Van Körzüt Kalesi'nde tapınak ve kitabeler ortaya çıkarıldı - duvaR

 

Körzüt Kalesi'ndeki yapılan kazılarda tapınak olduğu değerlendirilen yeni bir yapı, çivi yazısı ile yazılmış 2 kitabe bulundu.

Van'da Urartular döneminde inşa edilen Körzüt Kalesi'nin kalıntılarının bulunduğu alanda yürütülen kazı çalışmalarında, tapınak olduğu değerlendirilen yeni bir yapı, 2 taş blok üzerine çivi yazısı ile yazılmış kitabe, 2 tandır ve kısmen tahrip olmuş mavi renkli sıvalı kerpiçler gün yüzüne çıkarıldı.

AA'nın haberine göre, Muradiye ilçesine 9 kilometre uzaklıktaki Uluşar Mahallesi'ndeki kayalık alana Urartu Kralı Minua tarafından inşa edilen kale kalıntısının bulunduğu alanda, Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle Van Müzesi başkanlığında geçen yıl başlatılan kazılar devam ediyor.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sabahattin Erdoğan'ın bilimsel danışmanlığında yürütülen kazılarda, tapınak olduğu değerlendirilen yeni bir yapının kalıntısı ortaya çıkarıldı.

Kalıntıların bulunduğu alanda 2 taş blok üzerine 6 sıra halinde çivi yazısıyla yazılmış kitabe, 2 tandır ve kısmen tahrip olmuş mavi renkli sıvalı kerpiçler bulundu.

Doç. Dr. Erdoğan, Körzüt Kalesi'ndeki kazılarda önemli bulgulara ulaşmayı hedeflediklerini söyledi.

Bu yılki kazılara 13 Ekim'de başladıklarını belirten Erdoğan, şu bilgileri verdi:

"Kazılara başlamadan önce kuzey-güney doğrultusuna uzanan sitadel (Genellikle sur duvarlarıyla çevrili, bir saldırı anında koruma amaçlı kullanılabilen yukarı şehir), güney ucunda da bir yapı bulunmaktaydı. Bu yapının güneydoğusunda ve güneybatısında rizalit adını verdiğimiz 2 payanda bulunmaktaydı. Payandalar, bu yapının tapınak olabileceğini göstermektedir. İlerleyen çalışmalar sırasında tapınağın hemen kuzey cephesinde ilk başta çivi yazılı bir blok tespit ettik. Bu blok üzerinde altı sıradan oluşan bir Urartu çivi yazısı yer almaktaydı devamında ikinci blok tespit ettik. Bu da aynı şekilde altı sıradan oluşan bir çivi yazılı kitabedir. İkinci blokun hemen yan yüzünde de yazıtın devam ettiğini gördük. Bu blokların sayısı artabilir çünkü tapınağın planını düşündüğümüzde bunun artma ihtimali yüksek. Söz konusu yazıtlar buranın bir tapınak olduğunu göstermektedir."

'YAZITLARDAN KRAL MİNUA'NIN BİR SEFER YAPTIĞINI ANLIYORUZ'

Tapınakla ilişkili olarak ele geçen çivi yazılı kitabelerin dışında sıvalı kerpiçlere de denk geldiklerini anlatan Erdoğan, "Bu kerpiçlerin üzerinde Urartu tapınaklarından bildiğimiz mavi renkli bir sıvanın yer aldığını biliyoruz. Bu kerpiç blokların üzerinde kahverengi veya siyah renkli işlenmiş mitolojik sahnelerin yer aldığını düşünmekteyiz. Benzerini Van'daki Alaköy'de yer alan Garibin Tepe'den bilmekteyiz. Çivi yazılı blokların hemen üzerinde küçük bir tandıra, onun da 1 metre kuzeyinde daha büyük boyutlu bir tandıra denk geldik. Yazıtlardan anladığımız kadarıyla Kral Minua'nın bir sefer yaptığını biliyoruz. Bu seferin nereye olduğunu henüz çözemedik ama tespit ettiğimiz bir husus da sefer sonucunda Minua için yapılan bir dizi etkinlik yer almaktadır" dedi. 

(duvaR)


Tek dert mutfak + Tüp gaz fiyatlarına son bir yılda 5 kez zam geldi + Derin yoksulluk eğitimden çalıyor + Gençliğin parası gericilere gidiyor + Diyanet, 70 üniversiteyi solladı


Tek dert mutfak (Birgün)

Ekonomi araştırması yurttaşların yüksek gıda enflasyonu nedeniyle artan endişesini bir kez daha gösterdi. Araştırmaya göre, ekonominin en önemli sorunu yüzde 30,5 ile gıda ürünleri fiyatlarındaki artış oldu.

ASAL Araştırma ve Danışmanlık Şirketi, Türkiye genelinde 26 ilde 2 bin 600 kişiyle yaptığı 'ekonomi' anketi sonuçlarını paylaştı. 18 yaş ve üzeri 2 bin 600 kişiyle yapılan ankette yurttaşlara, "Sizce şu anda Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu nedir?" sorusu yöneltildi. Ankete göre yüzde 30,5 ile "Gıda ürünleri fiyatlarındaki artış" ilk sırada yer aldı. Gıda ürünlerini yüzde 14,7 ile doğalgaz, elektrik ve su fiyatlarındaki artış ile yüzde 12 ile kira, ev, araç fiyatlarındaki artışlar takip etti. Kirayı yüzde 10,2 ile yüksek enflasyon, yüzde 8,3 ile akaryakıt fiyatlarındaki artış, yüzde 5,5 ile faizlerin yüksekliği, yüzde 5 ile borsa, yüzde 2,2 ile TL'nin değer kaybetmesi, yüzde 1,5 ile vergi oranlarının yüksek olması izledi.

HARCAMALARIN YÜZDE 35,8’İ GIDAYA

İktidarın kötü ekonomi politikaları nedeniyle artan gıda fiyatları yurttaşın sofrasının günden güne küçülmesine yol açıyor. Dünyada gıda fiyatları son 27 ayın en düşük seviyesinde yer alırken Türkiye'de ise 36 aydır soluksuz bir şekilde yükselmeye devam ediyor. TÜİK ve Türk-İş'in eylül ayı verileri de halkın en büyük sorununun artan gıda fiyatları olduğunu ortaya koydu. TÜİK'in eylül ayı verilerine göre gıda enflasyonunu yüzde 75,14 oldu. 2005’te yüzde 4,5 olan gıda enflasyonu ise 2023’te yüzde 75,14’e yükseldi. Türk-İş'in eylül ayına ilişkin Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması'na göre, gıda fiyatları aylık yüzde 9,31, yıllık yüzde 84,04 arttı. TÜİK’in en son açıkladığı tüketim harcamalarıyla ilgili istatistiklere göre en zengin yüzde 20’lik kesim tüketim harcamalarının yüzde 16,6’sını gıda için ayırırken, en yoksul yüzde 20’lik kesimin tüketim harcamalarından gıdaya ayırdığı pay yüzde 35,8’e kadar çıktı.

EN ÖNEMLİ SORUN NEDİR?

                                                                         /././

Tüp gaz fiyatlarına son bir yılda 5 kez zam geldi (Birgün)

Yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı yurttaşın cebine zam olarak yansımaya devam ediyor. 2023 yılının başından beri 4 kere zamlanan tüp gaz fiyatlarına dün yılın beşinci zammı yapıldı.

Tüp gaza son olarak 5 Ekim’de zam yapılmıştı. Son zamla birlikte Tüp fiyatlarındaki son durum şu şekilde oldu:

Mini 2 kg ev tüpü: 137,00 TL

12 kg tombul ev tüpü: 580 TL

Maksi tombul 12 kg tüp: 591 TL

12 kg valfli uzun ev tüpü: 591,00 TL

                                                       /././

Derin yoksulluk eğitimden çalıyor (Birgün)

İktidarın eğitimden kısması nedeniyle öğrenciler okuldan uzaklaşıyor, yoksul ailelerin çocukları okula aç gidiyor. İPA’nın verileri kriz sebebiyle çocukların eğitime erişmesinde yaşadığı zorlukları gözler önüne serdi.

İktidarın kemer sıkmaya eğitimden başlamasıyla birlikte eğitim maliyeti katlanıyor. Bu maliyet ailelerin sırtına yükleniyor, yoksul çocuklar okulu bırakmak zorunda kalıyor. Yüksek enflasyonun faturası dört çocuktan birinin okula aç gitmesine sebep oluyor. Özelleştirmelerle de eğitim artık zengin işi halinde. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) ‘Ekonomik Krizin Eğitim Maliyeti’ raporunda uluslararası göstergelerle karşılaştırılmalı olarak Türkiye’deki okullaşma verileri, kriz alanları ile birlikte değerlendirildi. Araştırma kapsamında ayrıca Türkiye genelinde ve İstanbul özelinde saha araştırmalarından veri ve gözlemlerle ekonomik krizin eğitime erişime etkisi incelendi. Buna göre yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı ile mücadele eden ailelerin temel ihtiyaçlarının yanı sıra eğitim ve sağlık harcamalarından vazgeçmek durumunda kalıyor.

OKULLAR BOŞALIYOR

2016’da GSYH içerisindeki payı yüzde 4,21 olan eğitim bütçesinin bu yıl yüzde 3,48’e gerilediği hatırlatılan raporda, bunun sonuçlarını yoksul ailelerin yaşadığına dikkat çekildi. Yoksulluk nedeniyle örgünde eğitim gören öğrenci sayısının azaldığı, yaklaşık 2,5 milyon kişinin açık öğretime geçtiği belirtildi. Kamu yatırımlarındaki düşüş eğiliminin eğitimi, ‘anayasal hak olarak parasız sağlanması gereken bir kamu hizmeti’ olmaktan çıkardığı aktarılan raporda, “Kamusal yatırımların daralması, eğitimcilerin haklarının iyileştirilmemesi, atamaların yeterli ve adil yapılmaması gibi bilinçli politik uygulamalar sonucunda nitelikli eğitime erişim özel okulları tercih eden üst orta sınıf ailelerin çocuklarıyla sınırlı kalıyor. Yüksek maliyetli özel okullar ile giderlerin öğrenci ve velilere devredildiği devlet okulları arasındaki uçurum artıyor” denildi. Rapora göre derinleşen yoksulluğun da etkisiyle, hanelerin sırtına binen mali yük nedeniyle çok daha fazla öğrencinin çocuk işçiliği veya evliliği gibi sorunlarla karşı karşıya kalınıyor. Çocuklar okul terk etmek zorunda bırakılıyor. Raporda, eğitime herkesin sosyoekonomik durumundan bağımsız ve eşit biçimde erişiminin sağlanmasının önemine de değinildi.

MALİYET ACI TABLOYU GÖZLER ÖNÜNE SERDİ

                                                            /././

Gençliğin parası gericilere gidiyor (Mustafa Bildircin-Birgün)

Öğrencilerin barınma sorununun çözümüne yönelik adım atmayan Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın gerici vakıf ve derneklere aktaracağı para belli oldu. Vakıflara gelecek üç yıl içinde 5 milyar TL transfer edilecek.

Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 2024-2026 dönemine yönelik bütçe verileri, dramatik tabloyu ortaya koydu. Devlet yurtlarının yetersizliği, fahiş kiralar ve yüksek ücretli özel yurtlar nedeniyle öğrenciler barınma problemiyle karşı karşıya kalırken bakanlığın vakıf ve derneklere milyarlarca lira para aktaracağı belirlendi.

Başkanlığın 2024 ve 2026 yıllarını da kapsayan üç yıllık dönemde vakıf ve derneklere aktaracağı toplam paranın 5 milyar TL’ye dayanacağı öğrenildi.

6 AYDA 522 MİLYON TL

Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın mali verilerine göre, 2022 yılında derneklere 563 milyon 515 bin TL aktarıldı. Bakanlık, “Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar” adı altında faaliyet gösteren vakıf ve derneklere 2023’ün yalnızca ilk yarısında ise 522 milyon 660 bin TL aktardı.

2024’TE 1,3 MİLYAR TL

Bakanlığın 2024 yılı bütçesi ve 2025 ile 2026 yıllarına yönelik bütçe öngörülerinin paylaşıldığı veriler ise bakanlığın kasasının vakıf ve derneklere ardına kadar açılmaya devam edileceğini gözler önüne serdi. Buna göre, 2024 yılında vakıf ve derneklere aktarılması amacıyla Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bütçesine 1 milyar 325 milyon 4 bin TL yerleştirildi. Vakıf ve derneklere 2025 ve 2026 yıllarında aktarılacak para da milyarlarca lira olarak tahmin edildi. Bakanlığın 2025 ve 2026 yıllarında vakıf ve dernekler için ayırmayı planladığı para kayıtlara sırasıyla 1 milyar 631 milyon 40 bin TL ve 1 milyar 849 milyon 297 bin TL olarak geçti.

STADYUMLARA MİLYARLARCA LİRA

Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, “Stadyumlar” başlığı altında paylaştığı veriler ise bakanlığın bütçe kullanım tercihlerini ortaya koyuyor. 2011-2022 yatırım programında bakanlığa ait 36 adet stadyum projesi bulunduğu ifade edilirken projelerin toplam maliyeti 5 milyar 162 milyon 113 bin 280 TL olarak ifade ediliyor.

                                                             /././

Diyanet, 70 üniversiteyi solladı (Mustafa Bildircin-Birgün)

Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2024 yılı için teklif edilen mal ve hizmet alımı ödeneğinin 70 üniversitenin yıllık bütçesinden fazla olduğu belirlendi.

İktidarın Diyanet aşkı sınırları zorlar hale geldi. 2024 yılı için 91 milyar 824 milyon 805 bin TL bütçe teklif edilen Diyanet İşleri Başkanlığı, “Mal ve Hizmet Alımı” kalemi için ayrılan ödenek itibarıyla onlarca üniversiteyi geride bıraktı. Yıllık bütçesi Diyanet’in mal ve hizmet alımı için ayrılan ödeneğin altında kalan üniversiteler arasında köklü üniversiteler de yer aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2024 yılı için teklif edilen mal ve hizmet alım ödeneğinde 2023 yılına oranla yaşanan artış ise yüzde 109 olarak hesaplandı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2024 yılı bütçesinin 2 milyar 503 milyon 261 bin TL, “Mal ve Hizmet Alım” kalemine yazıldı. Başkanlığın 2023 yılındaki mal ve hizmet alım ödeneği 1 milyar 194 milyon 352 bin TL’ydi.

KÖKLÜ ÜNİVERSİTELERİ GERİDE BIRAKTI

Çok sayıda bakanlığı geride bırakan bütçesi ve bütçesinden gerçekleştirdiği hoyrat harcamalarıyla hemen her yıl tartışılan Diyanet’in mal ve hizmet alım ödeneği, Türkiye’deki 126 üniversiteden 70’inin yıllık bütçesini aştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mal ve hizmet alım ödeneği kadar dahi yıllık bütçe alamayan bazı üniversitelerin 2024 yılı bütçeleri şöyle sıralandı:

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi: 1 milyar 959 milyon TL

Galatasaray Üniversitesi: 1 milyar 129 milyon TL

Hitit Üniversitesi: 2 milyar 126 milyon TL

Türk Alman Üniversitesi: 1 milyar 115 milyon TL

İskenderun Teknik Üniversitesi: 1 milyar 288 milyon TL

ÖDENEKTE ÇARPICI ARTIŞ

Diyanet’in Türkiye’deki 70 üniversitenin yıllık bütçesinden fazla olan mal ve hizmet alım ödeneğinde yıllar itibarıyla çarpıcı artış yaşandı. Başkanlığın mal ve hizmet alım ödeneği 2018-2024 döneminde yıllara göre şöyle kaydedildi:

∗∗∗

2023’ÜN İLK YARISINDA 520,4 MİLYON TL HARCAMA YAPILDI

Mal ve Hizmet Alım kaleminden 2023’ün ilk yarısında gerçekleştirilen harcamalar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fahiş harcamalarına ayna tuttu. Diyanet, 2023 yılının Ocak-Haziran döneminde toplam 520 milyon 459 bin TL’lik mal ve hizmet alım giderine imza attı.

(derleyen: mstfkrc)

Ali Babacan'ın paylaştığı 100. yıl görseline tepki yağdı: 'Cumhuriyeti Ali kurdu herhalde...' - Cumhuriyet

 

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan'ın cumhuriyetin 100. yılı için paylaştığı görsel sosyal medyada büyük tepki çekti. Tepki gösteren isimler arasında Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da yer aldı.

Türkiye, Cumhuriyetin 100. yaşını kutlamaya hazırlanırken; DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan'ın Cumhuriyetin 100. yılı için paylaştığı görsel sosyal medyada gündem oldu.

Görselde Ali Babacan'ın bir yurttaşla olan fotoğrafı yer alırken; Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e veya Türk bayrağına yer verilmedi.

TEPKİ YAĞDI

Babacan'ın paylaşımına sosyal medyada adeta tepki yağdı.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, "Cumhuriyeti Ali kurdu herhalde" ifadesi ile tepki gösterdi.

Gelen tepkilerden bazıları ise şu şekilde...

CUMHURİYET

15 yıllık cendere Lübnan İç Savaşı (4) - Ayhan Keser / soL-Özel

 İsrail’in savaşlarını ele aldığımız dizimize bugün 15 yıl boyunca 150 bin kişinin ölümüne ve bir milyonu aşkın kişinin de göç etmesine yol açan Lübnan İç Savaşı’yla devam ediyoruz.

İsrail’in kuruluşunu izleyen yıllardaki Altı Gün ve Yom Kippur Savaşları ile zaten çeşitli Arap ülkelerinin açık tarafı olduğu Filistin sorununun bölge ülkeleri için önemi daha da arttı.

Arap devletleri ile girdiği savaşları kazanarak Mısır’da Sina Yarımadası’nı Suriye’de ise Golan Tepeleri’ni işgal eden İsrail karşısında ordu düzeni ile çarpışarak kaybettiklerini geri almak için daha çok gerilla mücadelesine yönelen Filistin halkı açısından artık yeni bir sorun daha vardı.

Filistin içindeki toprakları büyük ölçüde İsrail işgalinde olan Filistinliler ve özellikle de örgütlü militan direnişçiler için yaşam alanı günden güne daralıyordu. Bu kapsamda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) militanları başta olmak üzere çok sayıda Filistinlinin komşu ülkelerdeki mülteci kamplarına yerleşmeleri gerekti. 

Çoğu 1948 Arap-İsrail Savaşı’nı izleyen günlerde olmak üzere Gazze’de 8, Batı Şeria’da 19, Ürdün’de 10, Suriye’de 13 ve Lübnan’da 12 mülteci kampı kuruldu ve bu kamplarda 1950 yılında yaklaşık 750 bin Filistinli yaşıyorken bu rakam günümüzde 5 milyonu aştı.

Mültecilerin komşulara etkileri

Filistin halkının mücadelesi başlarda Arap devletlerinin ve halkın yoğun desteğini aldı. Ancak İsrail karşısında alınan yenilgiler neticesinde Mısır’in bir ateşkes anlaşması imzalayarak İsrail’i tanımış olması, ardından Suudi Arabistan’ın mutlak olarak ABD yörüngesine girmesi gibi gelişmeler bölgede Filistin halkına verilen desteğin bazı ülkelere yoğunlaşmasına yol açtı.

Kısa süre içinde Ürdün, Suriye ve Lübnan’a göç etmek zorunda kalan yüz binlerce Filistinli gittikleri ülkenin iç dengeleri açısından da önemli bir unsur haline geldi.

Özellikle nüfusunun %90’dan fazlası Arap olmakla birlikte yarısı Hristiyan yarısı Müslüman olan Lübnan bu tabloyu kaldırmakta zorlandı ve din temelli kışkırtmalar sonucu kanlı bir iç savaş süreci başladı. 

Burada akla Lübnan İç savaşı’nın ülkeye göç eden ve nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturan Filistinli mültecilerin yol açtığı düşünülebilir. Özellikle ülkemizde ağırlığını artıran göçmen sorunu nedeniyle yalan yanlış tarihi örnekler verip göçmen düşmanlığı yapmaya hevesli çok sayıda insan var. 

Ancak Lübnan’da yaşananları tetikleyen unsurların başında 1960’lı yıllarda Hristiyanların ülkede yasal üstünlük (Parlamento’da Hristiyanlara %55 Müslümanlara %45 koltuk ayrılması) elde etme girişimleri çatışmalarının fitilini ateşlemiş oldu. Oysa hem o yıllarda ülkedeki Hristiyan-Müslüman oranı yarı yarıyaydı hem de zaten parlamentoda dini kimliklere göre dağılım başlı başına bir sorun kaynağıydı.

Taraflar olgunlaşıyor

Bu girişime hem Müslümanlar hem de seküler gruplar çok sert tepki verdi ve daha sonra Lübnan Ulusal Hareketi haline gelecek ittifak şekillenmeye başladı. Ülkedeki Hristiyan egemenliğine karşı yeni bir nüfus sayımı isteyenlere karşı Hristiyanlar sert tepki gösteriyor ve bunun Lübnan egemenlik haklarına saldırı anlamına geleceğini söylüyordu.

Lübnan İç Savaşı’nda çok sayıda örgüt ve devletin taraf olduğu bilinse de Müslüman-seküler ittifakının karşısında yer alan ana güç olarak Beşir Cemayel liderliğindeki Falanjistler (Ketiab  oldu. 

İç savaşta bir tarafı Falanjist Beşir Cemayel ve 1952-58 arası cumhurbaşkanlığı yapan Cemille Chamoun liderliğindeki Lübnan Cephesi, Özgür Lübnan Ordusu, Güney Lübnan Ordusu gibi Hristiyan milislerle İsrail oluşturdu.

Karşılarında ise Lübnan Komünist Partisi dahil olmak üzere çok sayıda solcu ve pan-Arap barındıran Lübnan Ulusal Hareketi (1982 yılından sonra Lübnan Ulusal Direniş Cephesi), Filistin Kurtuluş Örgütü, Şii Emel Hareketi, 1985 itibarıyla Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları’na bağlı çeşitli gruplar yer aldı. 

Suriye ise iç savaşın ilk yılında Hristiyanlar lehine müdahil olurken kısa sürede arabulucu pozisyona çekildi ve 30 bin kişilik Arap Barış Gücü’nün temelini oluşturdu.

Lübnan Ordusu ise Orta Doğu’nun en güçsüz ordularından biriydi ve iç savaş başladığında parçalanarak farklı tarafları destekleyen gruplara yol açmasının dışında savaşta etkin bir unsur olarak hiyerarşik yapısını korumayı başaramadı.

İç savaş başlıyor: Otobüs katliamı

Zaten ülkede gerilim sürekli tırmanıyorken Hristiyan Falanjistler tarafından gerçekleştirilen ve otobüs katliamı olarak anılan saldırı iç savaşı başlattı. Falanjist milisler 13 Nisan 1975’te Filistinli mültecileri kampa taşıyan otobüse ateş açarak 27 kişiyi katlettiler. Beyrut’a gerçekleşen bu saldırı ile birlikte o zamana kadar biriken gerilim şiddetli bir iç savaşa dönüşmüş oldu. 

Filistinli mültecileri taşıyan araçların Maruni Kilisesi’nin önünden geçmelerine engel olmaya çalışan Falanjistlerin tetiklediği bu olayın ardından yaklaşık 15 yıl sürecek ve 150 binden fazla insanın öleceği, bir milyondan fazlasının ise Lübnan’dan göç etmek zorunda kalacağı acılarla dolu süreç dizginlerinden boşandı.

Ülkenin başkenti Beyrut iç savaş boyunca Doğu Beyrut (Hristiyanlar) ve Batı Beyrut (Müslümanlar) olarak bölündü. Ancak Batı Beyrut’un nüfusu Müslüman ağırlıklı olmakla beraber, burada yalnızca islamcı hareketler yoktu. Lübnan Komünist Partisi, o dönem ülkedeki en güçlü aktörlerden biriydi. Beyrut’un Beyoğlu’su diyebileceğimiz Hamra semti Lübnanlı komünistlerin egemenliğindeydi ve İsrail ordusu hiçbir zaman bölgeyi kontrol altına almayı başaramadı.

Tel El-Zaatar katliamı

Tel El-Zaatar mülteci kampının %40’ı yoksul Lübnanlılardan kalanı ise Filistinli mültecilerden oluşuyordu. Ocak 1976’da Falanjistler tarafından kuşatılan kamp, Ağustos ayına kadar direndi. Kampın kuşatılmasının ardından Filistinli direniş grupları kuşatmayı yarmak için fedailer örgütleyip bölgeye göndermeye çalıştılar ancak bu girişimleri sürekli engellerle karşılaştı. 

Burada Falanjistler lehine müdahil olan Hafız esad liderliğindeki Suriye’nin tutumu Lübnan Ulusal Hareketi ve Filistinli direnişçiler tarafından Tel El-Zaatar mülteci kampının düşmesinin ve binlerce kişinin katledilmesinin en önemli sebeplerinden sayıldı. 

Kuşatma boyunca yaşanan katliamda toplam kaç kişinin öldüğü net olarak saptanamasa da farklı kaynaklar tarafından yapılan tahminlerde 3 ila 4 bin arası Lübnanlı ve Filistinlinin öldürüldüğü ifade edildi.

Güney Lübnan’da İsrail işgali

Tıpkı İsrail-Arap savaşları gibi Lübnan İç Savaşı da tüm dünyanın ilgisini bölgeye çekti ve arabuluculuk girişimleri ile taraflar el altından sunulan destekler birbirini izledi.

İç savaşın seyrinde önemli bir kırılma ise İsrail’in 1978 yılında Hristiyanlar lehine Lübnan’ın güneyinden ülkeye girip işgale başlaması oldu. Başkent Beyrut’a doğru ilerleyen İsrail ordusu en büyük katliamını Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında gerçekleştirilen katliamı da daha sonra İsrail devlet başkanlığı da yapacak olan Ariel Şaron’un yönlendirdi.

Sabra ve Şatilla katliamı

Lübnan İç Savaşı’nın bir başka ağır katliamı da Sabra ve Şatilla adlı mülteci kamplarında yaşandı. Ariel Şaron’un bu kamplarda 2000 silahlı FKÖ militanı bulunduğu yönündeki ısrarlı demeçleri neticesinde 16 Eylül 1982’de bu kampları kuşatan Falanjistler üç gün boyunca binlerce Filistinliyi katletti.

Liderleri Beşir Cemayel’in öldürülmesinin intikamı için fırsat kollayan Falanjistler yaklaşık 20 bin Filistinli mültecinin yaşadığı Sabra ve Şatilla kamplarında 3 bine yakın Filistinliyi öldürdü. Daha sonra pek çok katliama ve zulme imza atacak Ariel Şaron’un Beyrut Kasabı olarak anılmasına yol açan katliam bölgedeki İsrail vahşetinin öne çıkan örneklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı. 

Emperyalistlere yönelik saldırılar

İç savaş boyunca farklı odaklar bazen ara buluculuk girişiminde bulunup bazense el altından taraflara yardım ederek sürece müdahil olmaya çalıştılar. İsrail’in bölgede ve dünyadaki en büyük müttefiki ABD de bu süre boyunca hiç boş durmadı. 

ABD girişimlerine dönük tepkiler Lübnan’daki ABD misyonlarının da hedef haline gelmesine yol açtı. Bu kapsamda İslami Cihad 18 Nisan 1983’te ABD Büyükelçiliği’ne saldırı düzenledi ve 63 kişi hayatını kaybetti. Yine İslami Cihad tarafından ABD ve Fransa askerlerinin konuşlandığı kışlalara gerçekleştirilen intihar saldırıları neticesinde toplam 299 Amerikan ve Fransız askeri öldürüldü.

Birinci İntifada’dan Taif Anlaşması’na 

1987 yılında Filistin’de Birinci İntifada’nın başlaması ile İsrail’e dönük öfke ve saldırılar arttı. Ancak gelişmeler on yılı aşan iç savaşın sürdürülmesini güçleştiriyordu. Hem Lübnan içindeki dengeler iş savaşın başladığı 1975’e değişmişti hem de İsrail ve Suriye başta olmak üzere dış güçlerin müdahalesi, emperyalizmin açık ya da örtülü operasyonları iç savaşı sonlandırmaya dönük baskıları artırdı. 

Bu kapsamda ilerleyen görüşmeler neticesinde 1989 yılında Suudi Arabistan’ın Taif kendinde ve Arap Birliği arabuluculuğunda imzalanan Taif Anlaşması ile Lübnan İç Savaşı sona erdi. 

Anlama neticesinde Lübnan Parlamentosu’nda Hristiyan-Müslüman temsil oranı %55-45’ten %50-50’ye taşındı. Müslümanlara verilen Başbakanlık politik olarak Hristiyanlarda bulunan Cumhurbaşkanlığı karşısında güçlendirildi. Lübnanlı veya değil tüm güçlerin silahsızlandırılması kararlaştırıldı.

İç savaş bitti sorunlar bitmedi

Lübnan İç Savaşı sona erdiğinde ülkeye barış gelmiş olmadı. Çünkü hem bölge kaynamaya devam etti hem de iç savaşın sonuçlarından bazıları yeni çatışma ve savaşların yolunu açtı. 

Taif Anlaşması ile Filistin Kurtuluş Örgütü Lübnan’ı terk etti ancak ne Filistinli mültecilerin yaşadıkları sorunlar sonlandı ne de Lübnan’daki din temelli ayrışmaların tetiklediği gerilim sönümlendi. 

Bir başka sorun İsrail’in uzun süre Güney Lübnan’ı işgal altında tutmuş olmasıydı. Buraya Kuzey Lübnan’ın önemli bir kısmının Suriye egemenliğine girmesi de eklenince Lübnan İç Savaşı’nın sona ermesi, ilerleyen yıllarda İsrail-Filistin-Suriye-Lübnan arasındaki çeşitli çatışma ve savaşların öncesinde çok kısa bir süreliğine soluklanma anlamına geldi.

Ayhan Keser / soL-Özel

Savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanıyor + Yom Kippur Savaşı: İsrail’in tanınmasına yol açan hezimet (3) + ABD’nin çıkarları bölgeyi yaktı

 

Savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanıyor (Saurav SARKAR-Birgün)

                 
İngiltere mandasındaki Kudüs’te İngiliz polis devriyesi (1936) (Fotoğraf: AA)
İngilizler her yerde imparatorluğun çıkarları doğrultusunda bir halkı diğerine karşı kışkırtarak "böl ve yönet" stratejisini kullandı. Yahudi göçüne verilen destek, 1936-1939 yılları arasındaki Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı.

Şu anda Birleşik Krallık’taki tüm hükümet binalarının üzerinde İsrail bayrakları dalgalanıyor, ancak bu eski emperyal hegemon, Siyonizm’e ilk defa destek vermiyor. İngiliz hükümeti 1917 yılında meşhur Balfour Deklarasyonu’nu yayımlamıştı.

67 kelimelik bu kısa belge modern Filistin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Büyük Britanya’yı Filistin’de Yahudiler için bir ‘‘milli yurt’’ kurmaya angaje ediyordu (Deklarasyonun ilk şekli bir ‘‘Yahudi devleti" vaat ediyordu, ancak daha sonra değiştirildi). Balfour Deklarasyonu, Filistinlileri korumayı amaçlayan bir dil içeriyordu, ancak sonraki yüzyılda bunun nasıl sonuçlandığını gördük.

Birinci Dünya Savaşı’ndan 1948’e kadar Filistin’i İngilizler yönetti ve bu sürenin büyük bir kısmı Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilen bir manda yönetimi altında geçti. Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin nüfusu bu on yıllar boyunca -özellikle 1930’larda- İngiliz hükümetinin göçü teşvik etmesiyle arttı. 1922 yılında bölgedeki nüfusun sadece yüzde 11’i Yahudi’ydi. Bu rakam 1931’de yaklaşık yüzde 17’ye yükseldi. 1939’da bu oran neredeyse yüzde 30’u buldu.

Bu noktada İngiliz hükümeti bölgede istikrarı sağlamak için Yahudi nüfusunun daha fazla artmasını sınırlamaya çalıştı. Ancak artık çok geçti; sahadaki gerçekler değişmişti. Neredeyse yüzde 90’ı Filistinlilerden oluşan bölge, iki grup arasında çekişmeli bir toprak haline gelmişti. Dahası, İngilizler Filistinlilerin topraklarına Yahudilere vermek üzere el koymuş ve yeni başlayan Filistin milliyetçiliğine karşı şiddetli bir baskı uygulamıştı. Ve 1930’larda bir İngiliz hükümeti komisyonu Filistin’in bölünmesini tavsiye ederek başarısız ‘‘iki devletli çözümün’’ temelini atmıştı. Başka bir deyişle, bu çatışma 20’nci yüzyılın ilk yarısında sömürgeci bir projeyi desteklemek için uygulanan belirli emperyal politikaların ürünüdür. ‘‘Yahudi sorunu’’ -yani Avrupa’nın uzun süredir kendi antisemitizmiyle yeterince başa çıkamaması- Britanya İmparatorluğu tarafından Filistinlilerin Siyonist sorunu haline getirildi.

KIŞKIRTMA POLİTİKASI

İngiliz yönetiminin en önemli özelliklerinden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kışkırtmaktı. Küresel bir vilayetler topluluğu üzerinde yüzyıllar boyunca benimsedikleri temel yöntemlerden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kullanarak siyaseti yönetmek adına himayesi altındakilerin sosyal tarihini incelemekti.

Filistin’e Yahudi göçüne verilen destek, yerli Filistinlilerin kızgınlığını ve harekete geçmesini tetikleyerek 1936-1939 Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı. Genel grev ve köylü ayaklanmasını içeren isyan, Siyonist paramiliter güçlerle işbirliği yapan İngiliz hükümeti tarafından şiddetle bastırıldı. Ancak isyanın ardından İngilizler bölgeye Yahudi göçünü sınırlamaya başladı ve emperyal çıkarlarını korumak için destekledikleri gruba karşı cephe aldı. Bu durum Filistin’de Siyonistlerin şiddetli saldırılarına yol açtı. Filistin bu kaderde yalnız değil. İngilizler her bölgede imparatorluğun çıkarları doğrultusunda bir halkı diğerine karşı kışkırtmak için ‘‘böl ve yönet’’ stratejilerini kullandılar. İngiliz Hindistanı’nda Hindu-Müslüman ayrımını zorladılar, bazen bir halkı bazen de diğerini kayırdılar. Kıbrıs’ta Rumları Türklerle karşı karşıya getirdiler. Sri Lanka’da Tamillerle Sinhaleleri karşı karşıya getirdiler. İrlanda’da Katolikler ile Protestanları karşı karşıya getirdiler. Liste uzayıp gidiyor.

ORTAK NOKTA ‘NEFRET’

Tüm bu yerlerde, gruplar arası çatışmanın sözde ‘‘kadim’’ siyaseti, Britanya İmparatorluğu’nda güneş battıktan sonra da devam etti. Etnik köken ve/veya dine dayalı bölgesel bölünmeler yaşandı. Britanya Hindistanı, Hindistan ve Pakistan oldu. Pakistan daha sonra Pakistan ve Bangladeş olarak bölündü. İrlanda, İrlanda Cumhuriyeti ve Birleşik Krallık’ın Kuzey İrlanda’sı olarak ikiye bölündü. Kıbrıs ikiye bölündü, yasal statüsü ise hâlâ çözülemedi. Sinhalese egemenliğindeki Sri Lanka’da bir Tamil devleti kurmak için 30 yıl süren bir iç savaş yaşandı ve bu savaş 2009 yılında bugün Gazze’de tanık olduklarımıza benzer bir şekilde sona erdi. Ve 1948’de Filistin resmen bölündü ve Nakba’nın başlangıcına nezaret eden eski İngiliz yöneticilerin onayıyla bir Siyonist devlet ve bir Filistin devleti kurulması amaçlandı.

Bu yerlerin her biri, son bir ya da iki yüzyıla kadar izleri sürülebilen ‘‘kadim’’ nefrete dayanan şiddetli çatışmalara sahne oldu. Bu ortak nokta, Britanya İmparatorluğu politikalarının bu bölgelerdeki şiddetin temel nedeni olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır; bu çatışmaların imparatorluğa dayandırıldığı o kadar çok örnek var ki, bunun bir tesadüf olduğunu düşünmek bile mümkün değil.

İsrail apartheid’ı, işgali ve soykırımının yakın nedenlerinden açıkça İsrail ve onun baş sponsoru ABD mesul olmasına karşın, Birleşik Krallık’ın Filistin’deki ve diğer her yerdeki tarihi günahlarını düzeltmek noktasında özel bir sorumluluğu bulunmaktadır. İsrail bayrağı sallamak yerine mevcut soykırımı durdurmak için çalışmak asgari bir ilk adım olacaktır. Ancak bırakın tazminatı, bu bile masada görünmüyor. BirGün Çeviri Kolektifi tarafından Globetrotter’dan çevrilmiştir.

                                                         /././

Yom Kippur Savaşı: İsrail’in tanınmasına yol açan hezimet (3) (OGÜN ERATALAY-SOL/ÖZEL)

Emperyalizm Yom Kippur Savaşı sayesinde Ortadoğu’daki İsrail’in varlığını uzun dönemli olarak garanti altına almıştır.

İsrail, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşında kazandığı zaferin ardından işgal ettiği topraklardan atılmak isteneceğinin farkındadır. Mısır ve Suriye’nin silahlanmasına karşılık önlemler alınmış, istihbarat faaliyetleri artırılmıştır. 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye tarafından eşgüdüm halinde başlatılan saldırılar önce durdurulur sonra da yedek birliklerin silah altına alınmasıyla geri atılır. İsrail zırhlı birlikleri Süveyş Kanalını aşıp Kahire önlerindeyken Mısır teslim olur. Mısır rejimi bu ağır mağlubiyetin ardından emperyalizmin de destek vaadiyle İsrail ile masaya oturur ve bu ülkeyle resmî olarak anlaşan ilk Arap devleti olur.

İsrail’deki dini bayram günlerine denk geldiği için Yom Kippur Savaşı adı verilen silahlı muharebelerde 1967 yılındaki 6 Gün Savaşının ardından İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepeleri ve Sina Yarımadasında şiddetli çarpışmalar yaşanmıştır. Suriye ve Mısır tarafından eş güdümlü olarak iki ayrı cephede başlatılan savaş resmi kaynaklarda sürpriz saldırı olarak anılır. Ancak dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir saldırı öncesinde Arap harekâtına dair bilgi almasına rağmen ilk saldırı emrini vermemiş, dünya kamuoyunda saldırıya uğrayan taraf olmanın verdiği psikolojik haklılığının İsrail’den yana olmasını istemiştir. 

1967 yılındaki 6 Gün Savaşı’nın ardından bölgedeki huzursuzluk herkes tarafından bilinir durumdadır. 1973 yılına gelindiğinde ABD’de Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’dır. Bu dönemde emperyalizm başta Vietnam Savaşı olmak üzere pek çok cephede darbe üzerine darbe yemekte ancak Sovyetler Birliği’ne karşı verdikleri Soğuk Savaş’ta da adım atmaktadır. Çin ile ilişkiler düzeltilmiş, Şili’de CIA destekli darbe sonrasında ABD ile işbirliği içinde çalışacak olan Pinochet rejimi başa getirilmiş, Allende hükümeti devrilmiştir. Kissinger, Nasır döneminde Sovyetler Birliği ile yakın olan Mısır’da iktidardaki Enver Sedat’ı kendi tarafına çekmeye çalışıyor, bu konuda İsrail’den Sina’da işgal edilen toprakların verilmesi bile gündem edilmiştir. 

6 Ekim günü Süveyş Kanalı bölgesinde saldırıya geçen Mısır birlikleri önce kanalın karşı kıyısına geçer. Burada zırhlı birliklerin geçebilmesi için istihkam köprüleri hazırlanır ve zırhlı birliklerin Sina Yarımadasına çıkması sağlanır. Ancak İsrail bölgeye önemli tahkimat yapmış ve kuvvetli savunma hatları inşa etmiş durumdadır. Savaşın üçüncü gününe gelindiğinde Mısır zırhlı birliklerinin ilerleyişi durmuş ve takviye edilen İsrail savunma hattı inisiyatifi yavaş yavaş ele geçirmeye başlamıştır. 14 Ekim günü dağlık bölgedeki Mitla ve Gidi geçitlerinden ilerlemek isteyen Mısır zırhlı birlikleri bu bölgede ağır bir yenilgi alır ve savaşın gidişatı değişir. Geri çekilen Mısır birliklerinden 3. Ordu yarımadanın güneyinde kuşatılırken, Ariel Şaron komutasındaki öncü zırhlı birlikler kaçan Mısır birliklerinin ardından Süveyş’in batısındaki Mısır topraklarına girer. İsrail zırhlı birliklerinin Kahire önlerine gelmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar uyarınca 22 Ekim günü ateşkes ilan edilir. İsrail ordusuyla başkent arasında bir direniş bulunmamasına rağmen ordu ilerlemez.

Golan Tepeleri cephesinde ise  bölgeye hakim tahkimatlara yapılan Suriye saldırı ilk aşamada başarılı olur ve İsrailli savunma hattı geriye atılır. Ancak şiddetli çarpışmaların üçüncü günüyle beraber İsrail üstünlüğü ortaya çıkar. 11 Ekimle birlikte başlatılan karşı saldırı sonucunda Suriye savunma hattı yarılır ve İsrail birlikleri ilerleyerek 50 kilometrekarelik bir bölgeyi ele geçirip Şam’a 30 km yaklaşırlar.

ABD’nin aktif desteğini alan İsrail’e savaşın ilk gününden itibaren yaklaşık 23 bin ton askeri mühimmat ve cephane sevk edilmiş, yaklaşık 40 adet F-4 savaş uçağı, 12 C-130 kargo uçağı, 8 helikopter, 200 M-60 ana muharebe tankı ve sayısız füze sistemi sevk edilmiştir. Sevk edilen ekipmanın parasal karşılığının 5 milyar dolar civarında olduğu sanılmaktadır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri de Arapları desteklemiş, ekipman ve uzman personel desteği sunmuştur.

1967 Altı Gün Savaşı sırasında İsrail karşıtı cephede yer alan Ürdün’de Kral Hüseyin, iç siyasette Arapları destekler gözüküp Suriye cephesine sembolik asker desteği gönderse de, dış siyasette emperyalizmin emrine girmiştir. Savaştan önce İsrail’e saldırıya dair istihbaratı paylaşmış, ABD’nin bölgedeki önemli destekçisi olarak İsrail’e karşı doğrudan asla savaşa katılmayacağının teminatını vermiştir.

24 Ekim 1973’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 339 numaralı kararı uyarınca ateşkes ilan edilmiştir. Savaşın ardından emperyalizmin bölgeye kapsamlı müdahalesi 26 Mart 1979’da ABD’de imzalanan Mısır-İsrail Barış Anlaşması’na evrilmiştir. Emperyalizmin yörüngesine giren Enver Sedat rejimi kaybedilen Sina Yarımadası’ndaki topraklar karşılığında İsrail’i tanıyan ilk Arap devlet olmuştur. Bu dönemin ardından Mısır tamamen ABD’nin müdahalelerine açık hale gelmiştir. Mısır’ın ardından bölgedeki Arap ülkeleri de sırasıyla İsrail’i tanıyacaktır.

Emperyalizm Yom Kippur Savaşı sayesinde Ortadoğu’daki İsrail’in varlığını uzun dönemli olarak garanti altına alsa da petrol üreten ülkelerin uyguladığı ambargonun başlamasıyla 1973 Petrol Krizi adı verilen dönemde özellikle enerji alanında büyük sorunlar yaşamıştır. Petrol fiyatlarına müdahale edemeyen ABD, başta Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dhabi olmak üzere Arap ülkelerinde söz sahibi olmak üzere uzun vadeli adımlar atmaya başlamıştır. Zaten ABD ile iyi ilişkiler içinde olan Suudi rejimi İsrail’in ABD baskısıyla Suriye ile uzlaşı sürecine girmesi üzerine 1974 yılından itibaren yeniden ABD yörüngesine girmiş ve özellikle komünizm karşıtı faaliyetlerde işbirliği artmıştır.

                                                            /././

ABD’nin çıkarları bölgeyi yaktı (Mansur YAMAN - BİRGÜN)

                           Biden, ülkesinin İsrail’e koşulsuz desteğini açıklamıştı. (Fotoğraf: Depo Photos)
Gazze’de yaşananlara ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Türkeş, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına yönelik dış politikasına dikkat çekti. Türkeş, “75 yıldır ötelenen krizler sorunu bu boyuta getirdi” dedi.

İsrail - Filistin çatışmaları 15 gündür yoğun bir şekilde sürerken İsrail, Gazze’ye düzenlediği harekâtlarla masum insanları ve sivilleri öldürmeye devam ediyor. BirGün’ün sorularını yanıtlayan ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Türkeş, savaşın ortaya çıkmasında ABD’nin dış politikasının önemine dikkat çekti.

İsrail - Hamas Savaşı’nın ilerleyen günlerinde ne gibi durumların yaşanabileceğini öngörüyorsunuz?

Savaşın en yoğun günlerinde olduğumuzu söyleyebilirim. Gazze’de yaşananlar içler acısı. İlk olarak İsrail Gazze’yi dümdüz etmeyi amaçlıyor. Son günlerde hava harekatı ile aktif rol aldı fakat zamanla karadan daha aktif bir şekilde saldırıya devam etmek isteyecek. İkincisi ise cumartesi günü Mısır’da gerçekleştirilen ‘Barış Zirvesi’ konusu. Civar ülkelerin katılımıyla savaşın nasıl son bulabileceği adına somut adımlar atmaya başladılar. Mısır tabii ki sürecin diplomatik şekilde çözüme kavuşmasını istiyor çünkü bu olmazsa Mısır’a sığınmaya çalışacak olan mültecilerin Kahire’ye maliyeti fazla olacak.

İleriye yönelik ne olabilir sorusuna ilişkin işin, askeri ve tarihsel boyutuna bakmak gerek. Bundan önceki büyük savaş 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’ydı. O savaşta İsrail 1 aydan fazla savaşı sürdüremedi, ateşkes istedi. Şu anda İsrail askeri güce sahip olabilir, ABD çeşitli askeri ve lojistik desteği sağlıyor olabilir fakat İsrail’in bu savaşı fiilen 1-2 ayın ötesine taşıması kolay değil. Çünkü İsrail’in belli sayıda nüfusu var. Onu fazlasıyla artırma şansına sahip değil. Benim tahminim 2 ay içerisinde İsrail’in bir ateşkes istemesi durumunda kalacağı yönünde. Ayrıca bölge dışındaki aktörlerin de İsrail ve ABD’ye baskı kurması gerekiyor. Bu fiilen pek mümkün görünmese de, Mısır’da yapılan barış görüşmeleri Rusya ve Çin gibi ülkeleri de içine alıp büyürse o zaman ateşkesin sağlanması doğrultusunda önemli bir adım atılmış olur.

Çözüm nedir?

Çözüm tek taraflı parametrelerle gerçekleşmez. Filistin Devleti’nin BM’deki tanımı BM tarafıyla yapılan bir tanımdır. Bu çok taraflılığı gösteren bir olgu. Tek taraflı yapılacak müdahaleler bu durumu örseler ve tam olarak da İsrail’in istediği gibi sonuçlar gerçekleşir. Filistin Devleti, Birleşmiş Milletler parametresinde tanınır hale getirilmelidir. Bunun için çeşitli mekanizmalar üretilebilir. Önümüzdeki günlerde şüphesiz bunlar tartışılacaktır.

Bölgede yaşanan soruna bir Müslüman-Yahudi çatışması üzerinden veya emperyalizm altında ezilen halkların dayanışması bağlamında mı yaklaşmalıyız?

Bunu medeniyetler, kültürler, kimlikler, dinsel figürler gibi şeyler üzerinden okumak kadar yanlış bir şey yok. Bölgede toplumsal kimlikler, dini çatışmalar ve ezen-ezilen halk çatışması olduğu yadsınamaz fakat bu bakış açısıyla yaklaşırsak yanılgıya düşeriz. Bu, derinlemesine baktığımız zaman tam da tarihsel materyalizm üzerinden okunabilecek bir olgu. Bölgede uzun yıllardır süregelen İsrail zulmü veya “Yahudiler böyledir!” deyip geçmek yerine, ABD’nin dış politikasının vazgeçilmezi olarak İsrail’i gördüğünü unutmamak lazım. ABD dış politikasının, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının teorik analizini yapmadan durumu okumaya çalışmak yanlıştır. AB’nin de tutumu tuhaf. Demokrasi, insan hakları kavramlarının altını oyup onların da gözle görülür bir şekilde emperyalist bir politika izlediğini görüyoruz. Dolayısıyla doğru emperyalizm tanımlamasını yapmadan, onu analiz çerçevesi kavramında kullanmadan bu durumu kimlikler ve dini figürler gibi alt kavramlarla açıklamak sorunu çözmez, bunun ötesinde anlamamıza da yardımcı olmaz. Temellendirmeyi baştan yanlış yapmış olursunuz.

Bu savaşın 7 Ekim’de Hamas’ın saldırıda bulunması şeklinde başladığı analizi ne derece yanlış ve nelere yol açar?

Birincisi bu İsrail-Filistin meselesidir. İsrail-Hamas değil. İkincisi insanların bir şeyi analiz ederken duruşu ve referans noktası olması gerekir. Burada referans noktası salt 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği eylem olamaz. Bütününe baktığımız zaman defalarca yapılan hataların Gazze’deki bir sürü örgütü harekete geçirerek bir karşı hamle yapma amacını doğurduğu barizdir. Eğer dünya sessiz kalırsa bugün Hamas’ı yok edebilirsiniz fakat başka örgütler de benzer şeyleri yapmak zorunda kalacak. 75 yıldır sorunu çözmek yerine sorunu dönüştürdüler. Ne zaman bir kriz yaşandı, o zaman sorunu ötelediler. Bu bakış açısından çıkılması gerek.

Uluslararası hukuk kavramının uygulanabilirliği İsrail-Hamas savaşıyla birlikte iyice gün yüzüne çıktı. Bu durum neden böyle süregeliyor?

Aslında 1990’lardan başlayan bir süreç bu. 1999 Yugoslavya’ya yapılan müdahale illegal bir müdahaleydi. 2003 Irak müdahalesi de uluslararası hukuka aykırıydı. Ve şu an İsrail de uluslararası hukuku yok sayan bir politika izliyor. AB bunu destekliyor ilginç bir şekilde. Bence AB içindeki bazı aktörler geçmişten gelen günahlarını temizlediklerini zannediyorlar. Avrupa’da devletler şu an yanlış bir noktada, halklar ona tepki gösteriyor. Bunun bir etkisi tabii ki olacaktır ama buradan yola çıkarak insanların AB’ye karşı kitlesel eylemler halinde bir dönüşüm ve eylem içerisine gireceğini zannetmiyorum. Benim endişem, bu şekilde uluslararası hukuk örselenmeye devam ederse elimizde hiçbir şey kalmayabilir. Eleştirdiğimiz noktaları var fakat tamamen kalkarsa dayanabileceğimiz bir referans noktası kalmaz.

Kamuoyunda önemli yer tutan birisi de Devlet Bahçeli’nin “24 saat içinde ateşkes sağlanamazsa Türkiye duruma fiili olarak el atmalı” söylemi. Bu halkın da ihtilaflı olduğu bir durum.

Devlet Bahçeli’nin bu çıkışı AKP’yle danışıklı dövüş içerisinde yaptığı bir durum mu yoksa AKP’yi baskı altında bırakmak adına yaptığı bir çıkış mı, onu bilemiyorum. Bu iç politikada ve kamuoyunda bir baskı oluşturma amacıyla yapılmış bir şey fakat dış politika açısından baktığımızda uluslararası hukukta yeri yok. Havadan asker mi indirecek? Mısır, Ürdün, Lübnan bu durumu onaylamadan Türk ordusunun sahaya girmesi akılla bağdaşmıyor. İç politikada kendi tabanını konsolide edebilirsin fakat dış politikada 24 saat içinde bu durumun gerçekleşmesi rasyonel bir durum değil.



EVRENSEL GÜNDEM - 23 EKİM 2023 -

 İran'da ahlak polisinin darbettiği iddia edilen 16 yaşındaki Geravand'ın beyin ölümü gerçekleşti

İran'da başörtüsü takmadığı gerekçesiyle ahlak polisi tarafından saldırıya uğradığı iddia edilen 16 yaşındaki Armita Geravand'ın beyin ölümü gerçekleşti. https://www.evrensel.net/haber/501797

90 ülke ücretsiz okul yemeği için toplandı, Türkiye yok

BM dünya gıda programı öncülüğünde 90 ülkenin kurduğu ve 18-19 Ekim'de Paris'te ilk toplantısını yapan "Okul Yemekleri Koalisyonu"nda Türkiye yer almadı. https://www.evrensel.net/haber/501830/90-ulke-ucretsiz-okul-yemegi-icin-toplandi-turkiye-yok

Kentsel dönüşüm yasasında değişiklik teklifi Mecliste: "Ranta ve talana hız kazandırma teklifi" (Nisa Sude DEMİREL)

AKP’nin Meclise sunduğu kanun teklifi ile kentsel dönüşüme ilişkin yargı süreleri kısaltılıyor, dönüşüm için aranan nitelikli çoğunluk salt çoğunluğa çekiliyor. https://www.evrensel.net/haber/501810

3 çocuğun inşaat çukurunda can verdiği Sancaktepe'de yaşayanlar: Canımızın değeri yok (Nisa Sude DEMİREL)

Sancaktepe’de 3 çocuğun bir inşaat çukuruna dolan suda boğularak ölmesinin ardından konuştuğumuz mahalleliler “Çocuklarımızın canlarının hiçbir değeri yok” diyor. https://www.evrensel.net/haber/501811/3

Bayraklı Adalet Mahallesi sakinleri: Trafo değil yeşil alan istiyoruz (Ramis SAĞLAM-Eda AKTAŞ)

Bayraklı Adalet Mahallesi’nde 30 Ekim depremi öncesi yeşil alan, depremde geçici toplanma alanı olarak işlev gören alana kurulmak istenen devasa trafoya halk tepkili: Trafo değil yeşil alan istiyoruz.  https://www.evrensel.net/haber/501795

Emeklilik yaşını yükseltme planı Meclise geliyor.

Emeklilik yaşını 65’e çıkarmayı hedefleyen 12. kalkınma planı bu hafta Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunun gündeminde olacak.  https://www.evrensel.net/haber/501823

İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesini haberleştiren gazetecilere ağır ceza

İran’da Mahsa Jina Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesini haberleştiren kadın gazeteciler Elahe Mohammadi ve Nilufer Hamedi’ye ağır cezalar verildi. https://www.evrensel.net/haber/501813

(derleyen: mstfkrc)





Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...