve zamanla topraklarındaki birlikleri de geri atan İsrail ordusu Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi ateşkes ilan etmek durumunda bırakır. İsrail, 1949 yılı Şubat-Temmuz döneminde bu ülkelerle ayrı ayrı barış anlaşmaları imzalar. 

Savaşla beraber yaklaşık 700 bin Filistinli Arap memleketlerinden atılır ve bölgede mülteci konumuna düşer. Benzer şekilde Arap ülkelerinde barınamayan veya sınır dışı edilen Yahudiler de İsrail’e gelmiş, emperyalizmin tohumlarını ektiği kriz çözülmesi çok zor bir halde, patlamayı bekleyen bir saatli bomba gibi bir zamanlar barış içinde beraber yaşayan toplumların ortasına bırakılmıştır. Bölgeden “resmen” gittiği öne sürülen emperyalizmin 1956 yılında Süveyş Kanalı’nın kamulaştırılması gündeme geldiğinde askeri olarak İsrail ordusunda cisimleşecek şekilde bölgede bulunduğu açıkça görülmüştür. Benzer şekilde sözde bağımsızlık kazanan Suriye, Irak, Ürdün ve Mısır’ın göbekten emperyalizme bağlı olduğunu da hatırlatmış olalım, ta ki emekçi halklar bu kukla yönetimleri başından atıncaya kadar…                                                         /././

6 Gün Savaşı: İsrail'in fiili işgalinin başlangıcı (2)

Mısır Süveyş Kanalı’nı devletleştirince, emperyalizm İsrail’e saldırı emri verdi. Savaş Filistin’deki fiili işgali başlattı ve tüm dengeleri değiştirdi.

5-10 Haziran 1967 tarihleri arasında yaşanan 6 Gün Savaşı’nın ardından İsrail, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Mısır’dan da Sina Yarımadası’nı ve Gazze Şeridi’ni ele geçirmiştir. 

1967 yılına gelindiğinde Ortadoğu bölgesinde siyasi atmosfer İsrail’in ilk kurulduğu 1948 yılından farklıdır. Mısır’da Cemal Abdülnasır (yaygın kullanımıyla Nasır) 1952 yılındaki Mısır Devrimi’yle beraber siyaset sahnesine çıkmış, 1954 yılında Müslüman Kardeşler tarafından girişilen başarısız suikastın ardından yoğun bir tasfiye yapmış ve 1956 yılında devlet başkanı olmuştur. 

Nasır, Soğuk Savaş’ın hakim olduğu küresel siyaset sahnesinde sosyalist olmasa da sosyalizan açılımlar yapmaya çalışmış, Arap dünyasında önemli ağırlığı olan köktendinci akımlarla mücadele etmiştir. Aynı dönemde Suriye’de 8 Mart 1963 yılında iktidara Arap Sosyalist Baas Partisi’nin Suriye kolu gelmiştir. Savaşın yaşandığı dönemde partinin lideri Salah Cedid’dir. Ürdün’deyse 1952 yılında başa geçmiş olan Kral Hüseyin (1935-1999) vardır. Toprakları içinde binlerce Filistinli mülteciyi barındıran Ürdün, İsrail’le sürekli savaşsa da 6 Gün savaşlarındaki yenilgiyle beraber İsrail’le anlaşma yollarını aramış, Filistinli direniş örgütlerini ülkesinden atmış ve sonunda 1994 yılında İsrail’le barış anlaşması imzalamıştır.

1956 yılında Süveyş Kanalı’nı devletleştirme kararının ardından İngiltere ve Fransa’nın desteklediği İsrail’in saldırısına maruz kalan Mısır, Sovyetler Birliği’nin nükleer müdahale tehdidi ve sonrasında ABD’nin İngiltere’den desteğini çekmesinin ardından siyasi olarak galip gelmiş, kanaldaki egemenliği uluslararası kamuoyu tarafından tanınmıştır. Özellikle Afrika ve Güneydoğu Asya’daki sömürgelerdeki bağımsızlık savaşlarından dolayı sıkışan ve Sovyet etkisini geriletme peşinde olan emperyalizm yine İsrail eliyle bölgeye müdahale etmiştir. Mısır ve Suriye’deki silahlanmayı gerekçe gösteren İsrail, emperyalist hiyerarşide artık İngiltere’nin elinden zirveyi almış olan ABD’nin verdiği onayla Mısır’a saldırır. 

Saldırının resmî gerekçesi Akabe Körfezi’ndeki Tiran Boğazı’ndan İsrail gemilerine geçiş izni verilmemesidir ancak dönemin Birleşmiş Milletler kaynaklarına bakıldığında bu bölgenin İsrail gemileri tarafından zaten yıllardır kullanılmadığı görülmektedir. 

Savaş önce Sina cephesinde İsrail-Mısır arasında, sonra Batı Şeria’da İsrail-Ürdün arasında ve son olarak da Golan Tepeleri'nde İsrail-Suriye arasında yaşanır. Oldukça güçlü bir hava ve kara gücüne sahip olan Mısır, İsrail’in beklenmedik şekilde 5 Haziran 1967 tarihinde yoğun bir hava saldırısıyla başlattığı taarruza hazırlıksız yakalanır. İsrail hava kuvvetlerinin ilk saldırısı sırasında Mısır Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının büyük bir çoğunluğu yerde imha edilir. Hava desteğinden mahrum kalan Mısır kara kuvvetleri, İsrail zırhlı birliklerinin hava desteğiyle Sina Yarımadası’nda yaptığı çevirme harekâtına karşı koyamaz ve ağır bir yenilgi alır. 

Batı Şeria cephesinde ise Mısır ile müttefik konumunda bulunan Ürdün, İsrail saldırıları karşısında Filistin topraklarından çekilir ve Batı Şeria’nın tamamı ve kutsal yerleşim yerleri İsrail tarafından direnişle karşılaşılmadan alınır. Savaşın ilk günlerinde taarruza geçmeyen Suriye birlikleri harekâtın beşinci gününde saldırıya geçse de İsrail Ordusu zorlu bir muharebenin ardından bölgeye hakim konumdaki Golan Tepeleri’ni ele geçirir. 

6 Gün Savaşı sırasında İsrail ordusundaki çok sayıda komutan cephede kendisini gösterdikten sonra siyasete girmiştir. Bunlar arasında Moşe Dayan, İzak Rabin, Ezer Weizman ve Ariel Şaron sayılabilir. Savaşın ardından İsrail bugün hala çözüme ulaştırılmayı bekleyen bir işgal harekâtını tamamlamış, Filistin topraklarını ele geçirmiştir. 

Savaş sırasında İsrail ordusu Sina Yarımadası'nda görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne ait askerleri (1 Brezilyalı ve 14 Hintli asker) bombardımanda öldürmüş, yine savaşın dördüncü gününde Mısır’ın El-Ariş kenti açıklarında istihbarat görevi yapan ABD’ye ait USS Liberty savaş gemisi İsrail savaş uçaklarının saldırısına uğramış ve ağır yara alan gemide 34 denizci ölmüş, 171 kişi de yaralanmıştır. İsrail geminin Mısır’a ait olduğu sanıldığını ileri sürüp özür dilese de ABD’li yetkililer geminin ABD bandırasına sahip olduğunun İsrail’e bildirilmiş olduğunda ısrarcı olmuştur. 

Savaşın ardından bölgedeki güç dengeleri değişmiş, Filistin meselesi farklı bir aşamaya geçmiştir. Filistin direniş örgütleri İsrail’in geleneksel yollarla yenilmeyeceğinden hareketle gerilla savaşına ağırlık vermiştir. İsrail’in kesin bir zafer kazanması küresel Yahudi sermayesinin desteğiyle İsrail’e yoğun bir göç yaşanmasına ve maddi destek verilmesine yol açmıştır. İsrail’in içinde de siyonist akımlar ve köktendinci hareketler güçlenmiştir. İsrail’in işgal ettiği toprakların geri alınması sürekli gündemde olacak ve 1973 Yom Kippur Savaşı’na yol açacaktır.

OGÜN ERATALAY-soL/Özel




 

Sosyalist Cumhuriyet için bir egzersiz: Nazilli Basma Fabrikası Esintisi + Sosyalizmde yaşam nasıl olabilir? Turhal Şeker Fabrikası esintisi - Erhan Nalçacı / soL

 Sosyalist Cumhuriyet için bir egzersiz: Nazilli Basma Fabrikası Esintisi

Nazilli’nin seçimi ve fabrikanın kurulması çok önemli ve bugünkü Türkiye kapitalizminde imkânsız olan deneyimleri içermektedir.

Halkımızın sosyalizm üzerine düşünebilmesi, kafasında sosyalizm denince bir tasarımın canlanması çok önemli. 

Yeni bir cumhuriyet kurarken canlı bir sosyalizm tartışmasına ihtiyacımız olacak. İnsanların bir şeyin kavgasını verirken nasıl bir toplum için mücadele ettiklerini bilmeleri gerekiyor.

Bunun için yaşanmış örneklere dönmek ve hatırlamak sosyalizm üzerine düşünme yeteneğimizi artıracak. Ancak bu deneyimler özellikle yurt dışında değil de, Türkiyeli ise, hala deneyimin etkileri çocuklarda, torunlarda yaşıyorsa… Hala aile albümlerinde o yıllara ait fotoğraflar varsa… Hala sonraki nesillerde izleri duruyorsa… Ve Cumhuriyeti yıkanlar tarafından bu deneyimler ve hatıralar yağmalanmış ve karartılmışsa…

O zaman sosyalizm üzerine yapılan egzersizin değeri kat be kat artacaktır.

Tabi ki Türkiye hiçbir zaman sosyalist olmadı ama farklı sermaye birikim dönemlerinin ihtiyaçları ve dünyadaki siyasi durumdan kaynaklanan olanaklar sosyalizmi tartışabileceğimiz yerel ve sınırlı deneyimlere yol açtı.

1923 İzmir İktisat Kongresi’nden sonra yerli burjuvazi yaratma girişimi iktisadi bağımsızlık açısından bir hayal kırıklığı yarattı. 1929’a gelindiğinde ülke sanayileşememiş ama ithalata dayalı bir ticaret burjuvazisi ülkeyi çürütmeye başlamıştı. Buna emperyalist dünyanın 1929’da girdiği derin buhran eklenmişti. Öte yandan hemen Cumhuriyet’in yanında 30’lu yılların başında planlı ekonomiye dayanarak büyük bir sanayileşme atılımı yapan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği vardı.

Cumhuriyet’i ayakta tutan ve ömrünü uzatan olay bu aşamada egemen siyasetin devletçiliğe ve planlı ekonomiye karar vermesi olmuştur. Bunu daha önce inceledik, İsmet İnönü başkanlığındaki heyetin 1932’de Sovyetler Birliği’ni ziyareti ve alınan kredi ile Türkiye Sovyetlerden sonra planlı ekonomiye geçen ikinci ülke haline gelmiştir.

Sovyet uzmanların katkısıyla yapılan planın kendisi bugün için Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti egzersizi için büyük değer taşıyor. Ama biz bu yazıda ancak Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası deneyimini ele alacağız.

Birinci Beş Yıllık Plan içinde yer alan Nazilli Basma Fabrikası 1937 yılında Mustafa Kemal tarafından açılır. O zamanın ölçülerinde son derece modern ve çok büyük üretim kapasitesine sahip bir fabrikadır.

Sovyet uzmanlar Birinci Beş Yıllık Plana yaptıkları katkıda Türkiye’nin ham pamuk ihraç ederken kumaş ithal ettiğini, bunun büyük bir cari açık yarattığını fark etmişlerdi.

Ancak Nazilli’nin seçimi ve fabrikanın kurulması çok önemli ve bugünkü Türkiye kapitalizminde imkânsız olan deneyimleri içermektedir.

Sovyet uzmanlar Nazilli’yi pamuk yetiştirmek için gerekli olan su kaynakları için tercih etmişlerdir. İlk yapılan iş pamuk tohumu ıslahıdır ve tohum seçimi büyük bir titizlikle yapılmıştır. Kurulan Nazilli Islah İstasyonu çiftçiyi yetiştirmiş, tüccardan tohum alımını men etmiştir. Nazilli Sulama Kooperatifi sulama kanallarını oluşturmuştur.

Görüldüğü gibi fabrikanın kurulması tarıma müdahale ile gitmektedir. Bugün bu süreç işleyemez, çünkü tohum ve diğer tarım girdileri yapancı tarım tekellerinin elindedir. Oysa Nazilli Fabrikasının kurulması aynı zamanda tarıma devlet tarafından planlama doğrultusunda yapılan bir geliştirici müdahaledir.

Keza baştan fabrikanın kullanacağı elektrik için termik santral inşa edilmiş, yakınlardaki linyit madeni devletleştirilmiştir. 

İkinci dikkat çekeceğimiz olay, bir fabrika değil, bir üretim birimi inşa edilmektedir. Sosyalizmin inşasında temel toplumsal birim olarak üretim birimi oluşturmanın önemine bu köşede birçok kez değindik.

Planları Sovyet uzmanlar tarafından yapılan fabrika planı ne kadar işçi çalışacaksa o kadar lojman içeriyordu. Türkiyeli bürokratlar önce bunu anlayamamışlardır. Onlar sadece fabrika binalarının yapılmasını yeterli görüyorlardı. Oysa Sovyet uzmanları işçi sınıfının iktidarda olduğu bir ülkenin kültürünü taşıyorlardı, fabrika işçilerin sömürüldüğü değil, çok yönlü gelişecekleri ve insanca yaşayacakları bir ortam sunmalıydı.

Bir üretim biriminde olması gerektiği gibi hem evli hem bekâr işçiler için bahçe içinde lojmanlar inşa edildi. Plana dâhil olan hamam üretim birimine yeni bir hijyen standardı sağladı. Tadı dillere destan ekmek ve simidi üreten fırını ve günde bir kez parasız yemek yedikleri yemekhaneyi ilave etmeliyiz. Ayrıca işçiler akşamları için çok düşük bir ücretle yemekleri evlerine taşıyabiliyorlardı.

                   Nazilli Basma Fabrikası dokuma işçileri (İrfan Ertel’in koleksiyonundan)

Ama sadece barınma mı? Kreş üretim biriminin çok önemli bir parçası olarak kabul ediliyordu. Okul öncesi her yaştan çocuğu kabul ediyorlardı. Anneler hemen yanı başlarındaki kreşte mesai içinde iki kez çocuklarını emzirebiliyorlardı.

Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası kreşinin çocukları fabrikanın ürünü olan basmadan yapılmış elbiseleri ile bir müsameredeler (İrfan Ertel’in koleksiyonundan)

Ya işçi sağlığı? Nazilli Basma Üretim birimi içine 40 yataklı bir hastane kurulmuştu, Türkiye’de çoğu şehirde böyle bir hastane yoktu o yıllarda. İşçilere ve ailelerine, hatta civar halka hizmet veriyordu. Koruyucu sağlık hizmeti ön plandaydı. Sürekli sağlık kontrolleri yapılan işçilerden bünyesini güçsüz gördüklerini 15 günlük dinlenme kampına gönderirlerdi.

              Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası Hastanesi çalışanları (İrfan Ertel’in koleksiyonundan)

İşçiler barındılar, yemeklerini yediler, çocuklarını kreşe gönderdiler, sağlıklı gelişmeleri izlendi, yıkandılar, ama üretim birimi bu kadar mı? Ya işçilerin ve çocuklarının kültürel gereksinimleri…

Nazilli Basma Fabrikasına aynı zamanda bir ilkokul kuruldu, en baştan çok amaçlı bir balo salonu inşa edildi, son model bir sinema makinesi alındı, kütüphane oluşturuldu, spor tesisleri yapıldı, çeşitli branşlarda kadınlar ve erkekler için spor takımları kuruldu ve fabrika radyosu yayın yapmaya başladı.

Arkadaşlar çocukluğunda ilk kez Fabrikanın piyanosunda çalışıp sonra müzik öğretmeni olan biriyle karşılaşmışlar.

İnsan inanamıyor, bize ütopya gibi gelen bir yaşam tasarımı bu topraklarda ete kemiğe bürünmüş. 

Bugün işçiler için cehennem, patronlar için cennet olan bir sömürü dünyası yaratıldı, Cumhuriyet’i yok eden de bu oldu zaten.(21/10/2023)

                                                          /././

 Sosyalizmde yaşam nasıl olabilir? Turhal Şeker Fabrikası esintisi 

Genç Cumhuriyet’in Türkiye’ye eşit bir şekilde dağıttığı ve tarımla ilişkili bütünlüklü bir sanayileşme projesi olan Şeker Fabrikaları’na bakalım.


 Geçen hafta temel ilkelerimizden “bağımsızlık” kavramını ele almıştık. Bugün de 21. yüzyılda sosyalist yaşamın neye benzeyeceğine ilişkin bir egzersiz yapalım.

Sosyalizm bugün emekçi sınıfların, genel anlamda insanlığın yüz yüze olduğu derin sorunları aşmak için tasarlanmış biricik devrimci açılımdır. Bu nedenle sosyalizmde yaşama bakmadan önce kapitalist dünyada hangi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu ele almamız gerekir. En azından bunların bazılarını test etmek için sıralayalım:

Nitelikli iş kaybı: Geçen yüzyıl sosyalist ülkelerin etkisi ve egemen sınıfların yüreğine işleyen devrim korkusu kapitalist ülkelerde dahi nitelikli iş yüzdesinin yükselmesine neden olmuştu. Nitelikli işten anladığımız eğitimini tamamlayıp işe giren bir kişinin yaşamı boyunca işini kaybetme korkusu olmaksızın, sosyal güvenceleri ve emeklilik hakkıyla birlikte çalışmasıdır.

Kamuya ait mülklerin yağmalanması nedeniyle bugün insanların çoğu nitelikli iş nedir unutmuş durumda. İşsiz kalarak, işe girmek için sertifika programlarına katılarak, geçici güvencesiz işlerde çalışarak, büyük bir gelecek kaygısıyla yaşıyorlar.

Anlamsızlık ve yabancılaşma: Nitelikli iş kaybı emeğin anlamsızlaşması ve emeğe yabancılaşma ile birlikte gidiyor, çalışmak bir zevk olmaktan çıkıyor, ekmek parası kazanmak için yapılan bir eyleme dönüşüyor. Yaratıcı emek ve insanın çalışma yaşamında geriye dönüp bıraktığı eserleri görmesi çoğu kez nafile bir beklenti haline geldi. 

İşsizlik: Niteliksiz işten daha beteri var, işsizlik. Dünyada gençlerin yarıya yakını işsizlikle boğuşuyor. Kapitalizmin yapısal krizi içinde otomatizasyon olanakları patronun kâr hırsı ile birleşince giderek artan bir işsizlik sorunu doğuruyor. 

Yalnızlık: Kapitalizmin yarattığı yalnızlığı bu köşede sıkça işledik son dönemde. Kapitalizm geleneksel ve soya dayanan sosyal ilişkileri hızla tahrip ediyor ve yerine yenisini koyamıyor. Emekçilerin örgütlülüğü üzerinde ise büyük bir dağıtıcı baskı oluşturuyor. Büyük kentlerde kaybolmuş emekçiler giderek daha yoğun bir yalnızlığa gömülüyorlar.

Parçalanmış aileler ve çocuk istismarı: Toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen aile hem sürekli olarak parçalanma, çözülme eğiliminde, hem de çocukların güvenli bir şekilde örselenmeden yetişmeleri büyük bir tehdit altında. Bu çözülme eğilimi kadının eşitliği ve özgürlüğünü sağlamaktan ise uzak kalıyor.

Yaşlıların bakımı: Nitelikli işin seyrelmesi bir yandan insanların yaşamak için geç yaşlara kadar çalışmasına, diğer yandan emeklilik ise yaşlının emek süreçlerinin dışına düşmesine neden oluyor. Yine devletin sorumluluk almaması yaşlı bakımını büyüyen bir sorun haline getiriyor.

Tüketim toplumu ve eşitsizlik: Dünya kaynaklarının hızla tükenmesi ve iklim krizi “orta sınıflar” üzerinden yaratılan tüketime dayalı toplumun sonuna geldiğimizi gösteriyor. Diğer yandan geniş emekçi kitlelerin barınma, beslenme, ısınma sorunu bulunuyor. Toplumsal eşitliği kapitalist toplumda bir kesimin ulaştığı tüketim kalıpları üzerinden sağlamak imkânsız gözüküyor ve sosyalizmin bir tasarruf toplumu olması gerekiyor. Öte yandan bu tasarrufun eşit bir toplumda yaşam zenginliğini engellememesi gerekiyor.

Geçen hafta 21. yüzyıldaki sosyalizmin ulusal sınırları aşarak üretim birimlerini merkezi planlama doğrultusunda birleştireceğinden bahsetmiştik. Bu sefer planlama altındaki tek bir üretim biriminin içine girip yukarıda bahsettiğimiz sorunları aşıp aşamayacağımızı tartışalım.

Hayal gücü geleceği planlarken çok önemli olmakla birlikte gelecek tasarımımızın gerçek bir deneyime dayanması da gerekiyor. Bunun için bir köşe yazısı olmasaydı, geçen yüzyılın sosyalizm deneyimlerini tarardık. Ama şimdi uzağa gitmeyeceğiz, bütün eksikliklerine rağmen Türkiye’den örnekleri kullanacağız.

Kapitalizmde üretim birimi; diyelim ki bir fabrika, bir okul, bir maden vb. işliklerden oluşur. Emek gücünü patrona satmış olan işçilerin nerede oturduğu, nasıl yaşadığı, kendini nasıl geliştirdiği, çocuklarının nasıl okula gittiği, ne yiyip içtiği patronu kesinlikle ilgilendirmez. Bu başıboş sorumsuzluk bugünün plansız ve ucube kentini üretir.

Bu anlamda Sovyetler Birliği tarafından inşa edilen İskenderun Demir-Çelik Fabrikası ilk gördüğüm sosyalizmin izini taşıyan üretim birimiydi.  Koruluğun içinde büyük bir arazide fırınlar, dökümhaneler ve kendi limanı dışında çalışanlar için lojmanları, hastaneyi ve sosyal tesisleri içeriyordu. 80’li yıllarda burada çalışmak istiyorum diye kapısına dayandığımda bir ambulans tahsis edip her tarafı gezdirmişlerdi.

Türkiye’de hayal gücümüzü zenginleştirecek başka örnekler de yaşandı geçen yüzyıl içinde. Genç Cumhuriyet’in Türkiye’ye eşit bir şekilde dağıttığı ve tarımla ilişkili bütünlüklü bir sanayileşme projesi olan Şeker Fabrikaları’na bakalım. 

Şeker Fabrikaları’ndan yetişen tanıdıklarınız varsa güncel siyasetlerinden bağımsız olarak doğal olarak sosyalizme eğilimli olduğunu fark etmişsinizdir.

Çocukluğu Turhal Şeker Fabrikası’nda geçmiş Kenan İpek’in Ah Benim Şeker Fabrikalarım kitabı özelleştirmeler ve yağmalarla bugün parçalanmış geçmişe ışık tutuyor.

1934’te kurulan Turhal Şeker Fabrikası’nın insanların yaşamları üzerinde dramatik bir dönüştürücü etki yaptığı anlaşılıyor. Merkezinde üretim alanları, çevresinde ağaçların arasında lojmanlar, hastane, kreş, spor tesisleri, yüzme havuzu, yemekhane ve gazino yer almaktadır.

Bir işçi lojmana taşıdıktan sonra bir süre yatakta değil yerde yatar, musluktan akan suyla yıkanmaz hamama gider, bu kadar lüks nasıl parasız oluyor diye inanamaz.

Bu tatlı ama önemli veriler içeren kitaba bakabilirsiniz. Biz şimdi kapitalizmin yarattığı sorunlar bu şekilde çözülebilir mi diye kısaca tartışalım.

Sosyalizm bir anda üretim birimlerinden oluşan bir sosyalliğe evrilmez ama bunu hedefler.

Şeker Fabrikaları’na göre çok daha modern üretimin yapıldığı bir üretim biriminde çalışanların nitelikli işe kavuşacağı çok açık. Bu şekilde düzenlenen bir iş ortamı iş güvencesini ve sosyal hakların zengin bir yelpazesini sunacaktır. Bu kolektif üretim ekmek parasını kazanmanın ötesinde yaşama kattığı değerlerle anlam kazanacaktır. Planlı ekonominin işsizliğe izin vermeyeceğinden eminiz zaten.

Ya yalnızlık? Birlikte üreten, dinlenen, yaşayan bu insanlar toplum içinde kaybolmuş emekçilere benzeyebilirler mi? Ne sağlık, ne eğitim, ne spor yapma, ne kültürel gelişim açısından kayıptırlar. Böyle bir yapıda rekabete, bencilliğe yer olabilir mi?

              23 Nisan’da mandolinleriyle Turhal Şeker Fabrikası çalışanlarının çocukları (Ah Benim Şeker Fabrikalarım’dan)

Böyle bir toplumda kadın cinayeti işlenebilir mi, eşinden ayrılan bir kadın sosyal destekten yoksun kalabilir mi, çocukları ilgisizliğe veya istismara uğrayabilir mi? Çocukların ve gençlerin gelişimi üretim biriminin ve toplumun tümünün sorumluluğu altında bulunur.
            Turhal Şeker Fabrikası’nın ilk yıllarında piknik yapan eşler(Ah Benim Şeker Fabrikalarım’dan)

Yaşamın bütün zenginliğine karşın tasarruflu bir toplum da bu şekilde yaratılabilir. Her hanenin bugün ihtiyaçlarını pazardan parası ölçüsünde küçük küçük ambalajlar halinde aldığını hatırlayım. Plastik torbalar ve kutular sadece bugünün şehirlerinde bir sokakta çöp dağları oluşturuyor. Yemekhaneler için bunlar toplumsal olarak büyük miktarlarda ve çok daha tasarruflu olarak sağlanabilir. 

Merkezi planlama açısından üretim biriminin yeteneğinden gereksinimine kadar ilkesi geçerli olur.

Yaşlıların durumu ise toplumsal iş bölümü ile ilgili büyük ölçüde, bunu dikey ve yatay işbölümünü tartıştığımız başka bir yazıda ele alırız. 

Herkese keyifli bir Bayram tatili ve sosyalizmli hayaller dileğiyle… (01/07/2023)


Cumhuriyet’in 100. yılında Cumhuriyet ve sosyalizm deneyimi için yazılan yazılara topluca bakabilirsiniz:

https://haber.sol.org.tr/yazar/sosyalist-cumhuriyet-icin-deneyimler-hasanoglan-koy-enstitusu-esintisi-385058

https://haber.sol.org.tr/yazar/ethem-nejattan-cumhuriyetcilere-cagri-385521

https://haber.sol.org.tr/yazar/iktisadi-bagimsizlik-muzesi-neyi-gizliyor-385311

https://haber.sol.org.tr/yazar/nasil-bir-bagimsizlik-378488

Erhan Nalçacı / soL

Bu enflasyonla bu taahhütler nasıl tutacak? - Çiğdem Toker / T24

 

Bütçeye ekli cetvellere baktığımızda enflasyonun izleri ile Kamu Özel İşbirliği modeliyle yaptırılan ulaştırma ve sağlık projelerinin bütçeye yüklediği ağır yükü bir arada görebiliyorsunuz

2024 yılı bütçe kanun teklifi TBMM'ye sunuldu. Bütçe metnindeki hedefleri gözden geçirdiğinizde, şu sıra finansman arayışını adeta bir maraton halinde sürdüren Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in son dönemlerde yaptığı açıklama ve verdiği mesajların bir özeti gibi.

Örneğin ilk hedefi yüksek sesle okuduğunuzda Şimşek'i dinliyor gibi oluyorsunuz:

"Makro ekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmek, yüksek katma değerli üretimi teşvik etmek, yeşil ve dijital dönüşüm odağıyla verimlilik ve ihracat artışı yoluyla büyüme ve cari işlemler dengesinde kalıcı iyileşmeyi sağlamak, enflasyonu orta vadede tek haneye düşürmek, iş ve yatırım ortamını iyileştirmek ve afetlerle etkin bir şekilde mücadele ederken mali disiplini korumak."

Çizgi: Tan Oral

Bir not düşelim: "Yeşil ve dijital dönüşüm" vurgusu, uluslararası kredi kuruluşlarının bu alana verdikleri özel önemi Türkiye'deki muhataplarına sıklıkla iletmelerinden kaynaklanıyor. Aslında Türkiye'nin bu konuda geç bile kaldığını söylemek mümkün. Zira Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa Yeşil Mutabakatı diye tercüme edilen "European Green Deal"i dört yıl önce açıklamıştı. Bu metin, karbon salımını 2030'a kadar yüzde 50 düşürmeyi öngörüyor. Bu hedef de birçok sektörün kendini çevre dostu teknoloji, daha sağlıklı toplu taşıma, karbondan arınmış enerji sektörü gibi iddialı taahhütler altına girmesi anlamına geliyor.

Sabit sermaye kalemindeki artış

Bütçeye dönecek olursak, 2024 için belirlenen diğer hedefler de son birkaç aydır işittiğimiz mesajların bir derlemesi niteliğinde. Merak eden okur, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı sitesinden bakabilir.

Bütçeye ekli cetvellere baktığımızda ise enflasyonun izleri ile Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırılan ulaştırma ve sağlık projelerinin bütçeye yüklediği ağır yükü bir arada görebiliyorsunuz. Özellikle Sağlık Bakanlığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ödenekleri kapsamında yer alan "sermaye giderleri" kaleminde, büyük artışlar var. Sadece artış değil, ciddi sapmalar dikkat çekiyor. (Birazdan değineceğim: Önceki yıllarda açıklanan Orta Vadeli Programlardaki tahminler ile uzaktan yakından ilgisi yok.)

Sermaye giderleri kavramına birçok harcama türü giriyor. Genel olarak devletin yaptırdığı, edindiği binalar, taşınmazlar, "diğer inşaat işleri"ni kapsayan taşınmaz sabit sermaye malları, ömrü bir yıldan uzun olan mal ve hizmet alımlarını da kapsıyor. Hizmet binalarının, okulların, tünellerin, köprülerin, hastanelerin, sarayların bu kalemden izlenmesi mümkün.

Sermaye Giderleri                         Toplam Gider                                        2024 (TL)

- Sağlık Bakanlığı                             732.562.378.000                           142.095.000

- Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı    369.083.137.000                                94.207.757

Bu giderlerin 2025 yılı tahminleri de cetvellerde yer alıyor. Sağlık Bakanlığı'nın sermaye giderleri gelecek yıl, yaklaşık 10 milyar lira artarak 152 milyar lirayı geçecek. Tabii bugünkü tahminlerle... Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın da bu yıl 94,2 milyar TL olan sermaye giderleri ise 2025 yılında 22 milyar TL'den fazla artış gösterecek. 116 milyar TL'yi geçecek.

Sapmalar

Ancak dikkatinize getirmek istediğim asıl konu, ekonomiyi yönetenlerin son üç yıl içindeki ciddi ve dramatik yanılgıları. Bakın, 2021 yılı sonbaharında açıklanan 2022 yılı Orta Vadeli Programında (OVP), Sağlık Bakanlığı için öngörülen 2024 yılı "sermaye gideri" tutarı 33,6 milyar TL'yken, bugün 2024 yılı bütçesinde aynı başlık için konulan sermaye gideri, 142 milyar TL.

Aynı şekilde 2022 yılı OVP'sinde Ulaştırma Bakanlığı için öngörülen 2024 yılı "sermaye gideri" tutarı 22,6 milyar TL'yken, bugün 2024 yılı bütçe teklifinde aynı başlık için konulan sermaye gideri 94,2 milyar TL.

Bu sapmalar enflasyondan döviz kuruna uzanan birçok göstergedeki bozulmayı gösteriyor göstermesine de en çok ekonomiyi yönetenlerin hesap verebilirlikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bu çerçevede "ticari sır" zırhına büründürülen KÖİ sözleşmeleri özel bir ilgiyi hak ediyor. Tahminlerdeki isabetsizliklerin bir sebebi de KÖİ projeleri konusunda, devletin gelirinin borcunun hesabının kitabının ne olduğunu gösteren bir sistem kurulmayışı, daha doğrusu kurulmasından bucak bucak kaçılmasıdır.

2024 bütçe kanunu teklif metninde sık sık 5018 sayılı kanuna atıf yapıldığını görüyoruz. Yeri gelmişken o kanunda saydamlık ve hesap verebililirliği de kapsayan çok net ve bağlayıcı maddeler olduğunu hatırlatalım.

Çiğdem Toker / T24

Yılanların Öcü romanının sinema hikayesi - Tahir ŞİLKAN / EVRENSEL

 

Tahir Şilkan, Fakir Baykurt'un Yılanların Öcü romanının sinemaya uyarlanma sürecinde yaşananları yazdı.

Fakir Baykurt’un 1958 yılında, Cumhuriyet Gazetesi Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan ilk romanı Yılanların Öcü iki kez sinemaya uyarlanır. Yılanların Öcü’nün ilk sinema uyarlaması SANSÜR nedeniyle uzun bir sürece yayılır. Nusret İkbal’in sahibi olduğu BE-YA film şirketi adına Yönetmen Metin Erksan tarafından sinemaya uyarlanan Yılanların Öcü filmi, aylarca Sansür Kurulunda incelenir. Sansür Kurulu filmden bazı sahnelerin çıkarılmasını, bazı sahnelerin de değiştirilmesini ister. Sansür Kurulunun yapılmasını istediği değişikliklerin çokluğu nedeniyle Yön dergisi “Sansür film çeviriyor!” diye yazacaktır.

SANSÜR KURULU FİLM ÇEVİRİYOR

Gerçekten de Sansür Kurulunun filmde değiştirilmesini istediği konuşma ve sahnelere bakınca, Yön dergisinin yazdıklarının hiç de abartma olmadığı anlaşılıyor. Sansürün isteklerinin bazılarını görünce, bu daha iyi anlaşılacaktır:

*Irazca’nın söylediği “Yılanlar kadar olamadınız. Yılan yılanken öcünü bırakmazken, insan öcünü yerde bırakmaz. Elinden gelen, gelmeyeni yapar. Biz de yaparız.”* Muhtarın Haceli’ye söylediği “Padişah cellatları” ibaresinden “Padişah” sözünün,* Kerpiç kırımına giderken Haceli’nin söylediği “Askeriyenin gece talimi gibi” sözünün,* Filmde tekrarlanan “köylü milleti” ibaresinden “millet” kelimesinin, halkımız arasında bir ayrım varmış izlenimi uyandırdığından, çıkarılması,* Beline taş atılmak suretiyle çocuğu düşürülmüş Haçça’nın tedavisi için getirilmiş sağlık memurunun kendisine sorulan sorular karşısında verdiği yanıtlar tarafsız olarak ve her vatandaş gibi böyle durumlarda kanun yoluna baş vurma hakkına sahip olduğu fikrini telkin etmesi gerekirken, bunu yapmadığından, bu sahnedeki yanıtın buna göre değiştirilmesi, olmadığı takdirde sahnenin çıkarılması,*Irazca, oğlu ve gelininin yapılanları şikayet etmek için yola çıktıkları sahnenin, filmin son sahnesi olmaması; şikayet üzerine savcının bir müzekkere ile Haceli ve muhtarı suçlu bularak celbettirmesi, savcının Irazca ve Kara Bayram’ın haklarını kendi kendilerine almaya kalkışmalarını suç sayıp haklarında kanuni takibat yapacağını açıklaması, Haceli ve muhtarın suçlarından dolayı haklarında takibat yaptığını gösteren konuşma ve sahnelerin filme eklenmesi...

                                                           ***

Sansür Kurulu, senarist ve yönetmenliğe soyunuyor ve görüldüğü gibi filmin finalini yeniden yazıyor. Bir kısmını aktardığım Sansür Kurulu raporunun sonuç bölümünde şu karara varıldığı belirtilir: “Yukarıda belirtilen bazı hususlar senaryoda mevcut olmakla beraber bunların filme aktarılması halinde, aile kutsiyetini sarsıcı ve cemiyet nizamını bozabilecek, suça tahrik ve teşvik edecek, dini akidelerimizi rencide eyleyecek sahnelerin var olduğu görüldüğünden, gerekli değişikliklerin yapılması, yine izah edildiği üzere filme bazı sahnelerin ilave edilmesinden sonra filmin tekrar görülmesinden sonra filmin uygun görüldüğüne oy birliğiyle karar verilmiştir.”

                                                           ***

Yılanların Öcü filminin sansüre takılması haftalarca, aylarca sürer. İçişleri bakanının Sansür Kurulu ile birlikte filmi izlemesinden de sonuç çıkmaz. Bakan, “Sansür kurulu karar versin” diyerek inisiyatif almaktan çekinir. Gazetelerde, Mecliste tartışmalar devam eder.

Fakir Baykurt, filmden sözcük çıkarılmasına razı olmadığını söylerken, bir yandan da Filmin Yapımcısı Nusret İkbal’in Metin Erksan’ı ikna ederek ödün verilmesine yol açacağından kuşkulanmaktadır. Bu kaygısını öğrenen Yapımcı Nusret İkbal, Baykurt’u rahatlatır, “Ödün söz konusu olamaz! Yılanların Öcü’nün özgünlüğünü bozacak çıkarmalara yönelmeyiz, korkma!” der.

CEMAL GÜRSEL FİLMİ İZLİYOR

Fakir Baykurt, anılarında, bir gün ilköğretim müfettişi olarak çalıştığı milli eğitim müdürlüğündeki görevinde iken “Ne var ne yok” diye telefon ettiği Mustafa Ekmekçi’nin, “Lan oğlum nerdesin?” diye bağırdığını ve “Lan oğlum, seni Köşk’ten arıyorlar! Vakit yitirme, hemen git!” dediğini yazıyor. Kendisinin de “Dur bakalım adı güzel Mustafa, hemen öyle Köşk’e gidilir mi? Ne istiyorlar!” demesi üzerine, Mustafa Ekmekçi’nin, “Deliye bak! Lan oğlum haberin yok mu? Ankara kaynıyor. Cemal Gürsel Paşa filmi istiyor! Şirkete telefon edildi, film bulundu ama sen bulunamadın! Cemal Gürsel Paşa filmle birlikte seni de istiyor!” demiştir.

                                                       ***                                                  

Mustafa Ekmekçi aracılığıyla Köşk’e telefon edip, kendisiyle birlikte filmin yapımcısı ve yönetmeninin de gelip gelemeyeceği sorulur, Köşk’ten onların da gelebileceği, bu akşam saat 8’de Köşk’te olmaları gerektiği bildirilir. Köşkte sinema filminin gösterileceği bir göstergeç olduğunu öğrenmişlerdir. Akşam yemeğini peynir ekmek ve birer gazozla geçiştirip Köşk’e tam zamanında giderler.

Kendilerini karşılayan yaver, “Paşa Hazretleri bu akşam filmi izlemek istiyorlar. Çok iyi gürültü kopardınız haa!” der. Fakir Baykurt’un yanıtı şöyle olur: “Cumhurbaşkanı gün görmüş insan, yan tutmadan görüşünü söyler sanırım!”

                                                    ***

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel salona girince Fakir Baykurt’u yanına çağırır. Saygıyla elini sıkıp çekilen Fakir Baykurt, anılarında Paşa’nın önüne küçük bir sehpa, sehpanın üstüne de iki bardak, bardaklardan birine su, diğerine rakı konulduğunu ve Cemal Gürsel’in bir işaretiyle filmin gösteriminin başladığını anlatır. Cemal Gürsel’in, yanında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Nasır Zeytinoğlu ve Senatör Osman Köksal’la birlikte filmi sonuna kadar izlediğini, filmin gösterimi bittiğinde Paşa’nın yeniden kendisini çağırdığını söyler.

Kafasında olumlu-olumsuz tedirgin düşüncelerle Cemal Gürsel’in yanına gittiğinde, elini uzattığını, elini alıp sıktığını ancak Paşa’nın elini bırakmayıp; “Teşekkür ederim, vatana hizmet ettiniz Baykurt! Kalpten tebrik ederim; beğendim. Güzel olmuş. Daha önce romanı Senatör Sami Küçük’e incelettim. Geniş açıklamalarını dinledim. Olanları da biliyorum. Çalışmalarınızı sürdürün...” dediğini anlatır.

CEMAL GÜRSEL’İN TARİHE GEÇEN DEĞERLENDİRMESİ

Cemal Gürsel, sonra salona geçildiğinde Fakir Baykurt’u yanına oturtarak sohbet eder. Bu sohbet sırasında Cemal Gürsel’in söylediği sözler Cumhurbaşkanının ülkede yaşanan gelişmeleri çok iyi izlediğini gözler önüne serer. “Bu yapıt için çok tartışma oldu. Zararlıdır, yararlıdır, çok konuşuldu. Ama ben zararlı bir şey görmedim. Gerçeğin bize kapalı yönlerini yansıtıyor. Köylerimiz gerçekten böyledir. Hatta siz biraz cilalamışsınız. Filmde kimse yamalı, yırtık değil. Artistler gürbüz, şişman, besili besili kimseler. Gerçek sizin gösterdiğinizden daha acıdır. Evet acıdır. Ama ne yapalım ki böyledir. Bir milletin yirmi milyonu bu durumda kalamaz. Yirmi milyonu sefillik içinde olunca öbürlerinin mutluluğundan söz edilemez. Kanımca bu gerçekten kaçınmak değil, tam tersine üstüne varmak gerekir. Gerçeği olduğu gibi görmek, sonra da düzeltmek gerekir. Bizde özellikle köy konusunda aydınlar bağnazdır. Yurt gerçekleri söylendiği zaman bağırır çağırırlar. Bunları dinleyip gerçeği göstermekten geri kalırsak, köy alemi kabuğuna çekilir, sefillik ve cahillik içinde kurur. Dertlerin çözümü bulunamaz. Çözümün ilk adımı gerçeğin gösterilmesidir. Bu yüzden hizmetiniz büyüktür. Millet bu filmi görmelidir...”

                                                    ***

Cemal Gürsel’in sözlerinin gazetelerde çıkmasından sonra Sansür Kurulu bu kez susar. Son Havadis, Tercüman, Yeni İstanbul gazetelerinde “Yılanlar Çankaya’da”, “Yılanlar tırmanıyor” haber ve karikatürleri yayımlanırken, Arif Nihat Asya, “Yılanlar kendilerine Şahmaran arıyor” diye yazar. Fakir Baykurt, bu söz üzerine, “Bir şairin böyle düşüneceğini sanmazdım. Ama şair var, şair var” diyerek düşüncesini ortaya koyar.

Yılanların Öcü filmi için yapılan afişte Cemal Gürsel’in “Bu filmi çekmekle vatana hizmet ettiniz!” sözü yazılıdır. Sonunda, sansür yenilir. Yılanların Öcü, Ankara’da beş, tüm yurtta iki yüz sinemada gösterime girer. Birçok sinemada olaylar çıkar. Ama Yılanların Öcü filmine ilgi büyük olur.

Tahir ŞİLKAN / EVRENSEL     

Emekliler ölümüne çalışmak zorunda! + Ekonomik kriz, intiharı artırdı - (Oğulcan Aydın-BİRGÜN)

Emekliler ölümüne çalışmak zorunda! (Oğulcan Aydın-BİRGÜN) 

Kayseri’de 66 yaşındaki Akkoyun’un bekçilik yaptığı inşaatta ölü bulunması, akıllara emekli olması gereken yaşta çalışan diğer işçileri getirdi. Geçinemeyen 65 yaş üstü yurttaşlar güvencesiz çalışmak zorunda kalıyor.

Gün geçtikçe halkın cebini vuran ekonomik kriz nedeniyle emekli olacak yaşta çalışmak zorunda kalan yurttaşı canından ediyor. Milyonlarca emekli açlık ve sefalet içerisinde yaşamını sürdürmeye çalışırken geçen günlerde bir inşaatta bekçilik yapan işçinin ölümü, yurttaşların yaşadığı durumu ortaya koydu.

Kayseri Kocasinan’da 66 yaşındaki Salih Akkoyun, bekçilik yaptığı inşaatta ölü olarak bulundu. Benzer bir ölüm de temmuz ayında Manisa Alaşehir’de inşaattan düşen 65 yaşındaki Ahmet Kurt, hayatını kaybetmişti. 

Ülkede yaklaşık 16 milyon emekli bulunuyor, bunların 9 milyonu ise 7 bin 500 liraya geçinmeye mahkûm. SGK’nin nisan ayı verilerine göre 1 milyon 639 bin kişi hem emekli aylığı alıyor hem de çalışıyor. EYT’den emekli olup çalışan sayısı ise 1,5 milyon. Aylık 7 bin 500 lira gıda ve faturalara yetmeyince emekliler çalışmak zorunda kalıyor. 

74 YAŞINDA İŞ ARIYOR 

Hem 11 bin 400 TL’lik asgari ücretin hem de Türk-İş’in yayımladığı 15 bin 813 liralık yoksulluk sınırının çok altında kalan 7 bin 500 TL ile geçinemeyen emekli ve yaşlı işçiler, yaşamak için güvencesiz ve ağır koşullar altında çalışmak zorunda bırakılıyor. 

Konuya ilişkin değerlendirme yapan Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Zeynel Abidin Ergen, emekli ve 65 yaş üstü kişilerin ölümünün yanı sıra çok sayıda yurttaşın da iş aradığını dile getirdi. “74 yaşında bir arkadaşım iş aradığını söyledi” diyen Ergen, “74 yaşında işçi çalıştıramayız” yanıtıyla karşılaştıklarını aktardı. Bu nedenle 65 yaş üstü yurttaşların güvencesiz ve merdiven altı yerlerde çalıştığını söyleyen Ergen, “Tamamı sigortasız, İş güvencesinden yoksunlar” dedi. 

ÖRGÜTLENMEK ŞART 

Emeklilerin 7 bin 500 liraya mahkûm edildiğini dile getiren Ergen, şöyle konuştu: “Emeklilerin çoğunluğu işçi ya da Bağ-Kur emeklisi. Yaklaşık 9 milyon civarı ‘diğer emekli’ 7 bin 500 lira maaş alıyor. Bir insanın bu koşullarda geçinmesi mümkün değil. 7 bin 500 alan bir emekli, çalışarak asgari ücretin altında 8 bin 500 lira kazanıyor. Mesela burada inşaatta çivi söküyorlar. 61 yaşında kum taşıyan insan var, geçimini sağlamak için. Büyük kısmı kayıt dışı olarak çalışıyor. Evleri kira ya da çocukları okuyor. Çok vahim, olabilecek bir şey mi bu? İşveren sermaye sınıfı çok güzel kullanıyorlar bu durumu, ‘zaten iş bulamazsın’ diyerek daha kötü şartlar altında çalıştırıyorlar. Kaldığım yerin yan tarafında inşaattan düştü bir tanesi, boya yapan birisi 3. kattan düşmüş ölmüş. Her ikisi de 60 yaş üzerindeler. Emeklilerin bu durumdan çıkmak için örgütlenmekten başka çareleri yok. Hükümetten ümidimizi kestik.” 


                                                                        /././

Ekonomik kriz, intiharı artırdı (Oğulcan AYDIN-BİRGÜN)

TÜİK’in 2022 intihar verileri toplumun birçok kesiminde ekonomik temelli intihar sayılarının arttığını gösterdi. CHP'li İlgezdi, "Halk temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. İktidar bu zeminin hazırlayıcısı” dedi.

                          Gençler, iş bulmak için İŞKUR önlerinde uzun kuyruklar oluşturuyor.

AKP’nin ekonomi politikaları, geçim sıkıntısı ve yoksulluk yurttaşları intihara sürükledi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan verilere göre 2022’nin sonunda 300 yurttaş, 2002-2022 arasında ise 5 bin 712 yurttaş geçim sıkıntısı sebebi ile intihar etti. 

YÜKSEKÖĞRETİMDE İNTİHAR ARTTI 

Başkanlık Sistemi’nin geldiği 2018’den 2022’nin sonuna kadar ise bin 477 kişi geçim sıkıntısı gerekçesi ile intihar etti. İntihar edenlerin dağılımına bakıldığında ise 2022’nin sonunda 635'inin Yükseköğretim mezunu olduğu ortaya çıktı. 2002’de ise bu rakam 146’ydı. Rakamlar yükseköğretim muzanlarındaki intiharın yüzde 334.93 arttığını ortaya koydu. 

2022’nin sonunda 15 yaşından küçük 81, 15-19 yaş arası 410, 20-24 yaş arası 544 ve 25-29 yaş arası 568 yurttaş intihar etti. Bu verilerin ortaya çıkmasını sağlayan esas unsurların gelecek kaygılarından kaynaklı olduğu belirtildi. 

Verileri paylaşılmayan 2023 yılında da geçim sıkıntısı gerekçesi ile intihar ettiği öne sürülen birçok yurttaş oldu. 20 yaşındaki K.E. 16 Mayıs tarihinde geçim sıkıntısından bahsettiği bir mektup bıraktığı iddia edilerek Marmaray’da intihar etti. Anadolu Üniversitesi Matematik Öğretmenliği bölümü öğrencisi R.A., son mektubunda borçlu olduğunu, Türkiye’de genç intiharların fazla olduğunu ve toplumsal sorunlar yaşadığını ifade ettiği iddia edilen bir mektubu geride bırakarak hayatına son verdi. Kocaeli’de atama bekleyen 23 yaşındaki A.A. da yaşımana son vermişti. 

SEBEP YOKSULLAŞMA VE UMUTSUZLUK 

CHP Milletvekili ve Parti Meclisi (PM) Üyesi Dr. Gamze Akkuş İlgezdi BirGün’e yaptığı değerlendirmede 2022 istatistiklerine göre toplam intihar sayısının 4 bin146 olduğunu açıkladı. 

İlgezdi, “Özellikle geçim sıkıntısı, işsizlik, artan gıda ve konut fiyatları yurttaşlarımızı intihara sürüklüyor. Son yıllarda intihar oranlarının artışındaki en büyük sebep insanlarımızın yoksullaşması ve geleceğe dair umutlarının yok olması. Yaşanılası bir sosyal devleti tesis etmekle sorumlu iktidar görevini yerine getirmediği için yurttaşlarımız çaresizlikle intihara yöneliyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilen 2017’den bugüne intihar vakalarındaki yüzde 24’lük artış ise tek adam rejiminin getirdiği kötü yönetim, yetersiz sağlık hizmetleri ve artan sosyal-siyasal baskıların da intihar vakaları artırdığının kanıtı.” 

İktidarın insanları çaresizliğe ittiğini ifade eden İlgezdi, “Ekonomik krizin derinleşmesi, kronik hale gelen işsizlik ve öğretilmiş yoksulluk gibi kökleşen sosyal sorunlar, intihar vakalarını artırdı. İntihar oranlarındaki artış AKP’nin yarattığı ekonomik ve sosyal sorunların büyüklüğüne ve hükümetin bu sorunlarla baş edemediğinin en açık göstergesidir. Ekonomik krizin yarattığı sosyal sorunların çözümsüzlüğü ile intihar eğilimi doğru orantılı olarak artıyor. Temel hakları, yani eğitimi, gıdayı bile insanlarımıza çok gören iktidar bu zeminin en baş hazırlayıcı” diye konuştu. 


Öne Çıkan Yayın

Yandaş şirketler zeytinlikleri istedi: İşte o skandal mektup! -Bahadır Özgür /halkTV-

Meclis’te görüşülen ve başta zeytinlikler olmak üzere koruma altındaki alanları, sulak bölgeleri madenciliğe açan torba yasanın arkasından, ...