6 Temmuz 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -6 Temmuz 2024-

 

Kurt işareti -Aydemir Güler-

O zamanlar kurt işareti yoktu diyenler var, ama kendilerine bozkurt derlerdi ve daha beteri, ulurlar, katliamlar, korkunç cinayetler düzenlerlerdi.

En eğlenceli yorum Ümit Özdağ’dan geldi. Buna göre bozkırda rastlaşan Türkler birbirlerine kimliklerini göstermek için bu işareti yaparlarmış. Irkçılık en fazla cahil ve lümpen ergenlerde karşılık bulabilir. Ama onlara hitap edeceğim derken herkesi salak yerine koyarsanız kendi zekâ düzeyinizi ele vermiş olabilirsiniz.

Bozkır Türkleri birbirlerine seslenemiyorlar mı? Tamam; iki bin yıl önce her kabilenin kendine özgü bir proto-Türkçesi vardır, olsa olsa. Ama yine de “insanlar konuşa konuşa” denir ya… Peki, Türk olmayanlar malum işareti bilmiyorlar mı? Yoksa parmaklarına o biçimi veremiyorlar mı?

Geçiniz.

Ama asıl sporun siyasetten bağışık tutulmasını geçiniz. 

Konu spora siyaset “bulaştırılması” falan değildir. Açıkçası bu tam “karnından konuşmak” olur. Spor bu ölçekteki bütün toplumsal etkinlikler gibi siyasetten arındırılamaz. Zaten sporun örgütleniş biçimi tamamen siyasaldır.

Merih Demiral’ın kurt işareti, MHP’yle özdeşleşsin özdeşleşmesin siyasaldır. Demiral’ın milletçe sahip çıkılması istenen hareketi gibi, birkaç yıl önce Deniz Naki’nin futbol yaşamının bitirilmesine yeten zafer işareti de siyasaldır. Arda Güler’in Allah’a gönderme yaptığını anlattığı tuhaf hareketi de, kaç kişinin anladığından bağımsız olarak siyasaldır. Kalp yapma modası siyaseti saralı beri, eğer sporda kullanılırsa siyasal sayılması olasıdır.

Bu tür verileri aktarmanın ve akıl yürütmelerin sonu gerçekten yok. İslami Dayanışma Oyunları diye bir organizasyon yapılıyor; atletin teki yarışa başlamadan önce haç çıkarıyor! Bir voleybol maçında Katarlı oyuncu Türk rakiplerine kafa kesme işareti yapıyor! Teniste eski dünya bir numarasının oyunculuğu dışında yankı veren eylemi kovit salgınında aşı olmamasıydı. Bunlar siyasal simge midir? Rusya ve Belarus’un başına olmadık yasaklar patlarken siyasetin spora bulaştırılmaması gereğinden dem vurmak şaka mıdır?

İşin aslı, simgeler bir mücadelenin konusudur. Bu mücadele verilmek durumundadır. Kuralları da mücadelenin sonucu şekillendirir. Herkesi tatmin edecek, herkesin içine sinecek bir kural kitabı, tanım gereği söz konusu olamaz. Dünya adaletsizlikten sömürüden arındırılmadıkça da olmamalıdır.

İşaretin kökeni, tarihsel anlamı gibi argümanlar ise “utangaç-siyasal” sayılır. Köksüz, yepyeni bir işaret icat etme özgürlüğü var mı, yok mu değil konumuz. Ama şu tarihsel somutluk: 

1970’ler Türkiye’nin umudunun ve vicdanının kırımdan geçirildiği on yıldır. O dönem bir taraf “yarınlar bizim” şarkısını umutla ve güler yüzle söylerdi. Bizim lisede bile bir basket takımı kurmuştu basketçi arkadaşlar. Adı “Venceremos”tu! Kazanacaktık, yenildik.

Karşı taraf için o zamanlar kurt işareti yoktu diyenler var, ama kendilerine bozkurt derlerdi ve daha beteri, ulurlar, katliamlar, korkunç cinayetler düzenlerlerdi. Binlerce insanın kanı ve acısı 12 Eylül darbesini suladı, kitleler haklarını aramaktan vazgeçirildi, güçlünün paçasına sarılmak norm haline geldi. Bu geçmiş yüzündendir ki, bugün Türkiye’de kurt işareti bu insani ve toplumsal çöküşün, çökertilişin simgesidir. Aynı çizgide devam ettiler. Muhtemelen geçtiğimiz günlerde göçmen kovalayıp bıçaklayanlara “yap bir işaret” deseniz, kurt kafası yaparlardı!

Ne yapacağız peki? Yasaklansın mı diyeceğiz? Bu dünyada barış için, savaşa karşı, yoksulluğa karşı, sömürüye karşı çıkan simgelerin yasaklanması çok daha muhtemel değil mi?

Sporun siyasal organizasyonu belirgin bir hegemonya altındadır ve öyle olagelmiştir.

1968 Meksika Olimpiyatlarında 200 metre finalinin madalya kürsüsü gelmiş geçmiş en etkili politik spor eylemi sayılır. O kürsüde ayakkabısız iki siyahın, başlarını öne eğip boks eldivenli birer yumruklarını kaldırdıkları resim gözünüzün önüne gelmiş olmalı. İki atletin spor yaşamı o gün bitirilmiş, hatta kimse tereddüt edemesin diye ABD takımı toptan Olimpiyatlardan atılmakla tehdit edilmişti. Ne fayda; o resim bütün bedellere değmez mi? 

1974 Dünya Kupası eleme turunda Şili ile eşleşen Sovyetler Birliği futbol takımı Pinochet’nin işkence merkezine çevirdiği stada çıkmayı reddetmişti. Şilililer boş kaleye gol atma şovu yaptılar; utanmışlar mıydı, bilemeyiz. Ama kim o ret kararı Dünya Kupasına katılmamaya değmezdi diyebilir?

Sağcıların bu vesileyle kuralları ve uygulamaları sağa çektikleri doğrudur. Ama mücadele sürmelidir. Bedeller buna değer. Türkiye’nin bütün ilericileri, kadın voleybolcuların kendilerini “Atatürk’ün kızları” diye tanıtmalarından keyif alıyor. Gericilerin elinden kadınları insan içine çıkarmamak gelmez; ama hem konuşma hem de şort yasağı getirmek için kıvrandıklarına emin olabilirsiniz!

Buna engel olacak olan kurallar değildir. Mücadeledir güvenebileceğimiz.

Hayatın her alanında. Gericiliği, sömürücülüğü meşruiyet sınırlarının dışına itmek için. İnsanlığın en temiz simgelerini üretmek için. 

                                                            /././

UEFA'nın Demiral cezası: İkiyüzlülük, kriz fırsatçılığı, geç gelen panik -Can Kuyumcuoğlu/soL-Analiz

UEFA'nın bozkurt işaretine verdiği ceza birçok yönden tartışmalı. Krizi bazı kesimler hemen fırsata çevirdi. Almanya'nın, beslediği Türk sağını şimdi tehdit olarak görmesi de işin bir diğer yönü.

Türkiye A Milli Futbol Takımı oyuncusu Merih Demiral, Almanya'da düzenlenen Euro 2024 turnuvasının ikinci turundaki Avusturya galibiyetinden sonra yaptığı bozkurt işaretinden dolayı UEFA tarafından 2 maç men cezasına çarptırıldı.

Böylece Demiral, Milli Takım'ın çeyrek finaldeki rakibi Hollanda'ya karşı oynanacak maçta ve Türkiye'nin turu geçmesi durumunda yarı final maçında forma giyemeyecek.

UEFA'dan her yönden tartışmalı karar

UEFA'nın bu tavrı her yönden tartışmaya açık. Zira kararın gerekçesi olarak "ırkçılık, ayrımcılık" değil, "genel davranış ilkelerine uymamak, temel nezaket kurallarını ihlal etmek" gösterildi. Bu dahi tek başına bir tartışma konusu. Çünkü, UEFA'nın cezai yaptırım yönetmeliğinin 14. maddesinde ırkçılığa karşı tedbirler de bulunuyor. Cezanın bu kapsama alınmaması bir soru işareti doğuruyor.

Bunun bir diğer boyutu da, UEFA'nın kararı siyasi nedenlerle almış olsa dahi, sağ siyasetin tüm sembollerine eşit şekilde yaklaşmadığı gerçeği.

Demiral'a verilen cezanın benzerinin geçmişte tek bir örneği var. O da 2018 Dünya Kupası'nda FIFA'nın İsviçre'nin Arnavut asıllı oyuncular Granit Xhaka ve Xherdan Shaqiri'ye verdiği para cezası. İki futbolcu da, Sırbistan'a karşı oynanan maçta attıkları gollerin ardından Arnavutların sembolü olan kartal işaretini yapmıştı.

                       Shaqiri'nin İsviçre formasıyla Sırbistan'a karşı yaptığı kartal hareketi

Ancak, UEFA'nın bu konudaki şaibeli tutumunu hatırlamak için yine çok uzaklara gitmek gerekmiyor. Fransa'da 8 yıl önce düzenlenen Euro 2016 turnuvasında Ukraynalı taraftarlar, takımlarının Kuzey İrlanda'ya karşı oynadığı maçta Nazi amblemli dövmelerini göstermişti. UEFA, bu konuda Ukrayna Milli Takımı'na yönelik hiçbir yaptırımda bulunmamıştı.

Euro 2016 turnuvasında Ukrayna-Kuzey İrlanda maçındaki Ukraynalı taraftarlar. Bazı taraftarların üstünde Nazi amblemli dövmeler görülüyor.

Sağcılara gün doğdu

Türkiye'de ülkücü hareketin sembolü olan bozkurt işaretine dönük bu karar MHP açısından bir fırsata dönüşmüş görünüyor.

Türkiye bu hafta Sinan Ateş cinayetinin ilk duruşmasını konuşuyor. Sinan Ateş'in eşi Ayşe Ateş'in cinayetin azmettiricileri olarak MHP genel başkan yardımcılarının ismini verdiği günlerde bu partinin kullandığı işaretin "ulusal bir simge"ymiş gibi lanse edilme çabaları dikkat çekiyor.

Devlet Bahçeli de bugün sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada bozkurt işaretini "Türk milletinin tarihi mirası" diye niteledi ve UEFA kararını geri çekmezse milli takımın Hollanda maçına çıkmaması çağrısı yaptı.

UEFA'nın kararı sağcı taraftar gruplarınca da bir fırsat olarak değerlendirilmeye başlandı.

Turkish Ultras adlı bir holigan grubu, yarın oynanacak Hollanda maçında tüm tribünleri İstikal Marşı sırasında bozkurt işareti yapmaya çağırdı. Grup tarafından yapılan açıklamada, işaretin "ırkçılık değil, Türklüğün ulusal sembolü" olduğu iddia edildi.

Bununla birlikte, yapılan açıklamada, Almanya'daki tüm vatandaşlara maç öncesi kortejler oluşturma ve sokaklara çıkma çağrısı yapıldı.

Açıklamada, Çarşı Berlin, Genç Fenerbahçeliler Europe, ultrAslan Avrupa ve Genç Gurbetçiler Europe gibi taraflar gruplarına da "elini taşın altına koyma" çağrısında bulunuldu.

Krizi fırsata çevirdiler: 'Türkoğlu Türk Merih Demiral' tişörtleri yok satıyor

UEFA kararının ardından ortaya çıkan kriz, bazı kesimler tarafından da hemen fırsata çevrildi.

DurakMedya'dan Mustafa Barış Durak'ın haberine göre tekstil tasarımcıları, milli oyuncu Demiral'in bozkurt işaretini paraya çevirdiler.

Demiral'ın attığı gol sonrası bozkurt işareti yapmasının getirdiği yankıları fırsat bilen tasarımcılar "Türkoğlu Türk Merih Demiral Bozkurt Tişört"nü piyasaya sürdüler.

İnternet üzerinden 599 TL'ye satışa çıkarılan bozkurtlu tişörtler kısa sürede tükendi.

Almanya İçişleri Bakanı UEFA'ya çağrı yapmıştı

Merih Demiral'ın "bozkurt" işareti yapmasının ardından turnuvanın düzenlendiği Almanya'nın İçişleri Bakanı Nancy Faeser, X hesabından açıklama yapmıştı. Faeser, "Aşırı sağcı Türklerin sembollerinin stadyumlarımızda yeri yoktur. Avrupa Futbol Şampiyonası'nın ırkçılık platformu olarak kullanılması kesinlikle kabul edilemez. UEFA'nın konuyu araştırıp yaptırımları değerlendirmesini bekliyoruz" diye yazmıştı

Bozkurt işareti Almanya'da yasak değil

Almanya'da iç istihbarat kurumu Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV), ülkücü hareketi  'iç güvenlik açısından tehdit oluşturan, şiddete eğilimli bir yapı' olarak tanımlasa da hem ülkücü hareket hem de bozkurt işareti ülkede yasak değil.

Bozkurt işaretinin bugün yasak olduğu tek ülke Avusturya.

Almanya'nın ülkücülere ve islamcılara dönük tedbirleri neden arttı?

Almanya'nın ülkedeki Türkçü ve İslamcı hareketleri tehdit olarak algılamaya başlaması aslında çok yeni.

1960’lı ve  70’li yıllarda Gladio örgütlenmesi çerçevesinde, Almanya’da gelişen Türkiyeli sola karşı Ülkücü hareketin organize edildiği bilinen bir gerçek.

Almanya'da entegrasyon politikaları adı altında İslamcı ve milliyetçi kesim 1990’lı yıllara kadar sola karşı kollandı ve desteklendi. Daha sonrasında ise İslam "Almanlaştırılmaya" çalışılırken bir yandan da göçmenlerin Türkiye ile ideolojik bağları koparılmaya çalışıldı. 

Ancak özellikle de AKP iktidarından sonra, Türkiye kökenli şeriatçı ve faşist örgütlenmelerin Almanya’da kontrol altından çıkma eğilimi arttı. AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bugün bu hareketleri konsolide edebilerek, hem Türkiye hem Almanya politikasını etkiler hale getirdi.

Erdoğan'ın lobi örgütü: Almanya niye yeni uyandı?

Erdoğan'ın Almanya'daki lobi faaliyetlerinin en büyük aracı Uluslararası Demokratlar Birliği (UID).

Örgüt, Erdoğan'ın önerisiyle 2004 yılında kuruldu. UID'nin diğer AB ülkelerindeki çalışmaları da Köln'deki merkezinden koordine ediliyor.

Dernek olarak kayıtlı olan ve Almanya'da AB düzeyinde en fazla şubesi bulunan kuruluş, Avrupa’da yaşayan Türkler’le yaşadıkları ülkeler arasında “iyi niyetli bir arabulucu” olduğunu iddia ediyor.

Die Linke'nin (Sol Parti) eski milletvekili Ulla Jelpke, 2021 yılında soL'a verdiği röportajda, kuruluşun yalnızca bir AKP örgütü değil,  artık AKP ve MHP hükümet ittifakının bir lobi derneği olduğunu vurgulamıştı.

Almanya’nın iç güvenlik istihbarat servisi BfV'nin kuruluşu takibiyse 2017 yılını buldu.

Teşkilat, 2017'de UID'nin "özgür ve demokratik temel düzenle uyumlu olmadığı" sonucuna vararak kuruluşu takibe almıştı.

BfV’nin 2023 yılında yayınladığı raporunda da, UID’nin Türk istihbarat servislerinin çalışmalarıyla bağlantılı olduğu belirtiliyor. Raporda "Almanya'da Türk hükümetine karşı fiilen veya muhtemelen muhalif olan dernekleri ve kişileri gözetliyorlar" ifadeleri yer alıyor. 

Rapordaki bir diğer ifade de şöyle: 

"Türk örgütleri Almanya'daki Türk kökenli topluluklar üzerinde etki faaliyetleri yürütüyor ve bu da Almanya'daki siyasi karar alma süreçlerini etkileyebilir."

BfV, bu tespitlerden yola çıkarak UID'yi "etki uygulamak için devlet veya hükümetle bağlantılı en büyük çıkar grubu" olarak tanımlıyor.

Teşkilatın kuruluşa ilişkin genel seçim dönemindeki değerlendirmesiyse şöyle: "Almanya'da önemli bir seferberlik potansiyeli var ve bu, Türkiye parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de görüldü."

                                                             /././

Suriye’de arzular ve kördüğümler -Erhan Nalçacı-

Trump kazanırsa ABD’nin Suriye’den çekilme olasılığı bulunuyor. Türkiye sermayesi ise Irak’taki gibi mal ve sermaye ihracatına bağlı incelikli bir sömürü mekanizmasını hayal ediyor, 2008’lerdeki gibi.

On iki yıldan fazladır Türkiye ile Suriye arasında diplomatik ilişki yok. Hemen tamamen kopmuş bağın yeniden kurulması için Rusya’nın gayret ettiği biliniyor.

Buna rağmen tekrar iki devlet arasında resmi bir ilişki kurulması imkânsız gibiydi.

Suriye tarafı görüşme masasına oturmak için Türkiye’nin Suriye topraklarından askerlerini çekmesini istiyor, Türkiye ise güya rejim muhalifi cihatçı çetelerin yönetim tarafından kapsanmasını ileri sürüyordu.

Ancak koşullar ve sermaye sınıflarının ihtiyaçları değişiyor, arabulucular çalışıyor, yeni dengeler kuruluyordu.

Kısa bir süre önce Suriye burjuvazisi adına Esad Suriye’deki askerlerin çekilmesini telaffuz etmeden sadece Suriye’nin bütünlük ve egemenliğine işaret ederek Erdoğan ile görüşebileceğini söyledi. Erdoğan ise doğrudan cihatçıların yönetime katılımını dile getirmeden nasıl olacağı çok müphem bir şekilde Suriye’nin egemenliğine saygılı olduklarını bildirdi. Hatta “ailecek görüşmeye” atıfta bulundu.

Ailecek görüşme denince birçok kişinin aklına hafızalara yerleşmiş aşağıdaki fotoğraf geldi.

2009 yılında Erdoğan ve eşi bir toplantıya katılmak için Şam’a gidince Esad ve eşi otelde ziyaretlerine gidiyorlar. Kuzenlerin ve eşlerinin buluşmasına benzeyen bu “aile” fotoğrafı çok konuşuldu daha sonra.

Fotoğrafta görüldüğü gibi Erdoğan Esad’ın elini iki elinin arasına almış, Esad’da ise hiçbir savunma izi görülmüyor. Bu fotoğrafa bakıp iki sene sonra yaşanacak kâbusu düşünüp Erdoğan’ı samimiyetsizlikle suçlamanın anlamı yok. Erdoğan Türkiye sermaye sınıfının elemanıdır ve sermaye sınıfının pragmatik gereksinimlerine göre vaziyet alıyor.

O yılları bir hatırlayalım.

2008 dünya tarihinde bir milat gibi değerlendirilebilir. Bu olayların o yıl başladığını göstermez bize ama süreçler gözle görülür bir nitelik kazanır. ABD mali çöküşle emperyalist dünyanın hegemonyasında halen devam eden inişli çıkışlı gerilemesini yaşamaya başlar. Belli bir sermaye birikimi sağlamış ülkeler ise, Türkiye gibi, görece bağımsız ve kendileri yayılmacı bir pozisyon almaya başlarlar.

Fotoğrafın çekildiği 2009 yılında Suriye Türkiye sermayesinin bir yayılma alanı haline gelmişti. Türkiye’de üretilen mallar Suriye piyasasını kaplamış, Türkiye’den Suriye’ye sermaye akışı başlamıştı. Suriye Libya’dan sonra Türkiye sermayesinin bir hegemonya inşa etmeye başladığı ikinci ülke durumuna geliyordu. Mal ve sermaye akışına kültürel etkileşim de eşlik ediyordu, Suriye’de Türk dizilerini seyretmeyen, bağlanmayan kalmamıştı sanki.

Suriye ise o yıllarda Batı emperyalizminin uyguladığı izolasyondan kurtulmak için liberalleşmeye başlamıştı ve toplumsal eşitsizliklerde artış görülüyordu. Ortam her bakımdan Türkiye sermayesinin barışçıl gözüken ama aslında bağımsızlık ihlaline gidecek yayılmasına uygundu. Bu arada muhtemelen Müslüman Kardeşler ile gizlice bağ kuruluyordu ama bunu tahmin ediyoruz ancak.

Sonra malum ABD komplosu “Arap Baharı” denilen manipülasyonun içinden geldi. Suriye zengin kaynaklara sahip bir ülke değildi belki ama Arap coğrafyasında İsrail’e karşı direnç gösteren neredeyse tek devletti. Ayrıca liberalleşme dalgasına rağmen Batı emperyalizminin mali araçlarına teslim olmamıştı, hala kamucu yanlar barındırıyordu.

Türkiye sermayesi ise kendine yontan açılımlara rağmen halen ABD emperyalizminin hegemonyasındaydı ve kendini komplonun başlıca araçlarından biri olarak buldu. Muhakkak Türkiye sermayesine göz kamaştıran bazı kazanımlar da vaat edilmişti. Türkiye bütün dünyadan gelen cihatçıları Suriye’ye geçirdi, iç savaşta lojistik destek verdi, muhaliflerin Türkiye’de örgütlenmesini sağladı. Sermaye ihracatına dayalı ince sömürü mekanizmaları yerini yağmaya bırakmıştı.

Bu utanç verici yıllar 2015’te yeni bir özellik kazandı. Suriye ulusal egemenliği Batı emperyalizmin mide bulandırıcı metotları ile tam yıkılmak üzereyken Rusya’nın askeri müdahalesi ile emperyalist paylaşım savaşının fay hattı Suriye içinde kuruldu.
ABD kendi yönlendirdiği IŞİD ile mücadele edeceğim diye Suriye’ye asker indirdi ve Kürt siyaseti üzerinden Suriye petrollerini kapsayan bir hegemonya alanı oluşturdu.

Türkiye bu noktada birbiri ile gerilim içindeki ilhakçı ve güvenlikçi siyasetine döndü. Suriye’deki Kürt hegemonyasını güvenlik sorunu olarak görerek askeri olarak bölgeye yerleşti, Afrin gibi beldeleri alarak Kürt bölgesini Fırat’ın doğusuna itti. Özgür Suriye Ordusu’nu kendi paralı ordusu haline getirdi. Suriye’de yenilen Cihatçı çetelerin İdlib’de toplanmasını sağladı ve hamiliğini üstlendi.

Bir yandan ABD’ye Kürtleri bırakıp kendisini hegemonya inşasında kullanmasını istedi, bir yandan Suriye egemenliğine ağır bir zarar verdiği için ABD ile çelişmedi. Suriye kuzeyine vali atayarak, konut inşaatı başlatarak, posta teşkilatı, okul vb. kurarak ve Türkiye parasına dayalı bir pazar ile ilhak ile sonuçlanabilecek bir oluşuma gitti.

Ancak zaman değişiyor. Trump kazanırsa ABD’nin Suriye’den çekilme olasılığı bulunuyor. Türkiye sermayesi ise Irak’taki gibi mal ve sermaye ihracatına bağlı incelikli bir sömürü mekanizmasını hayal ediyor, 2008’lerdeki gibi. Suriye devleti İsrail’in Lübnan ile birlikte Suriye’ye de uzanacak saldırısına karşı sırtını sağlama almak istiyor.

Ama kolay değil.

Akıl ve insanlık dışı operasyonlar Suriye’yi kördüğümlerle bağlamış durumda.

İkili görüşmenin lafı edilir edilmez Türkiye’de ve Suriye’nin Türkiye’nin kontrol ettiği bölgesinde ayaklanmaya benzer karışıklıklar çıktı. Cihatçı çeteler tam olarak Türkiye’nin kontrolünde olmadığı gibi Batı emperyalizminin yönlendirmesi altında halen. Türkiye’nin kendisi ise provokasyona çok açık.

Eğer Suriye’nin egemenliğini ve ekonomik olarak toparlamasını tehdit eden çetelere karşı askeri bir operasyon olursa doğal olarak çekilecekleri yerin Türkiye sınırlarının içi olduğunu herkes biliyor.

ABD bir şekilde çekilirse şu anda Suriye’nin üçte birini kontrol eden Kürt siyasetini neyin beklediği de belirsiz.

Emperyalist dünyanın insanlığı ve dünyayı içine ittiği bunalımın korkunçluğunu anlamak için Suriye iyi bir örnek sunuyor.
Bu coğrafya her yerde olduğu gibi emekçi sınıfların örgütlü iradesini özlüyor.

                                                                /././

'Ticari ilişkim yok' demişti: AKP'li başkan Giresun Belediyesi'ne fındık, kömür, çikolata satmış -Özkan Öztaş-

AKP'li Giresun Belediyesi'nin seçim öncesi harcamaları açığa çıktı. Lokmalar dağıtılmış, bahar vakti karla mücadele ekipmanları alınmış, AKP'li vekillerin uçak bileti de belediye kasasından ödenmiş.

Yaklaşık 1,7 milyar liralık borç ile AKP’den CHP’ye geçen Giresun Belediyesi’nde tespit edilen usulsüzlükler için soruşturma başlatıldı.

31 Mart yerel seçimlerinin ardından AKP’li eski Belediye Başkanı Aytekin Şenlikoğlu tarafından bırakılan borcun altını kazıyanlar akıllara durgunluk veren usulsüzlüklerle karşılaştı.

AKP’li Şenlikoğlu döneminde çekilen krediler sebebiyle İller Bankası'nca Haziran ayı gelirine el konulan Giresun Belediyesi’nde personel maaşları eksik ödenmiş, bunun üzerine AKP Giresun Merkez İlçe Başkanı Ekrem Civelekoğlu, “Eğer CHP’li Belediye Başkanı Fuat Köse ve ekibi maaşları ve bayram ikramiyelerini ödeyemeyecekse kendilerine yardımcı olalım” demişti.

CHP Giresun Merkez İlçe Başkanı Murat Bektaş düzenlediği basın toplantısında, hem AKP’li Civelekoğlu’na cevap verdi hem de AKP dönemine ilişkin birtakım iddialarda bulundu.

Bektaş'ın iddialarına göre AKP'li yöneticilerin geçen dönem belediye kasasında yaptığı harcamaların boyutu akıl alır gibi değil.

AKP’li ilçe başkanı ne varsa belediyeye satmış, konser bile düzenlemiş

CHP’li Bektaş, daha önce “belediye ile hiçbir ticari ilişkim yok” diyen AKP’li ilçe başkanı Civelekoğlu’nu yalanladı ve belediye ile 3,1 milyon liralık ticaret yaptığını tespit ettiklerini söyledi.

Bektaş, Civelekoğlu’nun sahibi olduğu şirketin Giresun Belediyesi’ne hediyelik eşya, fındık, kömür, temizlik malzemesi, çikolata ve çeşitli ikramlık ürünler satarken, 2022 yılında düzenlenen Aksu Festivali’nde sahne alan şarkıcı Buray’ın konser organizasyonunu da üstlendiğini söyledi.

Şişirilmiş faturalarla belediye kasasından fazla para çıkarıldı

Tespit edilen usulsüzler arasında bazı tedarikçi firmalara teslim alınan mal değerinden daha yüksek tutarda fatura kestirildiği, bu yolla belediyenin bu firmalardan nedensiz yere alacaklı duruma getirildiği, bununla ilgili şimdiye kadar 450 bin liralık usulsüzlük tespit edildiğini belirten Bektaş, durumu bazı firmaların belediyeye gelip anlatmaları üzerine fark edebildiklerini, henüz tespit edilemeyenler için araştırma yaptıklarını ifade etti.

Bektaş ayrıca, “kendilerine yardımcı olalım” yönünde açıklama yapan Civelekoğlu’na “Bu şekilde şişirilmiş fatura kestirdiğiniz başka firmalar varsa gelip onları bize söyleyerek yardımcı olabilirsiniz” sözleriyle çağrıda bulundu.

Seçime 3 hafta kala 32 bin adet iş eldiveni, 60 ton solüsyon alınmış

Bektaş, 31 Mart seçimlerine günler kala, 8 Mart tarihinde belediyeye 962 bin lira bedelle 32 bin adet "Sarı İşçi Eldiveni" alımı yapıldığını, mazbatalarını aldıktan sonra depolarda yapılan sayımlarda sadece 7 bin 400 adet eldiven tespit edebildiklerini söyledi. Perakende piyasa değeri ortalama 20 lira olan eldivenlerin 32 bin adetlik alımdaki KDV dahil 35 liralık birim fiyat bir başka soru işareti doğururken, Bektaş’ın, “Giresun Belediyesi’nin memurundan işçisine, çaycısından müdürüne tüm personel, her gün eldiven takıp gezse, ortada olmayan eldivenin izah edilmesi mümkün değil” sözleri durumun vahametini özetledi.

Yine aynı tarihte aynı firmadan KDV hariç 2 milyon 40 bin lira bedelle 60 ton "Kar Buz Çözücü Solüsyon" alımı yapıldığını, fakat depolarda yapılan sayımda 30 tonluk solüsyonun ortada olmadığını sözlerine ekleyen Bektaş, “Mart ayı boyunca Giresun Merkez’de hiçbir noktada kar yağışı ve buzlanma olmadı, hava sıcaklıkları gece-gündüz 10 derecenin altına dahi hiç düşmedi, bu kadar solüsyonu nereye kullandınız” diye sordu.

AKP’li milletvekillerinin uçak biletleri belediye kasasından ödenmiş

7 Ocak’ta İstanbul’da düzenlenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum’un tanıtım toplantısına katılan AKP’li milletvekilleri Nazım Elmas ve Ali Temür ile AKP İl Başkanı Mete Bahadır Yılmaz, İlçe Başkanı Ekrem Civelekoğlu, Kadın Kolları Başkanı Berrin Aydın, Gençlik Kolları Başkanı Esma Betül Akılmak ve dönemin AKP’li Belediye Başkanı Aytekin Şenlikoğlu’nun gidiş dönüş uçak biletlerinin Giresun Belediyesi kasasından ödendiği ortaya çıktı.

Belediye yönetimin el değiştirmesi sonrası tespit edilen bu durumu kamuoyuna açıklayan CHP Merkez İlçe Başkanı Murat Bektaş, farklı tarihlerde AKP toplantılarına giden bazı yerel siyasetçiler ile Aytekin Şenlikoğlu’nun seçim kampanyasını yürüten kişinin uçak biletlerinin yine belediye kasasından ödendiğini ifade etti.

Belediye kasasından ödenen uçak biletiyle Murat Kurum’un aday tanıtım toplantısına giden AKP’li milletvekili Ali Temur, olayın kamuoyuna yansımasından iki gün sonra durumdan haberi olmadığını bahane ederek 5 bin lira tutarındaki bilet parasını belediye hesabına havale ettiğini açıkladı.

                               AKP'li yöneticiler İstanbul'a yaptıkları geziyi belediyeye ödetmiş.

133 bin liralık lokma dağıtılmış, parası ödenmemiş

CHP’li Bektaş, seçimlerden hemen önce AKP’li Şenlikoğlu tarafından Ramazan ayında 133 bin lira tutarında lokma dağıtıldığını, dağıtılan lokma ile yine aynı dönemde dağıtılan ramazan kolilerinin paralarının ödenmeyerek bu borcun da CHP’li yeni belediye yönetimine bırakıldığını söyledi.

Yandaş TV kanallarına parayla haber yaptırılmış

Bektaş’ın gündeme getirdiği bir diğer konu da AKP’li Şenlikoğlu döneminde Beyaz TV ve ATV gibi televizyon kanallarına para karşılığı haber yaptırıldığı oldu. Bununla ilgili olarak Giresun Belediyesi iştiraki şirket üzerinden adı geçen televizyon kanallarına yaklaşık 500 bin lira civarında ödeme yapılmış.

AKP’nin reklamını yaptığı işlerin borcu CHP’ye bırakılmış

AKP’li Şenlikoğlu’nun seçim kampanyası boyunca sık sık reklamını yaptığı Galericiler Sitesi ve Prestij Caddeleri gibi projelerin ücretlerinin de ödenmemiş olduğunu ifade eden CHP’li Bektaş, diğer yandan da AKP’ye yakın bazı kişilere ihale edilen projelerin tamamlanmamasına rağmen belediye tarafından bedellerinin tamamının ödendiğini gördüklerini belirtti.

Bektaş ayrıca, Şenlikoğlu’nun seçime bir hafta belediyeye iş yapan çeşitli firmalara 184 milyon liralık çek keserek Giresun Belediyesi mevcut bütçesinin nakit akışına göre karşılanamayacak bir yükümlülük altına sokulduğunu sözlerine ekledi.

Giresunlu seçmen sayısına göre 1,7 milyar liralık borç yükü ile Türkiye’nin en borçlu belediyelerinden biri haline düşürülen Giresun Belediyesi, AKP döneminde 2,5 milyon liralık arama kurtarma teknesinin ortadan kaybolması ve 2013 yılında Japonya Büyükelçiliği hibe desteği ile belediyeye kazandırılan gezici sağlık otobüsünün çürümeye terk edilip hurda olarak satılmasıyla da gündeme gelmişti.

Özel kaleme yılda 60 milyon lira 

CHP’li Bektaş, belediye yönetimine “maaşları ödemeyi beceremiyorsanız söyleyin yardım edelim” diyen AKP’li İlçe Başkanı Civelekoğlu’na verdiği yanıtta; “Civelekoğlu’na çağrıda bulunuyorum. Samimiyetle yardımcı olmak istiyorsanız, öncelikle şahsi siyasi ziyaretleriniz için belediye kasasından yapmış olduğunuz harcamalarınızı geri getirin. O paralar geçen ay maaşları eksik ödenen çalışanlarımızın maaşlarıdır” ifadelerini kullandı.

Bektaş, tespit edilen usulsüzlüklerle ilgili Giresun Belediyesi bünyesinde idari tahkikatların sürdüğünü, suç unsuru tespit edilenlerle ilgili savcılığına suç duyurusunda bulunulduğunu belirterek, “Giresun Belediyesi’ni 31 Mart tarihinde 1,7 milyar lira borçla devraldık, belediye başkanımız bu borcu mazeret etmeden işine gücüne odaklanmış halde, gerekli tasarrufları yaparak elbet bu borcun altından kalkacağız. AKP yönetiminde yıllık 60 milyon lira özel kalem bütçesi harcaması yapılırken biz görevi devraldığımızdan bu yana 1 kuruş para özel kalem bütçesinden harcanmadı” dedi.

Haziran ayında belediyenin personel maaş ödemelerinde kesintiye gitmek durumunda kalması yönündeki eleştirilere de cevap veren Bektaş, şöyle konuştu: “Maaşlarla ilgili yaşanan sıkıntı bizim kötü yönetimimiz gibi bir durumdan kaynaklı değil. Siyasi ahlakımızın gereği tüm çalışanlarımız hak ettiği parayı alacak. Biz Temmuz ayı içerisinde geçen aydan eksik olan kısımlar da olmak üzere maaş ödemelerimizi sorunsuz biçimde normale döndüreceğiz. Bunun için gereken çalışmaları titizlikle yürütüyoruz. Maaş konusunda utanmadan bizi eleştirenler bizden önce İller Bankasından 364 milyon lira kredi çekip, maaşları bu krediyle ödemişler, kredi borcunu da bize bırakmışlar. Onların ödedik dedikleri maaşları da aslında şimdi biz ödüyoruz. Biz tüm bunların üstesinden gelecek doğru, dürüst ve ahlaklı belediyecilik anlayışına sahibiz. Vatandaşlarımız hiç endişe etmesinler, bize destek olsunlar, olumsuz algılara kulak asmasınlar.” 

(soL)


Göç İdaresi soruşturuyor: Milyonlarca göçmenin kimlik bilgisi nasıl ele geçirildi? -soL-

 Neredeyse düzenli olarak yaşanan kişisel veri hırsızlığı bu defa göçmenleri hedef aldı. İddiaya göre, Kayseri'deki saldırılara paralel milyonlarca kişinin bilgileri ortaya saçıldı.

Kayseri'de başlayıp Serik'te cinayete varan ırkçı gösterilerin örgütlenmesinde birçok sosyal medya hesabı ve mesajlaşma grupları kullanılmıştı. 1 Temmuz gecesi bu grupların bazılarında milyonlarca göçmenin sadece İçişleri Bakanlığı'na bağlı Göç İdaresi Başkanlığı’nda bulunan kimlik ve pasaport bilgileri de dolaşmaya başladı.

Türkiye’de kayıtlı 3,3 milyon Suriyeli sığınmacıya ait isim, telefon numarası, adres gibi birçok bilginin bulunduğu pasaport bilgilerinin sızdığının anlaşılmasının ardından gösterilerle ilgili yapılan operasyonlar sonucu 10 kişi tutuklandı.   

İçişleri Bakanlığı, "mülteci karşıtı ayaklanma" çağrısı yapıp özel bilgileri paylaşan Telegram hesaplarından birinin sahibinin 14 yaşındaki E.P. olduğunu duyurdu.  

"Saat 19.00-20.00 arası Sultanbeyli'de ayaklanma çıkarmaya başlayacağız" şeklinde paylaşım yapılan "Ayaklanış#Türkiye" isimli hesabı yönettiği tespit edilen 14 yaşındaki E.P. hakkında gerekli işlemin yapıldığı açıklandı.

Göçmenlerin kimlik bilgileri Telegram'da herkese açık gruplarda paylaşıldı. Bilgiler kısa sürede binlerce kişi tarafından görüntülendi.

Göç İdaresi: Soruşturuyoruz

Göç İdaresi Başkanlığı ise verilerin güncel olmadığını ancak "sızıntı" iddiasına ilişkin soruşturma başlatıldığını duyurdu.

"Söz konusu bilgiler incelenmiş ve Göç İdaresi Başkanlığımızdaki güncel bilgilerle uyuşmayan bilgilerin yer aldığı tespit edilmiştir. Bu nedenle bu verilerin hangi yıllara ait olduğunun, hangi kaynaktan, hangi tarihte alındığının belirlenebilmesi kamuoyuna sağlıklı bilgi verilmesi için geniş çaplı soruşturma başlatılmıştır."

Kimlik bilgileri çalındı mı, içeriden mi sızdırıldı?

Göçmenlerin kimlik bilgileri, Göç İdaresi Başkanlığı tarafından tutuluyor. Bu bilgiler arasında parmak izleri, fotoğraflar ve kimlik belgeleri gibi veriler var. Göçmenlerin kişisel verileri, Türkiye'deki diğer kişiler gibi kişisel verilerin korunması mevzuatı çerçevesinde düzenleniyor. Bu nedenle, göçmenlerin kimlik bilgileri sadece yetkili makamlar tarafından erişilebilir durumda.

Ancak iddialar doğruysa 1 Temmuz gecesi yaşananlar, bu bilgilerin gizlilik ve güvenliğinin sağlanamadığını gösteriyor. Bilgilerin Göç İdaresi Başkanlığı personeli tarafından mı sızdırıldığı yoksa siber saldırıyla mı çalındığı bilinmiyor. Fakat yönteminden bağımsız olarak bu son yıllarda yaşanan ilk skandal değil. 

Bu yıl yerel seçimler öncesinde bir internet sitesinin haftalık 150 lira karşılığında İçişleri Bakanlığı’nın Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi’ndeki (MERNİS) ad-soyad, kimlik numarası, aile, soy, adres, hastane bilgileri ile cep telefonu numaraları bilgilerine erişim sağladığı fark edildi.

Ayrıca medeni hal, tapu, çalışma yeri, meslek, araç ve plaka, okul ve üniversite bilgileri ile IBAN bilgilerine de ulaşılabiliyor. Panelde hastane randevuları ve reçete edilen ilaç bilgileri de yer alıyor.

İddiaya göre, 2023 yılında ise 30 milyon kişinin kişisel bilgileri sızdırıldı. İsim, soyisim, kimlik numarası, adres ve doğum tarihi gibi kişisel verilerin "Dark Web" üzerinde paylaşıldığı öne sürüldü.

2015 seçimlerinde sızdırılan seçmen bilgilerine dayanarak bilgisayar korsanlarının kişisel bilgilere ulaştığı da iddialar arasında.

Son yıllarda yaşanan örnekler "göçmenlerin kimlik bilgilerine nasıl ulaşıldı" sorusunu da beraberinde getiriyor.

(soL)

T24 "KÖŞEBAŞI" -6 Temmuz 2024-

 

Diyarbakırlı Ramazan Hoca'nın katil zanlısı Erkan Baykut'un olay yeri görüntüleri: Sakin ve temkinli -Candan Yıldız-

İlk duruşmada "kendimi savunmak için bıçakladım" diyen sanık son duruşmada ifadesini değiştirdi.

Son dönemdeki kritik davaların sanıklarının, mahkeme solanlarının kerametinden midir bilinmez ama, emniyet ve savcılık ifadelerini değiştirme performansları dikkat çekici. Her ne kadar bu topraklar, "aynasızlar" cumhuriyetinde, karakollardaki kötü muamele, işkence vakalarıyla çok tanış olsa da Sinan Ateş cinayeti sanıklarının ifadelerini değiştirmesi "Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" türküsü kadar naiflik içermese gerek. Tutuklu kaldıkları süreçte hukuk kitaplarını hatmetmediklerine göre ortada bir aklın olduğu olduğu gerçek.

Benzer bir akıl Diyarbakırlı Ramazan Hoca'yı öldüren Erkan Baykut'ta da var. Baykut, hakim karşısına çıktığı ilk duruşmada cinsel istismar faili olduğunu iddia ettiği Afgan Abdul Saboor Muradı'ya benzettiğini öne sürdüğü Ramazan Hoca'yı öldürme gerekçesi için şöyle demişti: "Planlı değildi, o anlık ruh haliyle öldürdüm. Dükkâna girdiğimde elimde taş vardı. Taşı attım, kendisini savunmaya kalkınca korktum, iki haftadır taşıdığım bıçakla bıçakladım."

Son duruşmada ise ifadesini değiştirip cinayeti dört ay öncesinden planladığını, bıçağı da cinayetten iki hafta önce değil iki ay önce ve öldürmek için aldığını öne sürdü. Ortalama bir zekânın sorabileceği "bir insan tanımadığı, hiç görmediği, görüşmediği bir insanı sadece birine benzettiği için öldürür mü?" sorusunun hiçbir yanıtı yok.

Sanık Erkan Baykut'un cinayet günü "uyuşturucunun etkisi altındaydım" iddiasının da inandırıcılığı şüpheli. Zira dava dosyasına giren kamera görüntülerinde Erkan Baykut'un iddiasını doğrulayacak "normal" dışı bir hareketi yok. T24'ün ulaştığı görüntüleri buraya bırakıyorum…

Bana ulaşan kız kardeşi Aynur Çelik, Diyarbakırlı Ramazan Hoca için "Benim kardeşim kendisini Allah'a adamış biriydi. Sadece din değil felsefe, hukuk kitapları da okurdu gece gündüz. Parayla da işi olmazdı. Öyle ki Youtube yayınlarını bile gelir kazanmaya kapatmış birinden söz ediyoruz. Kardeşim bazı gazetecilerin dediği gibi 'baldırı çıplak' değildi. İş insanları ne teklifleri yaptı ama hiçbiri kabul etmedi. Maşalar öldürdü kardeşimi" cümlelerini kurarken, bu davanın kritik sorusu şu: Neden öldürüldü? Kendi halinde, mütevazı bir hayatı olsa da dini sohbet yayınları milyonlara ulaşabilen Diyarbakırlı Ramazan Hoca tarikat ve cemaatler için genel olarak şunları söylüyordu.

"Yoğun bir kampanya var maalesef. İsmi önemli değil. Cahil, kendini bilmez, edepten, terbiyeden ahlaktan yoksun insanlarla benim işim olamaz, ne dünyada ne ahirette… Ben tüm tarikatlar sapıktır demedim. Genel anlamda uyutma politikası var, rant kapılarına dönüşmüş. Tek tük iyi hocalar ve şeyhlerimiz var. Genel olarak tarikatlar bir yorumdur ve hurafelerle doludur."

Hatırlatalım yine…

Sanık Erkan Baykut ilk duruşmada "Benim tarikatla işim olmaz, dini inancımı geliştirmek için izlediğim bazı videolar oluyordu. İsim vermem gerekirse Kerem Önder isimli kişinin videolarını izliyordum" demişti.

Dini vaazlar veren Kerem Önder isimli kişi, Hüseyin Çevik'le Youtube yayınları yapan bir kişi.

Hüseyin Çevik de Diyarbakırlı Ramazan Hoca'yı yayınlarında hedef göstermiş bir kişi.

Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen ilk duruşmada sanık Erkan Baykut için İstanbul Barosu'ndan bir avukat atanmıştı. İkinci duruşmada ise Baykut'u Ankara Barosu'na kayıtlı avukat Yakup Yaşar Mirzaoğlu da savundu. Avukat Mirzaoğlu açık kaynaklara göre hukuk bürosu olan bir avukat. Babasının yanında inşaatlarda çalıştığını söyleyen Erkan Baykut'un annesiyle altlı üstlü oturduğu evden dar gelirli bir ailenin çocuğu olduğu anlaşılıyor. Komşularının "dindar bir çocuktu ama biraz da keyifçi bir arkadaştı" dediği Erkan Baykut'la ilgili avukatlarının akıl sağlığına ilişkin rapor alınması talebi  "duruşmalarda yapmış olduğu savunması, akıl hastalığına dair herhangi bir beyanında belirtinin bulunmaması, daha önceden bu konuda raporunun olmaması" gerekçesiyle reddedildi.

Mahkemede ifade değiştiren sanıkların savunması gerçeklere mi dayanıyor yoksa bir aklın kurgusu mu? Tanımadığı bir insanı "birine benzettiği" için öldürdüğünü iddia eden bir kişi ifadesini değiştirerek dört ay öncesinden öldürmeyi planladığını iddia ediyor ve "bıçağı öldürmek için aldım" diyerek suçu doğrudan üstlenmek istiyorsa acaba birilerini mi korumak istiyor sorusu sorulmalı değil mi?

                                                                /././

Kör kayıkçının bile gördüğü cinayeti aklama davası ve kapatılan Açık Radyo -Gökçer Tahincioğlu-

Gelinen nokta gösteriyor ki bu dava Gülsuyu çetesindeki isimlerin cezalandırılması ile bitirilmeye aday. Onlar da ellerindeki kritik bilgilerle cezaevinde çok fazla kalmayacaklarını düşünüyordur muhtemel… Ve cezaevinde rahat edeceklerini…

Anayasaya ve kanunlara göre her birimiz yasalar ve mahkemeler önünde eşitiz değil mi?

Öyle olmadığımızı biliyoruz, elbette bunun üzerinden bir akıl yürütmeye gerek yok.

Ama en azından bu önermeye yaklaşabilmek, biraz olsun öyle hissedebilmek iyi olurdu. Bunun için çaba göstermeye değer.

Bu çabaya nereden başlayacağımızı görmek de mühim. Olanı biteni çıplaklaştırmak, yapılanı ifşa edebilmek.

İnsan değişir mi?

Eski ve yeni Türkiye arasında sıkışıp kalmış insanların en fazla kafa yorması gereken soru bu?

Eski ve yeni Türkiye taraftarlarının sevmediği insanlar bunlar…

Onlara göre devleti yıkmak isteyen, ülkeyi bölmek isteyen insanlar.

Bölünmüş ve kendi düşüncesinden başkasını kabul etmeyen insanlar için ne büyük iddialar.

* * * 

Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, önceki gün yaptığı açıklamada, yine malumun ilanı anlamına gelen ancak önemli bir cümle sarf etti. En azından neyin nasıl yürüdüğünün herkes tarafından farkında olunması açısından mühim:

"Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın yerinde olsam, yarın ‘Ey millet, ülkede sıkıntılarımız var. Ben de şu kadar yıldan beri varım, çok doğru şeyler yaptım ama yanlış yaptıklarım da olmuştur. Size söz veriyorum, adaletten, hukuktan, yargıdan ne kadar şikâyetiniz varsa ben de sizin kadar şikayetçiyim. Bundan sonra bu kurumlardan şunu istiyorum. Sadece adalet tecelli etsin. Hiçbir talimata kulağınızı açmayın. Hiçbir işarete ne olur bakmayın. Önünüzdeki dosya ne ise ona göre karar verin' derim. Bunu dese yargı zaten buna hazır…"

* * * 

Arınç, konuşmasında, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum'un "milli yargı", "milli olmayan yargı" ayrımını da eleştirdi. Uçum, malum, sosyal medyadan sağa sola ayar vermeyi, istediği kararları çıkartan mahkemeleri "milli" saymayı seviyor. Sorsanız, memlekete sonsuz faydalı bir iş yapıyor.

İşte "milli yargı" statüsündeki mahkemelerden biri, geride bıraktığımız hafta eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesi davasının ilk duruşmalarını gerçekleştirdi.

Hafta başından bu yana, her şeyden çabuk sıkılan halkımız bıkmıştır Sinan Ateş haberlerinden, o yüzden kısa keselim…

* * * 

Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde, yargılanan 22 tutuklu sanığın tamamı Sinan Ateş cinayetiyle ilgileri olmadığını söyledi. Azmettirici olduğunu söyleyen Doğukan Çep, tetikçi Eray Özyağcı dahil.

Azmettirici ve tetikçiye göre onların amacı sadece yaralamaktı. Bacağına sıkmışlardı. Ateş'i olsa olsa yanındakiler öldürmüş olabilirdi.

Küçük bir ayrıntıyı atlıyorlardı elbette. "Ne sıktığımızı biliyoruz" dedikleri silahtan çıkan kurşunlar Ateş'in ölümüne yol açmıştı.

Bu çeteyle bağlantıları açığa çıkan Ülkü Ocakları'na yakın sanıklar ise FETÖ ihtimaline işaret ediyordu. Bir küçük ayrıntıyı atlayarak.

Diyelim ki nasıl olduysa FETÖ operasyon yaptı. Ateş'e ateş eden, talimatı veren kim, FETÖ operasyonu söz konusuysa bu bağlantılar ortadan kalkıyor mu?

Komedi bununla bitmedi.

Ayşe Ateş, öldürülen Sinan Ateş'in eşi, çıktı ve açıkça öldürülen eşinin daha önce katilleri kendisine söylediğini aktardı. "Bunlar kiralık katil arıyorlar" dediğini…

İsim verdi.

MHP yöneticileri ile Ülkü Ocakları yöneticileri.

Dahası öldürülen eşinin dönemi dahil, insanların darp edilmesi eylemlerinin Ülkü Ocakları tarafından yapıldığını da anlattı. Tanıklıklarını aktardı.

Duruşmadaki itiraflar Ayşe Ateş'le sınırlı değildi.

Sanıklar, övünerek Hasan Ferit Gedik'le birlikte 10'a yakın insanı vurduklarını anlattılar. Bununla övünerek.

* * * 

Bunca itirafın olduğu bir duruşmadan sonra mahkemenin ara kararında ne vermesini beklersiniz.

Misal, MHP yöneticilerinin olayla bağlantısının araştırılması, bu konudaki kanıtların savcılıktan istenmesi ya da ayrıca bir suç duyurusunda bulunulması olabilir değil mi?

Tetikçinin eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz'a ait bir evde yakalandığı ancak polislerin farklı tutanak düzenlediğine yönelik başka bir emniyet müdürünün beyanlarını esas alarak kovuşturmayı genişletebilir. Ya da sadece bu konuda başka bir suç duyurusunda bulunabilir. Mantık öyle söylüyor.

Ya da vurulan insanlarla ilgili soruşturma dosyalarının araştırılmasına ve sanıkların itiraflarının bu dosyalarda değerlendirilmesi için ilgili savcılıklara gönderilmesine karar verebilir. Adalet, bunu gerektirir.

Ya da sırayla darp edilen insanları kimin dövdüğü… Aslında o dönemde de fail biliniyordu ancak duruşmadaki itirafların değerlendirilmesi önemli değil mi?

* * * 

Mahkeme, bunlardan birini yapabilirdi… Aslında soruşturma aşamasında ortaya çıkan gerçekler, bir biçimde duruşmalarda dile getirildi. Bunun yanı sıra itiraflarda bulunuldu.

Ancak "milli yargının" ara kararları ortada.

- 22 tutuklu sanıktan 10'u tahliye edildi. Tetikçiye para verdiği iddia edilen eski Ülkü Ocakları yöneticisi dahil.

- Eski MHP milletvekiline ait evde yakalanan kişiyle ilgili olarak emniyet müdürünün tanık olarak dinlenmesi talebi reddedildi.

- Her şeyi anımsayın, telefonunun şifresini "unutan" MHP'li avukat Serdar Öktem'in adına kayıtlı telefon hatlarının HTS kayıtlarının istenerek baz sinyallerinin teminini yönündeki talebi de reddetti.

* * * 

 Mahkeme, bu kadar kritik bir davayı 19 Temmuz gibi yakın bir tarihe ertelerken, savcıdan da esas hakkındaki görüşünü hazırlamasını istedi. E zaten bütün araştırma talepleri reddedilirken beklemeye de mahal yok.

* * * 

Gelinen nokta gösteriyor ki bu dava Gülsuyu çetesindeki isimlerin cezalandırılması ile bitirilmeye aday.

Onlar da ellerindeki kritik bilgilerle cezaevinde çok fazla kalmayacaklarını düşünüyordur muhtemel… Ve cezaevinde rahat edeceklerini…

Darp edilen onlarca insan, vurulan onlarca insan, öldürülen eski bir ülkücü… Bütün bu eylemlerin faili belli, bütün bu eylemleri azmettirenler belli…

Ancak milli olmak bazen görmemeye gerektirir değil mi?

* * * 

Tüm bunlar olurken RTÜK, büyük bir öfkeyle, dünyadaki en barışçıl medya organlarından birinin, Açık Radyo'nun lisansını iptal etti.

Elbette kâğıt üzerindeki kuralların kararlılıkla uygulanması değil mesele.

RTÜK de milli olmalı.

Bir konuk "soykırım" demiş bir radyoda, cezasız kalmamalı…

Yetmez, Sinan Ateş cinayeti dahil bütün cinayetlerden, bütün çete suçlarından, bütün ihale yolsuzluklarından Açık Radyo yöneticileri sorumlu tutulmalı.

Programcısından, Açık Radyo'ya hayatını veren Ömer Madra'ya kadar kim varsa cezalandırılmalı.

Gülsuyu Çetesi gibi vatana ve millete yararlı insanları cezaevinde tutmamalı milli yargı.

Açık Radyo, kapatılmakla kurtulmamalı, gerekli cezayı daha ağır almalı.

Cezaevinden katilleri salıp, 1 Mayıs'ta sokağa çıkan gençleri oraya sokan bir düzenden fazlasını beklemenin de alemi yok.

(T24)                                                        


5 Temmuz 2024 Cuma

Birgün "KÖŞEBAŞI" -5 Temmuz 2024-

 

Açık Radyo’nun sesine açığız! -Gözde Bedeloğlu-

TBMM Genel Kurulu’nda 15 Şubat 2011 tarihinde kabul edilerek yasalaşan 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmış ve 3 Mart 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Kanun, Avrupa Birliği (AB) müktesebatına uyum çerçevesinde yeniden düzenlenmişti. Buna göre Radyo Televizyon Üst Kurumu’nun (RTÜK) başta gelen görevlerinden biri “yayın hizmetleri alanında ifade ve haber alma özgürlüğünün, düşünce çeşitliliğinin, rekabet ortamının ve çoğulculuğun güvence altına alınması için gerekli tedbirleri almak” olarak tanımlanmıştı.

KABATAŞ YALANI VE RTÜK

Kanunun yürürlüğe girmesinden iki yıl sonra Taksim Gezi Parkı direnişi yaşandı. Güvenlik birimlerinin hazırladığı rapora göre 31 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan ve hızla Türkiye’nin 80 iline (Bayburt hariç) yayılan protesto gösterilerine 3.6 milyon insan katıldı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası’nın yapılacağını duyurmuş ve tepki çekmişti. Protestoların giderek arttığı 7 Haziran günü Erdoğan, partisinin grup toplantısında “önemli bir yakınımın gelinini, Başbakanlık ofisimin yanında, yerlerde süründürdüler, kendisini çocuğunu taciz ettiler” dedi.

13 Haziran’da, eski Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun gelini Zehra Develioğlu, o dönem Star gazetesinde çalışan Elif Çakır’a bir röportaj vermiş ve Kabataş’ta ‘deri pantolonlu, deri eldivenli, üstleri çıplak kalabalık bir grubun saldırısına uğradığını anlatmıştı. Haber, hükümete yakın televizyon ve gazetelerde döndü durdu, bazı iktidar medyası çalışanı ‘gazeteciler’ ısrarla iddianın doğru olduğunu savundu. Ancak kamera kayıtlarıyla anlatılanların gerçek olmadığı ortaya çıktı. ‘Kabataş yalanı’ olarak kayda geçen bu iftirayı günlerce ekrana taşıyan televizyon kanalları RTÜK’ten ceza almadı.      

DİVAN OTEL YALANI VE RTÜK

Gezi Parkı protestoları sırasında A Haber’de yayınlanan bir habere göre, Koç Holding’a ait Divan Otel’in ‘işgalcilerin’ toplanma merkezi olduğu, eylemcilerin bu lüks otelde kaldığı, burada molotof kokteyli hazırladıkları ve yaralı olanlarının da otelin otoparkında tedavi edildiği iddia edilmişti. Holding, A Haber’i RTÜK’e şikayet etti. Kurumun AKP’li üyelerinin oylarıyla kanala herhangi bir ceza kesilmedi. Konu yargıya taşındı. Mahkeme, A Haber’de yayınlanan haberin gerçeğe aykırı içerik taşıdığına, kişilerin şeref ve haysiyetlerini ihlal edici toplumsal onur ve saygınlığı zedeleyici nitelik taşıdığına, sözü geçen otoparkın Divan Otel’e ait olduğuna dair somut delillerin ortaya konulmadığına, bilirkişi incelemesi sonunda molotof kokteyli hazırlandığı iddia edilen ve görüntüleri yayınlanan odanın Divan Otel’e ait olmadığına hükmetti. RTÜK ancak bu noktadan sonra A Haber’e uyarı cezası kesilmesi gerektiğine karar verdi. 

RTÜK’ÜN MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLER HASSASİYETİ

RTÜK, 20 Nisan 2024’te 30’uncu yılını kutladı. Başkan Ebubekir Şahin, kurumun 30 yıl boyunca  yaptığı çalışmaları överek, bugüne kadar, milli ve manevi değerlerimizin korunması adına önemli projelerin hayata geçirildiğini anlattı. “Radyo ve televizyon yayınlarını düzenleyen, zararlı içeriklere yönelik tedbirler alan RTÜK, toplumsal ve kültürel hassasiyetleri her şeyin önünde tutuyor. RTÜK, bizi biz yapan millî ve manevi değerlerimize sahip çıkıyor” diyen Şahin, “bizlere desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimize teşekkürler” sözleriyle konuşmasını tamamladı. Toplumsal ve kültürel hassasiyetleri her şeyin önünde tuttuğu söylenen RTÜK, milyonlarca insanın sokağa döküldüğü Gezi sürecinde, “başörtülü bacımıza saldırdılar, 70-100 adam bir oldu, bir kadın ve çocuğunun üzerine işedi, otel odalarında molotof kokteyli yapıldı” yalanlarını yayarak halkı kin ve nefrete sürükleyen ve korkunç sonuçlar doğurabilecek bir haberin televizyonda günlerce dolaştırılmasına uygun bir ceza bulamamıştı. 

AÇIK RADYO’YA ‘KİN VE NEFRET YAYMA’ SUÇLAMASI

‘Kainatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo’ RTÜK ile yaşıt. 30 yıldır dinleyicilerine, başta iklim krizi olmak üzere sanattan edebiyata, felsefi tartışmalardan bilimsel gelişmelere, müzikten siyasete pek çok alanda düşünme ve bilgi edinme fırsatı sunuyor. Ne var ki 24 Nisan tarihinde yayınlanan Açık Gazete programında, sırf bir konuk ‘Ermeni soykırımı’ dedi diye RTÜK tarafından kanala beş kez program durdurma ve para cezası verilmiş. Gerekçe şu; “yayın hizmetleri ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz.” Ama aynı RTÜK’e göre ne “başörtülü bacımıza saldırdılar” diyerek Gezi eylemcilerini hedef göstermenin, ne toplumu inançlılar ve inançsız vandallar olarak ikiye bölmenin, ne de protestocuların otel odasında bomba yapan teröristler olduğu yalanını ortaya atmanın toplumu kin ve düşmanlığa tahrik etmekle bir ilgisi var. RTÜK, 30 yıldır yayın politikasını temel insan hak ve özgürlükleri üzerine kuran, çok kültürlülüğü savunan ve toplumsal barışı hedefleyen Açık Radyo’nun lisansını iptal etti. Bu, şüphesiz ifade ve basın özgürlüğü karşıtı bir tutum.

GAZETECİLİK ETİĞİ

RTÜK, 22 Mayıs’ta gerçekleştirilen toplantıda, Açık Radyo’nun toplumu kin ve düşmanlığa tahrik ettiğine kanaat getirerek, oy çokluğu ile kanala para ve yayın durdurma cezası verilmesine karar vermişti. Konuya gazetecilik etiği açısından bakıldığında somut deliller olmaksızın iddialarda bulunulmaması gerektiğinin altı çizilmişti. Oysa Kabataş’ta başörtülü bir kadın ve çocuğuna saldırdığı iddia edilen üstü çıplak, deri pantolonlu adamlar günlerce tek bir somut delil ortaya konmadan konuşulmuş ve RTÜK bunun gazetecilik etiği açısından değerlendirilmesine gerek görmemişti. Mesele Açık Radyo’nun sesini kapatmak olunca delil de lazım oldu şimdi etik de. 

                                                               /././

Tatile de çıksalar mesele çözülmez -İbrahim Varlı-

Suriye meselesi Erdoğan Esad ile tatile çıksa da çözülecek durumda değil. ABD’den Rusya’ya, Türkiye’den İran’a her aktörün çözümden farklı şeyler anladığı denklemde Putin’e ayrı, Biden’a ayrı verilen mesajlar sorunu büyüttü.

Sığınmacılara yönelik saldırılarla bir kez daha gündemin merkezine oturan Suriye meselesi iç içe geçen çok katmanlı bir kriz. Erdoğan’ın günü kurtarma saikiyle yaptığı “Esad ile ailece görüşebiliriz” çıkışının ütesinde bir durum söz konusu. 2011’den bu yana geçen 13 yıllık sürede sorun kendi içinde parçalara ayrışarak Erdoğan’ın Esad ile Akdeniz kıyılarında tatile çıkarak çözülecek konumda değil. Küresel emperyal güçlerin, yayılmacı emellere sahip bölgesel aktörlerin, yerel unsurların yer aldığı Suriye sahası çok boyutlu bir kapışmaya sahne oluyor. ABD, Rusya, İngiltere, İran, Türkiye, İsrail, Irak, Hizbullah, SDG, Haşdi Şabi, ÖSO, HTŞ başta olmak üzere çok sayıda Selefi-Vahabi örgüt varlık gösteriyor. Oyun içinde oyun oynanıyor, hesap içinde hesap yapılıyor.

ÇOK AKTÖRLÜ OYUN

Yıllardır süren bu kanlı hesaplaşma nedeniyle Suriye bugün fiili olarak beş parçalı durumda. Ülkenin Batısını Suriye devleti kontrol etse de kuzeyinde ÖSO ile birlikte Türkiye, kuzey batısında İdlib’te cihatçılar, kuzey doğusunda SDG/Kürtler, güneyinde Ürdün sınırında Amerika’nın fiili kontrolü var.

Suriye Ukrayna ve daha pek çok meselede görülen güç merkezleri arasındaki küresel hesaplaşmanın da somut bir laboratuvarı aynı zamanda. Bir tarafta Rusya, İran ve Çin’in, öte tarafta ABD liderliğindeki Batı İttifakı ile bunların bölgesel figüranlarının yer aldığı, diğer yanda da iki cepheyle de iş tutmaya çalışan aktörlerin olduğu çok bileşenli bu kaotik denklemle oldukça çetrefilli. Erdoğan’ın Astana’daki ŞİÖ toplantısında Rus lider Putin’e yaptığı, “Suriye’de çözüm için işbirliğine hazırız” açıklaması tek başına bir şey ifade etmiyor. Herkesin çözümünün farklı olduğu, çözümden farklı şeyler anladığı Suriye denkleminde, tek yönlü irade beyanı samimiyetten de uzak.

NATO ZİRVESİ’NDE PAZARLIK

Rusya öncülüğünde, Türkiye ile Suriye arasındaki ‘normalleşme’ girişimleri sürerken aynı zamanda Ankara’nın ABD ile de iş tutması soruna yeni boyutlar ekliyor.

Putin’e “işbirliğine hazırız” mesajı veren Erdoğan Astana öncesinde Salı günkü Kabine toplantısı sonrası da “Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, kimsenin egemenliğinde de. Biz vatanımızı koruyoruz ve koruyacağız. Bölücü tehdit ortadan kalkarsa üzerimize yaparız” dedi. Türkiye, SDG/YPG nedeniyle Suriye’den çıkmaya yana değil. Olası bir Kürt oluşumunu “kırmızı çizgi” ilan ederek her fırsatta mevcut fiili kontrol bölgelerini daha da genişletme peşinde olduğunu tekrarlıyor. Yeni sınır ötesi harekâtlar için Washington’dan gelecek sinyaller bekleniyor. Bunun için de gözler

9-11 Temmuz’da Washington’da yapılacak NATO Zirvesi’nde. Erdoğan bizzat katılacağı zirvede bunun için zemin yoklayacak.

KÜRTLER-ŞAM GÖRÜŞMESİ

Türkiye’nin olası hamlelerine karşı Kürtler Şam yönetimi ile görüşmelerini sürdürüyor. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Yürütme Meclisi Eş Başkan Yardımcısı Hesen Koçer geçen günlerde “Şam diyalogdan yana ise biz hazırız” açıklamasını yaptı. Rojava yönetimi geçen aylarda yayımladığı deklarasyonda, Şam’dan kopmuş değiliz diyerek Suriye’nin bütünlüğünden yana olduklarını açıkladı, Ankara’nın Şam ile olası bir anlaşmayı Kuzey ve Doğu Suriye’ye operasyon yapmak için kullanmak istediğini vurguladı.

DÜĞÜM ABD’DE KİTLENİYOR

Suriye’deki denklemde düğüm önemli oranda ABD’de kitleniyor. SDG ile ittifak içinde olan Amerikan emperyalizmi yerleştiği Fırat’ın doğusundan çıkma niyetinde değil. Uzun erimli projeleri kapsamında Irak-Suriye hattında bir “de facto” yapı oluşturmak. Bunun gerek İran gerekse de İsrail ve Ortadoğu boyutu var. Bu nedenle olası bir çözüme, yumuşamaya taraftar değil. Ankara, Şam ile anlaşsa dahi bu sadece sorunun sadece bir kısmının çözülmesi demek. Diğer parçalarda sorun tüm ağırlığıyla varlığını sürdürecek.

ŞAM’IN TAVRI NET: ÇEKİLME

Şam yönetimi ise “normalleşme” koşulu olarak Türkiye’nin kendi topraklarından çıkmasını talep ediyor. Dişişleri Bakanı Faysal Mikdad, ‘‘Herhangi bir Suriye-Türkiye diyaloğunun temel şartının, Türkiye devletinin işgal ettiği topraklarımızdan çekilmeye hazır olduğunu beyan etmesi olduğunu bir kez daha vurguladı. Mikdad TSK’nin Suriye’deki varlığını da “işgal” olarak tanımlayarak Suriye’nin bu konuda Türkiye’den kesin ve bağlayıcı bir şey görmek istediğini kaydetti.

Esad da 26 Haziran’da Rusya’nın Özel Suriye Temsilcisi Alexander Lavrentiev ile yaptığı görüşmede egemenlik ve toprak bütünlüğü vurgusu yaptı. Rus elçi de şu anda arabuluculuk başarısı için koşulların her zamankinden daha uygun göründüğünü söylese de yabanca aktörlerin Suriye’den çekilmesine vurgu yaptı.

Suriye’deki görünmeyen aktörlerinden Çin ise ABD’ye Suriye’nin ulusal kaynaklarının yağmalanmasını durdurması ve Suriye halkına verilen zararın telafisi için somut önlemler alınması çağrısını yineledi. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning, ABD’yi Suriye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne ciddi şekilde saygı duymaya, buradaki yasadışı askeri varlığına derhal son vermeye çağırdı.

ERDOĞAN’A GÜVENİLMİYOR

Suriyeli gazeteci Sarkis Kassargian, Şam’ın Astana’daki Erdoğan-Putin görüşmesini yakından takip ettiğini belirterek, bunu her Putin görüşmesi sonrasında Türkiye’nin küçük de olsa tavizler vermesine bağlıyor. Şam’ın bu sürece çok temkinli yaklaştığını ifade eden Kassargian, “Birincisi bir güven sorunu var. İkincisi bunun Erdoğan’ın Bir manevrası olabildiğini düşünüyorlar. Erdoğan’ın Batı’dan ABD’den bir şeyler istediğini, onun için baskı oluşturmak için Şam ile yakınlaşmadan bahsettiğini düşünüyorlar. Ancak Şam’ın bir taviz vermesi zor. Türkiye’nin çekilmesi için yol haritası zamanlama ve Rusya’nın garantörlüğü şartlarını ısrarla devam ettirilecektir. Şam yönetimi ekonomik kriz gün geçtikçe başına bela olan Erdoğan’a karşı kendini daha avantajlı hissediyor” diyor.

Amerika’nın Ankara’nın Şam ile normalleşme isteğine karşı tavrını da değerlendiren Kassargian’a göre Washington’ın resmi açıklamaların gerçeği yansıtmadığı görüşünde.

Kassargian, “ABD’nin Esad’la normalleşmek istemediğini ancak Türkiye’nin normalleşmesine karşı da olmadığını açıkladı. Ankara’nın Şam ile diyaloğu hem Türkiye’yi biraz daha Rusya-İran eksenine çekecek hem de Kürt yönetime karşı yeni bir baskı yaratacak. Bundan memnun olmaz. ABD, Ankara ile Şam yakınlaşmasını alternatif olarak daha çok Şam’la Özerk yönetimin yakınlaşmasını istiyor. Ekonomi üstünden Türkiye’yi sıkıştırabilir ama öbür taraftan da Ukrayna Savaşı devam ederken Türkiye ile bir gerginlik yaşamayı istemeyecektir. Bunun işaretleri NATO zirvesinden sonra görünebilir” ifadelerini kullanıyor. ABD’nin Kürtlerle Şam arasında bir görüşme olmasından yana olduğunu vurgulayan Kassargian, “Şam ile özerk yönetim arasında bir anlaşma olursa bu “özerk yönetim”e meşruiyet katarak önündeki yolu biraz daha açmış olur. Kürt yöneticilerle konuştuğumda tekrarla aynı şeyi söylüyorlar. ABD’nin Kürtlerle Şam arasında bir anlaşmanın karşı olmadığına dile getiriyorlar” diyor.

PUTİN’E AYRI, BİDEN’A AYRI

Astana’dan Washington’a, Moskova’dan Bağdat’a uzanan hatta çok aktörlü Suriye meselesi daha çok su kaldırır. Sadece bir aktörün, ülkenin ya da Erdoğan gibi liderin tek yönlü açıklaması bu denklemi çözmekten uzak. Emperyalist emellerin hallaç pamuğuna çevirdiği Suriye-Irak ve bir bütün olarak Ortadoğu coğrafyasında hemen her sorun birbirine bağlı. Bir meseleye yönelik atılacak adım diğer parçaları da harekete geçireceğinden bütünlüklü bir çözüm planı sunulmadan, emperyalistler bölgeden çekilmeden yerel aktörler yayılmacı emellerden vazgeçmedikçe sorun dallanıp budaklanmaya devam edecektir. Astana’da farklı, Ankara’da faklı konuşan, Putin’e ayrı Biden’a ayrı mesajlar veren Erdoğan’ın ayar tutmayan politikalarının ülkeye faturası da büyüyecek. Plansız, programsız politikaların neden olduğu sıkıntıları sığınmacılara yönelik saldırılarda hep birlikte gördük.

                                                                /././

Düğme komplosu -İlhan Cihaner-

Daha iyi bir ülke ve dünya inşa etmeye olan inanç, umut ve mücadele azminin gerilemesi, bir yandan duyarsızlığa/yılgınlığa yol açarken öte yandan komplocu düşüncelerin yükselmesine yol açıyor. Özellikle sol ideolojilerin gerilemesi ile alternatifsiz ve pusulasız kalan kitleler test edilemeyen, doğrulanamayan/yanlışlanamayan komplolarla olanı biteni anlamlandırmanın konforunu yaşıyor. Bizim ülkemiz her ne kadar bu yaklaşımlar için mümbit bir yer olsa da sadece bize özgü bir olgu değil bu durum. Bize özgü olan ise; bu komplocu yaklaşımların ana akımlaşması, ülkeyi yönetenlerin dilinden pratiklerine, akademiden yargı kararlarına, kahvehane sohbetlerinden tartışma programlarına sirayet etmesi, giderek bir rıza üretme ve yönetme aparatı haline gelmesi.

Komplocu yaklaşımın evrensel kavram seti (Yahudiler, Masonlar, Soros, İluminati, vs.)  az çok aynı olmakla birlikte, Türkiye’ye özgü kavramları da var: dış güçler, malum mihraklar, Moskof, provokasyon, küreselciler, etki ajanlığı, nüfuz casusluğu, düğme (!)…

Sadece arkadaş sohbetlerinde kaldığında eğlenceli bir zihin jimnastiği sayılabilecek komploculuk, iddianamelere, mahkeme kararlarına, yönetsel kararlara yansıdığında hele hele kitleleri harekete geçirmek ya da bastırmak için siyasi propagandaya dönüştüğünde tüm siyasi iklimi zehirliyor. En önemlisi de sorunların gerçek faillerini gizleyip tepkileri en zayıfa yöneltiyor.

Çok partili hayata geçildiğinden bu yana ülkeyi yöneten Türkiye sağının tıkandığı, yetersiz kaldığı, yönetme sıkıntısı çektiği, entelektüel kabızlık çektiği, meşruiyet arayışı içinde olduğu her noktada komploları yardıma çağırmaları alışıldık bir durum. Ama geldiğimiz noktada artık sağ/muhafazakar kitle siyasi müdahaleye gerek kalmadan komplolarını üretir hale geldi: Gezinin Soros’un işi olduğunu, depremi ABD’nin yaptığını, aşının vücudumuza chip zerk ettiğini, Kayseri’de “düğmeye” basıldığını hatta sığınmacıları İmamoğlu’nun getirdiğini, zamlardan CHP’nin sorumlu olduğunu, memleketteki yıkımın nedeninin (hala) Kılıçdaroğlu olduğunu “samimiyetle” söyleyebiliyorlar. AKP elitleri de bu ruh halini tepe tepe kullanıyorlar. Sanki iktidarda başkası varmış gibi zaman zaman muhalif rolüne bürünüyorlar, sanki emperyalizmin en sadık aparatı değillermiş gibi emperyalizm eleştirisi yapıyorlar. En son Erdoğan zamlardan yakındı, daha ne olsun!

Kitlelerin bu yaklaşım basitçe cahillik, yalancılık ya da sorunlu ruh haliyle açıklanamaz. Olsa olsa baş edemedikleri, mücadele edemedikleri ve anlamlandırmakta zorlandıkları sorunları “rasyonelleştirerek” sorumluluğu, geleneksel/kültürel olarak “düşman” bellediklerine yükleme kolaylığı ile açıklanabilir. Bu kısa yolun “konforu” umut besledikleri düşünce ve figürlerle hesaplaşmaktan da alıkoyar.

Bir dönem Sol Kemalizmi de etkisi altına alan komploculuk artık “devlet aklını” ele geçirmiş durumda. Adeta tüm dünyanın Erdoğan’ı devirmek için el ele verdiği, yerli işbirlikçilerin de destek verdiği, sonsuz, sınırsız, akışkan bir komplo üzerine dönüyor her şey!

Eşit, özgür, adil ve barış içinde bir ülkeye giden yolda en önemli engellerden birisi bu düşünce ile zehirlenmiş kitleler olacak sanırım. Her an harekete geçmeye hazır, devlet destekli, silahlanmış, öldürüleceklerin listesini yapan, üstelik öfkelerini mağdurlara yönelten bir kitle.

Kitlelerin komploya yatkınlığını “baş edemedikleri, mücadele edemedikleri ve anlamlandırmakta zorlandıkları sorunları “rasyonelleştirerek” sorumluluğu, geleneksel/kültürel olarak “düşman” bellediklerine yükleme kolaylığı” olarak tespit ediyorsak bu yaklaşımla mücadelenin yolu da açık: komploculuğun eline düşmüş kitlelere sağlam referanslar vermek. Karşıtlığı doğru faillere yöneltmek.

                                                                /././

Bozkurt, Rabia’yı dize mi getirdi? -Yaşar Aydın-

Bakan Fidan’dan Çelik’e kadar tüm AKP’liler, MHP ile özdeşleşen işaretin Türkiye’yi temsil ettiğini açıklama yarışına girdiler. Artık futbol sahalarında Rabia, asker selamı değil, bozkurt işareti yapılmaya başlamışsa, bu AKP için düpedüz hegemonya yitimine işaret ediyor demektir.

Cumhur İttifakı’nda yaşanan gerilim ve çatışma yeni bir durum değil. Yaşananlar, iktidarda dümene geçme ya da rejimin rengini belirleme geriliminden başka bir şey değildi. AYM’den Yargıtay’a, Van’dan Kulp’a ve en nihayetinde normalleşme tartışmalarına kadar uzanan birçok başlıkta bu gerilimin izlerini görmek mümkün. Aslında her bir başlıkta rejim ve devlet krizinden bahsettiğimizi belirtmek gerekiyor.

Bu itiş kakışın kavgaya dönüşüp derinleşmesinin, 14-28 Mayıs seçimini Cumhur İttifakı’nın kazasız atlatmasıyla hızlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tarihten sonra ittifak bileşenleri gözünü bir sonraki döneme dikti. Bu dönem, bir anlamda Bahçeli ve Erdoğan’ın sahneden çekilmek zorunda olacağı tarihe işaret ediyordu.

İşte bakanlıklardan, Saray’a kadar tüm ülkeye yayılan esas mücadele de bundan sonra başladı. Bir anlamda rejim, bundan sonraki yaşamını nasıl, kiminle ve hangi yöntemle sürdürecekti sorularının cevabı aranıyordu. Bu tartışmayı perdeleyen tek fotoğraf, Erdoğan ve Bahçeli arasında uyumdu. Ancak hemen bir adım ötesinde çok şiddetli süren çatışmalar çıplak gözle bile görünüyordu. Üstelik bu sürece benzin döken 31 Mart seçim yenilgisini de unutmamak gerekiyor.

DÜMENE ÇOK SIKI SARILDI

Erdoğan, 31 Mart seçimi sonrası etrafındakilerin de telkiniyle MHP’yi sınırlayacak, bir anlamda köşede tutacak hamlelere yeltendi. Özgür Özel, Meral Akşener, Ayşe Ateş görüşmeleri bunlardan sadece birkaçıydı. Sürekli 50+1 tartışmasının gündemde kalması, cemaat ve tarikat örgütlemelerinin bakanlıklardaki gücünü artıracak girişimler, Gezi ve Kavala davaları ile ilgili yandaş medyada çıkan haberler de AKP’nin bu hamlelerinden bağımsız düşünülemez. İttifakın AKP kanadında bunlar yaşanırken, MHP de boş durmadı. Hiçbir çetrefilli yola sapmadan, bizzat Bahçeli’nin ağzından “istiyorsanız ayrılalım” restini çekti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. AKP cenahı, Bahçeli’nin ne kadar “büyük bir devlet adamı” olduğunu tam da bu açıklamadan sonra tekrar hatırladı. Erdoğan, hiç zaman kaybetmeden Bahçeli ile ilgili övgü dolu sözlerle yolu açtı. Sinan Ateş davası tam da MHP’nin istediği gibi gitmeye başladı ve ardından muhalefetle köprüler atıldı. İktidar içinde yaşanan bu gelişme, iktidar ikliminde de etkisini gösterdi. Her şeyi ile vasat bir sporcu olan Merih Demiral’ın Avrupa şampiyonasında sahasının ortasında MHP ile özdeşleşen işareti yapmasının bile arkasına dizildiler. Dışişleri Bakanı Fidan’dan ümmetçiliğiyle bilinen Ömer Çelik’e kadar tüm AKP’liler, neredeyse MHP ile özdeşleşen işaretin Türkiye’yi temsil ettiğini açıklama yarışına girdiler. Artık futbol sahalarında Rabia, asker selamı değil, bozkurt işareti yapılmaya başlamışsa, bu düpedüz hegemonya yitimine, dümeni kaybetme riskine işaret ediyor demektir. İktidarda kalmak için MHP’ye muhtaç bir AKP’nin manevra kabiliyeti düne göre çok daha kısıtlı. Hatta Erdoğan’ın mutlak iktidarından bile bahsetmek tartışmalı bir konu haline geldi. Ülkeyi ilgilendiren hiçbir temel meseleyi tek başına çözecek durumda değil. Ya uluslararası sermaye ya MHP ya da tarikat ve cemaatlerin rızasını almak durumunda. Ama tüm bunlara rağmen Erdoğan’ın hala koltuğunda oturduğunu ve kendisi için doğacak yeni fırsatları beklediğini de unutmamak gerekiyor. AKP kulislerinin durumu “geçici bir geri çekilme” olarak ifade etmesinin de arkasında bu motivasyon var.

EMEKÇİNİN YUMRUĞU

İktidar içinde dümene geçme kavgası şiddetlendikçe, ülke içinde yara daha çok kanıyor. Rabia ya da bozkurt, hiç fark etmez. Ne ümmetçilerin ne de ırkçıların ülkenin geleceğine dair söyleyebilecekleri tek söz, önerebilecekleri tek proje kalmamış durumda. Memleketi getirdikleri yer ortada. Kayıkçı kavgasının kaybedeni bu ülkenin geleceği oluyor. Eğer işaretler ve semboller üzerinden konuşmak gerekiyorsa, memlekete emekçilerin yumruğu gerekiyor. Bu kayıkçı kavgasını da bu ucube rejimi de hizaya başka türlü getirmek mümkün değil.

                                                                    /././

Kantarın topu iyice kaçtı -Zafer Arapkirli-

Son yıllarda, rejimin muhaliflerini rahatsız etmeye, sindirmeye, korkutmaya yönelik çabalarının bir parçası haline gelen “hakaret ettin bana, ona, şuna, buna” davalarının bazılarından mahkûm oldum.

Hele en sonuncusunda, tek bir hakaret sözcüğü bile bulunmamasına, tamamen ironik düz bir siyasi eleştiri içermesine rağmen, bir eski bakana ve bir kuvvet komutanına hakaretten haksız yere hüküm giydim.

İyi de, bu ülkenin bazı mahkemelerinde eli kanlı faşist katiller herkesin, en başta da hâkimlerin ve maktul yakınlarının gözlerinin içine baka baka “Öldürmek değildi kastım. Ama ölmüş. Ben sadece bacağına bir iki tane sıktım. Ne olmuş yani? Beraatımı istiyorum” gibilerden ifade vererek, bizim işlediğimiz “sözde suçları” biraz(!) gölgede bırakmıyorlar mı?

Yani, adliye saraylarında kantarın topu bir hayli kaçıp da gümbür gümbür o duruşma salonlarının zeminine düşmüş olmuyor mu?

Katil ve azmettiriciler, yine aynı duruşma salonlarında ve onların faşist şakşakçıları da TV stüdyolarında cinayeti kınamak bir yana, adaletin yerini bulmasını isteyen gazetecileri ve siyasetçileri parmakla gösterip hakaret edince, o kantarın topu fena halde kaçmıyor mu?

Bu ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı, açlıktan nefesi kokan, on milyonlarca yoksulun, özellikle asgari ücretlinin ve emeklilerin gözlerinin içine baka baka, “Yeter o kadar para size. Zaten dünyanın pek çok yerinde bunu da bulamayan var. Şükredin...” mealinde utanmazca alay etmiyor mu bu toplumla?

Bu ülkede Rejimin Başı, peş peşe yaşanan depremlerde on binlerce insanın yaşamını yitirmesine, yüz binlercesinin sakat kalmasına, milyonlarcasının da evlerinden barklarından ve sevdiklerinden olmasına neden olan sorumsuzca ilan edilmiş imar aflarına imza attığını unutarak, suç ortağı eski çevre bakanını, yeniden tayin etmedi mi?

“Çok başarılıydın. Seni o görevden alıp İstanbul’a aday gösterdik. Gerçi millet sana sırtını gösterdi. Ama üzülme, gel seni yine bakan yapayım da aynı başarısızlığı bir daha gösterip, ülkenin taşını toprağını yeniden peşkeş çek, maden facialarına, sel felaketlerine, yeni yeni depremlere göçüklere filan yol aç. Haydi koçum” diyerek ödüllendirmedi mi daha dün?

Aynı Rejimin Başı, sadece bu bakanlığın bile başarısızlıkları nedeniyle en başta yüzbinlerce insan canı olmak üzere memleketin bütün doğal varlıklarının heba olmasına bakmadan, kendi partisinden olmayan yerel yönetimlerin hatalarına dikkat çekmiyor mu?

∗∗∗

Gece gündüz yaptığı zamlarla, en başta devletin en kolay vergi toplama araçlarının başında gelen akaryakıt, sigara, alkollü içecek kalemlerine yaptığı acımasız zamlarla milleti inim inim inlettiği yetmiyormuş gibi, aynı Rejimin Başı “CeHaPe’li belediyeler iğneden ipliğe, ekmekten suya, otobüse dolmuşa zam yapıyor” diyerek bu milletle adeta kafa bulmuyor mu?

Değerli ekonomist Mahfi Eğilmez’in hatırlattığı üzere, yıllar önce çıkarılan bir kararla 250 bin doları bastırıp bu ülkeden ev alıp, bir de üstüne vatandaşlık elde eden yabancıların, belirli süre (3 yıl) dolduktan sonra o evleri bilmem kaç misline satarak, “üzerine para verilerek, hatta servetlerini katlamaları sağlanarak vatandaş yapılmış” olmaları, koca bir milletin aklıyla alay etmek değil mi?

∗∗∗

Yabancılardan söz açılmışken...

Kayseri’de Konya’da ve başka noktalarda, bir kişinin karıştığı adli bir olayı bahane eden yerel halkın, öfkelerini oradaki masum ve çaresiz sığınmacılardan çıkarırcasına geniş çaplı “pogromlara” imza atmaları, sınırın ötesinde de Türk askerine ve araçlarına saldırılması karşısında Rejimin Başı’nın kendisi hariç herkesi suçlamasına ne demeli?

Sanki bu durumun en baştaki sorumlusu çarpık, hatalı ve bu ülkenin çıkarlarıyla taban tabana zıt, 10 küsur yıllık kendi dış politikası değilmiş gibi davranmasını nereye koymalı? Komşu bir ülkenin topraklarına asker yollamak, orada meşru yönetime karşı “kukla bir alternatif hükümet ve o hükümete de eğiterek donatarak bir sözde ordu kurmak, hatta ve hatta o orduyu (atalarımızın kemiklerini sızlatarak) Kuvayı Milliye’ diye yüceltmek, orada iç savaşa benzin dökmek, her şeyi çözülemez bir hatalar yumağına çevirmek marifetmiş gibi, yine kendisinden başka herkese atar gider yapması, akıl erecek bir iş mi?

∗∗∗

Bir tek düğmeyi bile doğru ilikleyememiş olmalarının sorumlusu olarak sürekli muhalefeti, aydınları, medyayı ve tabii ki “demirbaş düşman” hayali dış güçleri sorumlu tutan, yoksulluğu ve çaresizliği ağzını her açtığında, her buyruk verdiğinde, çığ gibi büyüten Rejimin Başı “Ne seçimi yahu? Millet geçen sene beni yeniden seçti bir 4 yıl daha buradayım. Avucunuzu yalayın” derken, kantarın topunun tepemize “güm güm” indiğini hissetmiyor musunuz?

Anaokulu seviyesinden üniversiteye kadar tüm eğitim kurumlarını “medreseye, biat kültürünün aşılandığı, hurafelerin öğretildiği, gerici kafaların yetiştirildiği birer imalathaneye” dönüştürmeye yemin etmiş kadroların, bu “kantar topu”nu kafamıza vurmalarına daha ne kadar müsaade edeceğiz?

Yoksa meydanlara artık daha gür bir sesle çıkıp “erken seçim ve bir an önce rejim değişikliği” diye haykırmanın zamanının gelip geçmekte olduğunu halâ görmüyor muyuz?

(BİRGÜN)